es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh…
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Bu hafta size nakletmek istediğim hadîs-i şerîflerin ilki, Deylemî tarafından Hz. Ali radıyallahu anh ve kerremallahu veche’den nakledilmiş.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar ki;
الْأَنْبِيَاءُ قَادَةٌ وَالْفُقَهَاءُ سَادَةٌ، وَمُجَالَسَتُهُمْ زِيَادَةٌ وَأَنْتُمْ فِي مَمَرِّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ في آجَالٍ مَنْقُوصَةٍ وَأَعْمَالٍ مَحْفُوظَةٍ وَالْمَوْتُ يَأْتِيكُمْ بَغْتَةً فَمَنْ زَرَعَ خَيْرًا يَحْصُدْ رَغْبَةً وَمَنْ زَرَعَ شَرًّا يَحْصُدْ نَدَامَةً
el-Enbiyâu kâdetün ve’l-fukahâu sâdetün ve mücâlesetühüm ziyâdetün ve entüm fî memerri’l-leyli ve’n-nehâri fî âcâlin menkûsatin ve a’mâlin mahfûzatin ve’l-mevtü ye’tîküm bağteten fe-men zera’a hayran yahsud rağbeten ve men zera’a şerran yahsud nedâmeten.
Sadaka resûlullâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Dikkat ederseniz hadîs-i şerîfin râvisinin Hz. Ali Efendimiz olduğunu söylemiştim. Hz. Ali Efendimiz’in rivayet ettiği hadîs-i şerîflere özel sevgi ve ilgi duyuyorum. Çünkü ülkemizde Hz. Ali Efendimiz’i, özellikle onun ismine bağlı olarak seven insanlar var, “Alevî” diyoruz. Bizim ülkemizde de var, başka yerlerde de var. Hz. Ali’ye bağlı oldukları için Alevî adını almışlar. Sünnîler de Hz. Ali Efendimiz’e bağlı olduğundan, onu sevdiğinden, onu halife kabul ettiğinden, onu maddeten ve mânen önder ve rehber olarak gördüğünden, hepimiz bir bakıma Alevîyiz, Hz. Ali’ye bağlıyız. Ama Alevîler özellikle ve tarihten gelen bir an’ane ile Hz. Ali Efendimiz’in tarafını tutuklarını söylüyorlar.
Tarihteki olaylar nedir?
Tarihte siyasî, idarî olaylar olmuş, Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh halife, müslümanların devlet başkanı olmuş, Peygamber Efendimiz’in makamına müslümanları idare etmek üzere seçilmiş, ona halef olmuş bir kimse... Emîrü’l-mü’minîn ve imâmü’l-müslimîn olduğu halde, bazı kimseler Hz. Ali Efendimiz’in emirliğini, önderliğini, reisliğini kabul etmemişler.
Bu ibretli bir hadise...
Hz. Ali Efendimiz gibi bir mübarek zâtın, devlet başkanlığı hiç kabul edilmez mi? İmkân var mı, insan tasavvur edemiyor, nasıl olur böyle bir şey?
Çünkü Hz. Ali Efendimiz her yönden pek çok meziyetlere, üstünlüklere sahip bir kimse. İlk müslüman olan çocuklardan. Bence en önemli özelliklerinden birisi, Peygamber Efendimiz onu, evlat edinir gibi babasının evinden kendi evine almış. Amcası Ebû Tâlib çok çocuklu olduğundan, ona geçim bakımından hafifleme olsun, yardım olsun diye Hz. Ali’yi çocukken yanına almış, erkek evladı gibi yanında büyütmüş.
Peygamber Efendimiz’in evinde büyümüş, yanında büyümüş, evladı gibi büyümüş. Ondan sonra da Peygamber Efendimiz, Fâtıma anamızı ona vermiş, ikisini evlendirmiş. Böylece Peygamber Efendimiz’in damadı olmuş. Bu da çok büyük bir meziyet... Fâtıma anamız cennetlik hatunların başta gelenlerinden birisi... Cennetlik Fâtıma anamızla, cennetlik Hz. Ali Efendimiz’in evladından bu zamana kadar nice seyyidler, şerifler gelmiş, elhamdülillah ne kadar güzel, mübarek insanlar yetişmiş.
