Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allahu Teâlâ hazretleri cümlenizi sevdiklerinizle beraber iki cihanın her türlü hayırlarına sahip ve mazhar eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bir veya iki hadîs-i şerîfini açıklamak istiyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Cerîr radıyallahu anh’ın rivayet ettiği, İbn Ebi’d-Dünyâ’nın kaydettiği bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki:
أَيُّمَا قَوْمٍ عُمِلَ فِيهِمْ بِالْمَعَاصِي هُمْ أَعَزُّ وَأَكْثَرُ لَمْ يُغَيِّرُوا إِلَّا عَمَّهُمُ اللّٰهُ بِعِقَابِهِ
Eyyümâ kavmin umile fîhim bi’l-me’âsî hüm e’azzü ve ekser lem yuğayyirû illâ ammehümüllâhu bi-ikâbihî.
Sosyal bir konuyu, cemiyetle ilgili bir meseleyi anlatan bir hadîs-i şerîf. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
“Herhangi bir kavim ki içinde kötülükler, günahlar, isyanlar icra olunuyor da onlar daha çok olduğu halde, izzetli, kuvvetli oldukları halde, o isyanları durdurmuyorlar, o kötülükleri, günahları engellemiyorlarsa; muhakkak Allahu Teâlâ hazretleri azabını hepsine birden şamil eder.”
Sadece isyanı yapan, günahı işleyenleri değil, isyana sessiz kalanları, aldırmayanları da ikâbına mâruz bırakır. Cezasını onlara da şamil kılar, hepsini birden cezalandırır, demek.
İslâm ferdin kendi hayatına önem verdiği kadar, topluluk hayatına da çok büyük önem, değer veriyor ve o konuda da nizam, ölçü, kaide getiriyor, esasları ve usulleri koyuyor.
İnsanlar şahsen günah işlemeyecekler. Allahu Teâlâ hazretlerinin “yapma” dediği, yasak ettiği kötülükleri yapmayacaklar. İslâm’ın emirleri, ana ölçü olarak beş esası ihtiva ediyor, beş ana hedefe yönelmiş bulunuyor. Bu ana hedeflerden birisi de toplumun ıslahıdır.
İslâm dini, acaba sadece ferdin dini midir? Sadece fertle mi ilgilidir?
Hani;
Din bir duygu, ona kimse ilişmez.
Din ferdî bir duygu mudur? Sadece fertle, ferdin rûhî hayatıyla mı ilgileniyor?
Hayır! Bizim dinimiz öyle değil. Bizim dinimiz fertle de ilgileniyor, onun ruhuyla da, kalbiyle de, imanıyla da, hareketleriyle de, toplumla da ilgileniyor. Hatta toplumun devamı için nesille, insanların malları ve mülkleriyle ilgileniyor. Malın mülkün telef edilmemesini, zarara uğratılmamasını da esaslar koyarak gösteriyor.
İslâm’ın ana hedeflerinden birisi toplumdur. Emirlerindeki ve yasaklarındaki amaçlardan bir tanesi toplumun menfaatlerini gözetmek, korumak ve kollamaktır. O halde İslâm aynı zamanda sosyal yönü çok çok kuvvetli bir din olarak karşımızdadır.
Bugünkü toplumlarda, hatta sosyal toplum denilen, Batılılar’ın kendi kendilerine “Biz halkı, toplumu düşünüyoruz, toplumun menfaatlerine önem veriyoruz.” diye koydukları usullerle yönetilen toplumlar veya ferdî ve hürriyetleri toplum için feda etmiş olan komünist toplumlarda bile nihayet insanların şahsî durumlarıyla ilgilenilmez, onların işledikleri kusurlar ve günahlarla ilgili bir şey söylenmez.
“Evinde insan ne yaparsa yapar. İsterse herkes için hoş olmayan bir şeyi de yapsa, kimse karışamaz. Çünkü kendisinin evidir.” denilir.
İslâm öyle değil. İslâm insanın kendisiyle, toplumuyla, eviyle, rûhî hayatıyla, aklıyla, kalbiyle, her şeyiyle uğraşıyor. İslâm’da bir insan, “Bu benim malımdır. İstediğim gibi kırarım, dökerim, yakarım, yıkarım!” da diyemez. Kendi malı olduğu halde, kendi malına telef hakkı yoktur. Verdiği takdirde, kadı onu da cezalandırabilir.
İslâm’ın bu ana yapısı çok güzel, çok muhteşem bir yapı. Bütün beşerî nizamlarla mukayese edilemeyecek kadar onlardan üstün olan bir karakteri bu dinimizin. Elhamdülillah ki Allah bizi müslüman yaratmış.
İnsan şahsen günah işlemeyecek, günahlardan, haramlardan sakınacak. Ferdî olarak, öz hayatında, hiç kimsenin olmadığı bir yerde, dağın başında, bir odanın içinde veya karanlık bir gecede, kimsenin görmesi ve ilgilenmesi mümkün olmayan bir yerde bile Allah’a karşı, Allah’ın kendisini gördüğünü bilerek hareket edecek.
Allah’ın kendisini gördüğünü bilmesi, o edebe riayet etmesi İslâm’da çok yüksek bir makamdır. Buna makâm-ı ihsân diyoruz, ibadeti en güzel derecede yapmak makamıdır. Çok güzel.
İnsan ferden, yalnız başına, en karanlık, en tenha yerde bile olsa, günah işlemeyecek. Şahsen Allah’ın emirlerini tutacak, sevaplı işleri yapmaya, Allah’ın emrine uymaya çalışacak. Ama bu yetmiyor. Toplulukta başkalarının günah işlemesi karşısında da müslümanın bir tavrının olması lazım. Başkalarının Allah’ın rızasına uygun olmayan işler yapması hâlinde de onlara karşı bir sorumluluğu var. Bu çok yüksek bir sorumluluktur, çok yüksek bir fazilettir.
Ne yapması lazım?
O kötülüğü yaptırmamaya çalışması lazım.
Bugün modern ülkelerde, vatandaşlık şuuru deniliyor. Nizamları korumak için onların bazı şeyleri akledip yapmaları gerektiği, vatandaşlığının gereği olan birtakım müdahaleleri polis olmadan yapmasını; polis gibi, bir suç işleyen, kötü bir şey yapan kimseye müdahale etmesini söylüyorlar. Ama İslâm bu konuda çok daha ileri. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
“Bir kavim, topluluk, toplum, insan grubu, belde, kasaba, şehir, köy veya bir grup insan… Bunların içinde bazıları günah işliyor. -Sen işlemiyorsun, ama sen de o gruptasın.- Bazıları günah işliyor. Günah işleyenler eğer azınlıktaysa, günah işlemeyenler daha aziz, miktar bakımından fazla ise, daha çoksa ve güç yetirebilecek durumdaysa günah işleyenleri engelleyecek. O yapılmaması gereken şeyi yaptırmayacak güçteyse; lem yuğayyirû o kötülüğü engellemiyorlarsa.”
Demek ki ne yapacaklar?
Elleriyle fiilen müdahale edecekler, derhal tavır alacaklar ve yaptırmamak için fiilî tedbirler nelerse onları yapacaklar. Çünkü kötülüktür, zarardır, yanlıştır, doğru değildir. Onu yaptırmamak için elinden geleni yapması, bütün gayretini göstermesi gerekiyor.
Onu yapmadılar, o isyan pozisyonunu, o şartları değiştirmediler. Yapılan işe müdahale etmediler.
“Yapsın, bana ne, ben yapmıyorum ki. Allah ona cezasını verir. İşte ben namaza gidiyorum, camiye gidiyorum.” diyemez.
Böyle derse ne olur?
İllâ ammehümüllâhu bi-ikâbihî. “Allah o zalimlere, o günahkârlara vereceği cezayı, sadece günahkârda bırakmaz; bütün o topluma, o duygusuz, o kötülüğü engellemeye çalışmayan, o günahkârı günahından vazgeçirmeye fiilen müdahale etmeyen, sözle nasihat etmeyen, engellemeye çalışmayan, tavır koymayan topluma ikâbını, cezasını, azabını umûmî olarak indirir. Hepsini cezalandırır.”
O halde burada İslâm’ın, başka bütün toplumlardan çok daha farklı bir yönünü görmüş oluyoruz. Bütün modern hukuk sistemlerinden daha üstün bir tarafını görüyoruz. Hiçbir sistemde olmayan bir güzel tarafını görüyoruz: Kendisi günah işlemeyecek, faziletli insan olacak. -Şimdikilerin hoşuna gidecek sözle söyleyelim:- İyi bir vatandaş olacak, ama yeterli değil.
Ne yapacak?
İyi olmayan insanları, günah işleyen insanları, kötü vatandaşları da o kötülükleri yapmalarını engelleyecek şekilde faaliyette bulunacak ve çalışmalar yapacak. Bütün gayretini gösterecek. Bu gayretini göstermediği zaman ceza kendisine de gelecek. İslâm’da sadece bir suçu işlemekten dolayı ceza gelmiyor, suçu işlemediği halde suça müsamaha etmekten de ceza geliyor. Göz yummaktan, aldırmamaktan, vurdumduymazlıktan da ceza geliyor. Vazifeyi yapmamaktan dolayı da ceza geliyor. Bu çok yüksek bir vasıftır. Dinimizin bizlere yüklediği ödev, son derece modern, modernlerin moderni, ilerilerin ilerisi, çağlar üstü güzel bir sistemdir.
O halde nasıl yaşayacağız?
Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini öğreneceğiz.
Allahu Teâlâ hazretlerinin emirlerini nereden biliyoruz?
Peygamber Efendimiz’e indirmiş olduğu vahiylerin toplamı, mesajların toplandığı yer olan Kur’ân-ı Kerîm… Onu öğreneceğiz.
Allahu Teâlâ hazretleri melek vasıtasıyla ve başka usullerle, şekillerle Peygamber Efendimiz’e kendi mesajını vahyetmiştir, ulaştırmıştır, bildirmiştir. Peygamber Efendimiz de “Allah bana bu mesajı gönderdi, şu vahiy geldi, Kur’an nazil oldu.” diyerek etrafındakilere bunu açıklamıştır. Etrafındakiler de -vahiy kâtipleri diyoruz- Peygamber Efendimiz’e gelen vahiyleri kaydetmişlerdir.
Vahiy kâtipleri arasında kimler var mesela?
Ebû Eyyûb el-Ensârî Efendimiz de vahiy kâtiplerinden birisiymiş. İstanbul’un medâr-ı iftihârı, büyüğümüz. Haliç’te camisi olan, Eyyüb Sultan semtine ismini vermiş olan sahabi. İşte böyle vahiy kâtipleri Allah’ın emirlerini yazmışlar.
Allah’ın emirlerini almış olan Peygamber Efendimiz’in davranışı nedir?
En güzel şekilde Allah’ın emirlerini uygulamak.
Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayan kimdir?
Peygamber Efendimiz.
Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlatan kimdir?
Peygamber Efendimiz.
Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi yaşayan kimdir?
Yine Peygamber Efendimiz.
Allahu Teâlâ hazretleri hangi emri indirmişse, ilk uygulayan ve en mükemmel tarzda, en güzel, tam şekilde uygulayan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’dir. O halde onun hayatı, davranışları, sözleri, yatışı, kalkışı, harekâtı, sekenâtı hepsi aslında Kur’an-ı Kerîm’in bir çeşit açıklamasıdır; çünkü Allah’ın vahyi ona geliyor, o da Allah’ın vahyine göre hayatını düzenliyor.
Onun hayatı Kur’ân-ı Kerîm’in uygulanışının modeli, tablosu, manzarası olarak karşımızda bulunuyor. Binâenaleyh Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri de Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel açıklaması durumundadır. O halde Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamber Efendimiz’in iyi anlaşılması, Allah’ın mesajının tam anlaşılması, Allah’a en güzel kulluk edilebilmesi için bizim Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini bilmemiz gerekiyor. Biz 1400 küsur yıl sonra dünyaya gelmişiz. Bizim gibi ne kadar insan var… Aynı durumda bizden ne kadar ihlâslı, bizden ne kadar Arapça’yı daha iyi bilen, takvâsı ileri, güzel ahlâklı, alim, fâzıl, kâmil insanlar gelmiş geçmiş. Onlar da bu emirlerin karşısında sorumluluk duygusuyla iyi müslüman olayım diye çalışmışlar. Ömürlerini geçirmişler. Bir kısmı eserler yazmışlar, çok güzel eserler…
Misal: İmâm-ı Gazzâli hazretlerinin İhyâu ulûm’u. Muhteşem bir eser. Bunun gibi çeşitli eserler yazılmış. Büyük tecrübeler geçirilmiş. Birçok dînî meseleler detaylı bir şekilde münakaşa, müzakere edilmiş. Herkes o konudaki fikrini söylemiş. İslâmî ilimler gelişmiş. İncelikler çok güzel öğrenilmiş ve açıklanmış.
Bunları şu bakımdan söylüyorum: O büyüklerimizin, alimlerimizin, müçtehitlerimizin, o kâmil, evliyâ, salih insanların da tecrübeleri bizim dini daha iyi anlamamız, kafamıza takılan problemlerin cevabını daha iyi bulmamız için mutlaka gerekli.
O halde alim ve fâzıl selef-i sâlihînimizi de öğreneceğiz. Takip edeceğiz. Onlar bizim dînî kültürümüzdür. Oradan da İslâm’ın neresinin daha mühim olduğunu, hayata nasıl tatbik edileceğini bileceğiz. Tamam, bunları bildik; Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîf, icmâ-ı ümmet, kıyâs-ı fukahâ, salihlerin yaşayışı… Tamam, İslâm belli.
İslâm meçhul değildir. İslâm bellidir, âşikârdır, pırıl pırıldır. Hedefi gün gibi göstermiştir. Hiç tereddüt yoktur. Ulemânın arasındaki ihtilaflar detaydadır. Hiçbir kimse kalkıp da içki helâldir dememiştir. Aklı korumayı hedef alıyor çünkü dinimiz. Hiçbir kimse kalkıp da haksız kazancı savunmamıştır, çünkü alın terini ve hakkaniyeti esas alıyor dinimiz. Onun için bunlara bakarak İslâm’ı yaşamaya çalışacağız.
Kâfi mi?
Değil. İslâm’ı yaşatmaya da çalışacağız. Bu yaşatmak iki şekilde oluyor:
Bir, İslâm’ı çoluk çocuğumuza öğretmek şeklinde oluyor. Hanımımıza, beyimize, çevremize öğretmek şeklinde oluyor.
Ben şu anda seyahat hâlindeyim. Muhtelif kimselerle de görüşüyorum. Doğu’da görev yapmış bir arkadaşım dün anlattı:
“Hocam” diyor. “Biz Doğu’yu dînî bakımdan çok kuvvetli biliriz…”
Doğrudur, hakikaten çok büyük alimler yetişiyor. Onlar da hoca oluyorlar, müftü oluyorlar…
“Ama halk öyle değil,” diyor. “Halka, aşağıya indiğiniz zaman çok cahil oldukları görünüyor, onların eğitilmesi, öğretilmesi çok önemli.”
Kendi hizmet gördüğü bir mahrumiyet bölgesinden böyle bilgiler verdi. Doğu da öyle, Batı da öyle… İstanbul’da da öyle. Birçok kimse İslâm’ı seviyor. “Ben müslümanım.” diyor. Hakikaten bildiği kadarıyla da uygulamaya çalışıyor. Ramazan’da orucunu tutuyor. Kadir gecesini bildiği için kandil simitlerinden, minarelerdeki ışıklardan kadir gecesini ihyâ etmeye çalışıyor. İyi niyeti var ama bilgisi ve hayatında uygulaması yok. Bunu öğretmemiz lazım. Halka da öğretmemiz lazım. Önce kendi yakınlarımızdan başlayarak herkese öğretmemiz, tebliğ etmemiz lazım.
Hatta İslâm’a karşı olan insanlar var. “Ben ateistim, Allah’ı da tanımıyorum.” diyor. Ona da bunun haksızlığını, yanlışlığını, mantıksızlığını güzelce anlatmamız lazım. Bilmeyene de öğretmemiz lazım. Hiç kimse bu dairenin dışında mahrum kalmasın. Herkes İslâm’ı öğrenecek. Ayrıca İslâm’ı öğretme çalışması, bu da bir teorik çalışma. İslâm’ı öğrenmemiz de teorik, öğretmemiz de teorik. Öğrenmek ve öğretmek…
Ne yapacağız?
Kendimiz de yaşayacağız, öğrettiklerimiz de yaşayacak. Bu da işin uygulama kısmı. Bir de İslâm’ı yaşamayanların topluma zarar vermesini engellememiz lazım. Biz buna nehy-i münker farzı diyoruz. Emr-i ma’rûf, nehy-i münker. Şu güzel şeyi yap. Yapılması için de destek vermek, hatta icabında zorlamak:
“Kalk bakalım oğlum! Bu vakitte uyunmaz. Abdestini al bakalım. Sabah namazını kıl.”
Bu bir emr-i mârûftur. Çocuk kendi hâline kalsa veya hanımı ya da bir başkası namazı kılmayacak. Onun için onu bir zorlama yapıyoruz. Hatta biraz;
“İstemiyorum ya sonra kılarım.” Dese;
“Hayır, olmaz! Sabah namazının vakti budur, kılacaksın.” diyoruz. Emr-i mârûf…
Bir de nehy-i münker var:
“Onu öyle yapma bakalım. Çekil oradan, ayıptır!” demek gerekiyor.
Mesela komşunun camını kırmaya kalkıyor. Komşunun duvarına tırmanmış. Sen de camiye gidiyorsun. Çocuk senin gözüne bakıyor.
“İn bakalım oradan! Başkasının meyvesi alınır mı? Ayıp değil mi? Hadi bakalım. Babana söylerim sonra…”
Bu nedir?
Bu da bir nehy-i münkerdir. Çocuk yoksa oradan elma, erik çalacak. Küçük bir şey ama alışması doğru değil. Yaptığı iş prensip itibariyle doğru değil. Engellememiz lazım. Onun için bizim eski toplumumuzda, mahallelerinde herhangi bir kötülüğü yaptırmazmış mahalleli. Hatta delikanlılar âdetâ sokaklarında nöbet tutarmış ki herhangi bir gayrımeşru iş olmasın, kötü insan oralara gelmesin diye gayret ederlermiş. İşte başkalarına kötülüğü yaptırmamak, iyiliği yaptırmak hususunda da bir fonksiyon icra etmek, bir gayret göstermek… Bu da İslâm’ın çok çok önemli bir emridir. İnsan bunu yapacak sevap kazanacak.
Nasıl sevap kazanacak?
Bir insan bir kimsenin iyi bir şeyi yapmasına sebep olursa onun kazandığı sevabın bir misli ondan hiç eksiltilmeden kendisinin defterine yazılacak. O halde biz iyiliklerin yaptırımında çok kâr ediyoruz. Kendi amellerimiz var. Âmâl-i sâlihamız, hayrât ü hasenâtımız var. Defterimize iyiliklerimiz yazılıyor. Bir de başkalarını iyiliğe çekmişsek, onların yapmış olduğu iyiliklerin de sevaplarının kopyaları bizim hesabımıza geçiyor. Onun da yaptığı kadar, kazandığı sevap kadar sevap bizim defterimize yazılıyor.
Ne oluyor?
Biz sanki bir insanın sevabı kadar sevap kazanmıyoruz, ne kadar insanı etkilemişsek onlar kadar -bin, on bin, yüz bin insan kadar- sevap kazanıyoruz. Muhteşem bir şey!
Bu kadar büyük sevaplar kazananlar var mı?
Var!
Mesela İmâm-ı Gazzâlî’nin ben hayranıyım şahsen. İmâm-ı Gazzâli’nin kitapları herkesin kütüphanesinde vardır. Düşünün sizin kütüphanenizde de mutlaka üç beş tane İmâm-ı Gazzâli’nin kitabı vardır. Okumuşsunuzdur, sevmişsinizdir. Eyyühe’l veled’i vardır. İhyâu ulûm’u vardır. Kimyâ-yı Saâdet’i vardır ve diğer eserleri vardır. Okumuşsunuzdur. Onları okuyunca siz, “şunu da yapayım, bunu da yapayım” diyorsunuz. İlminiz artıyor. Güzel birtakım şeyleri yapmaya karar veriyorsunuz. Kötü şeyleri yapmaktan vazgeçiyorsunuz. Bir sevap kazanıyorsunuz ilminizi uygulamaktan. İmâm-ı Gazzâli de 1111 yılında vefat etmiş. Bundan ne kadar asır önce… Ama o da siz o iyiliği yapınca sevabı hemen alıyor. Türkiye, Pakistan, Arabistan, Afrika, Avrupa, Amerika var… Dünyanın her yerinde onu okuyan insanlar var. O halde düşünün ne kadar muazzam sevaplar geliyor. Buradan da anlıyoruz ki bir alim, mürşit, insanları doğru yola çeken, insanlara iyiliği öğreten bir insan çok muazzam sevaplar kazanıyor. Hakikaten de “İlmin rütbesi İslâm’da en yüksek rütbedir.” denilmiş o bakımdan.
Biz ne yapacağız?
İslâm’ı yaşayacağız, öğreteceğiz, uygulayacağız, uygulattıracağız. Günahı da yaptırmamak için aktif olacağız. İşte en ileri vatandaş çehresi… Hani modern ülkelerde iyi vatandaş, iyi insan… Böyle yazılmış kitaplar falan da hatırlıyorum.
Bilmiyorum onların içinde, yazılanların içinde bu kadar güzel, aktif prensip var mı? Bu kadar insana sorumluluk yükleyen bir anlayış var mı?
Bizim dinimiz böyle. Biz başkasının yaptığı günahtan dahi elem duyuyoruz. Onun yapılmaması için elimizden gelen tedbiri almakla vazifeli olduğumuzu hissediyoruz ve o hususta gayret gösteriyoruz, göstereceğiz. Göstermemiz lazım. Birinci hadîs-i şerîf bu.
İkinci hadîs-i şerîfe gelelim. Bu da içtimaî, sosyal önemi olan bir konuyu bize hatırlatıyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;
أَيُّمَا دَاعٍ دَعَا إِلَى ضَلَالَةٍ فَاتُّبِعَ فَإِنَّ عَلَيْهِ مِثْلَ أَوْزَارِ مَنْ اتَّبَعَهُ وَلَا يَنْقُصُ مِنْ أَوْزَارِهِمْ شَيْئًا وَأَيُّمَا دَاعٍ دَعَا إِلَى هُدًى فَاتُّبِعَ فَإِنَّ لَهُ مِثْلَ أُجُورِ مَنْ اتَّبَعَهُ وَلَا يَنْقُصُ مِنْ أُجُورِهِمْ شَيْئًا
Eyyümâ dâ’in de’â ilâ dalâletin fe’t-tübi’a fe inne ‘aleyhi misle evzâri meni’t-tebe’ahû ve lâ yunkasu min evzârihim şey’en ve eyyümâ dâ’in de’â ilâ hüden fe’t-tübi’a fe inne lehû mislü ücûri men’ittebe’ahû ve lâ yunkasu min ücûrihim şey’en.
Enes radıyallahu anh’ten. Büyük hadis alimi İbn Mâce bu hadîs-i şerîfi rivayet eylemiş.
Mânası nasıl?
Eyyümâ dâ’in. “Herhangi bir davetçi, çağırıcı, kılavuz, önder ki” De’â ilâ dalâletin. “Bir dalalete, sapıklığa çağırmış.”
Ortaya çıkmış, çığırtkanlık, davetçilik yapıyor. Sevk etmeye çalışıyor kendisini dinleyenleri.
Nereye ama?
Dalalete, sapıklığa, şaşkın bir işe, günah olan bir şeye…
Fe’t-tübi’a. Bazıları da onu duyuyorlar; “A! tamam, güzel, ben de geleyim, ben de yapayım,” diye ona tâbi oluyorlar, davetine icabet ediyorlar. Günahı işlemeye yöneliyorlar. O davet etti, ötekiler de yöneliyor.
Fe inne aleyhi misle evzâri meni’t-tebe’ahû. “İşte o davet eden kimseye, kendisine tâbi olanların işlediği günahların veballeri, günahları kadar günah da yüklenir.”
Davet ettiği için…
Ve lâ yunkasu min evzârihim şey’en. “Ama o günahı işleyenlerin de günahlarında bir azalma olmadan, eksiltme olmadan -oradan alınarak değil-, o günahı işleyene o günahlar, cezalar defterine yazılıyor.”
Mahvolacak. Cezasını çekecek. Perişan olacak. Ama davet eden kimseye, o çığırtkan, yola durup da insanları o yanlış yola çağıran kimse, o da aynı miktarda günahı yüklenecek ve defterine o günahlar yazılacak. Bu çağırmasaydı, öyle bir şeyin çığırtkanlığını yapmasaydı…
Aksi de var.
Eyyümâ dâ’in de’â ilâ hüden. “Herhangi bir çağırıcı ki hidayete davet ediyor.”
Allah’ın sevdiği güzel bir yola, sevaplı, hidayet damgası taşıyan bir işe…
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ
İhdine’s-sırâta’l-müstakîm. diyoruz ya. “Bizi doğru yola hidayet eyle, sevk eyle” diye.
Böyle doğru yol üzerinde yapılan güzel bir fiil, bir hareket, herhangi bir işlem, eylem, tavır… Güzel bir şeye çağırdı, davet etti.
Fe’t-tübi’a. Ona da bazı insanlar: “Evet, ne kadar güzel şeye davet etti bizi. Tamam, biz de böyle yapalım.” dediler. “Tâbi oldular.” Fe inne lehû misle ücûri meni’t-tebe’ahû. “İşte kendisinin sözünü dinleyip o güzel işi yapmaya kalkışan insanların sevaplarının misli aynen buna da verilir.” Ve lâ yunkasu min ücûrihim şey’en. “O sevaplı işleri işleyenlerin sevaplarından hiçbir şey eksilmeden, onlar o sevapları alırlar, onların aldığı o sevaplar kadar o çağıran insana da sevap verilir.”
Misallendirelim: Bir adam diyor ki;
“Gelin bu akşam lise günlerini anmak için bir âlem, bir toplantı yapalım, eğlenelim.”
Hani yiyelim, içelim, kâm alalım dünyadan tarzında çağırıyor. Onlar da -dinleyenler de;-
“Tamam, okulda beraberdik, şimdi iş adamı olduk; ama işte bilmem, okulumuzun kutlama günü gidelim şuraya…”
Gidiyorlar, hepsi birden bir şeyler içiyorlar. Günahlar işliyorlar. Tamam, işte o ilk çağıran adam, telefonu açıp da ötekisini çağıran adam da aynı günahları, bir miktar da çağırdığı kimselerin günahları kadar da ayrıca kendi günahının üstüne alır.
Diyelim ki bir vâiz, bir hocaefendi çıkıyor kürsüye diyor ki;
“Bakın sabah namazından sonra camide oturmayı Peygamber Efendimiz severdi. İşrak vaktine kadar Kur’an okuyarak, zikrederek vakit geçirirdi. Böyle vakit geçirenin sevabı çoktur. O gün bir hac ve umre yapmış kadar sevap alır. Rızkı bol olur. Ölürse imanla göçer. Şöyle olur, böyle olur…”
Ballandırıyor, anlatıyor. Dinleyen şahıs da diyor ki;
“Ben de yarın sabah namazından sonra oturayım. Camide böyle yapayım, bu sevapları alayım. Bir hac ve umre sevabı az değil.”
Tamam! Ertesi gün kalkıyor ve camide öyle sabah namazını kıldıktan sonra oturuyor rahat bir şekilde. Kur’ân-ı Kerîm’ini okuyor, Yâsîn’ini okuyor, dualarını ediyor. Tesbihlerini çekiyor. Sonra güneşin doğmasından işte şu kadar yarım saat falan vakit geçtikten sonra kalkıyor, işrak namazını kılıyor. Kalkıyor gidiyor…
Bu kimse ne yaptı?
Bir hac ve umre sevabı aldı. Rızkı bol oldu. İşte birtakım büyük mükâfatlara nâil oldu. Büyük sevaplar kazandı. Bu sevapları alacak, onun defterine yazılacak ama o hocaefendi ona söylemişti ya vaazda, kürsüden hatırlatmıştı. Bu, ondan öğrenmişti… O hocaefendinin defterine de melekler bunun kazandığı sevap kadar sevapları yazarlar.
Niçin?
O anlattı, bu dinledi. Onun anlattığını uyguladığı için.
İşte İslâm’ın toplumsal diyelim yeni kelimelerle, içtimâî yönü bu, iyi bir şeye çağırdığınız zaman, çağırdığınız kimselerin işledikleri iyiliklerin sevabının bir mislini siz alacaksınız. Kötü bir yere çağırdığınız zaman işlenen günahların vebalinin bir misli de sizin omzunuza… Çünkü onları siz o işe çağırdınız, sizin omzunuza yüklenecek.
O halde ne yapacağız?
Hiç kimseyi hiçbir kötü yola çağırmayacağız. Herkesi iyi yola çağırmaya gayret edeceğiz.
Bu iki hadîs-i şerîften karşımıza beliren tablo nedir?
Toplu yaşamda, topluluk hayatında, içtimâî hayatımızda nasıl davranmamız gerekiyor?
Kendimiz iyi insan olacağız. Başka insanları iyi işe çağıracağız, kötü işe çağırmayacağız. Kendimiz âmâl-i sâliha işleyeceğiz. Başkalarının da iyi işler işlemesi için aktif propaganda, reklam, tanıtma, öğretme işleri yapacağız. Bunun aksine kötü şeylerin yapılmamasına da gayret göstereceğiz. Kötülükleri yapmak isteyen: Benim hürriyetim var istediğimi yaparım sana ne, karışma bana falan diyorlar bazıları öyle değil.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım,
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
dediği gibi Mehmed Âkif rahmetlinin… Allah kabrini nur doldursun. Cümle geçmişlerimize rahmet eylesin. Onun dediği gibi biz sorumluluk duygusu taşıyoruz. Biraz sıkıntı çeksek de birtakım zararlar, sıkıntılar, üzüntüler, başı ağrıtacak, gönlü kıracak birtakım olaylarla karşı karşıya gelme durumu olsa bile biz böyle davranacağız.
Düşünün böyle insanlardan müteşekkil bir toplumu… Diyorlar ki Kızılcahamam’a gelirken Azaphane deresi… Diyorum ki; bir kere o Azaphane değil, Âzep deresi. Âzep de azap demek değil. Âzep bekar demek.
Âzep deresi ne demek?
Bekarların deresi. Birçok yerde bekar deresi vardır.
Bu ne demek?
Eski devirde şehrin, beldenin içinde kimse günah işleyemiyormuş.
Neden?
Aklı başında, âyetleri, hadisleri bilen ciddi müslüman, mütedeyyin, salih, âbid, zâhid insanlar yaptırmıyorlar. Şehrin, beldenin, köyün içinde bir günahı göz göre göre işlettirmiyorlar.
Ne yapıyor o zaman bekarlar?
Gidiyorlar sazını, çalgısını alıyor derenin içinde dımbırdatıyor veya saklı saklı, gizli gizli -Allah saklasın, Allah böyle durumlara düşürmesin- içkisini alıyor, derenin kenarında içiyor. Ya da bir kadın götürüyor, oynatıyor falan…
Nerede yapıyor?
Bekarların eğlendiği Bekar deresi… Kaçak yer. Gizli günahların işlendiği yer.
Fırsat bulsa ötekiler ona da müdahale ederler ama beldeden oraya gelinceye kadar onların nöbetçileri vardır, kaçarlar. Yaptırmazlar ama işte toplumda o zaman iyilik oluyor, kötülük yapılmıyor. Çok gizli yollarla, çok saklı şekillerle birileri yapıyorsa Allah onun cezasını verecek ama hiç olmazsa toplumdan sorumlu olan insanlar, yöneticiler günaha girmiyor, bir de o günahları gören insanlar müdahale ettikleri için kimse de kalkıp herkesin gözü önünde böyle bir şey yapamıyor. Takibata uğruyor, protestoya uğruyor, yapamıyor. O zaman toplum iyi bir toplum oluyor. İyilikler yapılıyor. İleri gidiyor. Günahlar olmuyor. Haramlar işlenmiyor. Haksızlıklar yapılmıyor. Zulümler olmuyor. İslâm toplumları, tarih boyunca İslâm’ın hâkim olduğu zamanlarda işte böyle mutlu yaşamışlardır. Pırıl pırıl, tertemiz yaşamışlardır.
Kendimiz müslüman olduğumuz için kendimizi reklam etmemiz gibi düşünülebilir. Öyle diyebilirler bazı insanlar ama bizim dışımızda olup müslüman olmayıp bizim ülkemize misafir olarak gelmiş insanların hatıraları var. Yazıları var.
Mesela, Baron de Büsbek diye bir Hollandalı, Belçikalı seyyah gelmiş Kanûnî devrinde. Kanûnî devrini anlatıyor. İstanbul’un manzarasını, halkın hâlini, ahlâkını, alışverişi, vesâireyi kitabında, hatıralarında anlatıyor. Müslümanların çok dürüst olduğunu, temiz olduğunu, sözlerine sadık olduğunu, güvenilir olduğunu söylüyor ve diyor ki:
“Eğer siz Osmanlı ülkesine ziyarete giderseniz, bir müslümana misafir olabilirsiniz; çünkü yatakları, yorganları temizdir, yemekleri, evi temizdir. Sakın benim dindaşımdır diye bir gayrimüslime inmeyin.” diye ikaz ediyor.
“Sonra, bir müslüman size “şunu şöyle yapacağım” diye söz vermişse, “tamam” demişse, sözü sözdür. Yazılı bir senet olmasa bile dediğini yapar, çünkü sözlerine sadıktır onlar.” diyor. “Ama bir gayrimüslimle anlaşma da yapsan, yine seni aldatır, hile yapar, ona itimat edilmez!” diye söylüyor.
Bu neyi gösteriyor?
Düşmanın, yabancı bir insanın, ülkemize gelmiş bir misafirin sözleri bunlar; bizden olan bir kimsenin sözü değil. Osmanlı toplumunun, İslâm’dan mutlu olduğunu, halkın tertemiz olduğunu ve İslâm’dan mahrum olan kesimlerin de o seviyeye çıkamadığını gösteriyor.
“Toplum ileridir.”
Hayır, toplum ileri değil! Toplumun içinde İslâmî hayatı benimsemiş mü’minler ileri; İslâmî hayattan mahrum kalmış olanlar o ahlâka sahip değil!
O zaman nereden kaynaklanıyor fazilet?
İslâm’ın kendisinden, Müslümanlık’tan kaynaklanıyor. Bu çok önemli… Seyyahların hatıraları bu bakımdan bizim için güzel birer misal oluyor.
Temenni ederiz ki İslâm’ı ailemizde yaşayalım. Kendi nefsimizde, içimizde, ruhumuzda yaşayalım. Mahallemizde, köyümüzde, kasabamızda yaşayalım. Her şey Allah’ın rızasına uygun olsun. Allah’ın rızasına uygun olmayan şeyleri de temizlemek için elbirliğiyle bir çalışma yapalım.
Hani çevre temizliği diyoruz, Çevre Bakanlığı kurduk; bir de böyle ahlâkın temizlenmesi meselesi var. Ahlâkî çevrenin de güzelleşmesi, temizlenmesi, günahlardan arınması meselesi var.
Biz her yönden çevreciyiz. Çevre-Kültür derneklerimizi kuran arkadaşlarımızdan Allah razı olsun. Biz çevreyi ağaçlandırmak, çevreyi temizlemek, çevreyi güzelleştirmek istiyoruz. Tarihî, sosyal çevreyi güzelleştirmek istiyoruz. Toplumda yetişen bir insanın, sıhhatli bir ruhla yetişmesini sağlayacak tedbirleri almak istiyoruz. Mânevî çevreyi temizlemek istiyoruz, günahlardan. İnsanların çevresini temizleyip günahların hiç böyle göz önünde başkalarına örnek olacak, şaşırtacak bir şekilde misal olarak görünmesini dahi arzu etmiyoruz.
Allahu Teâlâ hazretleri İslâm’ın güzelliklerini anlayıp onu şahsî hayatımızda, aile, toplum hayatımızda, her yönde, her yerde güzelce uygulamayı nasip etsin.
Böylece ne olacak?
Dünya saadeti olacak.
Sonra ne olacak?
Âhirette de Allah’ın emirlerini tuttuğumuz için âhiret saadeti olacak. Sonsuz, ebedî, çok güzel nimetlere gark olmuş durumda bir cennet hayatı; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayaline sığmayan güzelliklere, nimetlere müslümanlar sahip olacak.
Allahu Teâlâ hazretleri iki cihanda cümlenizi bu saadetlere nâil eylesin, bahtiyar eylesin.