es-Selamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı, dünyada, âhirette üzerinize olsun. Allah hepinizden razı olsun. Hepinizi razı etsin. İki cihanın saadetine erdirsin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinden bir tanesi... Ebû Bekir radıyallahu anh'ten Deylemî rahmetullahi aleyh rivayet eylemiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri buyuruyor ki;
Men asbaha yenvî lillâhi tâ'aten keteballâhu lehû ecra yevmihî ve in asâhü.
Sadaka Resûlullah, fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîf, niyetin ehemmiyetini gösteren hadîs-i şerîflerden bir tanesi. Biliyorsunuz insanın içinden bir şeyi yapmaktaki amacı, düşüncesi, maksadı neyse; yaptığı işin değerlendirilmesi ona göre olur.
İnneme'l-a'mâlü bi'n-niyyât. "Ameller niyetlere göre değerlenir."
İnsan niyeti iyi ise amelden sevap alır. Niyeti iyi değil ise yapılan iş iyi bile olsa sevap almaz. Kötü niyetle yapıldığı için oradan bir sevap kazanamaz.
Bu hadîs-i şerîfte de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki:
Men asbaha yenvî lillâhi tâ'aten. "Kim Allahu Teâlâ hazretlerine itaat niyet ederek sabaha çıkarsa, sabahlarsa…"
Yani, "Ben bugün Rabbime itaat edeceğim, emrini tutacağım, O'nun rızasına uygun hareket edeceğim..." gibi Allah'ın seveceği işleri yapmaya niyet ederek sabaha başlarsa...
Keteballâhu lehû ecra yevmihî. "Allah o gününün ecrini ona yazar."
İtaat etmiş, rızasına uygun işler yapmış gibi o gününün sevabını yazar.
Ve in asâhü. "Eğer o itaati tam yapamazsa, bazı yanlışlıklar, isyan durumu olsa bile."
Çünkü amacı niyeti Allah'a itaat etmekti. Niyetinden dolayı, o gününü Allah ecirli-sevaplı geçirmiş gibi mükâfat verir.
O günün sevabını öylece alır ama Allahu Teâlâ hazretlerine âsî olma derecesi önemli. Kul her zaman hata edebilir. Cenâb-ı Hak hatalarının çoğunu bağışlıyor, önemlilerini hesaba koyuyor. Ufak tefek hatalarını bağışlar, nazara almaz ve sevaplı gün geçirmiş gibi yazar ama daha büyük bir hata işlerse, o zaman o suçunun da cezası ona göre -Allahu âlem- gelir. Ama buradan anlıyoruz ki niyetine göre Allah ona mükâfat verir.
Seneler önce, Bursalı bir şahıs [Mehmed Zahid] Hocamız'la beraber bizi evine çağırmıştı. Onun kapısından içeri girdiğimiz zaman bir yazı görmüş, o yazıyı çok beğenmiş ve beğendiğimizi söylemiştik. O yazı yaygınlaştı gibi geliyor bana. Bizim biraz reklamını yapmamızdan galiba, diye düşünüyorum, belki yanılıyorumdur.
"Bugün Allah için ne yaptın?" diye bir yazı.
Evin kapısından içeri giriyorsunuz, yazı sizi karşılıyor:
"Bugün Allah için ne yaptın?"
Adam bütün gün çalıştı, eve geldi, anahtarı açtı veya zili çaldı, çocukları veya hanımı açtı. "Buyurun, hoş geldiniz!" dedi. İçeri girer girmez hemen karşıda levha... Yukarıya doğru merdiven gidiyor ama hemen önde levha;
"Bugün Allah için ne yaptın? Bugün vaktin nasıl geçti? Çarşıda pazarda, dışarda, evin dışında vakti nasıl geçirdin?.."
Bir sorgu!
Bu, güzel bir şey! Çünkü insanın kendisini hesaba çekmesini sağlıyor. Bu soru kendi kendisini düşündürüyor; "Ben bugün ne yaptım yahu? Acaba günümü nasıl geçirmiştim?" diye hatırlamasına sebep oluyor. Bir insanın yapmış olduğu işlerin muhasebesini yapması çok iyi. Çünkü Hz. Ömer Efendimiz tavsiye buyurmuş:
Hâsibû enfüseküm kable en tuhâsebû.
Âhirette büyük hesaba çekilmekten evvel insanın kendisini hesap etmesi, o büyük hesapta çok zarar görmeyecek tedbirleri önceden almasını sağlayacağı için çok önemli.
Bu gün Allah için ne yaptın?
Ben onun üzerine arkadaşlara bir de demiştim ki:
Çünkü gün içinde hatalı bir şey yaptığında, eve girdiği zaman, "Ne yaptın?" sorusunun karşısında, "Eyvah! Ben bugünü kötü geçirdim." derse iş işten geçmiş olur, nedamet olur, pişmanlık olur. Tevbe etmesi lazım; tevbeyi de Allah sever, affeder, affedicidir. Gaffârü'z-zünûb, settâru'l-uyûb, afuvv u kerîm'dir ama iş işten geçmiştir, tevbe bahis konusu.
Ben onun üzerine arkadaşlara bir de demiştim ki:
"Asıl bir de sabahleyin ayakkabısını giyerken görebileceği bir yerde, ‘Bugün Allah için ne yapacaksın?' diye bir yazı olmalı."
Akşamdan, "ne yaptım" diye düşünüp de yanlış yaptığı işler için diz döveceğine, sabahtan iyi şeyler yapmayı niyetine alsın, diye düşünmüştüm.
