es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun.
Allah dünya ve âhiretin her türlü iyiliklerini, hayırlarını, nimetlerini, rahmetlerini, ihsanlarını, ikramlarını sizlere versin. İki cihanda aziz ve bahtiyar olun.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin hadisi şeriflerinden okuyup size Cuma konuşmamı yapmış olacağım.
Bugün okuyacağım hadis-i şerifler hocamız Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi rahmetullahi aleyh Efendi Hazretleri’nin tertip etmiş olduğu Ramuz el-Ehadis kitabının 418.sayfasından. Şöyle kura ve besmele ile açtım; bu hadis-i şerifler geldi. Bunların metnini ve ravilerini bazıları merak etmiş olabilir, derinlemesine inceleme yapmak isteyebilirler; o bakımdan söylüyorum.
İbnü’n-Neccar ve Tayâlîsî Ahmed b. Hanbel rahmetullahi aleyhim ecmain, büyük hadis alimleri; Hz. Âişe radıyallahu teâlâ anhâ anamızdan rivayet etmişler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
مَنْ حَمَلَ مِنْ أُمَّتِي دَيْنًا ، ثُمَّ جَهِدَ عَلَى قَضَائِهِ ، فَمَاتَ قَبْلَ أَنْ يَقْضِيَهُ ، فَأَنَا وَلِيُّهُ.
Men hamele min ümmetî deynen sümme cehide alâ kadâihî fe-mâte kable en yakdiyehû fe-ene veliyyühû.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl
Bu, borçlulukla ilgili bir hadîs-i şerîf.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; “Ümmetimden herhangi biri eğer sırtında, üzerinde, boynunda bir borç taşıyorsa…”
Biz “boynunda” deriz, “Boynumda borç var.” veya “Boynuma borç olsun…” deriz.
“Kim üzerinde borç taşıyorsa, borç yüklenmişse, ‘Bana borç veren şahsa bir an evvel parasını vereyim, borcumu ödeyeyim.’ diye borcun ödenmesine de cehdetmişse, gayret etmişse, samimiyetle arzu etmişse... Niyet etmiş, çırpınmış, ama ödeyememiş, ödeyemeden evvel ölmüşse onun velisi benim. O borcu ben öderim, o borcu ödemek benim üzerime olsun!” diye Efendimiz söylemiş, ashabına bildirmiş oluyor.
Kötü niyetle değil de, iyi niyetle, ödemek için çırpınmış olan insanlar ödeyemeden ölürse böyle oluyor. Borçlu gitmek fena, borçlu gidenin hesabı görülmüyor, cezası, sorumluluğu, sıkıntıları oluyor, duaları “Bakalım, ödesin de öyle kabul olsun!” diye dualarının kabulü tehir ediliyor. Borçlunun bir sürü sıkıntıları var, zorlukları var, borçlu borcunu bir an evvel ödemeli.
İslâm’da bir insanın müslüman kardeşine borç para vermesi teşvik ediliyor, buna karz-ı hasen deniliyor; güzel bir davranış. Güzel bir borç verme; sevabı çok büyük! Hatta; “Arkadaşına borç vermek fukaraya sadaka vermekten daha sevaplıdır!” diye bildiriliyor. Bu çok sevap ama borçlunun da aldığı borcu vaktinde veya eline imkân geçince vaktinden evvel vermesi lazım, onu ödemeye niyet etmesi lazım.
Eğer bir insan borcu alırken “Ben bunu atlatırım. Aldığım kimseye bunu geri ödemem!” falan diye düşünürse o çok günahkâr oluyor, Allah ona ceza veriyor. Ama bazen insan sıkışıyor, bazen çocuğunu evlendirmesi gerekiyor, bazen ticaretinde bir büyük olmadık olayla karşılaşıyor...
“Aman! Çok fena sıkıştım, evimi satacağım…”
Böyle acıklı şeyler de oluyor.
Mesela bizim kızımızın karşısında bir komşusu vardı. Ev kendisinindi. Borçlarını ödemek için evini sattı, başka şeylerini sattı. İflas etti... Zor, böyle bir durumda yardımcı olmak iyi bir şey, çok sevaptır.
Borç vermek iyi ama borcu alanın da ödemesi lazım.
Bu devirde ne oluyor?
Bu devirde paranın hakiki değeri düştüğünden ismî değeri aynı kalsa bile değeri aynı kalmıyor. Mesela bir kâğıdın üzerinde “Bir milyon” yazıyor ama o bir milyonun senenin sonunda hakiki değeri bir milyon olmuyor. Enflasyon ne kadarsa, paranın değerinin düşmesi, azalması ne kadarsa, kayıp ne kadarsa değeri o kadar düşüyor. Mesela 500 bin, 400 bin oluyor. Hakiki kıymeti düşüyor, onunla bir şey almak istediği zaman artık tam alamıyor. Bir milyonla bir kilo alacağı şeyi sene sonunda bir milyonla yarım kilo alabiliyor. Paranın değeri düşüyor!
Borç alanlar bunu bildiği için borcu ödemeye gücü olduğu, imkânı olduğu halde, borç aldığı kimseye onun parasını vermiyor, üstüne yatıyor, geç ödüyor, tehir ediyor, bahaneler buluyor, yalanlar söylüyor. Bu da çok günah! Bu devirde çok yapılan bir şey. Onun parasını kullanmış oluyor, sömürmüş oluyor. Böyle olduğu için de birçok kimse artık borç vermekten kaçınıyor.
