es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Avustralya’nın Melbourne şehrinden kucaklar dolusu selamlar, sevgiler, hürmetler, dualar… en güzel temennilerimi sunarım. Allah sizi dünyanın ve âhiretin her türlü güzelliklerine nâil eylesin.
Buranın akşamları-sabahları biraz sizden farklı ama dünya işte böyle; mevsim, gün, tarih, saatler, namaz vakitleri farklı olabiliyor. Güzel şeyler konuşuyorduk. Ben arkadaşımıza -ev sahibi kardeşimize- bizim hadis kitabımızı getirmesini söyledim, bir başka arkadaşımıza da sohbetimizin konusu kur’a ile çıksın diye bir sayfa açtırdım, güzel bir sayfa çıktı. Sonra buradaki durumlarla ilgili sohbetler ediyoruz. Buraya yeni gelmiş, üç buçuk sene olmuş genç arkadaş, onunla konuşuyoruz. Güzel şeyler anlattı, onları size nakletmek isterim. Avustralya’yı iyi tanımanız, Avustralya’daki yönetimi ve zihniyeti anlamanız için güzel olur diye düşünüyorum.
Arkadaşımız hanımıyla beraber hastanede bazı tedaviler görüyorlar. Geçende gitmişler hastaneye; hastanede “Dosyanız, buyurun, bunu alın, filanca kata çıkın, oradaki doktorlarla görüşürsünüz.” diye idare binasından dosyalarını vermişler. Her hastanın bir dosyası oluyor, her türlü evrakı içinde oluyor, doktorlar onu görüyorlar. Yani hastası karşısına geldiği zaman sıhhî bütün halleri evraklarıyla, filmleriyle, raporlarıyla, reçeteleriyle gözlerinin önünde bulunmuş oluyor.
“Dosyamızın üzerinde bir şey dikkatimizi çekti.” diyor arkadaş. Anlatırken hoşuma gitti, sizin de hoşunuza gider diye naklediyorum. Hadis sohbetime geçmeden önce, biraz da onunla ilgili olacak tabii, ilgili olduğu için anlatıyorum. İlgiyi sonra kuracağım.
Dosyanın üzerine bir kırmızı kâğıt yapıştırmışlar Avustralyalı yöneticiler, İngiliz veya hıristiyan veya artık kendi inancının ne olduğunu siz düşünün, bilmiyoruz, şahıs belki Yahudi kökenlidir. “Bu hasta, hanım doktorlar ile görüşmeyi, onlara muayene olmayı tercih ediyor.” diye dosyanın üstüne kırmızı bir şey yapıştırmışlar. “Biz ilk başta söylemiştik, onlar da hem bilgisayara işlemişler hem de dosyanın üzerine yazıyı yapıştırmışlar, görünce dikkatimizi çekti.” diyor. Yani hastanın gönlü olsun, isteği yerine gelsin, dinî inançlarına uygun bir muayene ve tedavi olsun diye, hanım hastanın hanım doktora muayene olmasını tercih ettiğini dosyanın üzerine belirtmişler. Her seferinde söylemeye lüzum kalmıyor, hastayı hanım doktorlara gönderiyorlar.
Tabii bunu anlatırken kardeşimiz dedi ki;
Buna burada riâyet ediyorlar.”
Bu bir fark.
Bir kardeşimiz bana anlatmıştı. O kardeşimiz mühim bir şahsiyettir, Türkiye çapında tanınmış bir kimsedir, ismini vermek istemiyorum. Çeşitli yüksek görevlerde bulunmuştur, milletvekilliği yapmıştır. Daha başka şeyleri söylersem anlaşılır kim olduğu diye, saklamak istediğim için söylemiyorum.
Bu kardeşimizin hanımı bizim Ankara hastanesine gitmiş. Ankara’da Cebeci Dörtyol’dan ileride Ankara hastanesi var; güzel, görkemli bir hastane, kesme Ankara taşından yapılmış güzel bir bina. Bu kardeşimizin hanımı oraya gitmiş, muayene olacak, “Röntgenini çekmemiz lazım.” demişler. “Röntgenini çekmemiz lazım.” deyince röntgen dairesine gitmiş, orada pos bıyıklı bir röntgeni çeken kimse “Hanım” demiş, “soyun!” Hanım da demiş ki; “Bir hanım yok mu? Karşımda, benim filmimi sen mi çekeceksin? Yani bir hanım karşısında soyunmayı tercih ederim, sizin karşınızda soyunmak istemem!” deyince o röntgeni kullanan pos bıyıklı şahıs demiş ki;
“Bu kafayı değiştirin! Biraz Batı’yı tanıyın, biraz Avrupalı olun! Yani çağı yakalayın, bu kadar gerici olmayın! Ne bu hal? Değiştirin bu kafayı!” deyince hanım boynunu bükmüş… Tam da yeri gelmiş oluyor, hoşuma da gidiyor yani, gayet sakin bir şekilde demiş ki;
“Beyefendi, ben İngiliz kökenliyim, İngiltere’de yetiştim. Oraya tahsile gelen bir kimseyle nasip oldu, evlendik. Müslüman da oldum, başım örtülü, İngilizim ben.” demiş. “Avrupa’yı biliyorum. Avrupa’da sizin dediğiniz gibi değil durum, siz Avrupa’yı yanlış biliyorsunuz. Orada inançlara hürmet vardır, kişiye saygı vardır, kişinin isteklerine riâyet vardır.” demiş.
Ama hakikaten doktorlarımızda bile ben biliyorum, böyle bir şey olunca derhal büyük bir tepkiyle karşılama şeyiyle karşılaşabiliyorsunuz.
“Doktorlarımızda bile” diyorum, niçin?
Çünkü onlar daha yüksek tahsil görmüştür. Röntgeni kullanan bir uzman değildir; doktordur, üniversite görmüştür ama... Mesela ben hatırlıyorum, Doğumevi’ne giden bir müslüman hanımefendiye ağrılar, sancılar içinde kıvranırken başhekim “Çıkar o başından başörtüyü!” diye şiddetli bir şekilde azarlamıştı. Zaten kadıncağız doğum sancısı çekiyor, şefkate muhtaç, yani doktorun da onun başıyla, başörtüsüyle ilgili bir işi de yok. Yani onu açtırmaya çalışması nezaketsizlik, dine inanca saygısızlık, laikliğe aykırı, karşı bir davranış. Çünkü bir insanın inancını rencide edici bir tarzda, hem de haysiyetine, insaniyetine, kendi şerefine, kişiliğine tecavüz mahiyetinde acayip bir şey...
Sonra dediler ki;
“Burada kadın doğum şeylerinde de buna çok dikkat ederler.”
Halbuki Türkiye’de kadın doğum bölümüne tıp fakültelerinde bazı yerlerde kız öğrenci almıyorlar, ben biliyorum. Güya bu zihniyetin karşısında tedbir almak için engellemek için... Yani kadın doğum mütehassısı arasa bulamasın diye o bölüme bazı üniversitelerde kız öğrenci almıyorlar. Kadın doğum mütehassısı olacak kız öğrenci kabul etmiyorlar. İlle erkek olacak, ille erkek kadın doğum işinde uzman olacak, kadının doğumuna o girecek.
Bunlar aslında Avrupa’da filan olmayan şeyler. Bu böyle, bir.
İkincisi, -arkadaşımızın anlattığı diğer bir husus- Avustralya’yı tanımanız bakımından da iyi olur, Türkiye’yi de tanımak bakımından iyi olur, yanlışlardan dönülmesi bakımından da faydalı olur: Arkadaşımız bir lisan kursuna gidiyormuş. Orada öğretmen; “Bir hafta sınıftaki bütün öğrencilerle beraber bir kır sefasına, teferrüce, tenezzühe gidelim; mangallar yakalım, kebaplar yapalım, bir tatlı gün geçsin.” demiş. Sınıf da kabul etmiş. Sınıfın İngilizce öğrencileri, hepsi aklı başında, yetişmiş insanlar; dil bilgilerini [geliştirmek] istiyorlar. Yani aşağı bir sınıf değil, çocuk sınıfı değil; iş adamları sınıfı, yetişkinlerden İngilizce öğrenmek isteyenler sınıfı. Demiş ki;
“Eti kim alacak?”
Bizim arkadaşlarımız kendi aralarında oturmuşlar, fısıldaşmışlar, demişler ki;
“Eti bunlar alsa belki domuz eti alır, belki bizim istemediğimiz etleri, haram etleri alır, kesimi İslâm’a uygun olmayan yerlerden alırlar. Eti biz alalım.”
Kaldırmış parmağını;
“Hocam etleri biz almak istiyoruz.” demiş.
“Peki.” demiş hoca. Biraz vakit geçtikten sonra İngilizce öğretmeni yanlarına gelmiş;
“Çok memnun oldum sizin almanıza. Çünkü eti siz almasaydınız, başkası alsaydı belki siz inancınızdan dolayı gelmeyecektiniz, onu biliyorum. Sizin almanıza teşekkür ederim.” demiş.
Kibar insanlar da... İyi yetişmişleri hakikaten kibar. Gelmiş teşekkür etmiş. Öğrencisini de tanıyor. “Ben helal gıdaları tercih ediyorum.” demiş. Müslüman olmadığı halde bir de bu sözü söylemiş. “Haram olan yerine helal gıda, helal et olmasını daha çok seviyorum.” diye ayrıca söylemiş.
Sonra işyerinde bunlara yılbaşı hediyesi vermek bahis konusu olunca, herkese kıdemine göre hediyelerini hazırlamışlar. Tabii bunlar için en makbul şey içki. Bir arkadaşa bunlarca çok makbul olan pahalı içkiyi güzelce süsleyip, paketleyip sunmuşlar.
“Buyurun, yılbaşı hediyeniz, müessesemizin size hediyesi, teşekkürlerimizle, tebriklerimizle...” diye.
“Ben bunu alamam. Ben müslümanım, bunu almam bile doğru olmaz çünkü bu içkidir, alırsam dahi vebal altında kalırım. Alsam, başkasına versem bile vebal olur. Bunu kabul edemeyeceğim.” demiş.
Hemen kendilerini toparlamışlar. Bu arkadaşa sıra gelince bunun içkisini bile vermemişler, nezaketsizlik oluyor diye.
“Hâlâ üzerinde ismim yazılı şişeyi görüyorum ama bana sunmadılar.” diyor.
Başka tedbir almışlar tabii.
Bir güzel anlayış; kişiliğe saygı, dinî inanca itibar etme...
Arkadaş diyor ki;
“Ben Türkiye’de okurken bizim hocalar, öğretmenler -yani profesörler, doçentler, yardımcı doçentler- üniversitede sınıfa gelirlerdi, laf arasında sınıfta ‘Softalar vardır, mollalar vardır...’ diye bize laf çakıştırırlardı.” diyor. “Taş atarlardı.” demek istiyor. “Halbuki burada biz dindar olduğumuzu kalkıp söylüyoruz ve gayet iyi karşılanıyor.” diyor.
“Üniversitede mescit var.” diyor. İngilizler’in buradaki üniversitesinde mescit açmışlar zaten, cami var, hatta cuma namazı kılınıyor fakat oraya gidip gelmek vakit aldığından biz idareye söyledik; ‘Biz oraya gidebiliriz ama gidip gelmek zor oluyor, vakit namazlarımızı acaba burada bir yerde kılabilir miyiz?’ dedik, derhal bize bir oda tahsis ettiler, üstüne de ‘Burası müslümanların şu saatlerde ibadet yeri olarak kullanılacaktır.’ diye açıkça da yazdılar. Çok da memnun oldular, çok da iltifat ettiler. Biz de bu duruma çok sevindik.” diyor.
Tabi güzel şeyleri söylememiz lazım. Bu gibi şeylerin bilinmesi lazım.
Bir de buraya bakıyorum. Bizim ülkemiz müslüman ülke; buradaki tavra bakın, oradaki tavra bakın. Türkiye’deki tavra bakın, Avustralya’daki tavra bakın, ne kadar farklı...
Bir mühendis kardeşimiz anlattı. Amerika’da, Pentagon’da, yani Amerika’nın en yüksek askerî merkezi, genelkurmay gibi bir yer. Clinton’ın eşi müslümanlara bir ziyafet vermiş. 200 kadar subay kalkmış askeriyeden, çok yüksek rütbeli bir kimse orada, müslümanların o toplantısında, o yemeğinde güzel konuşma yapmış. Ondan sonra da orada topluca namaz kılmışlar.
Amerika’da, memur da olsa asker de olsa kişinin dinî inancına göre giyinmesi serbest, masasının üstünde dinî kitabını bulundurması serbest. En son kanunî bir genelge çıkarttılar; “Masasının üstünde kendisi müslümansa Kur’ân-ı Kerîm’ini bulundurabilir; başka dinlerdense kendi sevdiği, saydığı, kutsal gördüğü kitabı bulunabilir. Kendi dinini başkasına anlatıp kendi dinine davet edebilir, bu hususta serbesttir.” diye bu hususta herhangi bir baskı yapılmasın diye kararname yayınladılar.
Ben hatırlıyorum, Amerika için vize alacağız; bazı kimseler “Vize alacağız.” diyorlar, İstanbul’da Amerikan elçiliğine gittiğiniz zaman; “Kadının başı açık olacak.” başı açık fotoğrafını istiyorlar. Herhalde buradakiler bunu uyguluyorlardı. Bu genelgeden sonra -bu genelge İstanbul’daki Amerikan konsolosluğuna da gelmişse- herhalde artık başı kapalı kadınlara “İlle başı açık resminizi göndereceksiniz.” demeyeceklerdir.
Onlar çağı bilen, çağdaş yaşamı yaşayan ve bizim de onların teknik ve sınaî çalışmalarına hayranlık duyduğumuz ve onlara yetişmeye çalıştığımız ülkeler...
Tabii o gelişme nasıl oluyor?
Gelişme toplumsal bir olay, toptan oluyor. Bir tarafı gelişip bir tarafı durarak olmuyor. İnanç hürriyeti de, vicdan hürriyeti de, fikir hürriyeti de, ibadet hürriyeti de oluyor; çalışma da oluyor, gelişme de oluyor. Bir tarafı kısıtladığın zaman öbür tarafı ilerlemiyor, hepsi birden duruyor. Bu önemli bir şey.
Türkiye’de maalesef bunu anlayamamış, kendilerini bu anlayışsızlıklarına rağmen ilerici sanan insanlar var. Kendilerinin çağın ne kadar gerisinde olduğunu anlayamayan kişiler var. Bunların tabi onlara -bilmiyorum bu konuşmalarımız kulaklarına gider mi- bir fayda verip vermeyeceğini bilmek isterdim.
Türkiye’de bir inatlaşma, zıtlaşma var. Müslüman kesim var, bir de müslüman kesimle mücadele eden bir kesim var. Başını açtıracak, ille erkek kadın doğumcuya doğum yaptırtacak. İlle erkek röntgenciye karşısına geçirttirip ona resmini çektirtecek. Bildiğiniz üzücü şeyler. Bunlar çağdışı ve yanlış oluyor. Biz de bu dış ülkelerde, Amerika’da, Avustralya’da, Avrupa’da gezerken bunların aksini gördüğümüz için bunları anlatmamız bir görev oluyor.
Demek ki bir İslâm ülkesi olmasına rağmen Türkiye’de İslâm’a karşı bir sevgisizlik, samimiyetsizlik, düşmanlık ve karşı çalışma gelişmiş. Laikliğe aykırı olarak, din hürriyeti anlayışına, herkesin inancında serbest olmasına aykırı olarak... Ama başka ülkelerde böyle değil. Hırıstiyan bir ülkede bile bir müslümana kolaylık; cami-mescit açmasına kolaylık, ibadetini yapmasına ve inancına göre yaşamasına bir kolaylık... Demek ki bazıları batılılaşmayı, çağdaşlaşmayı yanlış anlamışlar, yanlış uyguluyorlar ve yanlış istikamette gidiyorlar.
Bazıları da annesi, babası, dedesi dindarken, hatta ehl-i takvâ iken, ehl-i tarik iken, yani haramdan şiddetle sakınan titiz müslümanken sonradan ne noktalara gelmişler; bozulmuşlar, şaşırmışlar. Tabii inanç kişisel bir olay, bozulan âhirette cezasını çeker. Allah’ın emirlerini tutan Allah’ın rızasına vâsıl olur, mükâfatlarına erer, iki cihan saadetine nâil olur.
Allahu Teâlâ hazretleri kullarına güzel şeyleri Kur’ân-ı Kerîm ile, Peygamber Efendimiz’le bildirmiş. Allah’ın resûlü, elçisi, gönderdiği mübarek seçkin kulu, Muhammed-i Mustafâsı Allah’ın emirlerini bildirmiş. Zulüm haram. Kötülükler haram. Kötülüklerin zâhirîsi-bâtınîsi, yani görüneni-görünmeyeni, içte olanı-dışta olanı haram. Başkasının hakkını yemek, bağy etmek, buğz etmek, düşmanlık etmek, haksızlık etmek yasak. Allah güzel şeyleri helal kılmış, kötü-pis şeyleri haram kılmış. Ahlâkın güzel olması lazım. İslâm temizlik dini, temizliğe riâyet etmek lazım. Temizliğin her çeşidi önemli. İslâm’ın ne kadar güzel emirleri var. Müslüman olmayanlar bile takdir ediyor, hayranlık duyuyor. Hatta kendisi başka inançta olsa bile saygı duyuyor. “Ben sizin helal etinizi tercih ediyorum.” diyebiliyor.
Bunlar işte çağın Türkiye dışındaki güzel uygulamalarından seçmeler. Çiçek bahçesinden bir buket olmuş oldu.
Bunları niçin hatırladım ve size canlı canlı, kendim de duygulandığım için anlattım?
Çünkü kur’a ile açılan sayfanın birinci hadîs-i şerîfi şöyle: -Buhârî’de, Müslim’de, Ahmed b. Hanbel -rahmetullahi aleyhim ecmaîn- gibi meşhur hadis alimlerinin kitaplarında yazılı.- Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuşlar ki;
لا تزال طائفة من أمتى قائمة بأمر الله لا يضرهم من خذلهم ولا من خالفهم حتى يأتى أمر الله وهم ظاهرون على الناس.
Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî kâimetün bi-emrillâhi lâ yedurruhum men hazelehüm ve lâ men hâlefehüm hattâ ye’tiye emrullâhi ve hüm zâhirûne ale’n-nâsi.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîfin açıklamasına geçmeden önce bir ön bilgi sunayım:
Peygamber Efendimiz kendisinden sonra gelecek çağlarla-asırlarla ilgili, dünyanın tarihiyle-geçmişiyle ilgili olduğu kadar geleceğiyle de, sonuyla da ilgili bilgiler sunmuş. Hadîs-i şerîflerde bunlar var. Mesela kıyamet nasıl kopacak, kıyamet kopmadan evvel ne gibi toplum değişiklikleri olacak, ahlâk değişiklikleri olacak, inanç değişiklikleri olacak, insanlar hangi noktadan hangi noktaya gelecekler, ne hâle gelecekler; bunları bildirmiş. Çünkü âlemlerin Rabbi, her şeyi bilen Allahu Teâlâ hazretlerinin hak resûlü, bildirdikleri de vukû bulmuş.
“İstanbul fethedilecek.” buyurmuş, 1453 yılında İstanbul fethedilmiş. “Lâ ilâhe illallah diyerek Roma fethedilecek.” diye buyuruyor, inşaallah Roma da Lâ ilâhe illallah diyerek fetholunacak. Yani oradaki insanlar da Allah’ın birliğini kabul edecekler, hak yola gelecekler.
Kıyamete yakın zamanda neler olacak, bildirilen şeyler nedir?
İnsanlar dinden uzaklaşacaklar, inançlarını unutacaklar. Ahlâkı bırakacaklar, kötü huylar yayılacak; o kadar yayılacak, o kadar yayılacak ki insanlar sokak ortasında müstehcen işler yapacaklar. Sokak ortasında, herkesin gözü önünde çok utanılacak, söyleyemeyeceğim şeyler yapacakları hadîs-i şerîflerde bildiriliyor. Âhir zamanda bir bozulma olacak. Kötüler, ayaklar baş olacak, yani başa geçecek, toplumu onlar-kötüler yönetecek, kötüye götürecek. İyiler hor ve makhur olacak, ayaklar altında kalacak. Bâtıl galip gelecek, hak mazlum-mağdur olacak, diye bunlar bildiriliyor.
Tabii bunlar bildirilirken bu hadîs-i şerîf bu çerçeve içinde önem kazanıyor, verdiği bilgi bizi sevindiriyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî kâimetün bi-emrillâhi. “Benim ümmetimden bir grup mübarek insan mevcut olacak, Allah’ın emrini îfâ etmekte, Allah’ın emrine göre hareket etmekte devamlı duracaklar, yani bozulmayacaklar. İyi müslüman olarak yaşamaya devam edecekler.”
Bir grup müslüman, kıyamete doğru insanlar, toplumlar bozulmasına rağmen bozulmayacak. Bozulmayan bir zümre olacak. Allah’ın emrini tutacak, Allah’ın emrine göre yaşayacak. Allah’ın emrine saygı gösterecek, sevgi gösterecek, bağlılık gösterecek. Allah’ın emirlerini tutacak. Yasaklardan kaçacak; günahlardan, haramlardan, zulümden uzak duracak. Dürüst olacak. Temiz kalpli olacak. Mesela tarihte tanıdığımız mübarek insanlar gibi olacak; Abdulkâdir-i Geylanîler, Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmîler, Hacı Bayrâm-ı Velîler, Yunus Emreler, Erzurumlu İbrahim Hakkılar gibi... Tarihte ahlâkıyla, güzel halleriyle sevgi toplamış, tarihe geçmiş, hâlâ sevdiğimiz, bağrımıza bastığımız, baş tâcı ettiğimiz insanlar gibi güzel hâle devam edecekler. Evliyâ gibi, melek gibi tertemiz, sâfî insanlar daima mevcut olacak.
Lâ tezâlü ne demek?
“Zâil olmadan devam edecek, hiç eksik olmayacak.” demek.
Demek ki toplum bozulsa bile bir grup iyi insan mevcut olacak, Allah’ın emrine göre hareket etmeye devam edecekler.
Lâ yedurruhum men hazelehüm. “Onlara yardım etmeyip de, onları yardımsız bir kenarda terk etmiş olan vefasız insanların onları yardımsız bırakması, onlara yardım etmemesi, katılmaması, destek olmaması onlara zarar vermeyecek.”
Halk isterse desteklesin isterse desteklemesin, destekleniyor. Ama isterse desteklemesin, Allah sevdi mi, destekledi mi yeter. O anlayışsız insanların yardımsız bırakması onlara zarar vermeyecek.
Ve lâ men hâlefehüm. “Onlara muhalefet edenlerin de muhalefeti, karşı çıkıp onlarla alt alta, üst üste, karşı karşıya, çata çata muhalefet eden, uğraşanların da muhalefeti zarar vermeyecek.”
Bunlar hak yoldan dönmeyecekler, Allah’a güzel kulluk etmekten vazgeçmeyecekler.
Hattâ ye’tiye emrullâhi. “Allah’ın emri gelinceye kadar.”
Allah’ın emri ne demek?
Kıyamet demek. Allah’ın emri, “Artık bu iş bitsin.” diye dünyanın sonu gelinceye kadar, kıyamet kopuncaya kadar; isterse yardım etmeyenler etmesin, isterse muhalefet edenler muhalefete devam etsinler, Allah’ın emrini tutup Allah’ın emrine göre yaşayan bir grup daima mevcut olacak, ümmetin içinde var olacak.
Zâhirûne ale’n-nâsi. “İnsanlara da bunlar galebe çalacaklar, galip olacaklar, üstün olacaklar.”
Onların karşısında mağdur ve mahcup da olmayacaklar, ezilmeyecekler de... Allah yardım edecek çünkü, galip gelecekler. Sonunda hak galip gelecek, iyiler galip gelecek, diye böyle sahih hadis kitaplarında bir rivayet var.
Toplumsal bir bozulma, “dejenerasyon” diyorlar Fransızca’dan alınma bir kelimeyle, yani “soysuzlaşma” demek dejenerasyon; bozulma, mefsedet, fesada uğrama, evsafını kaybetmek, güzel âdetlerini unutmak... Bu zarar vermeyecek. Bu bozulmaya rağmen iyi insanlar mevcut olacak diye bildiriliyor.
Bu hususta peş peşe, kur’a ile açılan sayfada başka rivayetler var:
لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي يُقَاتِلُونَ عَلَى الْحَقِّ ظَاهِرِينَ عَلَى مَنْ نَاوَأَهُمْ حَتَّى يُقَاتِلَ آخِرُهُمْ الْمَسِيحَ الدَّجَّالَ
Lâ tezâlü tâifetün min ümmetî yukâtilûne ale’l-hakkı zâhirîne alâ men nâveehüm hattâ yukâtile âhiruhum el-mesîha’d-deccâle.
Bu ikinci rivayet de Ebû Dâvud’da, Ahmed b. Hanbel’de, Taberânî’de var.
“Bir grup has müslüman daima mevcut olacak benim ümmetimden.” diyor Peygamber Efendimiz. Yukâtilûne ale’l-hakkı. “Hak üzerine mukatele edecek, çarpışacak. Zulme ve küfre baş eğmeyecek.” Zâhirîne alâ men nâveehüm. “Kendileriyle mücadele edenlere, düşmanlık edenlere karşı galip gelecekler, onları da yenecekler.” Hattâ yukâtile âhiruhum el-mesîha’d-deccâle. “Bu güzel, bozulmayan topluluk her asırda, her devirde, her yılda, her zaman mevcut olacak. En sonuncuları da Deccal’la çarpışacak, Deccal’ı yenecek.”
Burada bir kardeşimiz var. İstanbul İlahiyat Fakültesi’nden mezun, buraya yerleşti. Biz rica ettik, biz gönderdik buralarda çalışma yapsın, İslâm’ı yaysın diye. Burada da kardeşimize görev verdik. O sıralarda Reagan vardı Amerika’nın başkanı olarak. Reagan da dindar bir hıristiyandı, etrafındaki insanların söylediklerine inanıyordu. Armagedon savaşı olacak, yani sonunda Deccal’le iyi insanların bir mücadelesi olacak diye inanıyordu. Çünkü Kitâb-ı Mukaddes’te de böyle bir bilgi var. Bizim dinî bilgilerimizin içinde de bununla ilgili haberler var. Ben dedim ki;
“Sen bu Armagedon meselesini bir incele, araştırma yap; üniversitede bu konuda bir çalışma yap.”
O da güzel bir çalışma yapmış, dosyasını bana verdi, Türkçe tercemesini de verdi.
Demek ki Deccal ile mücadele edecek bir zümre olacak.
Reagan ve Amerikalılar düşünüyorlar ki kendileri iyi insanlar olarak Deccal’le kendileri mücadele edecek. Kendilerini doğru yolda sanıyorlar.
Tabii işin doğrusu nedir?
Müslümanlar, Peygamber Efendimiz’in bahsettiği; hakkı tutan, Allah’ın emrine göre, Kur’an’a göre, batıl olmayan, sağlam inanca göre yaşayan insanlar Deccal’le çarpışacak, onu yenecek. Mü’minler, müslüman insanlar en sonunda yenecek. Bu da bunların baş eğen insanlar olmadığını, Allah rızası için Deccal’le mücadele edecek kimseler olduğunu gösteriyor. Bu hususta başka rivayetler de var.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi bozulmayan, has müslümanlardan eylesin. Her devirde olacağını bildirdiğine göre, bizim devrimizde de has müslüman vardır. Bizi has müslüman etsin. Bozulmayan, sevdiği, Peygamber Efendimiz’in methettiği müslümanlardan eylesin.
Bunların özelliği nedir muhterem kardeşlerim?
Siz de merak etmişsinizdir, ben de merakınızın tercümanı olarak bu soruyu ortaya atayım.
Allah’ın bozulmamış has kulları, sevgili kulları, dini hiç bozmadan yaşayan kulları kimlerdir?
Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadîs-i şerîfin gösterdiği cadde-i kübrâ-yı şeriatte yürüyen insanlardır.
Dinimizi ne öğretiyor bize?
Kur’ân-ı Kerîm öğretiyor.
Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel ne açıklıyor?
Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi açıklıyor. Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi olmasa; Kur’ân-ı Kerîm’de “Zekât verin.” diyor ama zekâtın koyundan ne kadar verileceğini, paradan ne kadar verileceğini bilemeyiz. Kur’an-ı Kerim’de “Namaz kılın.” diyor ama namazı şu bizim bildiğimiz usul ile kılmamız, kılmak için gerekli bilgilerimiz, teferruât Kur’ân-ı Kerîm’de yok, hadîs-i şerîfte var. Namaz kılacağız ama nasıl kılacağımızı bilemeyiz. Demek ki Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel açıklayıcısı, en büyük müfessiri, en baş müfessiri Peygamber Efendimiz; hadîs-i şerîfler de Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel tefsiri.
Onun için Kur’an yolunda yürüyen, Peygamber Efendimiz’in sünnetini uygulayan ve sünnetine uyan insanlardır bozulmadan yürüyen... Bunlar Suudi Arabistan’da da var, Pakistan’da da var, Türkiye’de de var, Cezayir’de de var, Avrupa’da da var, Avustralya’da da var, Malezya’da da var, Endonezya’da da var.
Dünyanın her yerinde aslî olarak İslâm’ı yaşayan insanlar var.
Bozulanlar da var.
Aynı kardeşlerimiz anlattı, onu da ibret olsun diye söyleyeyim. Böyle tatlı hatıralarla sohbetler de biraz dinlenir hale geliyor, hatırda da kalıyor.
Bu arkadaşımızın lisan dershanesindeki devam ettiği lisan derslerinde -kurs demek istemiyorum, yabancı kelime kullanmak istemediğim için- bir de Pakistanlı varmış, müslüman. Bizim arkadaşımız da müslüman. Birkaç müslüman daha var. Ötekiler başka. Yunanlı var, Çekoslovak var, Alman var, Irak’tan gelmiş hıristiyan Araplar var; Saddam’ın zulmünden kurtulsun diye almışlar bunları, mülteci olarak kabul etmişler. Daha başka ülkelerden gelenler var. Bunlar dil öğreniyorlar.
Pakistanlı’nın çocuğu olmuş. Çocuğu olunca tabii seviniyor. Bir içki almış, sınıfa getirmiş, bardakları kendisi doldurarak sınıftakilere sunuyor;
“Benim çocuğum oldu, ben seviniyorum, buyurun için...” diye.
Bizim arkadaşa da getirmiş, sunmuş;
“Buyur, içki iç.” Demiş ki arkadaş;
“Ben müslümanım, içmem. Sen de müslüman olarak hem içemezsin hem sunamazsın.”
Çünkü içkinin içilmesi de yasak, sunulması da yasak, hatta taşınması da yasak. Yani bir hamal kamyondan, depodan kasasını bile taşıyamaz. “Ben müslümanım ama ne yapayım, hamalım, bunu taşıyorum.” diyemez. Taşıması bile yasak, dinimiz haram kılmış. “İçemezsin bunu.” demiş.
Demiş ki Pakistanlı;
“Bu çok olağanüstü bir gün, çocuğum oldu, onun için içmem lazım.”
Hayır, hiçbir olağanüstü durum düşünülemez; böyle sevinçli gün, kutlama günü vs. diye haram, helal olmaz, yasak kalkmaz. İçki her zaman içkidir, içemezsin.
Bizim fakültede de birisi bana sormuştu, hiç unutmuyorum, hem de profesördü kendisi ama tabii İslâmî konuları iyi bilmeyen bir kimseydi.
“Yani Ramazan bayramında ben arkadaşımın evine gitsem, arkadaşım da bana bayramdır diye likör ikram etse, onu da mı içmeyeceğim?” diyor, benim karşımda bana delil olarak bunu misal getiriyor.
“Tabii” dedim. Hem de Ramazan bayramında likör içmeyi düşünüyor! “Elbet içmeyeceksin. İçki haramdır.” dedim.
“E azıcık?”
Azıcık da olsa, azı da çoğu da haram. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.”
Dilinin ucuyla yalaması bile doğru değil.
İslâm’da böyle; içki yasak. Çünkü arabayı direğe toslattırıyor. Adamı uçurumdan yuvarlıyor. Boğaziçi’nde, Emirgan’da boğazın içine veya köprüden aşağı uçuruyor. Sarhoşluk yapıyor, bıçağı çektirtiyor, karşısındakini, can ciğer arkadaşını öldürttürüyor. Yuva yıkıyor. İçki kötü, bütün kötülüklerin anası. Amerika içkiyi engellemeye çalışmış, bir ara da yasaklamış. Bunlar içkinin kötülüğünü bizden iyi biliyorlar ama bizimkiler burada inat ediyorlar.
Bu neyi gösteriyor? Bu misali niye verdim, bu Pakistanlı kardeşi?
Bazıları da müslüman olduğu halde İslâm’ı bilmiyor ve bozuluyor. Onu gösteriyor.
Allah bizi bozulmayan, İslâm’ı aslî saffetiyle, güzelliğiyle, terütaze, en güzel şekilde bilip yaşayan ve böylece Allah’ın sevgisini, rızasını kazanan kullarından eylesin.
Bu konuyla ilgili bir hadîs-i şerîf daha okuyup konuyu onunla tamamlamak istiyorum. Bu sayfada yine üçüncü hadîs-i şerîf olsun diye, üç rakamını seviyorum. Hani arkadaşlarla sohbet ederken çay ikram ediyorlar. Bir tane içiyoruz, ondan sonra; “Çayın en aşağısı üçtür, hadi bakalım daha getir.” diyoruz, latife ediyoruz, gülüyoruz. Yani hadîs-i şerîflerin de en aşağısı üç olsun diye üçüncü hadîs-i şerîfi okuyorum.
لا تزال لا إله إلا الله تحجب غضب الرب عن الناس ما لم يبالوا ما ذهب من دينهم إذا صلحت دنياهم فإذا قالوها قيل كذبتم لستم من أهلها.
Lâ tezâlu lâ ilâhe illallah tahcubu gadaba’r-rabbi ani’n-nâsi mâ lem yubâlû mâ zehebe min dînihim izâ salühat lehüm dünyâhüm fe-izâ kâluhâ kîle kezebtüm lestüm min ehlihâ.
Sadaka Resûlullah.
Bu da bir tehditli hadîs-i şerîf. Tehdit ediyor Resûlullah Efendimiz, kötü bir durumu haber veriyor bize. Buyuruyor ki;
Lâ tezâlu lâ ilâhe illallah tahcubu gadaba’r-rabbi. “Allah’ın gazabını Lâ ilâhe illallah sözü.” Ani’n-nâsi. “İnsanlardan engeller.”
Allah’ın gazabı insanlara gelmez. Allah’ın gazabından insanları Lâ ilâhe illallah sözü korur.
Biz niçin çok Lâ ilâhe illallah diyoruz?
Allah affetsin, gazabına uğramayalım diye.
Lâ ilâhe illallah sözü insanlardan Allah’ın gazabını giderir. Allah gazap etmez, Lâ ilâhe illallah dedikçe affeder, bağışlar. Allah’ın gazabını engeller Lâ ilâhe illallah mübarek sözü, kelime-i tevhid sözü.
Ne zaman?
Mâ lem yubâlû mâ zehebe min dînihim izâ salühat lehüm dünyâhüm. “Dünyalıkları tıkır tıkır yerindeyken dininin gitmiş olmasına, eksilmiş olmasına üzülmedikleri zamana kadar.”
Ne demek yani?
Adamın parası iyi, zenginliği yerinde, evi var, arabası var, geliri var, karnı doyuyor; dünyalığı iyi... Dünyalığı iyi ama dindarlığı fena; ailesi bozulmuş, çocuğu namaz kılmıyor, karısı yanlış yolda, oğlu yanlış alışkanlıklar edinmiş, kötü itiyatlar edinmiş, İslâm’a karşı olan işleri yapıyor. Bunlara aldırmıyor. Ev bozulmuş, evin reisi bozukluktan haberdar değil, oradan üzülmüyor, endişelenmiyor.
Neden?
Dünyalığı yerinde, her şey tıkır tıkır, keyfine uygun olarak gidiyor. Böyle oluncaya kadar Lâ ilâhe illallah sözü Allah’ın gazabının insanlara gelmesini engeller. Ama böyle oldu mu artık engellemez.
Fe-izâ kâluhâ. “O zaman derlerse Lâ ilâhe illallah...”
Günahlar işleniyor, haramlara bulaşılıyor, keyif yerinde, dünyalık tıkırında ama günahların işlenmesine aldırmıyor beyefendi, evin reisi veyahut herhangi bir kişi... Eğer o zaman Lâ ilâhe illallah derse, Allah onun Lâ ilâhe illallah’ını sevmez, kabul etmez.
Kîle. “Ona denilir ki:” Kezebtüm. “Yalan söylüyorsunuz Lâ ilâhe illallah derken. Evet, Lâ ilâhe illallah sözü doğru ama siz yalancısınız. Kezebtüm şimdi yalan söylediniz işte...” Lestüm min ehlihâ. “Siz bu Lâ ilâhe illallah’ın hakiki ehli değilsiniz. Yani ehl-i tevhid değilsiniz. Lâ ilâhe illallah’a hakikaten inanmış insanlar olsaydınız bu haramları, bu günahları, bu yanlışları, bu kötülükleri, bu çirkinlikleri bırakacaktınız. Madem bırakmıyorsunuz, o halde siz Lâ ilâhe illallah’ın ehli değilsiniz, iyi müslüman değilsiniz, ehl-i tevhid değilsiniz. Yalan söylüyorsunuz.” der Allah.
Tabii arkasından ne olur?
Lâ ilâhe illallah sözü neyi engelliyordu? Allah’ın gazabına uğramalarını engelliyordu. O zaman Allah’ın gazabı gelir, bunları bulur, batırır çıkarır...
Geçtiğimiz yıllarda hatırlıyorsunuz Güney Amerika’nın bir ülkesinde yanardağ bir patladı, 20-30 bin kişi bir anda lavların altında kaldı; hayvanlar, insanlar müthiş bir şekilde telef oldu. Tarihte de biliyorsunuz, Pompei şehri Vezüv yanardağı patlayınca lavlar altında kaldı. Sodom, Gomore şehirleri, faciaları; Lut kavminin, Âd ve Semûd kavminin nasıl gazab-ı ilâhîye uğradıklarını Kur’ân-ı Kerîm birçok sûrelerde tekrar tekrar insanlara bildiriyor.
Allah’ın gazabı gelebilir. Allah’ın gazabının gelmemesi için hem ehl-i tevhid olmak lazım, Lâ ilâhe illallah demek lazım, hem de Lâ ilâhe illallah dediğine göre haramlardan, günahlardan, yasaklardan, çirkinliklerden uzak durmak lazım, aziz ve sevgili, değerli kardeşlerim.
Ramazan geçti. Ramazan’dan sonra 15 gün geçti. Kendi Müslümanlığımıza lütfen dikkat edelim. Ne haldeyiz bir anlayalım. Biraz da dünyayı görelim. Gözümüzü, bostan dolabını çeviren gözü kapatılmış mahluklar gibi kapatmış insanlar gibi olmayalım; gerçekleri görelim. Bak dünya nasıl yaşıyor, biz nasıl yaşıyoruz. Gerçekleri anlayalım, gerçeklere göre yaşayalım. Allah’ın sevgisini kazanmaya çalışalım. Allah’ın düşmanlığını, gazabını çekecek işlerden kaçınalım. Ramazan’daki güzel Müslümanlığımızı Ramazan’dan sonra da, 11 ayda da devam ettirelim.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Bu arada -siz de kendi kendinize sorun bir hatırlatma olsun diye- hemen sorayım: Hani Ramazan’dan sonra 6 gün Şevval orucu tutmak çok sevaplı, onu da tuttu mu bir insan bütün sene oruç tutmuş gibi oluyordu ya... O altı gün orucunu tuttunuz mu?
Tutmadıysanız daha Şevval’in ortasındayız 15 gün var. Ama günler çabuk geçiverir! Bir de bakarsınız; Şevval bitmiş altı gün orucunu tutmamışsınız...
Ramazan ile beraber altı gün orucunu da tutunca bütün sene oruç tutmuş gibi sevap kazanacaksınız. Bu orucu da tutun. Bizi de duadan unutmayın.
Size 12-15 bin km uzaklardan sevgiler, saygılar, dualar.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!