Bu hadîs-i şerîf, bize onu da telkin ediyor. İnsan sabahleyin; "Bugün Allah'a itaat edeceğim isyan etmeyeceğim, sevaplı iş yapacağım günahlı iş yapmayacağım, iyilikler yapacağım kötülükler yapmayacağım." diye sabahtan niyet ederse, ayağı sürtse, yanılsa, şeytana yenilse, nefsine uysa bile ufak tefek hatalarını Allah affeder. O ilk niyetinden dolayı, o günü sevaplı geçirmiş gibi ecrini verir.
Sabahtan böyle bir şeye niyet etmek çok iyidir. Çünkü insan böyle bir azimle dışarıya çıkıp;
Bismillâhi ve billâh, tevekkeltü alallâh, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, diye Allah'a tevekkül edip yola çıktı mı, Cenâb-ı Hak o günkü işlerinde ona vekil ve yardımcı olur. Tevekkül edenin vekili olur, yardım isteyenin yardımına yetişir, işlerini kolaylaştırır, rızkını bollaştırır, tehlikelerden korur. Nefse, şeytana kapılmamasını, dünyanın lezzetlerine aldanmamasını, âhireti unutmamasını da nasip eder. Tevfîkini refîk eder. Kendisine iyi niyetle yöneldi ve tevekkül etti diye sever.
Onun için sabahları güne başlarken, evden çıkarken bu düşünceyi zihnimizde iyice evirip çevirelim.
"Muhakkak bu günümü Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun geçireyim. Daha öncekilerdeki hatalarımı bugün yapmayayım. Besmeleyle başlayayım. Hayırlı işler yapayım. Kötü işlerden kendimi çekeyim." diye yola çıkmalı. Güne öyle başlamalı, yataktan öyle kalkmalı.
Hatta “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek sağ yanından kalkmalı; sonra abdestini almalı, sabah namazını camide kılmalı. Bir kimse sabah namazını, akşam namazını, yatsı namazını camide kılarsa, bütün gününü ibadetle geçirmiş gibi sevap alır. Onun da ayrı ve büyük mükâfatı var.
[Mehmed Zahid] Hocamız rahmetullahi aleyh hadis kitaplarından öğrendiği ilimlerden bize öğretmişti. Bir de kardeşlerimiz, ihvanımız sabah namazından sonra işrak vaktine kadar bekleyebiliyor. O da sünnet-i seniyyeye uygun, gayet güzel bir şey. Onun da büyük mükâfatı var; insan o gün bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazanıyor. Birçok kimse bunu bilmez.
Nice insanlar biliriz; efe gibi ortada dolaşır, sağa sola tepeden bakar, Kur'an'a uymaktan, asıl dindarlıktan bahseder, sağı solu beğenmez, öteki mü'minleri hor hakir görür ama birçok şeyi bilmez. Peygamber Efendimiz ne buyurdu, Kur'ân-ı Kerîm ne buyurdu bilmez.
Elhamdülillah, Allah hocalarımızdan razı olsun. Bize hayrı, doğru yolu gösteren, Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmanın vesilelerini öğreten hocalarımızı rahmetle anıyoruz. Ruhları şâd olsun, kabirleri nur dolsun, Cenâb-ı Mevlâ'mız makamlarını âlâ eylesin. Himmet ve teveccühlerine de bizleri nâil eylesin.
Demek ki Allah'a itaat etmek niyetiyle sabahlayacağız, yeni bir güne öyle başlayacağız. Allah tevfîkini refîk etsin, yardımcı olsun.
Men etâ'anî fe-kad etâ'allâhe ve men asânî fe-kad asallâhe ve men yutı'i'l-emîra fe-kad etâ'anî ve men ya'si'l-emîra fe-kad asânî ve inneme'l-imâmü cünnetün yukâtilü min verâihî ve yüttekâ bihî fe-in emera bi-takvallâhi ve adele kâne lehû bi-zâlike ecrün ve in kâle bi-ğayrihî kâne aleyhi minhü.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten; büyük hadis alimlerinin sağlam kitaplarına geçmiş, Buhârî'nin, Müslim'in, Neseî'nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf. İbn Mâce'de de var. Hadîs-i şerîfin muhtelif rivayetleri birbirlerinden biraz farklı olabilir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki:
Men etâ'anî fe-kad etâ'allâh. "Kim bana itaat ederse, muhakkak ki o Allah'a itaat etmiş demektir."
Çünkü Allah'a itaatin yolu odur. Allah'a itaatin yolunu, yönünü, yöntemini Cenâb-ı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri göstermiş, öğretmiş. O bizim en büyük rehberimiz, serverimiz, önderimizdir.
Resûlullah'a uymak, Allah'a uymak demektir. Zaten Resûlullah'a, Allah'a uymak için uyuyoruz. Bir kimse Allah'a uymak, Allah'ın emrini tutmak istiyorsa, çaresi Peygamber Efendimiz'e uymaktır. Çünkü en güzel kulluğu yapmış olan, Allah'ın en sevgili, en başarılı, en alim kulu... Kur'an'ı en iyi anlayan, Allah'ın en sevdiği kul... Allah'ın en sevdiği işleri, amelleri işleyen kul; Peygamber Efendimiz... Onun için ona itaat etmek, onun emrini tutmak, hadisini dinlemek, tavsiyesine uymak, Allah'a itaat etmek demektir; bu, buna eşittir.
Resûlullah Efendimiz kendiliğinden ortaya çıkmadı. Onu Allah peygamber olarak, elçi olarak gönderdi; kendiliğinden konuşmuyor:
Ve mâ yentıku ani'l-hevâ in hüve illâ vahyün yûhâ. "Söyledikleri, öğrettikleri Allah'ın emirleridir."