Diyor ki;
“Ben borç vermiyorum!”
“Neden?”
“Dertsiz başıma dert mi alayım, borç vereceğim de ondan sonra adamın peşinde koşturup duracağım. İşim mi yok başka?” diye sevaplı bir şey olan karz-ı hasen, borç verme işleminden geri duruyor. Parası varsa bile vermiyor.
“Bana lazım. Veremem!” diyor, “Benim de ihtiyaçlarım var…” filan diye atlatıyor.
Bu neden?
Borç alanların borcu ödemekte yan çizmelerinden dolayı toplumda bir itimatsızlık olduğu için.
Peygamber Efendimiz ne buyuruyor?
“Birisi borç alır da ödemezse, ödeyemezse ölürse ben onun borcunu öderim!” diyor. Zaten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz birisinin cenazesi geldiği zaman; “Bunun borçları var mı? Bundan alacağı olanlar var mı?” diye sorardı.
Cemaatten birileri; “Bana şu kadar borcu vardı.” diye çıkabiliyor. Tabii o zaman toplum küçük, onun da cenazesine gelenler durumu biliyor. “Bana şu kadar borcu vardı, ödeyemedi.” diyen olunca, Efendimiz derdi ki; “Hayrına, sevabına bunun borcunu ödeyebilecek bir arkadaşınız var mı?”
Çünkü böyle borca batmış insanların borcunu ödemek için zekât parasından da verilebiliyor. “Bu adam borçlu. Bunun borcunu ödeyebilecek var mı?” filan diye sorardı.
Birisi çıkar da:
“Yâ Resûlallah! Allah rızası için ben bunu ödeyeyim.” derse,
“Tamam, al bu borcu öde, bu adamı borçtan kurtar.” derdi.
İstekliye ölünün borcunu böyle ödettirirdi. Eğer kimse çıkmazsa; “Bunu ben ödeyeceğim.” derdi, kendisi öderdi.
Şimdi de bu hadîs-i şerîfte; “Onun velisi benim, onun borcunu ödemek benim üstümedir!” diye buyuruyor. Bu da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in ümmetini nasıl sevdiğini, ümmetine nasıl yardımcı olduğunu, ümmetini nasıl kolladığını gösteriyor.
Süleyman Çelebi’nin bizim tarafımızdan pek okunmayan bir beyti vardır. Süleyman Çelebi;
Allah âdın zikridelim evvelâ
Vâcib oldur cümle işte her kula.
diye başlayan Mevlid’i yazan mübarek zât, radıyallâhu anh. Evliyâullahtan ârif, kâmil bir şair. Mevlid’inde onun bir sözü var. Mevlid’i uzun da biz onun bazı kısımlarını okumaya alışmışız; onu okuyoruz, onu dinliyoruz. Hâlbuki öbür tarafları da güzel!
Peygamber Efendimiz daha çocukken, beşikte iken, bir şeyler söylüyormuş. Annesi kulağını yanaştırmış. Bakmış ki; “Ümmetim! Ümmetim! Ümmetim…” diyor. Bunu böyle söylüyor, kitaplarda böyle yazılı.
Süleyman Çelebi şiirinde diyor ki;
Ol beşikte diler idi ümmetin
Peygamber Efendimiz daha beşikte iken, bebekken, çocukken…
Ol beşikte diler idi ümmetin
Sen kocaldın terk edersin sünnetin
“Hâlbuki Sen ihtiyarladın. O daha küçükken ‘Ümmetim!..’ diye seni düşünüyor. ‘Yâ Rabbi! Onu affeyle!’ diye ümmetine dua ediyor. Miraçta ümmetinin affını diliyor. Sen ihtiyarladın gittin, hâlâ Peygamberimiz’in sünnetini tutmuyorsun!” diye bir târizde bulunuyor. Güzel bir beyittir!
Ol beşikte diler idi ümmetin
Sen kocaldın terk edersin sünnetin
“Terk edersin ha?!” mânasına, tehditli bir şey. Süleyman Çelebi ârif, zarif bir kimse, nur içinde yatsın, makamı âlâ olsun.
Peygamber Efendimiz ümmetini düşünmeye beşikten başlamış. Miraçta ümmetini düşünmüş, ümmeti için dua etmiş. Âhirette ümmeti için şefaat edecek. “Borcu olanların da borcunu ödemek benim boynumun üzerine olsun!” diye açıkça söylüyor. “Gelsinler benden istesinler, ben onun borcunu ödeyivereyim...” Çünkü borçlu gitmesi çok fena, borçtan kurtulsun da o da âhirette sıkıntı çekmesin, diye borçlunun parasını ödeyiveriyor.
Bu çok sevap! Peygamber Efendimiz’in yolundan gitmek isteyenler böyle iyi niyetli olup da borcunu ödeyemeyen fakirler öldüğünde onların borçlarını öderlerse aynı şekilde sevap kazanmış olurlar. Bu bir insanî vazife!
Hatırınızda olsun. Borç vermek sevap ama borcu alan ödeyecek! Borcunu ödeyemeyen bir kimse olursa borcunu bağışlamak, “Hadi seni affettim, borç vermiştim ama almıyorum, helal olsun.” demek de, bir borcu bağışlamak da sevap.
Sevgili kardeşlerim!
Eğer bir kişi borcunu ödeyemeden ölürse onun borcunu ödeyivermek de çok sevap. İnsanlık bu, din kardeşliği böyle idi. Şimdi zaman değişti, ahlâk değişti. Yabancı medeniyetlerin, yabancı zihniyetteki insanların fikirleri, konuşmaları, düşünceleri ülkemize geldi. Dış ülkelerde eğitim görenler var.
İnsanlar İslâm’ı tanımakta geri durdular, geri kaldılar. İslâm’ın güzelliklerini bilemiyorlar. Peygamber Efendimiz’i bilemiyorlar, bilemeyince de toplum bu devirde İslâmî ahlâktan uzaklaştı. Maalesef İslâm’ı bilenler, İslâm’ı yaşayanlar azaldı. Yunus Emre gibi, Mevlânâ gibi o devirlerdeki o Fatihler’in zamanındaki gibi güzel, halis, has müslümanları Allah yine çoğaltsın diye dua edelim.
Allah dinimizi güzel öğrenmeyi, Kur’an’ı iyi öğrenmeyi, iyi öğretmeyi, Peygamber Efendimiz’in sîretini, sünnetini, güzel öğrenmeyi, öğretmeyi bizlere nasip etsin. Bunlar için güzel güzel müesseseler kuralım.
Hatırlıyorum: Ben gençken İstanbul’da rahmetli Eşref Efendi diye bir hayırsever, gayretli tüccar vardı. Balkanlar’dan gelme, orada düşman zulmünü görmüş birisi idi. Burada gayretli çalışmalar yapardı. Eşref Efendi “Bir Dâru’l-Kur’an yapacağım.” diye bir gayrete geldi, çocuklar ellerinde tezkerelerle harç taşıdılar, tuğla taşıdılar; o Dâru’l-Kur’an binasını yaptılar, bir ilim müessesesi oldu. Sonra İmam-Hatip okulu oldu vs.
Yani bizim böyle canla başla, aşk ile, şevk ile Kur’an için, hadîs-i şerîf için, dinî ilimler için gayret etmemiz, çalışmamız, bu güzel çalışmalara yine devam etmemiz lazım.
İkinci hadîs-i şerîfe geçiyorum.
Râvileri çok, Ahmed b. Hanbel, Ebu Dâvud, Taberânî, İbnü’l-Mübârek, İbn Ebi’d-Dünya Sehl b. Muâz b. Enes’ten, o da babasından rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
مَنْ حَمَى مُؤْمِنًا مِنْ مُنَافِقٍ يغتابه بَعَثَ اللَّهُ مَلَكًا يَحْمِي لَحْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ وَمَنْ رَمَى مُسْلِمًا بِشَيْءٍ يُرِيدُ شَيْنَهُ بِهِ حَبَسَهُ اللَّهُ عَلَى جِسْرِ جَهَنَّمَ حَتَّى يَخْرُجَ مِمَّا قَالَ.
Men hamâ mü’minen min münâfikın yağtâ bihî baasallâhu meleken yahmî lahmehû yevme’l-kıyâmeti min nâri cehenneme ve men ramâ müslimen bi-şey’in yurîdu şeynehû bihî habesehullâhu alâ cisri cehenneme hattâ yahruce mimmâ kâle.
Sadaka Resûlullâh fi mâ kâl ev kemâ kâl.
Bu ikinci hadîs-i şerîfte müslümanların içtimaî ahlâklarının, yardımlaşmalarının bir başka çeşidini işaret buyruluyor.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; “Kim bir mü’mini onun gıybetini eden, onu çekiştiren, kötüleyen bir münafığın karşısında durup -o mü’mini- himaye ederse, korursa; Allah da kardeşini gıyabında, aleyhinde konuşan kimseye karşı savunan, koruyan kimseye mükâfat olarak bir melek ba’s eder, tayin eder, halk eder, gönderir.”
Karşısındaki münafık gıybet ediyor. Bu da; “Hayır! O mü’min iyidir.” diye onu himaye ediyor.
Ne zaman?
Kıyamet gününde... Cehennemin ateşinden o melek, o kişiyi; onun etini, vücudunu, cehennem ateşi yakmasın diye korur.
Neden?
Bu, dünyadayken bir kardeşini onun olmadığı bir yerde savunmuştu. Karşısındaki münafık onun gıybetini yaparken, kötülerken savundu diye Allah da onu kıyamette, kıyamet gününde cehennem ateşinden korur.
“Kim bir müslümana onu lekelemek, kötülemek, batırmak için bir iftira atarsa…” Şu şöyledir, bu böyledir, suçludur vs. ama öyle bir şey yok, onu batırmak, karalamak için böyle yalan söylüyor. O zaman Allahu Teâlâ hazretleri onu nasıl cezalandırır?
“Allah onu cehennemin köprüsü üzerinde hapseder. Söylediğinin yalan olduğunu söyleyip itiraf edinceye, ‘Hayır, öyle değil.’ deyinceye kadar, söylediğinden dönünceye, söylediğinin cezasını çekinceye kadar cehennemin köprüsü üzerinde hapseder. Altı cehennem, alevler ateşler fokur fokur kaynıyor… Aşağı düşecek diye Allah onu korkutur.”
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Onun için toplum görevlerimizden birisi kardeşlerimizi her yönden korumaktır. Fakirlikten, yoksulluktan koruyacağız, sıkıntıdan, hastalıktan koruyacağız, üzüntüden, iftiradan koruyacağız.
Daha başka?
Gıybetten koruyacağız. Mü’min mü’mini yalandan dolandan koruyacak, kollayacak. O yokken, onun olmadığı yerde onun fahrî müdafii olacak, fahriyen, Allah rızası için onu savunacak.
Çünkü bazen, bazı kötü yetişmiş insanlar haksız sözler söylüyorlar, yalan söylüyorlar. İşleri yalan, meslekleri yalan! Birisinin gıybetini ediyor, birisini batırıyor, birisini lekeliyor, birisini üzüyor… Allah’tan korkmuyor, onun aleyhinde çalışma yapabiliyor. Böyle insanlar oluyor. Eskiden toplum bunları, yalancıları tespit ederdi ve onların mahkemelerde şehadetlerini, şâhitliklerini bile kabul etmezdi.
Yalancılık çok kötüydü, herkes dürüsttü. İslâm’da dürüstlük çok önemliydi, doğru söz söylemek çok önemliydi. Çocukları da bu konuda çok iyi terbiye ederlerdi.
Bir de toplumda herkes eşit terbiyeyi görmeyebilir; annesi yok, babası yok veyahut kötü bir aileden yetişmiş, kötü bir toplumdan gelmiş, gıybete alışmış... Toplum onu hemen terbiye eder. “Gıybet etme, aleyhinde konuşma, burada olmayanın aleyhinde konuşmak doğru değil.” filan diye onun o münafığın, o yalancının söylediğinin karşısında durmak lazım.
Birisinin aleyhinde ötekini konuşturmamak lazım! Haklı bile olsa! Haklı olan şeyi bile konuşmak doğru değil.
“Gördüysen git, ilk önce ona söyle, hatta hiç kimseye söylemeden git, onun o kusurunu düzeltmeye çalış, düzeltmeye çalışmıyorsun, arkasından konuşuyorsun… İslâm’da böyle şey yok!..” diye, gıybeti, iftirayı önlemeye çalışması lazım. Müslümanın toplumsal kardeşlik vazifelerinden, İslâmî hizmetlerden birisi, bu.
Kardeşimizi nasıl koruyacağız?
Başkası onun aleyhinde konuştuğu zaman dahi koruyacağız. Gıyabında, yokken bile koruyacağız. Varken de koruyacağız, varken daha çok koruyacağız; olmadığı zaman da koruyacağız.
“Ziyanı yok, kendisi burada yok. Söylesin, ne olacak?”
İt ürür, kervan yürür! Olmaz! Olmadığı halde onu savunmak lazım, bunun sevabı var. Allah rızası için onun savunmasını yapmak gerekiyor.
Sevgili kardeşlerim!
Üçüncü hadîs-i şerîfe geçiyorum:
مَنْ خَافَ اللهَ أَخَافَ اللهُ مِنْهُ كُلَّ شَيْءٍ، وَمَنْ لَمْ يَخَفِ اللهَ خَافَ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ.
Men hâfallâhe ehâfallâhu minhü külle şey’in ve men lem yehafillâhe hâfe min külli şey’in.
Bu hadîs-i şerîfi Ebu’ş-Şeyh Vâsile radıyallâhu anh’ten, Râfi’î de İbn Ömer radıyallâhu anhümâ’dan rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Kim Allah’tan korkarsa Allah her şeyi, ondan korkar duruma getirir. Her şey ondan, o mü’minden korkar. O Allah’tan korkan, sağlam, selametli, has, hakiki mü’minden herkes, her şey korkar.”
Havf; korkmak demek.
Külli şey’ diyor; sadece insanlar değil, başka mahlûklar da korkar.
Şimdi misalini de vereceğim.
“Buna mukabil, bunun zıddı olan durum, eğer bir insan Allah’tan korkmuyorsa Allah’tan korkmayan, korkmaz, utanmaz bir adamsa Allah onu her şeyden korkutur. Bu defa o her şeyden korkar. Allah onu her şeyden korkar duruma getirir, hayatını korkularla zehir eder.”
Onun için bir müslümanın nasıl olması lazım?
Sadece Allah’tan korkması lazım.
Zaten Allah’tan gayrıdan ne fayda gelir ne zarar gelir! Faydayı ve zararı Allah kader olarak insanın alnına yazıyor ama insanların çoğu bu kaderin esrarını bilmiyor. Bunu nasip eden Allah; veren Allah, vermeyen Allah, yaşatan Allah, öldüren Allah, yükselten Allah, alçaltan Allah… Her şey Allah’ın takdiriyle oluyor. Fayda da zarar da Allah’tandır.
Kulun Allah’a güzel kulluk etmesi lazım. Allah’a kulluğu bırakıp da kula kulluk etmek, dalkavukluk etmek, tabasbus etmek, eğilmek, alkışlamak, zalimi desteklemek, zalimin yardakçısı olmak, zulmünde yardımcısı olmak… Bunların hepsi son derece cahilce, imana-İslâm’a uymayan şeylerdir. Müslüman yalnızca Allah’tan korkar, başka bir şeyden korkmaz. Zaten Allah her şeyi ondan korkutur, her şey bu müslümandan korkar duruma gelir.
Râviler buyuruyor ki; Peygamber Efendimiz’in zamanında -İbn Ömer radıyallâhu anh Peygamber Efendimiz’den sonra da yaşadı, Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra da olabilir- birileri şehrin kenarından toplanmışlar, şehirden çıkacaklar, gidecekler fakat yola gidemiyorlar, yola çıkamıyorlar. Abdullah b. Ömer radıyallâhu anhümâ -bu hadisi rivayet eden kişi- oradan geçiyormuş. Bakmış, bir kalabalık var, merak etmiş, bir ihtiyaçları mı var falan diye yanlarına gitmiş. Demiş ki;
“Ne var? Niye toplandınız? Hem yolcu gibi görünüyorsunuz hem de bir yola gitmiyorsunuz, yolun başında bekleşiyorsunuz, titreşiyorsunuz; nedendir?”
Demişler ki; “Ey Ömer’in oğlu, karşıya baksana, yolun öbür ucuna bir baksana!”
Dönmüş bakmış, orada bir arslan yatıyor.
Biz geçtiğimiz hac döneminde Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye giderken bu sefer baktım; yolun kenarında 15-20 tane irili ufaklı maymun… Hiç görmemiştim. “Taif tarafında oluyor.” falan diye söylüyorlardı ama hiç görmemiştim. Çok da değişik kürklü, kırmızı tüylü filan değişik, güzel maymunlar... Biraz güzel görünüyor.
Bak, demek ki oralarda maymunlar varmış, biz bilmiyorduk.
Eski zamanlarda da kim bilir oralar nasıldı?
İnsanlar doğayı tahrip ediyorlar, bozuyorlar, yıkıyorlar. Kalabalıklaştıkça vahşi hayvanları öldürüyorlar.
Demek ki oralarda çöl arslanı varmış. Araplar arslanı biliyorlar. Arapça “arslan” nasıl denilir?
Esed.
Hz. Ali Efendimiz’in lakabı ne?
Esedullahi’l-gâlib. “Allah’ın her zaman savaşlarda galip gelen arslanı.” Esedullah. “Allah’ın arslanı.”
Esed kelimesinin çoğulu nasıl geliyor?
Üsd veya üsud geliyor.
Mesela birisi sahâbe-i kirâmla ilgili bir kitap yazmış, Üsdü’l-gâbe; “Ormanın arslanları, Koruluktaki arslanlar...” Demek ki eskiden ağaçlık koruluk olan yerlerde bu vahşi hayvanlar oluyordu, şehrin yakınına kadar da gelebiliyorlardı.
Abdullah b. Ömer bir de bakmış ki orada arslan yatıyor, yolun üstüne sere serpe serilmiş, bakıyor. “Geçsek bu bizim üstümüze çullanır, saldırır, kovalar…” diye insanlar da korkuyor. Abdullah b. Ömer gitmiş arslanın üstüne yürümüş. Arslan ona bakıyor. O onun üstüne yürümüş. Arslanın kulağından tutmuş. Başka neresinden tutacak? Boynuzu yok, yelesi yok, tasması yok… Kulağından tutmuş, yoldan çekmiş, kışalamış… Artık ne tarafa doğru kışaladıysa… Ağaç mı, dere mi, çalılık mı vardı… Kışalamış, kovalamış. Sonra gelmiş, insanlara; “Hadi, yol serbest. Köyünüze, kasabanıza, obanıza, kabilenize buyurun. Gidebilirsiniz. Yolu serbestlettim.” demiş.
Ondan sonra bu hadîs-i şerîfi rivayet etmiş: “Bak ne kadar doğru söylemiş. Ben, Resûlullah’tan, duydum ki; ‘Kim Allah’tan korkarsa Allah her şeyi ondan korkar duruma getirir. Her şey ondan korkar. Kim Allah’tan korkmazsa o da her şeyden korkar!’ buyurdu.” demiş.
Korkmayın! Allah’tan korkun, başka mahlûktan korkmayın! Allah’a sığının, yürüyün… demek istemiş.
Demin dedim ki;
“Arapça ‘arslan’ nasıl denilir?
Esed, arslan demek.
Bir de Es’ad var, benim ismim Es’ad. Ayn harfi de var. Saadetli, en saadetli, en mutlu demek. O ayrı.
Arslan sadece esed kelimesi ile değil, arslan hakkında çeşitli kelimeler var. Mesela gazanfer kelimesi de arslan demek. Araplar daha başka kelimeler de kullanmış. Bazen bir varlık için birkaç isim kullanırlar.
Sevgili kardeşlerim!
Demek ki Allah’tan korkacağız, Allah yolunda yürüyeceğiz, sağlam müslüman olacağız, Allah’ın emirlerini tutacağız. Allah bana azap vermesin diye günahlardan kaçınacağız. “Aman cenneti kaçırmayayım!” diye titreyeceğiz, yasaklarından kaçınacağız, emirlerini tutacağız. Allah yolunda yürüyeceğiz, Allah’ın dinine hizmet edeceğiz.
O zaman ne olur?
Ehâfallâhu minhü külle şey’in. “Allah her şeyi ondan korkar duruma getirir. Her şey onun karşısında titrer.”
Peygamber Efendimiz’in düşmanlarının yürekleri Peygamber Efendimiz’den korktukları için bir aylık mesafeden güp güp atardı. Bir ay mesafedeki düşmanın gönlüne Allah Peygamber Efendimiz’in korkusunu duyururdu, düşmanını titrettirirdi.
Neden?
Sevgili kulu. Allah’tan korkan insanların da heybeti, mânevî heybeti vardır. Eski hükümdarlardan bazıları dosdoğru konuşan alimlere kızıyorlar.
“Şu alimi huzuruma getirin!”
Getirtiyor. Önceden de adamlarına;
“Ben bir işaret yaparsam, alimin üstüne çullanırsınız, onu kesersiniz. Tamam mı? Bıçakları, baltaları, kılıçları hazırlayın!..” diyor.
Alim geliyor, heybetle konuşuyor, o hükümdara nasihat ediyor. Hükümdar, karşısında büzülüyor, üzülüyor, ses çıkartamıyor filan. Ondan sonra kalkıp gidiyor. Diyorlar ki;
“Efendim, hani gelince siz bize işaret verecektiniz? Üstüne atlayacaktık, öldürecektik?!..”
“Vallahi yapamadım, gelince üzerime bir heybet düştü.” diyor.
Allah böyle korkutturur.
Başkalarını Allah’tan korkan insanlardan korkutturur. Böylece korur. O da Allah’ın mü’mine verdiği bir vasıftır. Bugün de dünya üzerinde Müslümanlıktan, müslümanlardan herkes korkuyor.
Neden?
Bunlar doğru insan! Bunlar gelirse hile yapamayız, rüşvet alamayız, haram yiyemeyiz, çarçur edemeyiz, hazineyi hortumlayamayız, yağmalayamayız, kumar oynayamayız, kadın oynatamayız… Yandık! O zaman bizim keyfimiz kaçar. Neler düşünüyorlarsa; korkuyorlar. Bu da bir çeşit korku tabii!
Demek ki “Aman şöyle olacak, böyle olacak...” diye Allah müslümandan korkutuyor! Hâlbuki bak, Peygamber Efendimiz ölenin bile borcunu ödüyor. Müslüman merhametlidir, herkesin iyiliğini ister, kimseye bir kötülük yapmak istemez.
Ben Avustralya’da gezerken gördüğüm şeylerden hayretler içinde kalıyorum. Mesela geçen Sydney’den Brisbane’a yolculuğumuzda bazı yerlerde kaldık, bazı şehirlerde gezdik. Caddeye “Buralarda içki içmek belediye meclisi kararınca yasaklanmıştır!” diye yazmış. Adam içki içirtmiyor. “Burada içki içemezsin!” diyor. Çünkü içki içince sarhoş olacak, orada parkta vs. insanlar, aileler rahat edemeyecek. Yasaklamış. İçki içecekse meyhanede içsin, diyor.
Deniz kenarında 8-10 araba kalabalık bir kafile halindeydik. Çok güzel bir derenin okyanusa karıştığı kumluk güzel bir yere çok büyük bir park yapmışlar. Oturma yerleri, abdest alma yerleri, abdest bozma yerleri, kebap pişirme yerleri var. Baktık karşı tarafta meyhane var. İçki satılan, bira satılan dükkân var ama belediye meclisi oraya yazmış. Burada içki içmek yasaktır, tamam! Oradan içkiyi alıp gelip de orada, o güzelim yerde içki içemez, içip de başkasını taciz edemez. Yasaklamış! Ne kadar akla mantığa uygun işler oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri hepimizi dindar eylesin. Çünkü en büyük akıllılık dindarlık, Müslümanlık. Müslümanlık olmadı mı her şey berbat oluyor!
Burada bir adaya gittik. Giderken feribotta; otomobil yüklenen gemide bir kadınla ahbap olduk.
“Buyurun, bizim misafirimiz olun.” dedi.
Yaşlı kadın, İngiliz; müslüman da değil.
“Buyurun, bizim eve misafir gelin. Memnun olurum.” dedi. “Bizim ada daha iyidir.” dedi.
Kendilerinin adası Russel Island’mış. Ben ona “Resûl Adası” dedim, “Bu adanın adı Resûl Adası olsun.” dedim, arkadaşlar güldüler. Biz öbür adaya gittik. O adada ahali “Burada meyhane açılmasın!” diye karşı çıkmış, açmışlar. Şimdi her gün bir iki olay oluyormuş.
Neden?
İçki bütün kötülüklerin anasıdır da ondan. İslâm dininde içkinin yasaklanmasında toplumun faydası var, kişinin sıhhati var, ortada ailenin mutluluğu var. İslâm ondan yasaklamış.
Kadın; “Bu ada anarşi adasıdır, burada olay olur, sarhoşluktan kaza olur, kavga olur. Bizim ada güzeldir, bizim adaya gelin.” diyor. Bunu İngiliz söylüyor. “Çok uğraştık orada meyhane açılmasın diye ama belediye meclisi müsaade etti, meyhane açıldı.” diyor.
Bakın, İngilizler’den bile içki içilmesin diye içkinin kötülüklerini bilip uğraşanlar var. İlgililere ithaf ederiz. Allah yanlış yolda olanları ıslah etsin!
Dördüncü hadîs-i şerîfe geçiyorum.
من خرج مع أخ له فى طريق موحشة فكأنما أعتق رقبة.
Men harece mea ehin lehû fî tarîkın mûhişetin fe-ke ennemâ a’taka rakabeten.
Enes radıyallâhu anh’ten Deylemî rivayet etmiş.
Bu seferki hadîs-i şerîfler hep toplum âdâbıyla, toplum ahlâkıyla ilgili hadîs-i şerîfler oldu.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; “Kim bir kardeşiyle tehlikeli, korkulu bir yolda ona yoldaş olmak için yolculuğa çıkarsa sanki bir köle âzat etmiş kadar Allah ona sevap verir.”
Muhterem kardeşlerim!
Bu tehlike, yol kesici haramilerden de olabilir. Kâtı’u’t-tarîk, kuttaı’t-tarîk; yolu kesen haydutlar. Mesela yolu kesiyor, “Ver paraları!” diyor. Mesela kervanı durduruyor, soyuyor. Veyahut da hayvan olur; ayı, kurt, canavar olur. Yahut bir şey olmasa bile tek başına gitmekten korkar. Başına bir hal gelse başı dönse, fenalık geçirse, bayılsa ne olacak?
Yalnız çıkmak doğru değil! Peygamber Efendimiz yolculuğa yalnız çıkmayı tavsiye buyurmuyor. Bir-iki arkadaşla çıkmayı tavsiye buyuruyor. Bizim camiamızın eski yaşlı ağabeylerinden bazıları bir yere giderken önce arkadaş ararlardı.
Kendisi falanca yerde genel müdür. “Bir yere gideceğim. Gelir misin?..” Birisini yanına arkadaş alırdı, bir-iki arkadaş.
Neden?
Yol arkadaşlığı iyidir. Yola arkadaşsız çıkmamak lazımdır.
Yol âdâbı önce arkadaş bulmaktır.
er-Refîk sümme’t-tarîk. “Önce yol arkadaşı, sonra yolculuk.” er-Refîk kable’t-tarîk de deniliyor.
el-Câr kable’d-dâr. “Ev almadan evvel komşu! Komşuya bakmak lazım.”
Yol arkadaşlığı önemli. Herkes diyebilir ki;
“Benim işim var. Gelemem. Kusura bakma. Gelmek isterdim ama…”
Ama giderse de sevabı var. Peygamber Efendimiz Buyuruyor ki;
“Bir kimse korkulu bir yolda arkadaşına ahbaplık, yoldaşlık etmek için refakat ederse, onunla beraber yolculuğa çıkarsa sanki bir köle âzat etmiş gibi sevap kazanır!”
Neden?
Bir arkadaşına bir iyilik yapmış oluyor da ondan. Bu sevabı ondan kazanıyor. İyilik yapmak lazım. Toplumda insanlar birbirlerinin ihtiyacı olan yerlerde onların ihtiyacını görüvermeli, onlara yardımcı oluvermeli, böylece onlar da rahat etmeli.
Rahat ettirmek, dua almak, gönül almak İslâm’da çok önemli.
“Ben oraya gitmeyecektim ama arkadaşım yalnız gitmesin diye, ona yoldaş olayım diye gittim.”
Tamam, ne kadar güzel!
Biz Sydney’den buraya 965 km yol geldik. Bir arkadaşımız arabasıyla bize refakat etti, birkaç araba geldik. Biraz önce izin aldı, geri döndü, gitti. Aynı mesafeyi geri dönüp gidiyor.
Allah razı olsun. Bak, bu hadîs-i şerîfi kurayla çektik, Allah sayfayı sanki onun için karşımıza çıkartmış gibi. Allah demek ki ona çok büyük sevaplar verecek. Vermesini de temenni ederiz, çok sevdiğimiz bir kardeşimiz. Yolda bize arkadaşlık etti, çok güzel yolculuk ettik; dinlendik, yürüdük, yol aldık. Çok hoş bir yolculuk oldu.
Sevgili kardeşlerim!
Demek ki yola giden bir arkadaşınız olursa Allah rızası için ona arkadaşlık ediverin, onun gittiği yere kadar onu yalnız bırakmayın. Yola gidildiği zaman en aşağı iki veya üç kişi… Üç kişi olursa daha iyi olur.
Beşinci ve sonuncu hadîs-i şerîfi okuyorum.
من خرج يطلب بابًا من العلم يريد به باطلا من حق أو ضلالة من هدى كان كعبادة متعبد أربعين عاما.
Men harace yatlübü bâben mine’l-ilmi yüridü bihî bâtılen min hakkın ev dalâletin min hüden kâne ke-ibâdeti mütaabbidin erbaîne âmen.
Bu hadîs-i şerîfi İbn Mes’ûd radıyallâhu anhümâ’dan Deylemî rivayet eylemiş.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Bir insan ilim öğrenmek için evinden gurbete çıkarsa…”
Bu ilmi neden öğrenecek?
Ama bu ilmi öğrenmekteki niyet önemli!
“Böbürleneyim, ukalalık edeyim, başkasına akıl satayım, herkes beni alkışlasın, beğenileyim…” diye mi?”
Hayır.
Neden?
Men harace yatlübü bâben mine’l-ilmi yüridü bihî bâtılen min hakkın ev dalâletin min hüden. “Bir batılı reddetmek için, hakkın önüne dikilmiş olan bir batılı def etmek, hakkı ortaya çıkarmak yahut da hidayetin önüne dikilmiş bir dalalet engelini ortadan kaldırmak için ilim öğreniyor.”
Peygamber Efendimiz ilim öğrenme sebebini böyle anlatmış.
Bir insan hakkın önündeki batılı devirmek, hakkın yolunu açmak, hakkı ortaya çıkarmak için yahut hidayetin önündeki dalaleti ortadan kaldırmak, hidayeti öne getirmek, tanıtmak için ilim öğrenmeye yola çıkarsa ne olur?
Kâne ke-ibâdeti mütaabbidin erbaîne âmen. “Kırk yıl ibadet eden bir insanın ibadeti kadar sevap alır.”
İlim öğreneceğiz!
Niçin öğreneceğiz?
Hakkı ortaya çıkarmak için, hakkı söylemek, dalâleti yok etmek, hidayeti hâkim kılmak, bâtılı devirmek, yanlışı düzletmek için güzel amaçla ilim öğrenmeye çalışacağız. Böyle yaparsak evinde 40 yıl ibadet eden bir âbid, zahid, müteabbid kimsenin kazandığı sevap kadar Allah ona sevap verir. O kişi sanki 40 yıl ibadet eden bir insan kadar sevap alır.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Onun için kendiniz ilim adamı iseniz ne mutlu size! Allah razı olsun.
Niyetiniz ne olacak?
İslâm’a hizmet olacak, hakkı desteklemek olacak, hidayet yolunu göstermek, dalâleti ortadan kaldırmak, batılı yıkmak, insanları batıldan kurtarmak olacak!
Niyeti düzeltmek lazım.
Eğer alim değilseniz… Mesela sizin çocukluğunuz zamanında, ilim öğrenecek çağda sıkıntılarınız oldu, yoksulluk oldu… Bazen; “Durumumuz çok sıkıntılıydı, babamız bizi çırak verdi. Okuyamadık Hocam… Okumayı çok istiyorduk ama olmadı…” diyorlar.
Olabilir, bazı mazeretler dolayısıyla aileler çocuklarını okutamadı. Türkiye’de yoksulluk, sefalet çoktu.
Allah iyilik, hoşluk versin. Azdırmayan zenginlik versin, Allah’ı unutturmayan refah, iyilik hoşluk versin. Allah’ı unutturan, azdıran zenginlikten, azgınlıktan Allah korusun!
Sevgili kardeşlerim!
Bazıları okuyamamışsa çocuklarını okutsun, nerede okutursa okutsun!
Önce Kur’ân-ı Kerîm’i öğretsin! Kur’ân-ı Kerîm bütün ilimlerin kaynağıdır, bütün İslâmî ilimlerin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Önce Kur’an-ı Kerim’i ezberletsin, hafız eylesin. Kur’an-ı Kerim’i öğretsin. Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenmesine yardımcı olacak dil olan Arapça’yı öğretsin. Hem de komşularımızdan kaç tanesinin dilidir?!
Arapça’yı, Farsça’yı, Osmanlıca’yı öğretsin, eski yazıyı öğretsin ki dedelerini tanıyabilsin, dedelerinden kendilerine kalan kitapları, mektupları, evrakı okuyabilsin, anlayabilsin! Eski eserleri; yazılarını, kitabelerini gördüğü zaman anlayabilsin!
Nasıl yetiştirecek? Ne amaçla yetiştirecek?
Batılı izale etmek için, dalâleti yok etmek, hidayeti hâkim kılmak, hakkı ortaya çıkarmak doğruyu bulmak ve buldurmak ve göstermek için.
“Ne okudun?”
“Tefsir okudum.”
“Maşallah, elhamdülillah”
“Ne okudun?”
“Hadis okudum.”
“Maşallah.”
“Ne okudun?”
“Fıkıh okudum.”
“Aferin maşallah.”
“Ne okudun?”
“Kelam okudum, akâid okudum, İslâm tarihi okudum, sîret okudum…”
Tamam, bak bunların her birinin 40 yıl, 40 yıl, 40 yıl ibadet eden insan sevapları geldikçe insan muazzam sevaplar kazanır!
Kendiniz okuyamadıysanız ne olur çocuklarınızı iyi müslüman yetiştirin, çünkü müslüman olan çocuk hayırlı evlat olur. Müslüman olanın dünyası da âhireti de kurtulur. Müslüman olmayan bir evlat annesine-babasına da çok zarar getirir. Mezarda kemiklerini sızlattırır, topluma da zararlı olur ümmete de zararlı olur.
Allahu Teâlâ hazretleri evlatlarımızı mü’min-i kâmil, âlim-i fâzıl yetiştirmeyi hepimize nasip eylesin. Hepimizi ilmiyle âmil olan, ihlâslı müslümanlar eylesin. Allah, dîn-i mübîn-i İslâm’a canımız gibi severek, sımsıkı sarılarak, var gücümüzle yardım ederek Allah’ın rızasını kazanmayı cümlemize nasip eylesin. İki cihanda sevdiği kullarıyla beraber eylesin, onlarla haşreylesin, cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin
Cumanız mübarek olsun.
Ben kardeşinizi de duadan unutmamanızı tekrar hatırlatırım. Allah her şeyi gönlünüzce, muradlarınız üzere versin, dileklerinizi ihsan eylesin. İki cihanda aziz olun.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!