es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berakatüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun. Allahu Teâlâ hazretleri sizi dünyada ve âhirette aziz ve bahtiyar eylesin. Gönüllerinizin muradlarını; isteklerinizi, taleplerinizi, hacetlerinizi ihsan eylesin, reva eylesin, bahşeylesin. Sizi sevdiklerinizle; çoluk çocuğunuzla, yakınlarınızla, arkadaşlarınızla beraber iki cihanın hayırlarına erdirip sevindirsin.
Bugün beş tane hadîs-i şerîf okuyacağım.
Birincisi pek çok kaynaklarda; Ahmed b. Hanbel, Müslim, Neseî, İbn Mâce ve diğer kaynaklarda bulunan bir hadîs-i şerîf. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
من اقتطع حق امرء مسلم بيمينه فقد أوجب الله له النار و حرم عليه الجنة فقال رجل : يا رسول الله و إن كان شيئا يسيرا فقال : و إن كان قضيبا من أراك.
Men iktetaa hakkan bi-imrai müslimin bi-yemînihî. Fe-kad evceballahu lehü’n-nâra ve harrame aleyhi’l-cennete. Fe-kâle racülün: Yâ Resûlallah ve in kâne şey’en yesîran. Kâle: Ve in kâne kadîben min erâk.
Sadaka Resûlallah fi mâ kâl ev kemâ kâl.
Hadîs-i şerîfler içinde bu hadîs-i şerîf İslâm’ın adalete, doğru hüküm vermeye, hakkaniyete insan haklarına, kişilerin mülkiyet haklarına, helal kazanca, aldatmadan tertemiz bir şekilde kazanmaya ne kadar önem verdiğini gösteren güzel bir bariz numune oluyor.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Herhangi bir kimse ki yemin ederek bir müslüman kişinin hakkından bir parça koparır alırsa Allah ona cehennem ateşini vacip kılar, gerekli kılar. O kişi muhakkak cehenneme girecektir. Ve cenneti ona haram kılar!”
Bunu dinleyen sahabelerden, mü’minlerden bir kişi sordu:
“Yâ Resûlallah! Eğer azıcık bir şeyse, küçük bir şeyse de bu hüküm böyle midir?”
“Eğer misvak ağacının bitkisinin bir dalı bile olsa böyledir!”
Hani ağızlarını, dişlerini temizlemek için kullandıkları bir dal oluyor ya... O zamanlar diş fırçası vs. yok. Şimdi de kullanılıyor, sevabı çok! Peygamber Efendimiz onunla dişlerin temizlemesini çok hararetle tavsiye buyurmuş. Peygamber Efendimiz diş temizliğine, ağız temizliğine çok önem vermiş. Güzel kokuya önem vermiş. Çirkin kokulardan temizlenmek için yıkanmaya, ağzını-burnunu yıkamaya, vücudunu yıkamaya önem vermiş ve çok hararetle üzerinde durmuş tavsiye buyurmuş.
Misvak; küçük bir dal parçası ve çöllerde yetişen sahipsiz ağaçlardan birisi. Bunlardan bir karış boyunda, 20-25 cm kadar kesiyorlar. Sonra bunu dişlerine sürttüğün zaman ucu tel tel fırça gibi telleniyor da ağzın temiz oluyor. Ayrıca içindeki madde dolayısıyla da mikropları öldürücü, asitleri söndürücü bir tesiri var. O da ağzın diş etlerine sıhhat veriyor. Ağzı hastalık yapıcı canlılardan da temizliyor. O bakımdan da fevkalâde tesirli bir şey.
Allah rahmet eylesin, bir doktor kardeşim söylemişti: “Misvak kullananlar halkta görülen diş hastalıklarından sâlim oluyorlar, onlara tutulmuyorlar. Halkın büyük bir çoğunluğunda olan bir diş kökü iltihabı hastalığı var. Misvak kullananlarda o olmuyor, misvak onu geçiriyor!” diye bilimsel olarak kendi mesleğinin sonuçlarını bana bildirmişti.
Bir misvak parçası önemli bir şey değil! Çünkü kırda, dağda, bayırda, çölde bir insan dalından misvak yapılabilen bu ağacı görünce bir parça kesip onu kullanabilir. Buna erak deniliyor.
Allah’ın Resûlü Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafâ; “Erak ağacından bir kadîb; bir dalcık da olsa böyledir.” buyuruyor.
Buradan anlıyoruz ki yalan yere yemin etmek, yalan yere yemin edip de birisinin hakkını yemek, almak kesinlikle yok; cezası da bu kadar büyük!
Hiçbir haksızlık yok hatta İslâm’da yalan hiç yok. Müslüman asla yalan söylemez. Hatta şaka yapsa bile yalan söylemez. Gerçeği latife olarak söyler.
Mesela Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;
“İhtiyar kadınlar cennete girmeyecek!”
Bu söz doğru! “İhtiyar haliyle girmeyecek.” buyurmuş, sonra da açıklama yapmış: “Genç, sapasağlam, dipdiri, canlı, sıhhatli, sağlıklı, sevimli bir kimse halinde cennette olacak.” diye buyurmuş.
İslâm’da yalandan şaka bile yok, 1 Nisan bile yok!
Bin bir türlü yalan dolan; sonra “1 Nisan” diyorlar. Yalan idmanı, yalan provası yapıyorlar; öyle şey yok!
İslâm’da yalan söylemek yok.
Bir de mahkemede “Vallahi, billâhi, tallâhi Kur’an üzerine yemin ederim, namusum üzerine, vicdanım üzerine, kanun nâmına…” bilmem ne deyip bir de yalan kıvırtıp hukuku saptırırsa hakkı engellerse yine böyledir. Ya da mahkemede olmasa bile çarşıda, pazarda, mahallede, evde, köyde, şehirde yemin ediyor:
“Vallahi şu şöyledir…”
Peki o halde.
“Bu mal senin mi?”
“Evet, benim. Vallahi benim.”
Mesela hâlbuki onun değil; yalan söylüyor! İlle mahkemede olma şartı yok, böyle de olabilir.
Yalan yeminle bir müslümanın hakkını alan kimseye Allah cehennem ateşini vacip kılar ve ona cenneti haram kılar.
Bunun için müslümanların hukuka, mülkiyet haklarına, doğruluğa; doğru sözlülüğe, adaleti korumaya çok dikkat etmesi lazım. Adalet gözümüzün bebeğidir. Adalet egemenliğin temelidir.
el-Adlü esâsü’l-mülk.
Adalet olmazsa toplum kokuşur, mahvolur. Suçlu ceza görmez, haklı da hakkını alamaz. Onun için adalet son derece önemlidir.
Bir millet geri olabilir, kusurlu, iptidaî, basit olabilir, çağın gerisinde kalmış olabilir; adil olursa bunların hepsini kısa zamanda düzeltir. Bir çobanın çalışkan çocuğunun atom alimi olduğu gibi bakarsınız sonra ilerler.
Ama adalet olmadı mı?..
Adalet, adaletli olmak ahlâkın en önemlilerinden birisidir. Adalet olmadı mı her şey temelinden sarsılıyor, bozuluyor. Onun için “Egemenliğin temeli adalettir!” denilmiş.
Artık her şey yalan yanlış üzerine bina edilmeye çalışılıyor.
Çamur üzerine bina yapılmaz. Temelsiz yere, çürük toprağa, heyelan mıntıkasına bina yapılmaz. Onun için adalet gitti mi her şey gidiyor. Ticarî hayat gidiyor, aile hayatı gidiyor, kazanç haram oluyor, kişiler arasındaki beşerî ilişkiler, kardeşler arasında ilişkiler bozuluyor, her şey mahvoluyor. Onun için adalet çok önemli. Doğru söylemek lazım, adaletle hükmetmek lazım.
Biliyorsunuz, Kur’ân-ı Kerîm’de;
وَلَوْ عَلَى أَنْفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ
Ve-lev alâ enfüsiküm evi’l-vâlideyni ve’l-akrabîn. “Kendinizin aleyhine bile olsa, anne-babanızın aleyhine bile olsa -ki insan annesini babasını çok sever ve onun için her şeyi yapar- akrabanızın bile aleyhine olsa adaletten ayrılmayın!” buyuruyor.
Bugün çevremize, toplumlarımıza bakarsak eğer adalet varsa ne iyi! Ama adalet gitmişse, adalet yoksa, her türlü haksız kanunsuz, uygunsuz işler yapılıyorsa o zaman çok fena!
Önce adaleti temin etmek lazım.
Ben eskiden beri düşünürüm, insanlar niçin adalete gönül veriyor, niçin adaleti istiyor? Bu bir karşılıklı pazarlık mıdır?
O benim hakkımı yemesin ben de onun hakkını yemeyeyim… Hakkım yenilirse benim hoşuma gitmez. Onun için ben de karşımdakinin hakkını yemeyeyim. Ben onların hakkını yersem onlar da benim hakkımı yerler. Sonuç itibariyle benim hakkım zedelenmiş olur.
Bu bir materyalist, maddeci mantık… Böyle de olabilir, böyle de düşünebilir ama İslâm böyle düşünmüyor. İslâm imanın gereği olarak adil olmayı emrediyor. Karşılıksız ve kendisinin aleyhine, akrabasının, ana-babasının aleyhine bile olsa doğru sözlü, doğru olmayı tavsiye ediyor. Allah’ın rızasını kazanmak için doğru olmayı tavsiye ediyor. O daha tatlı, daha güzel bir şey. O halde imanı kuvvetlendirmek lazım.
Bence hâkimlerin imanlarının, sorumluluk duygusunun son derece kuvvetli olması lazım! Yarın mahkeme-i kübrâda kendilerinin de muhakeme olunacağını bilmesi, buna inanması ona göre davranması lazım. İnsanlar inanmayınca, boşluk bulunca kimsenin anlayamayacağı yerde ve şekilde kusur işliyorlar. Ama âhireti bilen insan yalnız kaldığı zaman da suç işlemiyor. Onun için herkesin imanı kuvvetlendirmeye var gücüyle gayret etmesi lazım.
Hatırlıyorum, ben askerlikteyken herkes nöbeti kaytarmaya çalışırdı, nöbeti başkasının üstüne atmaya çalışırdı. Ben, “Allah yolunda bir saat nöbetçilik edenin gözüne cehennem ateşi değmeyecek!” diye düşünüp imanlarının gereği olarak nöbete şevk ile aşk ile giden müslüman kardeşleri biliyorum.
Hatta Yüksek İslâm Enstitülü bir kardeşimiz konuşmasında “İslâm’da bu böyledir!” deyince onun komutanı -albay veya yarbaydı- “Aman! Bizim askerlere toplantı yapalım, sen bunları İslâmî bakımdan onlara anlat. Nöbet tutmanın faziletini, askerliğin önemini önemini anlat!..” demiş.
İman oldu mu her şey güzel oluyor. Askerlik de güzel, nöbet de güzel, hâkimlik de güzel, ticaret de güzel, ailevî ilişkiler de güzel, toplumsal ilişkiler de güzel oluyor. İman gitti mi, Allah’tan korkmadıktan sonra… Öyle insandan korkmak lazım; her şeyi yapabiliyor! Bir sürü mahkemelik iş, bir sürü polislik iş ortaya çıkıyor. Bir sürü haksızlık yapılıyor. İslâm bunu kökünden temizliyor. Sivrisinekleri tek tek yakalayıp öldürmekle bitmiyor, bataklıları kurutunca bitiyor. Öyle yapmak gerekiyor.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Biz de özel hayatımızda bir imtihan hayatı yaşıyoruz yaşayacağız. Ondan sonra -Allah iman selametliği versin- hepimiz bir gün ecel şerbetini içip kabre konulacağız. Ölümü tadıp âhirete göçeceğiz. “Mahkeme-i kübrâda hesap vereceğiz.” diyerek her işimizi Allah’ın rızasına uygun yapmaya, adaletli, doğru sözlü doğru özlü olmaya dikkat edelim.
Özellikle yeminde dikkat edelim. Boş yere yemin etmeyelim. Artık yemin günlük konuşmaların şakaların bir parçası olmuş; her türlü yalana “vallâhi, billâhi…” diyerek destekleme sağlanıyor. Hâlbuki söylenen söz doğru olmuyor, yalan oluyor. Bir de yemin edilmiş oluyor. Bu çok tehlikeli bir durum.
Mümkün olduğu kadar yemin etmeyelim. Yemin edersek doğru şey üzerine yemin edelim.
Hak yemeyelim. Hak yemek isteyenlere destek olmayalım. Yalancı şahitlik yapmayalım, mahkemede yalan yemin ile yalan şahitlik yapmayalım.
Sevgili kardeşlerim!
İkinci hadîs-i şerîfi Abdullah b. Mübârek kitabına yazmış.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
من أقر بعين مؤمن أقر الله بعينه يوم القيامة.
Men akarra bi-ayni mü’minin akarallâhü bi-aynihî yevme’l-kıyâmeti. “Kim bir mü’minin gözünü serinletirse; gözünü, gönlünü, gönül gözünü serinletirse Allah da onun gözünü kıyamet gününde serinletir.”
Göz serinletmek, gönül serinletmek ne demek?
Sevindirmek demek. Arapça’da böyle tabir edilmiş. “Gönlünü hoş etmek” demek. Sevindiği zaman bir insanın yüzü güler. Gözlerinin içi güler diyoruz ya!
“Ne oldu? Çok tatlı tatlı gülüyorsun, gözlerinin içi gülüyor ne oldu?..”
“Bir habere sevindim de ondan…” diyoruz ya, onun gibi bir tabir bu.
Kim bir müslümanın gözünü serinletirse; onu sevindirirse, gönlünü hoş ederse, gönül alırsa, gönül yaparsa, sevindirecek bir davranışta bir ikramda bir tavırda bulunursa Allah da onun kıyamet gününde gözünü serinletir.
Allah da onu sevindirir. Allah’ın sevindirmesi onu affetmesi, mağfiret etmesi, mükâfatlandırması tarzında tecelli eder; çok güzel. Onun için biz burada gönül yapmaya, gönülleri hoş etmeye dikkat etmeliyiz. Gönül kırmamaya, kimsenin kalbini, gönlünü kırmamaya, yıkmamaya dikkat etmeliyiz, kimseyi üzmemeye gayret etmeliyiz.
Bir imtihan dünyasına geldik, burada bir müddet yaşayacağız gideceğiz.
Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.
Yunus’umuzun rahmetullahi aleyh, rahimallâhu rahmeten vâsia çok sevdiğim bir dörtlüğü.
“Ben buraya, dünya hayatına boş bir iddia, palavra için gelmedim. Ben sevmek için geldim, benim hayattaki en büyük işim sevgi. Gönül yapmaya, gönülleri sevindirmeye geldim. Çünkü kalpler, gönüller Allah’ın evidir. Dost’un evi gönüllerdir, onun için gönül yapmaya geldim!” diyor.
Sevgili kardeşlerim!
İnsan Allah’a gönülden inandığı için gönlü Allah’ın evi olarak söylüyor. Gönül yapmasının hayatının amacı olduğunu, en büyük işi olduğunu söylüyor.
Rahmetli hakikaten de başarmış, hâlâ ilâhileri ile gönlümüzü yapıyor, gönlümüzü şenlendiriyor, hoş ediyor. Yunus’umuz sevap kazanıp duruyor.
Allah bizi de böyle tatlı dilli, güleç yüzlü kalp kırmayan herkesi sevindiren herkesin duasını alan kimselerden eylesin.
Hz. Ali Efendimiz biraz latifeci bir kimseymiş. Yemin etmiş:
“Vallahi ömrümde kimseye iyilik de yapmadım kötülük de yapmadım!” demiş.
Oradan maksadı ne?
Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh ve kerremallâhu vecheh; “İyilik yaptıysam sevabı bana gelecek, kendime iyilik yapmışım demektir. Kötülük yapmışsam cezası bana gelecek, demek ki kendime kötülük yapmışım demektir. Başkasına yapmadım, kötülüğü kendime yaptım. İyilik yaptıysam sanki başkasına yapmadım, iyiliği sanki kendime yaptım.” demiş oluyor, böyle bir nükteyle ifade etmiş oluyor.
Sevgili kardeşlerim!
Onun için bizim de hayatta amacımız gönül yapmak olmalı.
Yunus’un yolu doğru! Biz Yunus’umuzun yolundan; dinimizin, imanımızın gereğini, Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinin, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin icabını yapmaya devam edelim.
Dinimiz güzel, dinimiz hak din! İmanımız sağlam, doğru, mantıklı, ilmî; her şeyimiz güzel elhamdülillah.
Biz Yunus’umuzun, Mevlânâ’mızın, dinimizin, imanımızın yolunu bırakmayalım.
Niye Yunus ve Mevlânâ diyoruz? İkide birde niye o mübareklerin ismini zikrediyoruz?
Onlar samimi müslümanlardı. Onlar İslâm’ı samimiyetle uyguladılar. Eserlerine, sözlerine bu samimiyetlerini döktüler. Sözleri samimiyetlerinin eseri, seviyoruz; onun için onları misal gösteriyorum.
Misal göstermek öğretim için çok önemlidir. Bir şeyi uzun uzun anlatmak yerine kısa yoldan misalini gösterirseniz, herkes anlar.
Nasıl bir insan olayım?
Yunus gibi ol!
Şimdi birçok kardeşimiz var. Gözümün önüne geliyor, mesela çocuğunun ismini Emre koyuyor veya Yunus koyuyor.
Neden?
Onu sevdiği için, güzel. Biz o yoldan ayrılmayalım inşaallah. Herkesi sevindirelim, kalp kırmayalım gönül yıkmayalım; sonra pişman olacak iş yapmayalım.
Birçok kimse günlük hayatın kısır çekişmeleri içinde bunları anlayamıyor ve çok kalp kırıyor. Hele hele bir insan yüksek mevkilerde olur, sorumluluk makamlarında olur da halkın kalbini kırarsa ne kadar kötü olur. Cenâb-ı Hakk’ın rızasına aykırı iş yaparsa ne kadar fena olur, ne kadar büyük yanlış olur, onun telafisi ne kadar zor olur. Sonra pişman olsa, ağlasa, gözyaşı dökse bile!..
Allahu Teâlâ hazretleri kul haklarını affetmiyor. “Git onunla helalleş!” buyuruyor. Adam esiyor tozuyor, zulmü yapıyor. İhtiyarladıktan sonra aklı başına geliyor. Ölüm döşeğine düştüğü zaman, eli ayağı titremeye başladığı zaman; “Ben de mü’minim. Ben de müslümanım…” filan. Camiye gitmeye başlıyor vs. Ama o eski kul haklarını Allah ondan soracak! En iyisi üzerine kul hakkını hiç almamak!
Sevgili kardeşlerim!
Üçüncü hadîs-i şerîf.
Peygamber Efendimiz -üçüncü ve dördüncü hadîs-i şerîfler aşağı yukarı zikir üzerine- buyuruyor ki;
من أكثر من الاستغفار جعل الله له من كل هم فرجًا ومن كل ضيق مخرجًا ورزقه من حيث لا يحتسب
Men eksera mine’l-istiğfâri cealallâhu lehû min külli hemmin feracan ve min külli dıykın mahracen ve rezakahû min haysü lâ yehtesib.
Ahmed b. Hanbel, Hâkim, İbn Sinnî, diğer kaynaklarda ve Abdullah b. Abbas radıallahu anh’ten rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîf.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Kim estağfurullah el-Azîm, tevbe yâ Rabbi, affet yâ Rabbi diye tevbeyi, istiğfarı, o cümleden olan sözleri faaliyetleri çoğaltırsa, çok yaparsa, çok istiğfar ederse aziz ve celil olan Allah ona her sıkıntıdan bir çıkış yolu yaratır. Her sıkıntıdan, her üzüntüden onu sevince çıkartır. Her darlıktan bir kurtuluş noktasına, çıkış noktasına ulaştırır. Ve onu hiç ummadığı, tahmin etmediği, beklemediği yerden mükâfatlandırır, rızıklandırır. Rızık verir, mükâfat verir, nimet verir, rahmet eder.”
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Onun için tevbe ve istiğfarı çok yapacağız. Büyüklerimiz, tasavvuf yolunun büyükleri, tarikat büyüklerimiz, mübarek evliyâ büyüklerimiz hadîs-i şerîfleri okuyarak hayatına uygulamış, işi sözde bırakmamış mübarek insanlar, salih insanlar. İlmiyle âmil insanlar. Ömürlerini hep böyle geçirmişler.
Siz de tevbe ve istiğfarı çok yapın. “Affet beni Allahım! Benim kusurlarım çok!..” deyin. Kusurlarınızı düşünün, gözyaşı dökün. Bir daha yapmamaya niyetlenin. Yanlış yoldan dönün, doğru yola girin. Allah tevbe edeni, istiğfar edeni, yanlıştan döneni sever, bağışlar, affeder. Yanlış yolda yürümenin sonucu yok! İnsan çıkmaz sokakta sonunun çıkmaz olduğunu sonunda anlar, dönmek zorunda kalır ama bu iş işten geçmeden olmasın!
Buralarda bakıyorum, bazı sokaklara baş tarafına yazıyı, levhayı koyuyorlar:
No through route. “Yol devam etmiyor, bu yol çıkmaz yol. Bunun arkası yok, devamı yok, bir noktada bitecek…” demek.
İnsan oraya girmiyor. “Demek ki bu yol benim aradığım adrese, arkadaşın evine gitmiyormuş. buradan öbür tarafa çıkamazmışım.” diye oraya girmiyor.
Bir insan çıkmaz yollarda yürüyorsa ne yapacak?
Amacına ulaştırmayan çıkmaz yollarda yürüyorsa o zaman dönecek.
Dönüş nedir?
Tevbedir, istiğfardır. İnsanın kendi kendisinin hatasını anlaması büyük fazilettir. Hatalarımızı idrak edelim. Birçok insan hatasında inat ediyor, ısrar ediyor. Hatada ısrar çok kötü bir büyük beladır, suçtur. Küçük suçlar bile ısrar edildiği zaman büyür. Küçük günah işliyor, önemsiz bir günah işliyor ama laf dinlemiyor. Söyleyenlerin nasihatlerini kabul etmiyor, küçük işi yapmaya devam ediyor. İşte o küçük günah ısrarla büyür.
Lâ sağiran mea’l-isrâr. “Israr ile küçük günah kalmaz, günah büyükleşir.”
Neden?
Günah küçüktü ama ısrar ediyor. İnsan; “Israr vaziyeti fena yapar.” diye ısrarı bırakmalı, günahı, yanlış yolu bırakmalı, çıkmaz yoldan dönmeli, tevbe ve istiğfarı çok yapmalı. O zaman Allah üç mükâfat veriyor:
Üzüntülerini sevince çeviriyor, darlıktan genişliğe çıkartıyor, ummadığı noktadan rızklandırıyor.
Rızık da geliyor, tevbe ve istiğfar edene rızık da geliyor. Kazancı da bol oluyor.
Ne yapması lazım?
İyi kul olmaya yönelmesi, tevbe ve istiğfarı çok yapması lazım.
Onun için hepinize rica ediyorum. Lütfen; Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyurmuş:
“Günde en az 100 defa istiğfar edin!”
Bir başka hadîs-i şerîf var o daha güzel. Onu da söyleyeyim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde her namazın arkasından 100 defa istiğfar etmenin çok mükâfatı olduğunu buyurmuş. Her namazın arkasından 99’luk bir tesbih çevirin, 100 defa estağfirullah deyiverin, mükâfatı kazanın.
Bundan sonraki hadîs-i şerîf de zikirle ilgili demiştim. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın ve bütün râvileri güvenilir kişiler diye de kaydetmiş Hocamız Ahmed Ziyâeddin-i Gümüşhânevî Efendimiz hazretleri.
من أكثر ذكر الله فقد برىء من النفاق.
Men eksera zikrallâh fe-kad berie mine’n-nifâk. “Kim Allah’ın zikrini çok yaparsa münafıklıktan beraat etmiş, kurtulmuş, o töhmetten sıyrılmış olur.”
Münafık olmaz, demek. Bu çok önemli!
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
İnsan mü’minken bazı işlerinden dolayı münafıklık durumuna düşebilir.
Münafık ne demek?
İçi başka dışı başka demek. İnsan içi başka dışı başka duruma düşebilir.
Onun için münafıkların sıfatlarından bir tanesi nedir?
Âyet-i kerîmeden söyleyeyim:
وَإِذَا قَامُوا إِلَىالصَّلَاةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللَّهَ إِلَّا قَلِيلًا
İzâ kâmü ile’s-salâti kâmû kusâlâ. “Namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar.”
Demek namaz kılıyor ama tembellenerek. İsteyerek değil. “Tembel tembel kalkarlar.”
Yürâûne’n-nâs. “Mürâîlik, riyakârlık yaparlar.” Ve lâ yezkurûnallâhe illâ kalîlâ. “Allah’ı da anarlar ama az anarlar!”
Allah Allah! Demek ki hem namaz kılıyor ama namazı tembel tembel kılıyor, hem zikir yapıyor ama zikri çok az yapıyor. Allah’ı çok az zikrediyor. İşte bu münafıklığın alâmeti oluyor. Onun için bu duruma düşmemek lazım. İnsan bu durumdaysa kendisini toparlaması lazım. “Eyvah! Benim münafıkların hallerine benzer hallerim var!” deyip hemen kendisini toparlaması lazım.
Biliyorsunuz, meşhur hadîs-i şerîfler var. Bir tanesinde münafığın sıfatı nedir?
İzâ haddese kezebe. “Konuştuğu zaman yalan söyler.” Ve izâ vaade ahlefe. “Vaat ettiği zaman vaadini tutmaz.” Ve ize’tümine hâne. “Kendisine güvenilse güvenci boşa çıkartır, hıyanet eder.” deniliyor.
Öyle böyle zikzaklı gidiliyor. Kaypak adam oluyor.
Müslümanlar öyle değildir ama bazen o sıfatlar olur. Namazı zorla kılıyorsa demek ki içine münafıklık girmek istiyor. Şeytan onu münafık yapmak istiyor.
Namazı sevecek. Mürâîlik yapmayacak. Allah’a zikri az yapmayacak.
Bazıları sevgiden Allah’ı çok zikrediyor.
İnsan bir şeyi sevdi mi çok zikreder. Dervişler, Yunuslar Allah’ı çok zikretmişler.
Neden?
Allah aşkı var da ondan. Allah âşıkı olan insan Allah’ı çok zikreder. Onun için; “Zikrullahı çoğaltan, münafıklıktan beraat etmiş olur. Münafık değildir!” deniyor.
Bu devirde birtakım şeyler moda oldu. Hatta İlâhiyat tahsili yapmış, din tahsili yapmış insanlarda bile bunlar belirdi.
Zikrin karşısında!..
Zikri Kur’an emrediyor! Zikri Resûlullah emrediyor! Âyet-i kerîmelerde var, hadîs-i şerîflerde var; gene bu zikrin karşısında! Zikredenlerin hasmı, zikredenlere düşman… Böyle şey olmaz. Müslümansak Kur’an’a uyacağız, Peygamber Efendimiz’e, hadîs-i şerîfe ittibâ edeceğiz. Böyle Kur’ân-ı Kerîm’e, Peygamber Efendimiz’e aykırı gide gide Müslümanlık olmaz, bunu hatırlatıyorum.
Allah’ın zikrini çok yapın, her zaman yapın. Ne olacak… Mesela yolda yürüyorsunuz, yapılacak başka ne var? Kalbinizden, dilinizden Allah Allah… diye Allah’ı zikredin. Çalışıyorsunuz, eliniz çalışıyor; eliniz kârda gönlünüz yârda olsun. Gönlünüzle Allah’ı zikredin, diliniz serbest. Hanım mutfakta çalışıyor, yemek yapıyor; diliyle Allah’ı zikretsin. Örgü örüyor; diliyle Allah’ı zikretsin. Allah’ı çok zikredin ki münafıklıktan beraat edebilesiniz.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Sonuncu hadîs-i şerîfi okumak istiyorum.
Enes radıyallahu anh’ten;
من أكرمه أخوه المسلم فليقبل كرامته فإنما هى كرامة الله فلا تردوا على الله كرامته.
Men ekremehû ehûhü’l-müslimü fe’lyakbel kerâmetehû fe-innemâ hiye kerâmetullâhi fe-lâ teruddû alellâhi kerâmetehû.
Kelimeleri aynen izah da edeceğim.
“Her bir kimse ki ona bir müslüman kardeşi bir ikramda bulunmuş, müslüman kardeşi ona bir şey, bir hediye vermiş, bir ikramda bulunmuş; diğeri onun ikramını kabul etsin!”
Arkadaşı kendisine kalem vermiş, yarım elma vermiş gönül almak için diyelim... Bir tavır, bir davranış, bir sevgi emaresi, işareti küçük bir şey yapmış, ikramda bulunmuş…
“Onun ikramını kabul etsin!”
Kerâmet; Arapça’da ikram demek.
Peki, evliyâullahın da kerameti var, o ne demek?
O da o evliyâullaha Allah’ın ikramı demek. Onun için keramet denmiş. Kerametin bu mânasını bilirse insanın kerameti anlaması daha kolay olur. Bazıları kerameti inkâr ediyorlar:
“Olur mu böyle şey?!..”
Olur. Allah ikram ederse Allah’ın ikramı olduğu için olur.
“Eskiden olmuş, şimdi de olur mu?”
Eskiden de olur, şimdi de olur, ileride de olacak! Keramet Allah’ın ikramıdır. Allah dilediği kullarına ikram eder, dilediği kullarını öyle mükâfatlarına erdirir.
“Arkadaşının kendisine kerametini, ikramını kabul etsin!”
Neden?
Çünkü o Allah’ın ikramıdır. O arkadaşı ona veriyor ama Allah o arkadaşın gönlüne onu ilham ediyor, ona “Git şunu ver.” diye düşündürüyor, aklına onu getirtiyor; o da gidiyor o arkadaşına o ikramı yapıyor. “Gönlümden geldi, içim istedi. Sana şunu veriyorum, al kardeşim, hediyem olsun…” filan diyor.
Neden?
Allah ona yaptırtıyor.
Biliyorsunuz, Allah istemezse bir şeyi istemek bile elinizde değil. İsteten Allah, gönderen Allah! O vasıta oluyor, sebep oluyor; müsebbib, müsebbib-i hakikî Allahu Teâlâ hazretleri oluyor. Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; “O Allah’ın ikramıdır!” diyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
“Kime bir müslüman kardeşi bir hediye verirse, bir ikramda bulunursa o ikramı, o hediyeyi kabul etsin çünkü o Allah’ın hediyesi, ikramıdır. Allah’ın gönderdiği ikramı geriye reddetmeyin, kabulden kaçınmayın, kabul etmeyip de Allah’ın ikramını reddetme durumuna düşmeyin!” buyuruyor.
Acaba niye ikramı reddetmemek gerekiyor?
Çünkü ikram müslümanlar arasında sevginin işaretidir:
Birincisi; seven insan sevdiğine ikramda bulunur.
İkincisi; olmayan sevgiyi de hâsıl eder. İnsan sağa sola ikram ede ede kendisine düşman insanlar bile dost olur, onu sevmeye başlar. İkram sevgi hâsıl eder. Onun için sevgi de önemli bir şey!
Dinin önemli amaçlarından birisi insanlar arasında sevginin yayılması, sevgi bağlarının kuvvetlenmesi. Onun için ikramı birisi alacak.
“O bana bu ikramı verdi. Şimdi ben ona medyûn-u şükran oldum.”
Tabi olacaksın, elbette medyûn-u şükran olacaksın; teşekkür edeceksin.
“O ikramın altında kalmak istemiyorum.”
Tabi kalma. Sen de ona götür bir ikramda bulun, böylece aranızda sevgi, muhabbet artsın.
Ama bazıları ikramı çok haşin bir şekilde kaba saba yapıyor, ben beğenmiyorum. Sen götürüyorsun birisine bir şey veriyorsun. Hemen;
“Yok, teşekkür ederim…” diyor.
“Lütfen al…” diyorsun, alıyor. Hemen sağına soluna bakıyor, kalemini cebinden çıkartıyor;
“Bu da senin olsun…”
Dur bakalım mübarek! Böyle hemen karşılıklı takas usulü gibi ikram bana biraz garip geliyor. Onu aklında tutarsın, “Bu kardeşim bana ikram etmişti.” dersin bir vesileyle yumuşak, güzel bir tarzda sen de ona ikramda bulunursun.
Biz bu aile-eğitim çalışmalarını nerede yaparız, diye seyahat yaptık. Dağ başında güzel manzaralı bir araziye orayı alabilir miyiz filan diye gittik. Orada bir İngiliz perişan, hırpanî yaşıyor. Robinson Crusoe’un gemiden kurtulup adaya çıkıp da orada perişan yaşadığı gibi dağ başında tek başına yaşıyor. Baktık, acıdık. Ben arkadaşlara dedim ki;
“Şuna bir ikramda bulunsak… Ne yapabiliriz?”
Yoldan portakal almıştık. Bir paket, 3-5 kilogramlık portakalı arkadaş götürdü ona verdi ama zarif bir şekilde verdi. Adam sebzeyi filan kendisi yetiştiriyor o arazide elması var, biberi, domatesi, lahanası, maydanozu var…
“Her şeyiniz var ama galiba portakalınız yok, buyurun.” dedi. Adam da güldü, memnun oldu, aldı. Bir de verişin zarif olması önemli oluyor.
Birbirimizi sevelim, birbirimize ikram edelim.
Allah sizi sevsin, Allah’ın sevgili kulu olun, Allah’ın sevgisi içinize yerleşsin. Allah sizi mârifetullaha, muhabbetullaha erdirsin. Yunuslar gibi, evliyâullah büyüklerimiz, mürşid-i kâmillerimiz gibi siz de evlatlarınızla, yakınlarınızla beraber Allah’ın sevgisiyle dolun, Allah’ın sevgisiyle yaşayın, Allah’ın mükâfatlarına erin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!