Peygamberler zaten kendilerine itaat edilsin diye gönderilmiştir. Yoksa uzaktan bakılsın da âsî olunsun, sözü dinlenilmesin diye değil. Peygamberlere uyulması lazım! Peygamber Efendimiz âhir zaman peygamberidir. Peygamber Efendimiz'e uyulacak; hadîs-i şerîfine uyan, itaat eden Allah'a itaat etmiş olur.
Ve men asânî. "Kim bana âsî olursa, sözümü dinlemezse." Fe-kad asallâh. "O, Allah'a isyan etmiş demektir."
"Ben Resûlullah'ın sözünü, hâlini pek beğenmedim."
Allah böyle diyen insanı cezalandırır. Böyle insan zaten Resûlullah'ın itaatinden çıkmıştır. Onu beğenmeyen insan, çok yanlış bir noktaya düşmüş, ayağı kaymış demektir. Hatta dinden çıkmış olabilir. Bu düşüncesinin derecesine göre çok büyük günah işlemiş ya da irtidat etmiş olur.
Resûlullah'a âsî gelmek, sözünü dinlememek olmaz. Ama maalesef bilmeyerek bugün pek çok kimse Resûlullah Efendimiz'in sünnetine uymuyor, yolundan gitmiyor, tavsiyelerini tutmuyor. Maalesef!.. Bu, çok kötü bir durumdur. Kendi kendimizi bilelim, hatalarımızı düzeltelim.
Bugün Ümmet-i Muhammed'in en büyük kusuru, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine uymamasıdır. Amerikalı'yı dinler, Avrupalı'yı taklit eder, Batılı bir filozofun sözünü mal bulmuş Mağribî gibi kapar, bürosunun duvarına yazar, efe gibi ortada dolaşır ama yanlış! Doğru olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in emrini tutmak, yolundan gitmektir. Allah'ın sevdiği kul odur. Yoksa kâfir, müşrik, günahkâr, nefsinin esiri, zalim, fâsık, fâcir insanlar değil.
Resûlullah'a itaat edeceğiz; bu çok önemli bir şey! Onun için iyi niyetli kimseler Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenecek, âyetlere ittibâ edecekler. Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini öğrenecek, ona uyacak, ittibâ edecek, tutacaklar.
"Efendim, hadîs-i şerîfleri herkes başka türlü yorumluyor. Acaba hadîs-i şerîfler sahih mi, değil mi? Bazı insanlar da çıkmış, hadis diye birtakım sözler uydurmuş. Bize söylenilen uydurma bir söz mü, yoksa Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfi mi?"
Bunlar mutlaka araştırılacak. Bunların araştırılmasını biz istiyoruz. Çünkü kötü niyetli birisi çıkar, "Resûlullah böyle söyledi der." de insanı günaha davet ederse, kanmaması için böyle bir düşünce mutlaka her müslümanın en öndeki düşüncesi olmalı, tamam.
Ama alimlerimiz, büyük müctehidlerimiz, "Bu hadîs-i şerîf sahihtir, sağlamdır." demiş, sağlam kitaplar yazmış. Uzun incelemelerden sonra, bir bir hadis rivayet eden râvîlerin cerh ve ta'dilini, incelemesini yapmış. "Bu hadis sağlamdır." demiş, ona uymak lazım.
Böyle kitaplar var, elhamdülillah. Diyanet'in neşrettiği Sahîh-i Buhârî böyle bir eser. Hem de açıklamalı, profesörler açıklamalar yapmış, insan onu okumalı.
Sıhah-ı Sitte denilen mübarek hadis kitaplarını Türkçe'ye tercüme etmiş alim kardeşler var. Kimisi hayatta kimisi vefat etti -Allah rahmet eylesin-, hayırlı işler yaptılar. Ebû Dâvud'u, Tirmizî'yi, İbn Mâce'yi tercüme ettiler. Müslim'i [Ahmed] Davudoğlu hocamızın açıklaması ve başka açıklamalar var. Binaenaleyh, bu açıklamalı hadîs-i şerîfleri okumalı ve onlara itaat etmeli!
"Hocam niye bu kadar bunun üzerinde duruyorsun?"
Çünkü televizyon kanallarında, radyolarda, gazetelerde din namına ileri geri konuşan ve İslâmî bilgisi olmayan, ilâhiyatçı olmayan, Arapça bilgisi olmayan kimseler ortaya çıkıyor veyahut ortaya çıkartılıyor ya da uydurma bir lakap kendisine yapıştırılıyor: İşte bu, İslâmcı yazar... İslâmcı yazar ama İslâmcılığı İslâm'ı yaşatmak için mi, yıkmak için mi; yapmak için mi, yıkmak için mi... İslâm'la uğraşıyor, yazıyor, çiziyor ama yalan yanlış şeyler söylüyor; demek ki yıkmakla vazifeli, İslâm'la ilgili ama yıkıcı şeyler söylüyor.
Bütün bu ihtilafların cevapları hadislerde vardır. Hepsi çıkıyor, hepsini görüyoruz. O hadisleri bilen kimse, yalan yanlış ileri sürülen saçmalıklara kulak asmaz, yanlışlığını hemen bilir. Millet, hadîs-i şerîfleri bilmediği için etkileniyor.
Din düşmanlarının bir kurnazlığı da, "Hadîs-i şerîflerin bazıları hadis değil, birileri hadis diye uydurmuş." demeleri; okuduklarına, duyduklarına; "Bakalım bu sahih hadis mi, mevzu hadis mi?" diye itiraz etmeleridir. Mevzu hadise kimsenin itibarı olmasın, itibar etmesin; onu biz söylüyoruz, en müttakî din alimleri, müctehidler söylüyor. Ama sahih hadise ittibâ etmemek olur mu? Sahih hadise ittibâ etmeyi, saygı duymayı törpülemek yani hadisi gözden düşürmek istiyorlar. Hatta bunu açıkça söyleyenler de var;
"Efendim, yirminci yüzyıldayız, hadisi bırakalım."
Neden?
Beyefendinin keyfine göre hareket etmesini hadîs-i şerîf tahdit ediyor, engelliyor, "Öyle yapma, o günahtır." diyor, ondan. O da o günah olan işi yapmaya başlamış, onu tutturmuş, hadîs-i şerîf, "O günahtır." dediği için... Oradan foyası meydana çıkıyor.
"Efendim, hadîs-i şerîfleri nazar-ı dikkate almayalım." diyor.
Hadîs-i şerîfi nazar-ı dikkate almayan bir insan, İslâm'ı anlayamaz; zekâtı anlayamaz, namazı kılamaz. Çünkü teferruat hadisten öğrenilmiştir. Namaz kılma emri Kur'an'da vardır, teferruat hadistedir. Zekât verme emri Kur'an'da vardır, teferruat hadîs-i şerîflerdedir. Bir insan hadisi kaldırdığı, saymadığı zaman din tahrip olur, öğrenilemez, uygulanamaz, yaşanamaz. Zaten onlar da istiyorlar ki din yaşanmasın; sadece kişiler laf olarak, ağızda -hani sembolik olarak diyorlar ya- "Ben müslümanım, elhamdülillah müslümanım." desin.
O da güzel tabii. İnsanın kendisini müslüman sanması ve sayması, Müslümanlığa bağlı hissetmesi fena değil, güzel ama yetmez! Müslüman olacak, Müslümanlığa uyacak, Allah'a ve Resûlullah'a itaat edecek. İtaat etmedikten, günah işledikten sonra cezasını çekeceği için günahları bilmesi lazım.
Bu sebeplerden, hadîs-i şerîfleri küçük düşürmeye çalışanlar, dini tahrif etmek isteyenlerdir. Ama düşüremezler, erbabı bilir; Avrupalı da olsa, Amerikalı da olsa, Resûlullah'tan rivayet edilmiş bir söz onun için önem ifade eder. "İslâm'ın hükmü budur." diye bilir.
Bizim memlekette bazıları, "boşver" diyor ama onun demesi kendisini helâk eder. Bir kıymet ifade etmez. Binaenaleyh Allah'a ve Resûlullah'a itaat edeceğiz, Kur'an okuyacağız, hadîs-i şerîfleri çok iyi takip edeceğiz.
Niye biz size hep hadis sohbeti yapıyoruz?
İslâm'ın güzelliği ve teferruatı, incelikleri, hikmetleri hadîs-i şerîfleri okuyunca anlaşılır, diye. Hadîs-i şerîfleri, sağlam hadis kitaplarını okuyacağız. Çürük, kimin tarafından yazıldığı belli olmayan kitapları okumayacağız.
Hadîs-i şerîfin çürüğü olmaz da adam çürük adamdır; bir kitap yazmıştır, millet onu bir şey sanıp okuyor. Bana böyle bir kitap getirdiler, yazarını söylemeyeyim ama cahillik ummanı. Bir sayfada 20-30 tane hata yapmış. Âyet olmayan bir cümleciği "âyet" diye zikrediyor. Âyeti bile, Kur'an'ı bile bilmiyor. Kitabını yakmak lazım! İçinde biraz Allah, Peygamber sözü geçiyor, çiğnenmesin diye yakmak veya gömmek; okutmamak lazım!
Adam da ortada efe gibi dolaşıyor. Halbuki hiçbir şey bilmiyor; çok cahil, zır cahil... O kitapları okumamak; büyük alimlerin, büyük müctehidlerin, çok değerli kimselerin yazdığı kitapları okumak lazım.
Üniversitede derslerimiz sırasında talebelerimizi iyi yetiştirmek için ve üstüne bastıra bastıra her zaman söylediğimiz şey: Değerli insanların, salahiyetli kişilerin, uzmanların yazdığı kitapları okuyun. Kıyıdan köşeden, haberi oradan buradan toplayıp derleme kitap yazmış insanlar mutlaka hata yaparlar; onları okumayın, asıl kaynağını alın, asıl kaynakları okuyun. Asıl büyük alimlerin eserlerini okuduğu zaman yanılma olmaz. Yanıltmaların da, yanıltmak isteyen kimselerin de bir tesiri olmaz.
Hadîs-i şerîf, bazı rivayetlerde burada bitiyor. Bazı rivayetlerde de şöyle devam ediyor:
Ve men yutı'i'l-emîra fe-kad etâ'anî. "Kim başına tayin edilmiş emire itaat ederse bana itaat etmiş olur." Ve men ya'sı'l-emîre fe-kad asâni. "Kim bağlı olduğu emire isyan ederse bana isyan etmiş olur."
Burada "emir" diye bir kelime geçti;
"Emire itaat Peygamberimiz'e itaat gibidir, emire isyan Peygamberimiz'e isyan gibidir."
Emir; emretmek, buyurmak salahiyetine sahip, yetkili kişi demektir.
"Emir hangi rütbededir, çağımızdaki rütbelerin hangisine uyar?" diye soracak olursanız, her emretme makamının başındaki kimse emirdir.