Hz. Ali Efendimiz genç olduğundan, Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz, Ömer el-Fâruk Efendimiz, Osmân-ı Zinnûreyn Efendimiz devletin yönetiminde görev almışlar. Öyle seçilmişler, onlar işaret olunmuşlar, uygun görülmüşler, onlar halifelik yapmış. Daha sonra Hz. Ali Efendimiz halife olunca, Şam’daki kimseler, oraları fethetmiş olan kimseler, oralara hakimiyet kurmuşlar, Şam valisi olmuşlar; onlar bu hilâfete itiraz etmişler, “Devletin başkanı o olmasın, biz olalım!” demişler. Bir çekişme, bir çatışma başlamış.
Hz. Ali Efendimiz, birlik ve beraberliği sağlamak için çalışmış, hatta gerektiği zaman savaşlar yapmış ve dördüncü halife olarak İslâm tarihine geçmiş büyüğümüzdür.
Bizim bütün sevdiğimiz, saydığımız alimler, büyük insanlar, hepsi Hz. Ali Efendimiz’in yanında idi. Hz. Ali Efendimiz’in karşısında olanlar, ona muhalefet edenler, onunla çarpışanlar başka kimselerdi. Biz bugün onları tasvip etmiyoruz. O devirde de o zamanın has müslümanları tasvip etmemişler, onların tarafını tutmamışlar. Hz. Ali Efendimiz’in tarafını tutanlara Alevî deniliyorsa, demek ki tarihte Sünnîler de Alevî imişler.
Peki Hz. Ali Efendimiz’in taraftarlarının, Şia-i Ali’nin karşısında olanlar kimlermiş?
Emevîlermiş.
O zaman bugünün sünnîleri Emevîler’in torunları mı?
Hayır! Bugünün sünnîleri yine Hz. Ali Efendimiz’i sevenlerin torunları... Binâenaleyh, Hz. Ali Efendimiz’in sevgisi Sünnîleri de, Alevîleri de, Şiîleri de aslında derleyip topluyor. Onun için ben Hz. Ali Efendimiz’e önem veriyorum. Onunla ilgili konuşmalar, konferanslar yapıyorum.
Türkiye’de bir Alevî-Sünnî çekişmesi, çatışması meydana getirilmek isteniyor. Bunlar birbirlerine düşsün, kardeş kardeşi vursun diye düşmanlar temenni ettikleri için tarihteki ayrılıkları başka türlü ortaya koyarak, birbirlerine düşman göstermeye çalışıyorlar.
Hz. Ali’ye karşı çıkanlar bugünkü Sünnîler değildir. Bu ayrılığı gayrılığı silmemiz lazım, tarihteki Emevî-Alevî ihtilafını günümüze mantıksız olarak taşımamamız lazım! Bu bir...
İkincisi; Alevî kardeşlerimiz Hz. Ali’yi sevdiğine göre, Hz. Ali Efendimiz’in yolundan gitmeli, dinimizin emirlerine uymalı!
Bunu niçin söylüyoruz?
Çünkü dinimizin emirleri âdetâ bazı Alevîler tarafından kaldırılmış gibi oluyor. Bunun müşahhas, elle tutulur, somut örnekleri var.
Mesela, bir seyahatte bizim arabamız bozulmuştu, yakın köyde namaz kılalım diye gittik. Tertemiz, pırıl pırıl, badanalı, boyalı, muntazam güzel bir köy, her şeyi güzel.
Dedik ki;
“Köyün yoluna girelim, içine gideriz, çarşısının ortasında camisi vardır, namazı kılarız.”
Dolandık sokaklarda, çarşısına geldik. Arabamızla oradan geçerken herkes bize bakıyor, biz onlara bakıyoruz. Arandık, şöyle bir camiyi görürsek gireriz, namaz kılarız diye; bulamadık. Sonra kenardakilere sorduk, dedik ki;
“Burada cami var mı, nerede, bulamadık, arada mı kaldı?”
“Yok, burada cami yok, yandaki köye gideceksiniz.” dediler.
Sonradan öğrendik, meşhur bir Alevî köyüymüş. Demek ki namaz kılmayı istemiyorlar, uygun görmüyorlar ve yapmıyorlar.
Halbuki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
“Bir yerde beş tane müslüman aile toplanmış olursa ve orada ezan okunmazsa, namaz kılınmazsa şeytan oraya hakim olur, orayı istila eder. Oranın insanlarını esir alır, avucuna alır. Şeytanın esiri olurlar, şeytanın hükmü altına girerler. Bet bereket gider, hayır gider, iyi bir durum olmaz.”
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Allah'ın emrini naklediyor: Allah istiyor ki kullar kendisine ibadet etsinler, ezan okunsun, namaz kılınsın! Kılınmadığı zaman bir eksiklik oluyor.
Hz. Ali Efendimiz kılardı. Hz. Ali Efendimiz’i seven insanlar, sevdikleri için Hz. Ali Efendimiz’in sözlerine, hareketlerine uymak isterler... O da Allah’ın arslanı, Peygamber Efendimiz’in damadı, halifelerin dördüncüsü, İslâm’ın önderi, irfanın, tasavvufun da önderi, şîr-i Yezdân, Allah’ın arslanı, şâh-ı merdân, mertlerin sultanı, şahı, mübarek bir insan...
Elbette canımız fedâ, yolunda gideriz.
Yolu ne?
İşte ben yolunun iyi anlaşılması için Hz. Ali Efendimiz’in rivayet ettiği hadîs-i şerîfleri okurken, böyle bir özel ilgi ve sevgi duyuyorum. Kardeşlerimiz bilsinler, “Hz. Ali Efendimiz böyle buyurmuş, böyle nakletmiş, böyle yaşamış, böyle yapmış; biz de öyle yapalım!” desinler diye...
Bu uzun girişten sonra geçelim hadîs-i şerîfin izahına... Peygamber Efendimiz ne buyurmuş, Hz. Ali’nin rivayet ettiği bu hadîs-i şerîfe göre;
el-Enbiyâü kâdetün.
Kâde, kâid kelimesinin çoğulu; komutanlar demek. Kıyâdet masdarından geliyor bu kelime; bir topluluğa, bir orduya önderlik eden, komuta eden, ona emir veren komutan demek.
“Peygamberler komutanlardır.”
İnsanlara Allah’ın emirlerini tebliğ etmek üzere, vazifeli olarak gönderilmiş, âhiret adamı mübarek peygamberler komutanlardır. İnsanlar onların emirlerini tutacaklar, emirlerine uyacaklar.
Bazıları, “Din bir duygudur, inançtır, yaşamla ilgisi yoktur. Herkes bir şeyler hisseder içinde, inancı vardır, Allah’a inanır, yönelir, yakarır, yalvarır; kâfi...” gibi düşünüyorlar.
Buradan anlıyoruz ki öyle değil! Peygamberler bir şeyi söylemek için gelmişlerse o halde peygamberlere uyulması lazım! İnsanların uyacağı asıl komutan onlar.
Peygamberlerin varisleri de, asıl komutanlar[dır]. Peygamberin varisi; onun emirlerini, buyruklarını, öğrettiklerini insanlara anlatan kimseler. Onlar da komutan!.. Hz. Ali Efendimiz de Peygamber Efendimiz’in ashabı olmak dolayısıyla vârisi; alim bir kişi olmak dolayısıyla fakih, kadı, hakim bir kimse idi. Dini bilen bir kimse idi; o da komutan, ondan sonrakiler de komutan...
Demek ki devleti, milleti, halkı yöneten insanlar Allah’ı bilecek, Allah’a itaat edecek, Allah’ın emirlerini söyleyecek, adalet edecek; kendisi haramdan, günahtan kaçınan kimse olacak, başkalarını da kaçındıran, sakındıran, kötülükleri engelleyen, hayırları yapan, yaptıran kişi olacak. Çok önemli!..
Peygamberler komutanlardır.
Ve’l-fukahâü sâdetün.
Fakih; din alimi, dini iyice öğrenmiş, âyeti biliyor, hadisi biliyor, konunun inceliklerini biliyor, teferruatını biliyor; iyice dinin ruhunu anlamış, mantığını kavramış alim insan...
Bunlar kimlerdir?
“Fakihler de seyyidlerdir.”
Sâde kelimesi de, Arapça’da seyyid kelimesinin çoğuludur. Sâdât diye de gelir. Mevlid okunurken duymuşsunuzdur, mevlidhanlar bazen kendilerine ait kısmı okumaya şöyle girişirler:
Seyyidü’s-sâdât, şefîü’l-usât, Muhammed Mustafâ râ salavât…
Seyyidü’s-sâdât ne demek?
Seyyidler seyyidi demek.
Şefîu’l-usât ne demek?
Mahşer gününde âsilerin şefaatçisi demek.
Demek ki fakihler, din alimleri seyyidlerdir. Soylu, değerli, asaletli, kıymetli, izzetli, itibarlı kimselerdir.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Din aliminin seyyidliği, kıymeti, izzeti, itibarı, şânı, şerefi nereden kaynaklanıyor?
Bildiği dinî bilgilerden kaynaklanıyor. Dinî bilgileri bildiği için... İslâm’da bilmek yetmiyor, ilmiyle âmil olmak çok önemli! Bilecek, bildiğini uygulayacak, başkalarına da anlatacak... Hem İslâm’a uygun olarak yaşadığı için, ahlâkını İslâm’a uydurduğu, hareketlerini, işlerini İslâm’a göre yaptığı için hem de insanlara yol gösterip Allah’ın sevdiği işleri onlara öğrettiği, Allah’ın sevmediği işlerden onları men etme durumunda olduğu için, din alimleri seyyiddir. En çok itibar görmesi gereken insanlardır.
Ben hayret ediyorum. Bizim bu devrimizde bakıyorum, din alimlerine gösterilen sevgi, saygı, hürmet, izzet ve itibara; bir de başka kimselerin izzet ve itibarına [bakıyorum]... Kimsenin izzetinde, itibarında gözümüz yok da; mesela güzel futbol oynayan bir genç, bir yerden bir yere transfer oluyor, bir klüpten ötekisine geçiyor, rakamlar trilyonlara filan çıkıyor; çok kıymetli...
Halk türküleri söyleyen bir türkücü, şarkıcı veya elinde sazı olan bir ozan, sanatkâr çok izzet itibar görüyor. Diyorlar ki; “Bilmem şu ses sanatkârı ses sanatkârlarının şâhı idi. Filanca film artisti film artistlerinin sultanı...” vesaire diyorlar, izzet, itibar son noktada...
İyi ama, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ne buyuruyor:
“Dini bilen, fakih, alim, müftü, vaiz olan insanlar en üstündür.”
Neden?
İnsanlar Allah’ın sevdiği kimseler olmak, sevdiği işleri yapmak için dinini bilecek, öğrenecek.
Kimden öğrenecek?
İşte din aliminden öğrenecek. O halde din alimleri çok kıymetli...
Din alimleri insanları cehennemde yanmaktan kurtaran, cennete götüren kılavuzlar, hem dünyada hem âhirette saadete erdiren saadet kaynağı insanlar... Sonra toplumda polisin yapamadığını, zabıtanın, askerin, zorlamanın, yasağın, hapishânenin, mahkemenin yapamadığı işi, gönülleri terbiye ederek, insanları ıslah ederek yapan mühim insanlar... Mânevî bakımdan bir eğitim, insanı insan yapıyor, insanı irfan sahibi insan yapıyor, sultan yapıyor. Bu eğitim çok önemli!..
Sonra o insanın çok hayrı hasenâtı oluyor. Dindar bir insan oluyor; bakıyorsunuz, okul yaptırmış, çeşme yaptırmış. O inancı dolayısıyla, Allah’ın rızasını kazanayım diye yaptığı şeylerden toplum çok istifade ediyor. İnançsız bir insan da vuruyor, kırıyor, bunalım içinde, gerilim içinde, çevresine zararlı oluyor; falanca yeri tarıyor...
Neden yapıyor bunları?
İşte merhameti gelişmemiş, imanı teşekkül etmemiş, eğitimi eksik kalmış, toplum onu ıslah edememiş; ondan yapıyor. Bunların hepsi çok önemli. İşte bunlar en önemli olduğu için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“Din alimleri, dini en iyi bilen mübarek insanlar seyyidlerdir; soylu, asâletli, izzetli, itibarlı, kıymetli kimselerdir.”
İşte ne olacak?..
Ve mücâlesetühüm ziyâdetün. “Onlarla oturup kalkacaksın, onların sözünü dinleyeceksin, onların sohbetlerinden, fikirlerinden istifade edeceksin!”
Almanya’da geziyorum. Bu Almanya’nın başbakanı Helmut Kohl var. Münih’teyken Arkadaşlar demişti ki;
“Tarih bu adamı yazacak, büyük bir insan diye heykelini dikecek.”
Neden?
Avrupa[nın] birliğini sağlıyor. Birbiriyle savaşmış olan insanları, şimdi Avrupa Birliği etrafında bir araya getiriyorlar. Avrupa bir bütün oluyor, sınırlar kalkıyor.
Hakikaten biz de bir yere gittik mi, artık sınır işlemleri olmadan, Hollanda’ya, Belçika’ya, oraya buraya rahat gidebiliyoruz.
Avrupa Birliği fikri büyük bir iş görmüş, birlik ve beraberlik sağlamış. Toplumlar kendi bölgesel, yöresel menfaatlerini çiğnetmeden birleşiyorlar, çok büyük bir birlik meydana geliyor. Birlikten kuvvet hâsıl oluyor. Paralarını da birleştiriyorlar. İşte mark, frank, kron vesaire olmasın, yerine sadece bir Avrupa para birimi olsun diye her şeylerini birleştiriyorlar.
Öğrendim ki: Bu işin fikriyatı var; önce fikir, ondan sonra o fikrin uygulamaya geçmesi... Avrupa’yı birleştirme fikri dinî mercîlerden geliyor, din adamlarından geliyor.
Şimdi öğrendim ki Helmut Kohl da bir papazmış, din adamıymış.
Nasıl böyle çalışıyor?
Dindar insanlardan, ülkücü, inançlı insanlardan büyük hamleler çıkıyor, büyük işler oluyor.
Tabii Doğu’da da, Batı’da da bu böyle...
Bizde de böyle olmuş, en büyük işleri en inançlı insanlar yapmış.
Mesela Fatih Sultan Muhammed Hân’ın başarılarının temelini araştırın!
Ülküsü var, amacı var, hedefi var. Hedefi, İstanbul’u fethetmek... Çünkü Peygamber Efendimiz, İstanbul’un fethedilmesini buyurmuş.
Oturmamış, dinlenmemiş; hatta kendisine;
“Biraz istirahat etseniz sultânım!” diyenlere;
“Nöbet bize gelmiştir, Allah bu hizmeti bize devretmiştir, bize vermiştir. Bizim müslümanların işlerine, hizmetine koşmaktan geri durmamız yakışık almaz.” demiştir.
İnanç çok büyük bir kuvvet kaynağı, onu çok aziz tutmalı, zedelememeliyiz.
Alimler seyyidlerdir. Onlarla oturup kalkmak, sözünü, sohbetini, fikirlerini dinlemek, onlara göre hareket etmek lazım! Çünkü onlar kişisel menfaatler için değil Allah rızası için konuşurlar, toplumun faydası için konuşurlar.
Şimdi ben buradan hasretle Türkiye’deki televizyon kanallarını açıyorum, dinliyorum. İnsanların konuşmalarına bakıyorum; yaldızlı, allı pullu sözler... Amma tahlil ediyorum, amacını düşünüyorum, kafasını düşünüyorum, kalbini düşünüyorum; aldatmaca, yalan dolan üzerine, toplumu aldatmak için sözünü allayıp pullayıp söylüyor. Tabii, bu zararlı olur, kandırabilir de çünkü...
Nasıl olması lazım?
İnsanın Allah için konuşması lazım, iyi şeyleri düşünmesi lazım!
Allah için konuşma da ancak âhiret adamlarının, ihlâslı, imanlı insanların işi oluyor. Demek ki onlarla oturup kalkmak lazım! Sadece alimdir, iyidir, hoştur diye rafa koyup, camekâna koyup karşısından bakmamak lazım! Sözlerine itibar etmek lazım! Sözleri önemli, toplumun faydasına, insanın dünya ve âhireti için yararına…
Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor:
“Peygamberler komutanlardır, din alimleri seyyidlerdir, asillerdir, önder insanlardır. Onlarla oturmak, ziyâdetün insanın ilminin, irfanının, aklının, fikrinin yükselmesine, ilerlemesine, gelişmesine sebep olur. Onlarla oturup kalkan insanın ilmi irfanı artar, sevabı artar, meziyetleri artar.”
Peygamber Efendimiz böyle söylemiş. O halde biz de Peygamber Efendimiz’in izinde, öbür peygamberleri de severek, sayarak ve din alimlerinin sözlerini dinleyerek yaşamalıyız.
Sonra Efendimiz devam ediyor:
Ve entüm fî memerri’l-leyli ve’n-nehâr. “Siz gündüzün ve gecenin akıp gittiği bir manzara, bir mekân içindesiniz. Gündüz ve gece sanki nehir gibi akıp gidiyor, onun akış yolu üzerindesiniz.”
Bu ne demek?
Ömürler geçicidir, zaman akıp gidiyor. Siz bu dünyada devamlı kalmayacaksınız. Gece gündüz değişecek değişecek, zaman akıp gidecek…
Fî âcâlin menkûsatin. “Sizin de dünyada kalış müddetleriniz yavaş yavaş azalacak. Azalmakta olan müddetlere sahipsiniz.” Fî a’mârin mahfûzatin. “Belirli ömürleriniz var.”
80 yıl, 70 yıl, 73 yıl, 93 yıl... gibi tespit edilmiş, korunulan rakamların gösterdiği ömürlere sahipsiniz. Gece gündüz bunları eksiltiyor. Gecenin gündüzün aktığı, gittikçe eksilen ve seneleri sayılı ömürler ile yaşıyorsunuz bu dünyada...
Ve’l-mevtü ye’tîküm bağteten. “Aman dikkat edin, uyanık olun, gece gündüz akıp gidiyor, ölüm birden geliverir.”
Birden gelmez de aslında, siz ne zaman öleceğinizi bilmediğiniz için birden karşılaşırsınız. Çok ümitli iken, çok yaşayacağınızı sanarken, cıvıl cıvılken, neşe dolu iken, ileriye dönük bir sürü emelleriniz, umutlarınız varken, sabahleyin evden çıkarsınız, akşam durum başka türlü olabilir.
Bir bitmeyecek zevk verirken beste,
Bir tel kopar âhenk ebediyyen kesilir.
dediği gibi şairin, bitiverir birden. Anlayamazsınız, bilemezsiniz.
Ve’l-mevtü ye’tîküm bağteten. Efendimiz “Ölüm ansızın geliverir.” diyor.
Bu hakikati bize hatırlatıyor. Bunu herkes bilir de, bunu düşünmez, hatırından çıkartır ve buna göre davranmaz. Ölüm birden geldiğine göre, insanın ölüme hazırlıklı olması lazım!
Ölüme nasıl hazırlanılır?
Ölüme hazırlığın sanatı, mesleği, yolu tasavvuftur.
Tasavvuf erbabı ölümü, âhireti düşündüğü için daima ölüme hazırlıklıdır. “Ölüveririm!” diye daima abdestli gezer, üzerine kul hakkı almaz, borçlarını öder. Namazlarını, ibadetlerini vaktinde edâ eder. Haccını, umresini zamanında yapar. Kur’ân-ı Kerîm’ini okur, tesbihini çeker, zikrini yapar, imanını tazeler.
Peygamber Efendimiz, her lâ ilâhe illallah demenin imanı tazelediğini bildiriyor. İşte böyle ölüme hazırlıklı olmak lazım!
İlerici bir insan, yüksek tahsilli, Amerika’da okumuş, o ne yapıyor?
Vur patlasın, çal oynasın oynuyor, futbola, eğlenceye, yüzmeye, yazlığa, kışlığa gidiyor... Derken, ansızın ölüm geliveriyor. Hazırlık yok, âhirete dair bir çalışma yok. Dünyaya dair çalışma yapmış, dünya için 35 yaş tahsil yapmış, 36 yaşında ölüyor. Âhirete hiçbir hazırlık yapmadı, hep dünya için çalıştı. Halbuki âhireti dünya ile beraber götürmek lazım! Gündüz iş yapıyorsa gece ibadet etmesi, gündüzün içinde de namazlarını kılması lazım!
İnsanın iyi müslüman olması lazım!
Fe-men zerea hayran. “Kim bu dünyada hayır ekerse; bu dünyada hayırlı, faydalı, sevaplı, güzel bir iş yaparsa…” Yahsud rağbeten. “Âhirette rağbete mazhar olur, rağbet mahsulü biçer.”
Dünyada ibadet eden, itat eden, iyi kulluk yapan, âhirette Allah’tan rağbete mazhar olur. Allah’ın kendisini sevmesine, [kendisinden] razı olmasına, “Gel kulum, gir cennetime!” diye hitap etmesine nâil olur, rağbete mazhar olur.
Kim dünyada hayır ekerse, âhirette rağbet hasat eder.
Ve men zerea şerran. “Kim de bu dünyada şer, kötülük ekerse, bu dünyadaki hayatında günahlar, kötülükler yaparsa…” Yahsud nedâmeten. “Âhirette nedamet biçer, pişman olur.”
“Tüh, hay Allah! Kur’an da bunu böyle yazıyordu, Peygamber Efendimiz de hadislerinde söylemiş, duymuştum. Komşu da söylemişti, bayram vaazında da konuşulmuştu. ‘Ey müslümanlar! Namaza yalnız bayramdan bayrama gelmeyin, müslümanlık sadece iki bayramda değildir.’ diye hoca laf atmıştı, iğnelemişti, târizde bulunmuştu. Dinlememiştim, kızmıştım. Kitapta okumuştum, arkadaşım ikaz etmişti. Rahmetli annemin vasiyeti vardı, dedem şöyle demişti...” vs. ama yapmadı, âhirette pişman olacak. Ama âhiretteki pişmanlığın hiç faydası yoktur.
Şerrü’n-nedâmeti yevme’l-kıyâmeti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem “Pişmanlığın en kötüsü âhiretteki pişmanlıktır.” buyurmuş.
Neden?
Çünkü pişman olursan ol, imtihan bitmiş, kağıt bomboş; çalışmamışsın, sıfır almışsın... Artık orada pişmanlığın faydası yok. Hayatında ibadet etmemiş, âhirette cezasını çekecek. Âhiret ceza yeri, pişmanlık yeri değil.
Pişmanlık nerede olursa iyi olur?
Dünyada iken insan pişman olursa çok iyi olur. Bir adam içki içiyormuş, kumar oynuyormuş, çalışmıyormuş, hırsızlık, soygun yapıyormuş diyelim, aklımıza gelen her türlü kötülükleri hatırlayalım. Bunları yapıyormuş da, sonradan bir sebepten pişman olmuş; diyelim ki çocuğu ölmüş veya annesi ölmüş, ekseriyetle ölüm insanlara tesir ediyor... Bir sebepten pişman olmuş, “Nedir bu benim yaptığım?” demiş.
Hah! dünyadaki pişmanlığın faydası var. Dönüyor, iyi insan oluyor. Ondan sonra eski yaptığı kötülükleri tamire çalışıyor, iyi işler yapmaya gayret ediyor. Ömrünün sonuna kadar çalışıyor, çabalıyor.
Dünyada iken pişman olanı Allah sever. Dünyada iken günahlarına pişman olanı, pişmanlık duygusu kalbinde belirdiği zaman Allah affeder. Onun için kötü insan, pişman oldu mu kötülükten ânında kurtulmuş oluyor, iyi bir yöne yönelmiş oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi bu dünyanın bu gerçek mânasını, hadîs-i şerîfte anlatıldığı şekilde anlayanlardan eylesin!
Pek çok kimse dünyayı anladım sanıyor, anlamıyor. Ne dünyayı ne hayatı anlıyor, ne görevlerini biliyor, ne âhirete inanıyor, ne yapması gereken çalışmaları yapıyor; dağdan kopan bir çığ gibi veya uçuruma yuvarlanan bir taş gibi, paldır küldür yuvarlanıp gidiyor.
Böyle hayat olmaz!
Arkadaşlarım bir söz söylediler:
“Burada bu adamlar çok çalışıyorlar. Biz memlekette iken duyardık, bir adam çok çalıştı mı, ‘Şuna bak, gâvur gibi çalışıyor!’ derlerdi. Hakikaten buradakiler çok çalışıyor.” dediler.
Halbuki çalışmak, Peygamber Efendimiz’in çok tavsiye ettiği, çok önemli bir şey... Kur’ân-ı Kerîm’in tavsiyesi, işareti... Eski büyüklerimiz bir an boş durmamışlar.
Hatta ben dedelerimi hatırlıyorum; dedelerim kahveye hiç girmemişler, hiç boş vakit geçirmemişler. Daima çalışmışlar.
Bizim doğduğumuz, büyüdüğümüz yerlerin ciddi insanları, saygı gören, hatta ihtilâf olduğu zaman hakem seçilen, sözüne itibar edilen insanları hiç boş durmazlardı.
Kahvede ayak ayak üstüne atıp sigara tüttüren, tavla, kağıt oynayan kimseler hep cahil kısmı idi. Onlar başarı da kazanamadılar, çoluk çocukları da çok sefalet çekti. O çalışanların, hayatı iyi anladıkları ve başarılı oldukları görüldü.
“Gâvur gibi çalışmak” sözü doğru değil! Aslında keşke şöyle bir atasözü yerleşseydi;
“Mü’min, müslüman gibi çalışmak” denseydi.
Tabii, bir insanın eşhedü en lâ ilâhe illallah demesiyle müslüman olması tahakkuk ediyor, müslüman oluyor ama iyi bir müslüman olmak çalışmaya bağlı, dikkat etmeye bağlı... Öyle olmayınca maalesef, eşhedü en lâ ilâhe illallah diyen cahil bir insan oluyor. Okumuş da olabiliyor, Amerika’da da okumuş olabiliyor, Avrupa’yı da görmüş olabiliyor, mevkii makamı da yükselmiş olabiliyor ama cahil oluyor, dinî konularda bilgisi olmuyor. İctimâî konuları, rûhî konuları, ilim ve irfana ait konuları bilmeyen çok sığ, çok sathî bir insan oluyor. Onları bilen insanlar büyük insan oluyor. Alın büyük şairleri, büyük yazarları, mütefekkirleri; neler okumuşlardır, neler biliyorlardır!..
O bakımdan aziz ve sevgili kardeşlerim, bir üniversite profesörü olarak, bir din alimi olarak, bu konuları bilen, sosyal konuları bilen ama ilmi, tekniği de bilen, Avrupa’yı da gören bir kimse olarak diyorum ki:
Dinimize sımsıkı sarılalım! Dünyanın fâni olduğunu bilelim, âhireti, hesabı unutmayalım! Ölümün ansızın geleceğini hiç hatırdan çıkartmayalım! Hayırlı işler yapalım, arkamızda hayırlı eserler bırakalım! Şerli işler yapıp da âhirette sonu olmayan pişmanlığa düşenlerden olmayalım!
Peygamberler komutanlardır; komutanlarımıza uyalım! Din alimleri seyyidlerdir, efendilerdir; onlarla oturup kalkalım, onların sözlerini dinleyelim! Cahilliği bir tarafa bırakalım, cahillerden yüz çevirelim!..
Allah bizi sevdiği şekilde yaşamaya muvaffak eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh...