es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allah sizlerden, radyoda hizmet veren, çalışan, onu her yönden destekleyen kardeşlerimizden de razı olsun. Elhamdülillah... Ne kadar çalışma, yansıtma ve yayın imkanları olursa o kadar çok insan istifade eder; ayetlerin ve hadislerin izahlarını öğrenmiş olur. O bakımdan sizlere ve ilgileilere teşekkür ediyorum. Osmanlıca’da bir söz var: “ Müşterisiz meta zayiatdır” diye. Yani müşteri olmayınca mal satılmaz, kıymeti olmaz. Elbette dinleyici olmayınca da radyonun değeri olmaz. Sizin teveccühleriniz aynı zamanda büyük bir teşvik, destek oluyor.
Hadis kitabından kur’a ile çıkan yerlerden üç hadis okuyacağım.
Birincisi İbn Sa’d, Aka’dan mürsel olarak rivayet etmiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri Ömer radıyallahu anh’a şöyle buyurmuş:
لا تبك يا عمر فلو أشاء أن تسير الجبال ذهبا لسارت ولو أن الدنيا تعدل عند الله جناح ذباب ما أعطى كافرا منها شيئا.
Lâ tebki yâ Ömer! Fe-lev eşâu en tesîre’l-cibâlü zeheben le-sârat ve lev enne’d-dünyâ ta’dilu indallâhi cenâha zubâbin mâ a’tâ kâfiran minhâ şey’â.
Sadaka Resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Hz. Ömer ağlamış. Ağlayınca Peygamber Efendimiz;
“Ağlama yâ Ömer!” diyor. Peygamber Efendimiz kendisini kastederek söylüyor;
“Eğer ben dağların altın olmasını, altın olarak akmasını, yerinden hareket etmesini isteseydim dağlar altın olur önüme doğru hareket eder, akar gelirdi. Ama ben istemediğim için olmuyor, Allah vermediği için değil!”
Ve lev enne’d-dünyâ ta’dilu indallâhi cenâha zubâbin mâ a’tâ kâfiran minhâ şey’â. “Eğer dünya hayatının; içindeki eşyanın, varlıkların, ehl-i dünyanın kıymet verdiği mal mülk mevki-makam vs.nin Allah indinde, katında, Allah yanında sinek kanadı kadar bir ağırlığı olsaydı, bir kıymet ifade etseydi, ona muadil olsaydı kâfire bu dünyalıktan hiçbir şey vermezdi. Sinek kadar, sineğin kanadı kadar kıymeti olsaydı hiçbir şey vermezdi. O kadar bile değeri yok, sıfır. Hiç kıymeti olmadığı için varsınlar oyalansınlar.”
Yunus Emre’nin;
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
dediği gibi, oyalanmalarına Allahu Teâlâ hazretleri izin vermiş, ruhsat vermiş. Onlar da dünyalıkların içinde bir şey buldum sanarak, zengin oldum diye böbürlenerek, kibirlenerek, burunları havada dolaşıyorlar ama Allah indinde kıymeti yok.
Hz. Ömer radıyallahu anh ağlamış da, “Ağlama yâ Ömer!” diye teselli ediyor.
Hz. Ömer gibi bir bahadır, bir mücahit, bir mert, bir yiğit insan neden ağlar?
Hz. Ömer’in ağlamasının sebebi -hatırımda kaldığı kadarıyla- şu: Hz. Ömer Peygamber Efendimiz’in yanına varmış. Peygamber Efendimiz de -herhalde günün sıcağından biraz istirahat etmek üzere- uzanmış. Hz. Ömer gelince kalkmış. Elini başının yanağının altına koyduğu için yattığı yerde de hiçbir şey olmadığından, bir hasır olduğundan yanağına ve elinin üzerine hasırın dokumaları kırmızı kırmızı iz yapmış. Çok haşin çok kaba bir örtü, yumuşak değil. Kaba bir hasır, üstüne yatınca insanın elinde, yanağında, alnında iz bırakıyor.
Hz. Ömer radıyallahu anh demiş ki;
“Yâ Resûlallah! Sen Allah’ın Resûlü’sün, habîbisin. Kisralar, Kayserler imparatorlar; İran imparatoru Roma imparatoru gibi yüksek mertebelerde büyük ülkeleri elinin altına almış büyük devletlerin başına geçmiş insanlar ne nimetler içinde yaşıyorlar. Yataklarda, atlaslarda nimetler, lezzetler içinde… Yedikleri içtikleri her şey başkalarının imreneceği gibi. Ama sen Allah’ın Resûlü’sün, sen Allah’ın habibisin, sen hasırda yatıyorsun! Eline, alnına, yanağına hasırın izleri çıkmış, bu ne mahrumiyetli bir hayat ne mütevazı bir hayat!..”
Hz. Ömer; Peygamber Efendimiz’e sevgisinden, şefkatinden onun rahatını istediğinden ağlamış.
Sevgiden doğan bir ağlama! Peygamber Efendimiz’in o haline demiş ki; “Ne kadar mütevazı bir yaşam yaşıyorsun?! Hâlbuki Allah’ın en büyük, en sevgili kulusun. İnsanlığın başının tâcısın. Başka hükümdarlar, başka devlet başkanları ne nimetler içinde yüzerken, ne kadar rahat ederken sen ne kadar sıkıntı çekiyorsun?!..” deyince Peygamber Efendimiz böyle buyurmuş:
“Ben istemiyorum; ben isteseydim dağlar benim önüme altın olarak hareket edip gelip akar yığılırdı. Allah verirdi ama Allah’ın indinde dünyanın, altının, gümüşün, mevkiin, makamın, atlasın, ipeğin, balın, kaymağın… kıymeti yok!”
Bunları insanlar seviyorlar, beğeniyorlar, değer veriyorlar. Onları elde etmeye koşuyorlar, birbirleriyle darılıyorlar, kırışıyorlar, vuruşuyorlar, savaşıyorlar. Ve nice canlar yanarak, nice mazlumların ahı alınarak, nice gözyaşları dökülerek, nice insanlar kahrolarak, mahvolarak bazı insanlar çok rahat ediyor, bazı insanlar o dünyalıkları elde ediyorlar ama bu fâni dünyada yapıyorlar, ebedî âhiret hayatında onların hesabını verecekler, cezasını çekecekler!
İnananlar bunu biliyor. Bazıları inanmıyor; “Boş ver. Âhiret var mı yok mu? Neme lazım? Bana dünya lazım! Ben dünyada bunları hangi yolla olursa olsun elde edeyim de; ister rüşvet olsun, ister gasp, ister zulüm, ister gadir olsun elde edeyim de keyfime bakayım… Arkadaş, bu dünyada babana bile acımayacaksın! Kimsenin gözünün yaşına bakmayacaksın! Hayat bir mücadeledir. Kimisi ötekisini yer bitirir. Ormandaki hayvanların halini görmüyor musun? Aslan ceylanı yiyor, kuş kelebeği yiyor vs…” gibi felsefelerle insanlar bir vurdumduymazlaşıyor, gaddarlaşıyor, dünyevîleşiyor, maddîleşiyor, kalbi kaskatı oluyor, merhametsizleşiyor.
O zaman sömürgecilik başlıyor, istila başlıyor, öldürme başlıyor, katliam başlıyor, o zaman sevmediği dinden, sevmediği ırktan bir insanı kökten yok etmeye başlıyor. Ormanları yakmak, yuvaları yıkmak, köyleri yerle bir etmek bombalamak başlıyor. Atom bombası, hidrojen bombası vs. Bunların hepsi kullananların amaçlarına hizmet etmek için başkalarını sindirecek araçlar olarak kullanılıyor.
İslâm sevgi, merhamet, eşitlik, herkesin kalbini kazanmak, duasını almak dini ama dünya böyle insanlarla dolu.
O zaman ne yapmak gerekiyor?
Onlara karşı hazırlanmak gerekiyor. O zalimler o zulmü yapmasınlar, saldırıp da müslümanları mahvetmesinler diye çalışma yapmak gerekiyor. Balkanlar’da gördük; yıllarca beraber komşu olarak yaşamış insanlar birbirlerine saldırdılar. Aynı mahallede oturan insanlar komşularını, Boşnak kardeşlerimizi katliama uğrattılar, nehirlere attılar, cesetleri nehirlerde yüzdü, kanlar aktı... Tarih boyunca birçok şey böyle olmuş.
Kosova’dan feryatlar geliyor, bir ara Çeçenistan’dan feryatlar geliyordu. Bombalar yağıyordu binalar yıkılıyordu, kış gününde insanlar soğuktan ölüyordu. Çocuklar açlıktan, ilaçsızlıktan ölüyor. Bu zulümleri birileri yapıyor, müsaade ediyor.
Dünyada büyük güçler, hâkim güçler var; bu zulümler gene oluyor! Demek ki hâkim güçler bunları yapıyorlar. Hâkim güçlerin müsaadesiyle oluyor. Bunları biz söylediğimiz zaman mazluma ah demek hakkı bile yok. Mazlum zulme uğrayınca âh u enîn bile etmeyecek.
Neden?
Mazlum âh u enîn ettiği zaman zalimin canı sıkılıyor. Zalimin, beyefendinin paşa gönlü rahatsız oluyor. Ölsün de ses çıkarmadan ölsün, gibi bir hava oluyor.
Bu dünya böyle! Büyüklerimiz; peygamberler, din büyükleri bu dünyaya değer vermemişler ki! Peygamberler tarihi kitaplarından Hz. İsa aleyhisselam’ın hayatını okuyalım; İbrahim aleyhisselam’ın hayatını okuyalım; diğer peygamberlerin hayatlarını okuyalım; neler çekmişler?!.. Hz. Eyyüb aleyhisselam’ın sabrı meşhur, Nuh aleyhisselam’ın kavmi ile mücadelesi meşhur…
Dünya hayatı mü’min için birinci, ön planda gelen amaç değil. Amaç Allah’ın rızasını kazanmak! Hatta bunları elde etmeye gücü yettiği halde Peygamber Efendimiz istemiyor. Peygamber Efendimiz; “Dağların altın olmasını isteseydim olurdu; hareket edip önüme gelsin deseydim önüme gelirdi…” diyor. Yani istememiş.
Peki istemediği halde geldiği zaman ne yapmış?
Ganimet gelmiş, ortaya yığılmış. Bir sürü ganimet; mal, altın, para-pul…
Onları ne yapmış?
Onları da sabah gelmişse akşama kadar fukarâya avuç avuç dağıtmış; akşam geldiyse bütün gece avuç avuç dağıtmış, sabaha bırakmamış. Sabah geleni akşama, geceye bırakmamış, dağıtmış. En son gelene “Artık elimde bir şey kalmadı.” diyecek kadar bir şey bırakmadan dağıtmış. Fakirlere, yoksullara dağıtmış. Yoksulların gönlünü almayı, onların ihtiyacını karşılamayı esas almış. Geleni de tutmamış.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’de bizim gibi eğer biraz tutum, biraz biriktirme fikri olsaydı yine çok servet biriktirirdi. Kendisi İran’a elçi gönderdi, Roma’ya elçi gönderdi, Mısır’a, Habeşistan’a, Bahreyn’e elçiler gönderdi. Mesela Mısır hükümdarı kendisine bir sürü hediyeler; cariyeler, kıymetli eşyalar gönderdi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir devlet başkanı!
Bir devlet başkanı olarak dileseydi neler biriktirirdi, neler yapardı?!..
Arabistan’da köşk, kasır, saray yok mu?
O zaman da vardı.
Yemen’de yok mu?
Yemen’in kasırları, bahçeleri meşhur. Taif, Mekke’nin biraz ilerisi- sularıyla, âb u havasının letafetiyle tanınmış bağlık-bahçelik, meyvelik bir yazlık yeri. Efendimiz oralarda safa sürmedi ki!
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Allah’ın emirlerini uygulamak için çalıştı. Eline geleni de dağıttı; kim ne isterse istediğini fazlası ile verdi. Bir koyun sürüsüne hayranlıkla bakana sürüyü hediye etti.
Allah şefaatine erdirsin, onun yolundan, sünnetinden bizleri ayırmasın.
Hz. Ömer istiyor ki Peygamber Efendimiz biraz rahat etsin. Ama Resûlullah Efendimiz mütevazı. Hanımın birisi Peygamber Efendimiz’i sevdiği için kendisine;
“Yâ Resûlullah! Buyur, burada yat!” diye çok güzel bir döşek hediye etti.
Döşek de mi olmaz?! Arabistan’da koyun mu yok, yün mü yok? Koyunların yünlerini doldurursun, olur bir döşek!
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hurma yapraklarından, liflerinden yapılmış bir sert şey üzerinde yatardı.
Bak, rahat edecek malzeme eline geliyor.
Bir döşek gönderdi. Peygamber Efendimiz o gece o kadar rahat uyudu ki sabaha bir kalktı; sabah namazının zamanı gelmiş! Gece geçmiş, sahur bitmiş, sabah namazının zamanı gelmiş. Hâlbuki Peygamber Efendimiz geceleyin teheccüde kalkardı.
وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ
Ve mine’l-leyli fe tehecced bihî nâfileten lek.
Sevap kazanmak için gece ibadeti tatlı, sevaplı, feyizli olduğundan geceleyin teheccüd namazına kalkardı.
Bazen cüzlerle Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Bakara sûresinden başlardı, Âl-i İmrân’a. O biterdi, ondan sonraki sûrelere geçerdi. Kur’ân-ı Kerîm’i o kadar uzun okurdu. Ayakları şişinceye kadar ibadet ederdi ama bunu severek yapardı.
O gece yatak çok rahat, çok sıcak, çok yumuşak olduğundan teheccüde kalkamadı; farz namaza değil teheccüde kalkamadı. Sabahleyin dedi ki;
“Bu yatak çok güzelmiş, beni çok rahat ettirdi.”
Ne olacak?
Peygamber Efendimiz; “Bu rahatın bu rehavetin tesiri ile gece kalkıp da abdest alıp namaz, teheccüd namazımı kılamadım. Bu yatağı götürün!” dedi, iade etti.
Bütün bunlar gösteriyor ki Peygamber Efendimiz o yolu yokluktan [dolayı] seçmedi, yokluktan mahrum yaşamadı. Olanı vererek, hatta rahat ettiği eşyadan kurtulmayı kendisi isteyerek tevazuu seçti, mütevazı bir hayat yaşadı, mahrumiyeti yaşadı.
Peygamber Efendimiz’in zevceleri ricada bulundular:
“Yâ Resûlullah! Bu yaşam tarzı çok mütevazı bir yaşam tarzı. Biraz genişlik olsa…”
Âyet-i kerîme indi.
“Ey Resûl’üm! Eğer onlar dünya hayatını ve ziynetlerini istiyorlarsa onlara de ki; ‘Gelin sizi güzel bir şekilde dostça boşayayım, nikâhımız bitsin; rahat yaşayın!’…”
Ama âhireti istiyorlarsa Resûlullah’ın hayat şartlarına, yaşam tarzına uymalarını istedi. Onlar da mütevazı yaşamayı, mahrumiyetli ama sevaplı yaşamayı tercih ettiler. Hz. Ömer’i ağlatacak kadar!..
Hz. Ömer çok mu lüks yaşıyordu? Hz. Ömer’in evinde bizim evlerimiz kadar yumuşak döşekler, yataklar, buzdolapları, yemekler, kebaplar, biftekler mi vardı?
Hayır.
Ama Efendimiz, onun bile gözünü yaşartacak, ağlatacak kadar mütevazı yaşadı. Biriktirdiğini fakirlere dağıttı. Her fakirin duasını almak, gözyaşını dindirmek onun için en önemli şey oldu.
Allah böyle devlet adamları nasip etsin, bütün Ümmet-i Muhammed’in her yerdeki yöneticilerini o insafta, o merhamette eylesin.
Kimsenin gıybetini yapmak istemiyorum ama geçenlerde Endonezya devlet başkanı Suharto’nun servetini söylediler; yanlış hatırlamıyorsam 46 milyar dolar parası varmış ki kendisinin, ailesinin serveti; kızı vardı damadı vardı filan. Diyorlar ki;
“Eğer o servetini Endonezya için verseydi Endonezya iktisadî bunalımdan çıkabilecekti. O dış devletlerin oraya yardım edeceği miktarda parası var, yardım etse ülkesi fakr u zaruretten ve bunalımdan, iktisadî sıkıntıdan kurtulacak…”
Filipinler devlet başkanı Markos vardı, öldü gitti. Servetinin rakamları insanı hayretlere düşürecek kadar fazla; yiyemedi. Amerika’daki bankalarda paraları birikti, öldü gitti, karısına kaldı. Bir kısmına herhalde devlet tarafından el konuldu.
Allah insaf versin. Devletleri, milletleri yönetmek için, hizmet için başa geçen kimselere Allah insaf versin. İmanlı, insaflı olursa Allah’tan korkar Allah’ın rızasını düşünürse… Allah; Peygamber Efendimiz gibi, Hz. Ömer gibi, Ömer b. Abdülaziz gibi, bizim Osmanlı sultanlarından -sonradan tantanaya, saltanata bulaşanlar gibi değil de- nâm u şânı tarihe geçmiş mütevazı mücahit olanları gibi, ahlâkı bozulmayanlar gibi iyi idareciler halkını, milletini seven, onların huzurunu, rahatını, refahını, mutluluğunu, saadetini isteyen idareciler ihsan eylesin.
Okuduğum hadîs-i şerîften şunu anlıyoruz ki amaç müslüman için dünya serveti, refahı, saadeti, keyfi değil; Allah’ın rızasını kazanmak! Peygamber Efendimiz o yolu tutturmuş. Peygamber Efendimiz’in yolu bu! Onun için âyetler ve hadîs-i şerîfler; “Paraları, altınları, gümüşleri, servetleri biriktirip de ölüp gidenler, âhirete göçenler âhirette onların azabını çekecekler!..” diye bildiriyor.
O servetler cehennem ateşinde kızdırılacak, alnına, sırtına, vücudunun yan taraflarına ateş parçaları olarak yapıştırılacak! O altınlar, o servetler o paralar kızgın akkor halde yapıştırılacak! “İşte dünyada biriktirdiğiniz Allah yoluna sarf etmediğiniz, fakirlere zekat vermediğiniz sadaka vermediğiniz haksız yere aldığınız, rüşvetle gaspla zulümle aldığınız mallar bunlardı!..” diye cezasını çekecekler.
Ben kendi nâmına konuşmayı sevmiyorum. Ben üniversite profesörüyüm. Şu kadar tahsil gördüm hatta bir sürü profesör yetiştirdim. Yurtiçinden ve yurtdışından birçok kimse yanımda doktora yaptı. Ben bir bilim adamıyım. Aynı zamanda edebiyatçıyım. İstesem oturur şiir kitabı yazarım, divan yazarım, roman yazarım… Yazabilirim, elimde bunu yazacak imkânlarım var ama kendimden konuşmayı istemiyorum. Size Allah’ın âyetlerini, Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini anlatmak istiyorum.
Bunları söyleyince bazıları benim söylediğimi sanmasınlar. Bunları Allah söylüyor, bunları Peygamber Efendimiz, Allah’ın peygamberi söylüyor. Âhiretin saadetini düşünmemizi istiyor.
İnsanları seviyorum, hepsini seviyorum. Bütün insanlara acıyorum! Hz. İsa’yı çok seviyorum, Hz. Musa’yı çok seviyorum. Hz. Ali Efendimiz’i gerçekten çok seviyorum. Kalbimde, bağrımda, gönlümde hepsinin yeri var, büyük yerleri var, büyük makamları var!
Sol yanımda Musa aleyhisselam, sağ yanımda İsa aleyhisselam var. Orada başköşede Hz. Peygamber Efendimiz var. Âdem aleyhisselam kalbimizde. Nuh aleyhisselam ruhumuz, İbrahim aleyhisselam ruhumuzda, sırrımızda, hafîmizde, ahfâmızda. Hepsini gönlümüze böyle yerleştirmişiz. Hepsini seviyoruz. “Onlara tâbiyim.” diyen insanları da seviyoruz. Onlara tâbi olan insanlara onların tavsiyelerini anlatmaya çalışıyoruz.
Ben İzmir’de konferans verdim… Peygamber Efendimizle, Hz. Ali Efendimiz’le, Fâtımatü’z-Zehra anamızla, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin Efendimiz’le, Alevîlerle, Alevîlikle ilgili konuşmalar yaptım. Burada -Avustralya’da- Milcura denilen bir yer var. Orada Ehlibeyt, Pir Sultan Abdal dernekleri varmış; onları ziyaret ettim, onların ilgilileriyle konuştum. Saatlerce konuştuk. Ziyaret ettim. Yanımda yine benim Alevî kardeşlerden ihvanım, dostlarım vardı. Onları aldım, onlarla gittik. Samimi olarak konuştuk. “Ben üniversite hocasıyım.” dedim. Konuşalım.
Birisi benim hakkımda demiş ki;
“Bu şahıs hıristiyanlara sövüyor, musevîlere sövüyor, Alevîlere sövüyor…”
Yanlış yazmış: “Sövüyor.” değil “Seviyor.” diyecekti!
“Bu şahıs hıristiyanları seviyor, musevîleri seviyor, Alevîleri seviyor da hatalarını düzeltmeye, doğru yola çekmeye çalışıyor. Onları cennete sokmaya, cehennemden korumaya çalışıyor. Hatalı bir yolda, yanlış inançta kalmasınlar diye uğraşıyor. Bilim adamı olarak gerçekleri anlatmaya çalışıyor…” demesi lazım. “Sövüyor.” değil “Seviyor.” demesi lazım.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Ne mutlu ki konuşma imkânımız, sohbet imkânımız oluyor.
Seviyorum, muhabbetim var; üç tane olsun diye ikinci hadîs-i şerîfi okuyorum. Üç tane olsun diye de birinciyi bu kadarla kesiyorum.
لا تتخذوا بيوتكم مقابر صلوا فيها فإنَّ الشيطان ليَفِرُّ من البيت يسمع فيه البقرة تقرأ فيه.
Lâ tettehizû buyûteküm mekâbire. Sallû fîhâ fe-inne’ş-şeytâne le-yefirru mine’l-beyti yesmeu bakaratü tukrau fîhi.
İmam Müslim ve İbn Hibban tarafından rivayet edilmiş. Râvisi Ebû Hüreyre radıyallahu anh. Mescidi ev edinip Peygamber Efendimiz’in peşinden ayrılmayan, hadislerini toplayan sahabî radıyallahu anh.
Kedileri çok severmiş de çok sevdiği için Ebû Hüreyre adını almış, “kedicik babası” lakabını almış. Peygamber Efendimiz onun rivayet ettiği bir sözünde, hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
“Evlerinizi kabirler haline dönüştürmeyin! Evlerinizi kabir edinmeyin!”
Bu ne demek?
Arkasındaki sözden anlaşılıyor: Kabirde insanlar ölüdür. Kabir bir mekândır; eni şu kadar, boyu bu kadar, derinliği bu kadar ama içindeki insan ne kıpırdar ne bir hareket yapar.
“Evlerinizi kabir gibi yapmayın!”
Ne olun? Peygamber Efendimiz acaba “Ne yapalım?” demek istiyor?
“İçinde namaz kılın! Kabirdeki ölü gibi olmayın. Ölü kabirde hiç bir şey yapmıyor. Siz de evde ölü gibi hiç bir şey yapmıyorsunuz. Öyle olmasın. Evinizde namaz kılın!”
Müslüman zaten beş vakit namaz kılmakla emrolunmuş; kılacak. Beş vakit namaz onu Allah ile bağlantılı tutuyor. Beş vakit namazı kılmasa insanlar dini, imanı, insafı, âhireti daha çok unutur; dünyaya dalar gider. Günde beş defa hizaya getirildiği halde gene safları bozuyorlar, hizayı bozuyorlar. Günde beş defa huzura çıktıkları halde görevlerini gene unutuyorlar. Namaz çok önemli! Namaz çok büyük bir ilaç! Namaz insanın gerçek kul olması için çok güzel bir çare.
Kılmıyorlar?!
Namaz kılınacak, bir de camide cemaatle kılınacak! Cuma günleri cuma -öğle- vakti oluyor, hep toplanıyorlar. Camiler müslümanların toplantı yeri. Camide kılarsa sevabı çok olur.
Hep camide kılarsa evinde hiç kılmazsa…
Peygamber Efendimiz onu da tavsiye etmiyor. Evinizi kabir gibi yapmayın, evinizde de bir sevap olsun, hareket olsun, bereket olsun, nur olsun. Eviniz de şenlensin, nurlansın. Çünkü bir yerde namaz kılındı mı orası bereketleniyor, şenleniyor. Evinizde de namaz kılacaksınız.
Camiye gitmek 27 kat sevap. Peygamber Efendimiz; “Evde de kılın!” diyor.
Peki şimdi ne yapalım?
Sünnetleri evde kılın, farzları camide kılın! Veyahut sünneti ile farzı ile bazı namazları camide kılın; onun dışında duhâ namazı, evvabîn namazı, teheccüd namazı gibi namazları da evde kılın!
Yani bunun çaresi var. Zaten Peygamber Efendimiz öyle yapmış.
Demek ki evimizde ibadet edeceğiz, namaz kılacağız.
Başka ne yapacağız?
Kur’an okuyacağız, ilim öğreneceğiz, öğreteceğiz. Kendimize, eşimize, çoluğumuza çocuğumuza, misafirimize… herkese.
Misafir geldiği zaman şeker ikram ediyoruz, bir ikram; sütlaç ikram ediyoruz, çay ikram ediyoruz; güzel; ikram. Bir ikram [olarak] da hadîs-i şerîf okuyalım, âyet okuyalım.
“Gelin üç hadîs-i şerîf okuyalım öyle dağılalım.” dersek ne güzel olur!
Evlerinizi kabir haline getirmeyin, kabir edinmeyin; içinde namaz kılın. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfin sonunda misal olarak bildiriyor ki;
“Çünkü şeytan içinde sûre-i Bakara’nın, Bakara sûresinin okunduğunu duyduğu evden firar edip kaçar gider. Dayanamaz, Bakara sûresi okunan yerde duramaz!”
Demek ki bir evde Kur’an okunursa, namaz kılınırsa, ilim öğrenilir-öğretilirse şeytan kaçacak. Buradan özellikle bir şeyi daha anlıyoruz, Bakara sûresi çok mühimmiş.
الم ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ
Elif lâm mîm. Zâlike’l-kitâbu lâ raybe fîh… diye başlıyor, Amene’r-resûlü ile bitiyor; 286 âyet, iki buçuk cüz. Demek ki bunun da özel bir kıymeti, değeri, önemi var. Onun için Bakara sûresini de güzelce öğrenmeli.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz birkaç tane sahabîyi bir askerî görevle bir yere gönderiyordu. Hepsini huzuruna çağırdı, sordu:
“Sen Kur’ân-ı Kerîm’den ne kadar biliyorsun, sen ne kadar biliyorsun? Anlat bakalım.”
Herkes, “Şunu biliyorum yâ Resûlullah, bunu biliyorum yâ Resûlallah…” dedi.
Nihayet bir genç geldi. O da o toplulukla beraber bu askerî sefere gidecek ve verilen vazifeyi yapacaklar. O delikanlıya dedi ki;
“Söyle bakalım, Kur’ân-ı Kerîm’den sen neler biliyorsun?”
O delikanlı dedi ki;
”Yâ Resûlullah, ben şunu biliyorum, şunu biliyorum, şunu biliyorum bir de Bakara sûresini baştan sona biliyorum.”
“Aa! Biliyor musun? Bakara sûresini baştan sona biliyor musun?”
“Biliyorum yâ Resûlullah.”
اذهب فانت اميرهم
İzheb fe-ente emîrühüm buyurdu.
“Git! Bu müfrezenin, bu askerî takımın, bu topluluğun komutanı sensin!” dedi.
Demek ki Bakara sûresini bilmek çok önemli; emîr oluyor.
Emîr olmak palavradan olmaz! Emîr olmak için insanın dini bilmesi; Kur’an’ı bilmesi, Allah’ın emrine göre hareket etmesi lazım.
“Ben cihat emîriyim.”
Nasıl cihat emîrisin? Bilmeden olur mu? Allah’ın emrini bilmezsen yanlış iş yaparsın. Doğrusunu bileceksin; bilmek bir meziyet, bildiğini uygulamak da ayrı bir meziyet ve kuvvet.
Onun için bu hadîs-i şerîften anlıyoruz ki bir de ayrıca Bakara sûresi önemli.
Kardeşlerimiz Bakara sûresinin de ne mânaya geldiğini araştırmalı, öğrenmeye gayret etmeli hatta o Peygamber Efendimiz’in komutan tayin ettiği sahabîyi düşünerek Bakara sûresini ezberlemeye çalışmalı.
Yâsîn’i ezberlediler; aferin. Tebâreke’yi ezberlediler; aferin. İzâ vakaayı; Vâkıâ sûresini ezberlediler; aferin. Bunları ezberleyen sevgili kardeşlerimize bir imkân, bir sevaplı iş daha çıkıyor; Bakara sûresini de ezberlemek.
Bizim çok sevdiğimiz bir kardeşimiz var, Kosova Sancak kökenli. Mekke-i Mükerreme’de doktora yapıyor. Üniversite “Doktoranı kabul etmemiz için, doktora imtihanlarına girebilmen, doktor olabilmen için Bakara sûresini ezberleyeceksin!” diye şart koşmuş. Çok hoşuma gitti. Biz de çocuklarımızı mümkünse hafız yetiştirelim, olmazsa sûre sûre ezberimizi arttırmaya çalışalım.
Üçüncü hadîs-i şerîf’i okuyarak sohbetimi tamamlamak istiyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
لا تتمنوا لقاء العدو وسلوا الله العافية فإنكم لا تدرون ما تبتلون منهم وإذا لقيتموهم فقولوا اللهم أنت ربنا وربهم ونواصينا ونواصيهم بيدك وإنما يقتلهم أنت ثم الزموا الأرض جلوسا فإذا غشوكم فانهضوا وكبروا.
Lâ tetemennev li-kâe’l-aduvv ve selullâhe’l-âfiyete fe-inneküm lâ tedrûne mâ tebtelûne minhüm ve izâ lakiytumûhüm fe-kûlullâhümme ente rabbunâ ve rabbuhüm ve nevâsînâ ve nevâsîhim bi-yedik ve innemâ taktulühüm ente sümme elzimü’l-ard cülûsen fe-izâ ğâşevküm fenhezû ve kebbirû.
Sadaka Resûlallah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîf Câbir radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş, Hâkim’in Müstedrek isimli kitabında. Hocamız’ın -Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddîn Efendimiz’in- kitabının da 467. sayfasının yedinci hadisi, 467/7.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, istemeyin. Kendiniz talep etmeyin!”
Çünkü müslümanlar cihadın sevabını bildiklerinden “Ya şehit olalım ya gazi olalım; o sevabı alalım…” diye silahlanıp orduya katılıyorlardı. Paralı askerlik filan değil, Allah rızası için savaşa katılıyorlardı. Demek ki “Düşmanla karşılaşsak da ne olacaksa olsa!” diye düşünüyorlardı. “Ölürsek şehit oluruz.” diye şehitliği özlüyorlardı. Herhalde; “Ah bir düşman karşımıza çıksa!.. Çıkmadı. Buralarda boşuna geziyoruz. Karşımızda düşman yok!..” diyorlardı ki Peygamber Efendimiz; “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin!” diyor.
“Allah’tan afiyeti isteyin! Harp-darp olmasın; huzursuzluk, sıkıntı, yorgunluk olmasın; yaralanma olmasın; ölüm olmasın... Afiyet, sıhhat, selamet üzere…
Hani biz bir kimseye güzel bir şeyi yediği zaman “Afiyet olsun.” diyoruz. İnsan iyi bir şey yiyince bir hoşlanıyor; “Oh, elhamdülillah!” diyor.
“Allah’tan afiyeti isteyin!” diyor.
Afiyet nedir?
Her türlü belâlardan, ağrılardan, sızılardan, musibetlerden berî olmak, uzak olmak. Sağlam, sıhhatli, neşeli, şen ve esen olmak ve sağ ve sağlim olmak demek.
Peygamber Efendimiz; “Allah’tan afiyeti isteyin!” diyor. “Düşmanla karşılaşmayı istemeyin, savaşı istemeyin! Gerekti de savaşa kalkıştınız mı düşmanla karşılaştınız mı; o zaman da ayağınız sağlam bassın! Yerinizde sabit olun, sebat gösterin!”
Gözüm bir başka hadîs-i şerîfe kaydı. Onu okuyalım.
Altıncı hadîs-i şerîfi okumaya başlamışım, o da aynı konudaymış.
Lâ tetemennev likae’-aduv ve sellulâhi afiyete.
Allah’ın Resûlü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin Allah’tan afiyeti isteyin!”
Fe-izâ lakiytumuhüm fesbutû. “Karşılaştığınız zaman da sebat gösterin, geri durmayın. Metin olun, çarpışın!”
Ve eksirû zikrullah. “Allah’ı zikretmeyi çok yapın!”
Bu rivayet Abdullah b. Amr b. el-Âs’tan.
Fe-in eclebû vesayyahu fe-aleyküm bi’s-samd. Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte “Eğer onlar şamata yaparlarsa, haykırır bağırırlarsa siz sakin sakin durun!” diyor.
Deminki yedinci hadîs-i şerîfi de okuyalım; o da aynı konuda.
Lâ tetemennev li-kâe’l-aduv. “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin!” Ve selullâhe’l-âfiyete. “Allah’tan afiyet isteyin, şenlik, esenlik olsun. Kavga dövüş olmasın.” Fe-inneküm lâ tedrûne mâ tubtilûne minhüm. “Çünkü bilmiyorsunuz ki onlarla karşılaştığınız zaman ne belâlara uğrayacaksınız, ne imtihanlar geçireceksiniz!..”
Çünkü bazen insan yaralanır, bazen mâneviyâtı bozulur, bazen -Allah saklasın- korkar, bazen başka şeyler olabilir. Savaşmak kolay bir şey değil; onun için istemeyin!
Ama bu tevazudan dolayı istemeyecek, Allah’a karşı böbürlenmek olmasın diye istemeyecek. Bakın Peygamber Efendimiz burada bir dua öğretiyor: Ama karşılaşırsanız o zaman da deyin ki;
“Yâ Rabbi! Ey Allah’ımız! Bizi de sen yarattın onları da sen yarattın. Yâ Rabbi! Sen bizim de Rabbimizsin onların da Rabbisin. Yâ Rabbi! Bizim de dizginlerimiz senin elinde onların da dizginleri senin elinde. Yâ Rabbi! Alnımızın perçemi, alınlarımızın saçları; onların saçları da bizim saçlarımız da Senin elinde!”
Bu ne demek?
Hani bilmiyorum, bazı hayvanların alnında perçemi olur, saçları uzun olur eğer yuları filan yoksa orasından tuttun mu çektin mi hayvan gelir. Kılı acır. Peşinden gelir.
“İnsanların da alın saçları Allah’ın elinde!” ne demek?
Allah nereye çekerse oraya götürür. Mukadderat onun elinde. Ne isterse onu yapar, demek.
Düşmanla karşılaştığı zaman; “Yâ Rabbi! Sen bizim de Rabbimizsin onların da Rabbisin; bizim de saçlarımız; alın saçlarımız Senin elinde onlarında saçları senin elinde; ne takdir edersen o olur nereye çekersen mecburen oraya gideriz; takdir senin. Yâ Rabbi! Bunları öldüren sensin öldürten sensin! Biz vurup öldürüyorsak bile öldüren sensin!” deyin diyor. Bu çok önemli bir nokta!
Çok kimse müslümanı tanımıyor.
Burada cami açmak için uğraşıyoruz, belediyeden müşkülat çıkıyor, komşulardan itiraz çıkıyor. Müslümanlardan korkuyorlar; bombacıdır, makineli tüfekle gelir, kiliseyi tarar filan…
Biz Osmanlı zamanında yedi asır kimi taramışız, kimi öldürmüşüz?
Hiç dokunmadık. Ne Rumlar’ın kiliselerine dokunduk, ne Ermeni kardeşlerimizin kiliselerine dokunduk! Kayseri’de, orada burada her yerde kendi ibadetlerini yaptılar. İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da yani nerede ise ibadetlerini yaptılar. Hiçbir şey yapmadık.
Ne zamana kadar dokunmadık?
Cumhuriyet Devri oluncaya, Birinci Cihan Harbi oluncaya, İstiklal Harbi oluncaya kadar dokunmadık. Ama hepsi birden üstümüze çullanınca çarpıştık. Hepsi çullandı; Yunanlı İzmir’e çıktı. Balkan Harbi olunca Balkan’daki devletler üstümüze çullandı. Rusya Kafkasya’dan Erzurum’a kadar geldi. Ermeniler onlara yardım etti… Mazlum olduk.
Mağdur biziz, mazlum biziz! Onlar da hâlâ tarihi, gerçekleri tersine döndürmeye çalışıyorlar…
Müslümanlığı iyi tanımıyorlar! Bazıları da mahsustan iyi tanıtmıyor ki insanlar müslüman olmasın.
Sırplar’ın bir yetkilisi demiş ki;
“Müslümanlar da ne biçim artıyorlar. İkna ediyorlar, bizim kardeşlerimizi de müslüman yapıyorlar!”
Müslüman olmaktan korkuyor.
Hâlbuki müslüman olmak iki cihan saadetine ermek vesilesi. Birçok kimse müslüman oldu. Osmanlı sarayında, ordusunda bir sürü Sırp vardı, bir sürü Bulgar, bir sürü Macar vardı; müslüman olmuş.
Hatta meşhur matbaacı İbrahîm-i Müteferrika Romanya’da yetişmiş bir papazdı. Hak dinin İslâm olduğunu anladığı için kendi isteğiyle geldi. Esir filan alınmadı!
Ben Onun hayatını inceledim: “Esir alındı da zorla müslüman edildi…” sözü yalan! Çünkü kendisi kitap yazıyor. Yazdığı kitapta diyor ki; “Ben üstad-ı bî-mürüvvetlerin bana yanlış şeyler öğrettiğini gördüm, doğrunun müslümanların söylediği şekilde olduğunu anladım; onun için Hıristiyanlığı bıraktım. Müslüman oldum!” diyor.
Kendisi papaz. Kolojvar şehrinden yetişmiş. Ama buraya, Osmanlı ülkesine, İstanbul’a gelmiş. İslâm’a çok güzel hizmetler etmiş.
Risâle-i İslâmiyye diye bir kitapta neden müslüman olduğunu da yazmış. Onu da ben neşrettim. Hayatını ve fikriyâtını oradan biliyorum. İslâm’ın haklı olduğunu bir papaz olarak o söylüyor.
Düşmanla karşılaştığınız zaman; “Yâ Rabbi! Sen bizim de Rabbimizsin onların da Rabbisin; bizim de alnımızın perçemi Senin elinde onların da alınlarının perçemi Senin elinde; nereye çekersen o olur! Onları ancak Sen öldürüyorsun. Biz arada kuluz, vasıtayız!” deyin diyor.
Sümme elzimü’l-ard cülûsen. “Sonra yere yapışın, yere oturun veya yatın!” diyor, Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.
Ard culusen. “Yere oturun, sakin bir şekilde oturun!”
“Size doğru gelince, üzerinize saldırınca o zaman birden kalkın ve tekbir getirin; Allahu Ekber Allahu Ekber diyerek çarpışın!” diyor.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Herhalde bu hadîs-i şerîfi dinlerken eski savaşları, orduların; iki ordunun birbirleriyle nasıl karşılaştığını filan hayalinizde canlandırdınız, göz önüne getirdiniz.
Allahu Teâlâ hazretleri hepimize sıhhat afiyet versin. Bizi zalimlerden etmesin, mazlum durumuna düşürmesin, haksızlığa mâruz bırakmasın, haktan da ayırmasın.
Şimdi Kıbrıs olayı var. Avrupa devletlerinin vaat ettiği halde vaat ettiği şeyleri vermemesi, ahdine uymaması var. Ben Bunların hepsini bir üniversite hocası olarak takip ediyorum. Dış siyaset, iç siyaset; onların zihniyetlerini biliyorum, ülkelerinde geziyorum.
Hakkı söylemek, insanı öldürse bile haktan ayrılmamak lazım.
Allahu Teâlâ hazretleri hepimizi sapasağlam, güzel ahlâklı, sevgi dolu saygı dolu, cesaret dolu müslümanlar eylesin. Hem dünyada hem âhirette aziz ve bahtiyar olun.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Allah bu dünyada da sizi mutlu yaşatsın, âhirette de cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin; cehenneme düşmekten korusun.