Diyelim ki çok küçük bir dairede bir müdür var, o dairede emir oradan çıkıyor, ötekiler onun emrini tutuyor; o da emirdir. Sular idaresinin emiri, diyebilirsiniz. Zaten Arabistan'a gidildiği zaman böyle şeyler görülüyor; Mekke emiri, Medine emiri diyorlar, valilik makamında veya filanca dairenin emiri diyorlar. Orduda, askerin başında bir kişi oluyor, ona da emir deniliyor. Yani Arapça'da emir, sadece askerî mânada komutan demek değil, emretme hak ve selahiyetini makam dolayısıyla almış olan kimse demek.
İslâm bir düzen-intizam dini olduğu için namaz bile imamın önderliğinde kılınıyor; öne imam geçiyor, cemaat de ona uyuyor. Halbuki ibadet kişiseldir ama kişisel olmasına rağmen imamla beraber topluca kılınıyor. Bu, düzenden kaynaklanıyor. Saflar muntazam oluyor.
Silsile-i merâtib yani kim kimin rütbece üstündedir; üstteki alttakine emrediyor, alttakinin onu dinlemesi lazım. Bu düzenliliği ve emir-komuta silsile-i merâtibini İslâm tavsiye buyuruyor. Böyle olacak. Herhangi bir işe bir kimse tayin edildiği zaman, onun bir baş sorumlusu olacak; emir odur. Bir de o işi onunla beraber yapacak bir yığın insan olacak; onlar da o emirin komutası altındadır.
Peygamber Efendimiz zaman zaman bazı yerlere birlikler gönderirdi. Bir tanesini onların başına emir seçerdi, "Sen bu topluluğun emirisin." derdi. "Bu seferde, bu toplulukta, bu topluluğun bu vazifesini yapması esnasında emir ve komuta senin elinde." demektir. Bu askerî bir görev de olurdu ama bazen de mesela çarşı-pazarın düzenini sağlasın diye birisini emir tayin etmiş olabilir. Veyahut, "Falanca şehre git, orada şu işi yap." diye askerî olmayan bir amaçla, mülkî bir görevle gönderdiği kimse de emir sayılabilir.
Bu işin mahiyeti iyice belli olsun diye hatırlayalım: Bir keresinde Peygamber Efendimiz bir topluluğu bir görevle bir yere gönderecekti. Hepsini karşısına aldı, tanıdı, sordu:
"Kur'ân-ı Kerîm'den ne kadar biliyorsun?"
Her birisi hakkında bir özel konuşma yaptı. Bu kişilerden bir tanesi karşısına geldiği zaman Peygamber Efendimiz ona;
"Söyle bakayım; sen Kur'ân-ı Kerîm'den ne kadar biliyorsun?" dedi.
O da dedi ki:
"Yâ Resûlallah! Ben şunları şunları biliyorum."
Bildiklerini sıraladı ve;
"Bir de Bakara sûresini biliyorum." dedi.
Büyük bir sûreyi biliyor. Bakara sûresi Kur'ân-ı Kerîm'in en büyük sûresi; 286 âyet, iki buçuk cüz ve içinde ahkâm âyetleri çok olan bir sûre... Dinî hükümlerin, dinî ahkâmın çoğu; namaz, korku namazı, abdest alma, teyemmüm, zekât vs. içinde olduğundan, tabii o çok büyük bir bilgiye sahip demek. O zaman bir daha sordu Peygamber Efendimiz, takdir ettiği için;
"Sen Bakara sûresini biliyor musun?"
"Biliyorum yâ Resûlallah."
Herhalde "aferin, mâşaallah" mânasına... Ondan sonra ona buyurdu ki:
İzheb, fe-ente emîruhüm. "Hadi git bakalım, sen bunların başkanısın, emirisin." dedi.
Neden?
Kur'an'ı en iyi biliyor, diye.
Burada bir şey var: Demek ki emirlik bir saltanat, kendi başına buyrukluk değildir. Netice itibariyle Allah'ın rızasına uygun hareket edecektir. Binâenaleyh emir Allah'a itaatle vazifelidir. Allah'a isyan ederse, o zaman ona itaat edilmez.
Lâ tâate li-mahlûkın fî ma'sıyeti'l-hâlik.
Allah'a isyanı emreden bir âmirin sözü dinlenmez, ona itaat edilmez. Çünkü Allah'a isyanı emrediyor. "Yap şu günahı, yap şu hırsızlığı, yap şu yüzsüzlüğü, arsızlığı..." diyor, o zaman dinlenmez.
Bir de Peygamber Efendimiz'in, gönderilen şahısların Kur'an'ı en iyi bilenini seçmesi çok ilgi çekici bir şey. Şimdi birisi çıkıyor ortaya, "Ben emirim." diyor.
Kim tayin etti seni?
Kimse tayin etmedi. Sen kendi kendini emirliğe yakıştırdın, "Emirim!" dedin.
Pekiyi, Kur'an bilgin ne?
"Ben Kur'an'ı bilmem."
Bir bilgi gerektiği zaman ne olacak?
"Hocaları toplarım, onlara sorarım."
Taşıma suyla değirmen döner mi?.. O zaman daha bilgili, Kur'an'ı en iyi bilen insanın emrine gir bakayım. Çünkü kendi bildiğine iş yaparsın, ortalığı berbat edersin. Öyle keyfî şey olmaz. Peygamber Efendimiz Kur'an'ı en iyi bileni emir tayin etti.
Böyle olunca; "Emire itaat bana itaattir, emire isyan bana isyandır." buyuruyor; çünkü emiri Peygamber Efendimiz tayin ediyor.
Hadîs-i şerîfin bundan sonraki kısmı bazı kaynaklarda yok, aşağıdaki ifade onu gösteriyor:
Ve inneme'l-imâmü cünnetün. "Önder, emir, imam bir kalkandır." Yukâtelü min verâihi. "O kalkanın arkasında çarpışılır." Ve yüttekâ bihî. "Onunla tehlikelerden korunulur." Fe-in emera bi-takvallâhi. "Eğer Allah'a itaat etmeyi, Allah'tan korkmayı, Allah'a takvâ ile kulluk etmeyi emrederse, o yolda emirler verirse..." Ve adele. "Adaletle idarecilik yaparsa..." Kâne lehû bi-zâlike ecrün. "Bu kişi, bu önder yaptığı idarecilikten sevap kazanır." Ve in kâle bi-ğayrihî. "Bunun dışında başka sözler söylerse yani hatalı sözler söylerse; dinde olmayan, takvâya uymayan, adalete sığmayan şeyler emrederse..." Kâne aleyhi minhu. "Bu sözünden dolayı ona vebal gelir."
Herkes Allah'ın huzurunda sorguya, suale mâruz olacak. Emirlik saltanat değildir, tahta kurulup keyif çatmak, yan yatıp zevk yapmak değildir; Allah'ın kullarına hizmet etmek veyahut Allah'ın verdiği, gösterdiği dinin-imanın veya müslümanları yöneten asıl sorumlu kimsenin, alttaki kimselere "Şu görevi yap!" diye verdiği bir görevdir.
O görev Allah rızası için takvâya uygun ve adaletli bir şekilde yapılır, yapılmazsa sorumlu olur. Takvâya aykırı bir söz söylerse, dinlemek de gerekmez. Çünkü Peygamber Efendimiz birilerini yine böyle bir göreve gönderdi. Baştaki adamla sondakiler arasında anlaşmazlık çıktı, adam kızdı. Başta emir tayin edilmiş kişi, "Emire itaat edilmesi lazım." diye Efendimiz'in tavsiye ettiğini bildiği için kasıldı ve dedi ki:
"Odun toplayın!"
"Pekiyi!" dediler, topladılar. Çünkü, emir…
"Ateş yakın." dedi.
Topladıkları odun yığınını ateşlediler; kocaman bir ateş, har har yanıyor. Ondan sonra ne dediğini tahmin edemezsiniz. Bilenler bilir ama bilmeyenler tahmin edemez.
"Girin ateşin içine." dedi. Emrindeki kimselere bir sebepten kızınca; "Girin ateşin içine." dedi. Emir ya...
Şimdi bu emir dinlenecek mi?
Dinlemediler, dediler ki:
"Biz senin bu sözünü kabul etmiyoruz, senin bu buyruğunu dinlemiyoruz ve bunu dönünce Resûlullah'a söyleyeceğiz, bu işin aslını anlayacağız."
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yanına döndüler:
"Yâ Resûlallah! Bu adam böyle böyle yaptı. Acaba emire itaat edilecek diye düşünerek; ne olursa olsun, ölürsek şehit oluruz gibi bir düşünce ile acaba ‘ateşe girin' dediği zaman girse miydik? Girmememiz yanlış mı oldu?" diye sordular.
İyi ki sormuşlar. Çünkü her kafadan bir ses çıkar, belki bazısı da başka türlü bir şey söyleyebilirdi. Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
"Eğer girseydiniz cehennemlik olurdunuz, intihar olurdu. Kendisini öldüren insan, intihar eden kişi cehenneme gider. Cehennemlik olurdunuz, girmek yok... Allah'a isyan emredildiği zaman, kulun sözüne, emirin sözüne itaat edilmez. Doğru söylesin, yanlış şey söylemesin."
Bu, çok modern, çağdaş, çağlar üstü ve güzel bir kuraldır. Hiç kimse haddi olmayan, hakkı olmayan bir sözü, başka bir insana emredemez. Yanlış bir şeyi yapmayı söyleyemez. Öteki insan da onu yaparsa, "sorumluluk onundur" diyemez. Çünkü o da diyecek ki: "Hayır, bu söylediğin doğru değildir. Ben bunu dinlemem." diyecek.
"Gir ateşin içine..."
Girilmez, öyle şey olmaz! Onu emretmemesi lazımdı. Emirliğin hududu vardır, sonsuz bir selahiyet değildir. O da bir görevdir. Görevler de, sandalyeler de gelip geçicidir. Bir gün birisi olur, ondan sonra ertesi gün başkası olur.
Hz. Ömer radıyallahu anh, çok başarılı bir komutan olan Halid b. Velid radıyallahu anh'ı komutanlıktan azletti. Başkomutandı, aşağıya indirdi. Dediler ki:
"Yâ Emîre'l-mü'minîn! Güzel savaşıyordu, tecrübeli ve bilgili bir komutandı. -Zaten biliyoruz Halid radıyallahu anh çok iyi bir savaşçı- Niye indirdin de başkasını tayin ettin?"
Dedi ki:
"Millet, zaferleri onun iyi komutanlığından dolayı kazandığımızı sanmaya başladı. Ben göstermek istedim ki bu, bereketten yani Allah yolunda cihat etmekten ve gayenin iyi olmasından dolayı... Allah yine başarı verir, onu göstermek için başka birisini tayin ettim."
Bu, çok güzel bir düşünce... Hz. Ömer radıyallahu anh çok fakih bir sahabi idi.
Zafer Halid b. Velid'den mi?
Hayır! Zafer, galibiyet Allah'tan... Galibiyeti Allah sevdiği kullarına, müttakî kullarına verir. Kul müttakî olduğu zaman verir, takvâsı olmadığı zaman da mağlup olur. Ordu takvâdan uzaklaştığı zaman, Allah'ın sevmediği duruma geldiği zaman, Allah cezalandırmak için mağlup eder. Bunun anlaşılması çok önemli idi.
O başkomutana, orduların komutanına Hz. Ömer, "Seni azlettim, rütbeni aldım." deyince... Tabii o zaman rütbeler filan yok. "Komutanlığı aldım." deyince, komutanlık bitti. O, bir er, nefer, ordudan bir kişi oldu. Bu sefer onun değil, Hz. Ömer'in sözü dinlenecek. Bu da ordunun içine indi, sıradan bir mücahit safına geçti.
İslâm'ın anlayışı böyledir. İslâm hiçbir kimseyi sonsuz saltanatlı, kendi başına buyruk, despot, -halk tabiriyle- "Ali kıran baş kesen" yapmıyor. Hepsi Allah'ın karşısında sorumlu, edepli, sevgili, saygılı, düzenli gidiyor. Herkesin böyle olması gerekiyor.
İslâm'ın uygulaması böyle! Diktatörlük vs. İslâm'da yok. Bazı kimseler bu sözleri duyunca diyecek:
"Pekiyi, niye İslâm ülkelerinde diktatörler var?"
Bu, güzel bir soru... İslâm şüphesiz bir ilâhî nizamdır. İslâm başkadır, müslümanların hâl-i pürmelâli, hâl-i perîşânı başkadır. Müslümanlar Müslümanlığı tam yaşamıyor ki... Evine git bak, kendi günlük yaşantısına bak, kendisiyle konuş, kafasındaki fikirleri incele. Müslümanlığı tam değil ki... Tam müslüman olmadığı için her şey yamuk oluyor, yönetim de yamuk oluyor.
"İnsanlar layık oldukları idareyle idare olunurlar."
Bu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in bir sözüdür. Başlarına gelen, belki kendi durumlarının bir cezasıdır.
Maalesef birçok İslâm ülkesinde müslüman bile olmayan, halkını bile sevmeyen, halkına hizmet etme düşüncesi bile olmayan kişiler, çeşitli entrikalarla başa geçmiş oluyor ve o milleti inim inim inletiyor. Çevremizde, Ortadoğu'da, Uzakdoğu'da, dünyanın muhtelif yerlerinde bir yığın İslâm ülkesi var. Açın İslâm ülkeleri kitaplarını, durumlarına, tarihlerine bakın, inceleyin. Göreceksiniz, ne kadar acı durumlar var.
İslâm ülkeleriyle ilgili kitapları çok okumanızı hepinize tavsiye ediyorum. Bizim kardeşlerimizden de İslâm ülkeleriyle ilgili kitaplar yazmış kimseler var. Hâlihazır yani şimdiki durumlarını araştırın, inceleyin!
Kaç tane İslâm ülkesi var? Ne kadar İslâm ülkesi, kaç puanlık, kaç derecelik? Kaç artı eksili İslâm ülkeleri?.. Lütfen iyice bir inceleyin.
Bir de tarihlerini inceleyin. Bu İslâm ülkesinin mâzisi neydi; nereden geçip nasıl ve nereye geldi? İnceleyin, o zaman ağzınız hayretten açılacak. Ne kadar hayret edeceksiniz... Ne kadar teessüf edeceksiniz...
Lütfen hepinizin evinde müslüman ülkelerin bir listesi olsun. Moritanya nerededir, Komor adaları nerededir, Nijerya'da ne kadar müslüman vardır, Cezayir'de ne kadar, Çad'da ne kadar vardır; bilin. Bir yerde bir karışıklık oluyorsa neden karışıklık oluyor, ana sebep nedir?..
Lütfen biraz dünya tarihini, dünyanın siyasetini inceleyin. Hâlihazırdaki olayları inceleyin ve sorun;
"Vietnam'da bir harp oldu, niye oldu? Vietnam'da müslüman var mıydı?"
Vardı tabii!
O müslümanlar o harpte ne oldu?
Kim bilir... Hiç haberimiz yok ki! Müslüman olmayan ülkelerde de azınlık olan müslümanlar var; onların durumlarını da incelemek lazım.
Allah, müslümanları birbirleriyle ilgilendirsin, dertleriyle dertlendirsin. Çünkü komşusu aç iken kendisi tok yatan bir müslüman iyi bir müslüman değildir. Peygamber Efendimiz onu kendisinin mensup olduğu zümreden saymıyor; "bizden değildir" buyuruyor.
Cenâb-ı Mevlâ cümlemizi şuurlu, müttakî müslüman eylesin. Allah'ın sevdiği, Allah'ı seven, hakiki müslüman eylesin. Yolunda daim, zikrine müdâvim eylesin.
Zikir ile ilgili bir hadîs-i şerîf var, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyuruyor ki:
Men etâ'allâhe fe-kad zekerallâhe ve in kallet salâtühû ve sıyâmühû ve tilâvetü'l-Kur'âni ve men asallâhe fe-lem yezkurhu ve in kesüret salâtühû ve sıyâmühû ve tilâvetühû li'l-Kur'ân.
Burada li'l-Kur'ân diye geçiyor, birincide tilâvetühü'l-Kur'ân diye geçiyor.
Biliyorsunuz, zikretmek diye bir şey var, sevap; âyetlerde ve hadislerde emrediliyor.
Yâ eyyühellezîne âmenü'zkürullâhe zikran kesîrâ. "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikrediniz."
Onun için her gün Sübhanallah, Estağfirullah, Lâ ilâhe illallah, Allah diyoruz, salavât getiriyoruz, Kul huvallah'lar okuyoruz. Bunların hepsi zikir, zikretmek de çok sevap. Cihattan sevap diyoruz. Ama bu zikir dediğimiz mübarek fiil nedir, mahiyeti nedir; bu hadîs-i şerîf onu açıklıyor.
Bir kaç defa, bir kaç toplantıda üzerine bastıra bastıra belirtmiştim. Ama bu hadîs-i şerîfi bir daha zikretmek, açıklamak istiyorum. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Men etâ'allâhe fe-kad zekerallah. "Kim Allah'a itaat ettiyse..." Yani ibadetlerini yaptı, günahlara dalmadı, sevaplı şekilde hareket etti. O... Fe-kad zekerallâh. "Allah'ı zikretmiş demektir." Ve in kalle salâtühû ve sıyâmühû ve tilâvetühü'l-Kur'ân. "Namazı -nafile namazı demek tabii-, sıyâmı –orucu- ve Kur'an okuması az bile olsa."
Eğer gününü itaatle geçirdiyse, isyan etmediyse Allah'ı zikretti demektir. Ama;
Ve men asallâhe fe-lem yezkurhu. "Eğer günah işlemişse, Allah'a âsî olmuşsa, o kimse de Allah'ı zikretmemiş sayılır." Ve in kesüret salâtühû ve sıyâmühû ve tilâvetühû li'l-Kur'ân. "Nafile namaz kılması, oruç tutması ve Kur'ân-ı Kerîm'i okuması çok olsa bile Allah'ı zikretmemiş sayılır."
Demek ki zikir denilen, Allah'ı zikretmek denilen güzel ibadetin aslı, mayası, cevheri, içindeki özü Allah'a itaat etmektir. Adam Allah'a isyan ediyor, günah işliyor, günaha devam ediyor ama cebinde tesbih, başında takke var, takkenin etrafına sarık da sarmış, sırtına da cübbemsi bol bir şey, ayağına da şalvar giymiş. Dış kıyafet itibariyle mütedeyyin bir müslüman… Müttakî bir görünüşte ama isyan ediyor. Ticaretinde yalan yemin ediyor, onu bunu aldatıyor, borcunu ödemiyor, parası olduğu halde "yok" diyor vs...
Bunların her birisi isyandır, günahtır. Ondan sonra tesbihini de çekiyor. Hem kendisini hem başkalarını aldatıyor. Bu, Allah'ı zikretmemiş sayılır. Çünkü zikretseydi bu günahları işlemeyecekti, Allah'tan korkacaktı. Madem korkmuyor, demek ki zikri hava, boş... Tesir etmediğine göre, demek ki zikretmemiş sayılır.
Onun için sevgili derviş, mü'min, müttakî, zikir erbâbı, ârif kardeşlerim!
Zikirlerinizi yapın, çok sevap; tesbihlerinizi ihmal etmeyin. Elbette yapacağız. Nafile oruçlarınızı, namazlarınızı ihmal etmeyin, Kur'an okumayı hiç ihmal etmeyin.
Burada, "Namazı az olsa veya çok olsa." diye geçtiğinden bu namazların, oruçların ihtiyarî namazlar, oruçlar olduğu anlaşılıyor. Keyfe bağlı değil yani farz olan namazlar; bunun azı çoğu olmaz, sayısı bellidir. Farz olan oruçlar bellidir, bunu azaltmak, çoğaltmak bahis konusu değil. Bunun dışındaki şeyler…
Eğer bir adam Allah'a itaat halindeyse, ihtiyarî olan orucu, namazları, Kur'an okuması az bile olsa Allah'ı zikrediyor demektir. İtaat etmiyor da isyan ediyorsa, günahları işliyorsa, o zaman bu ihtiyarî namazlar, oruçlar ve Kur'an okuması çok bile olsa, Allah'ı zikretmemiş demektir. Bu da dervişliğin özüdür.
Bu hadîs-i şerîf dervişliğin önemli bir parçası olan zikretmenin ruhunu gösteriyor. Ruhsuz bir ceset ölü demektir.
İtaat olmayan bir zikir zikir değil, itaatsiz olan bir zakir de zakir değildir.
Yani kabul değildir; mânevî bakımdan başına çalınacak, yüzüne fırlatılacak.
Onun için Allah'a itaat etmeye, her anda isyan etmemeye son derece dikkat etmemiz gerekiyor. İsyan oldu mu dervişlik de, zakirlik de siliniyor.
Allah bizi haramlardan, günahlardan korusun. Kendine itaatle ömrünü süren, günlerini geçiren itaatli kullarından eylesin. İsyandan korusun. Tevfîkini refîk eylesin. Sevdiği amelleri işlemeye muvaffak eylesin. Ümmet-i Muhammed'e faydalı eylesin ki bu devirde Ümmet-i Muhammed'in, müslümanların ciddi çalışmalarına çok ihtiyacı var. Böyle ihtiyacın çok olduğu bir devirde müslümanların gevşek durması çok fena oluyor. Son derece ciddiyetle, işin vehametini anlayıp ele almak ve İslâm için çalışmak lazım.
Allah hepimizi gayretli, çalışkan, himmetli müslümanlar eylesin. Çok sevap kazanmayı nasip eylesin. Cumalarınız mübarek olsun. Allah nice mübarek günlere erdirsin. Müslümanların dertlerini izale eylesin, sıkıntılarını feraha çevirsin. Hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva, borçlarımıza eda nasip eylesin. İki cihanda izzet, itibar, kıymet sahibi, mesut, bahtiyar eylesin.
es-Selamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh