es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
Bir hadîs-i şerîfi nakletmek istiyorum.
Ahmed b. Hanbel, Hanbelî mezhebinin imamı, önderi, büyük müçtehit, büyük muhaddis, aynı zamanda Müsnedü Ahmed b. Hanbel diye tanınan çok kıymetli bir hadis kitabı yazmış. Onun kitabında Muaz radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
Mâ amile âdemiyyün amelen encâ lehû min azâbillâhi min zikrillâh. Kâlû: Ve le'l-cihâdü fî sebîlillâh? Kâle: Ve le'l-cihâd illâ en tadribe bi-seyfike hattâ yenkatı'a sümme tadribe hattâ yenkatı'a.
Sadaka resûlüllâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Efendimiz, Mâ amile âdemiyyün amelen encâ lehû min azâbillâh. "Âdemî'nin işlediği amellerden, onu Allah'ın azabından daha güzel koruyacak, zikrullahtan daha değerli bir amel, fiil, icraat yoktur." buyuruyor.
Mâ amile. "İşlemedi"; âdemiyyün "Hz. Âdem'in evlâdından olan bir âdemî, yani bir insan, bir mü'min"; amelen encâ lehû min azâbillâh "Onu Allah'ın azabından daha çok kurtarıcı bir amel işlemedi."; min zikrillâhi "Allah'ı zikretmek; zikrullahtan daha kurtarıcı başka bir amel işlemiş olamaz."
"İşlediği amellerin en çok Allah'ın azabından kurtarıcı olanı zikrullahtır." demiş oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri mü'min kullarını mükâfatlandırır, suçlu kullarını da cezalandırır. Allah'ın azabından kurtulmak için de, insanın bir şeyler, sevaplı işler yapması lazım. Allah'ın sevdiği, razı olduğu ahlâka, âdâba, dine, imana, takvâya uygun işler yapması lazım. Bunların da dereceleri, çeşitleri var. Sevapları farklı...
Mesela az sadaka çok belâyı def ediyor. Sadaka vermek önemli. Sonra helâl lokma yemek, harama bulaşmamak çok önemli. [Çünkü] harama bulaştığı zaman ceza alıyor, helâl yediği zaman korunuyor.
İhvânımızdan takvâ ehli bir zât vardı. Kapalıçarşı'da patikçiydi. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, makamı âlâ olsun, Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin. Kapalıçarşı'da yangın çıkınca demişler ki;
"Kapalıçarşı'da yangın çıktı, senin de dükkanın orada." Demiş ki;
"Biliyorum, yangını da duydum. Mevlâm bilir, Allah'ın takdiri neyse o olur; kulun kadere boyun eğmesi lazım. Vardır bir hikmeti ama ben üzerime düşen vazifeleri aklımın erdiğince yaptım. Zekâtımı verdim, hayrımı hasenâtımı yaptım."
Ertesi gün bakmışlar ki yangın tam onun dükkanına kadar gelmiş. Komşusunun dükkanını da yakmış, ama onunki kurtulmuş.
Helal yolla kazanılırsa, o zaman Allah koruyor. Haram olunca cezalandırıyor.
Ama bazen de Allahu Teâlâ hazretleri, bir âfeti umumî olarak veriyor. Kötüleri cezalandırmak için verdiği bir âfet esnâsında, iyi insanların da vâdeleri yetmiş oluyor, vefat etmiş oluyorlar; âhirette ayrılıyorlar. Yani iyilerin artık ömrü o kadarmış, bir sebebi, hikmeti var. Âhirette onlar iyiliklerinin mükâfatını görüyorlar. Kötüler de hem dünyada işledikleri kötülüklerin cezasını çekmiş oluyorlar, hem de âhirette azap görecekler.
Bu azaptan kurtulmak için insanın ne yapması lazım?
Önce ilk adım nedir?
Mü'min olmak; önce imana gelmek. Eğer bir insan mü'minse, Allah'ın azabından eninde sonunda kurtulur. imanlıysa, imana gelmişse, Lâ ilâhe illallah deyip Allah'ın varlığını, birliğini idrak etmişse
Herkes Lâ ilâhe illallah'ı bilecek, küfre, şirke sapmayacak. Küfürden, şirkten, yani imansızlıktan, yanlış inançtan, müşriklikten, kâfirlikten kurtulacak. Kurtulmaları için biz de çalışmalarımızı, gayretlerimizi hızlandıracağız. İnşaallah Lâ ilâhe illallah bayrağını dünyanın her yerinde dalgalandıracağız.
Allah'ın azabından kurtulması için insanın önce mü'min olması lazım; bu bir. Dünyadaki azap; felaketler, musibetler… Yani bir musibet ama nasıl olsa insan bir yerde ölecek; bir hastalıktan, meselâ tâundan ölenler şehit sayılıyor; salgın geliyor, ölüyor. Acıyoruz, üzülüyoruz ama Allah'ın takdiri. Allah o âfetten ölenleri büyük mükâfatla mükâfatlandırıyor, taltif ediyor, telâfi ediyor; öyle ihsân ediyor.
Meselâ insan savaşta ölüyor, şehit oluyor ama şehitlik çok yüksek bir mertebe. Yani dünyadaki [musibet] çok önemli değil. Âhirette de azap var, asıl önemli olan âhiret azabından kurtulmak. [Kişi] mü'min olunca âhiret azabından kurtuluyor.
Bir de, azaptan kurtulmak için zekâtı vermek lazım. Zekâtını verince malı kurtulur. Zekâtını vermeyince, -Kur'ân-ı Kerîm'de âyetler, eski ümmetlerden kıssalar var- o zaman malına, bağına, bahçesine, hurmalığına âfet geliyor. Çünkü sadakasını, hayrını, öşrünü, zekâtını vermemiş olduğu için Allah onu cezalandırıyor. Demek ki [kişi] mü'min olacak, ibadetlerini yapacak, zekâtını, öşrünü verecek.
Millet zekâtı biliyor da öşrü uygulaması zayıf olabilir, bazıları uygulayamayabiliyorlar. Yani bilmedikleri için uygulamama durumuna düşmüş olabilirler.
Bir de az sadaka çok belayı def eder. Bir fakire, bir yoksula sadaka verince yardım edince, Allah başına gelecek bir felâketi savıyor, korunuyor. Azaptan kurtulmak için böyle güzel işler var.
Mâ amile âdemiyyün encâ lehû min azabilllâh. Encâ, "en çok kurtarıcı" demek. Yani nâcî "kurtulan", müncî "kurtaran", encâ "en çok kurtaran" mânasına geliyor. O kelime bu sıfatların ism-i tafdîli oluyor.
İnsanın Allah'ın azabından kurtulmasına sebep olan, işlediği ameller içinde insanı en çok kurtaran nedir?
Min zikrillâh. "Allah'ın zikrinden daha çok kurtarıcı olan bir şeyi yok, en çok kurtaran zikrullahtır."
Kâlû. "Peygamber Efendimiz'den bu sözü işitenler sordular, dediler ki:"
Ve le'l-cihâdü fî sebîlillâh. "Allah yolunda cihat etmek de mi değil kurtarıcılıkta."
Yani birincisi zikrullah mı? [Cihat] daha kurtarıcı değil mi?
Peygamber Efendimiz buyurdu ki;
Ve le'l-cihâdu. "Cihat da değil."
İllâ en tadribe bi-seyfike hattâ yenkatı'a. "Ancak kılıcını kırılıncaya kadar savaşta kullanır." Sümme tadribe hattâ yenkatı'a. "Ondan sonra bir başka kılıç alıp tekrar vuruşur, gene kırılır. İşte bu kadar olursa o zaman sevabı olur."
Tabii savaş her zaman olmuyor. Olduğu zaman müslüman savaşa, cihada gider. Vazifesini yapar, görevinden kaçmaz. Ama savaş olmadığı zaman, işte elimizde güzel bir imkân, kolaylık var; zikrullah, Allah'ı anmak, Allah'ı zikretmek.
Bazı kimseler zikrullahı çok tenkit ediyor, zikredenlere yan bakıyor, yamuk bakıyor ama işte öyle değil. Allah'ı anmak, zikretmek neye sebep olur, hadîs-i şerîflerde görüyoruz; insanı Allah'a itaat etmeye, Allah'ı sevmeye götürür. Sonuç itibariyle aşkullaha, muhabbetullâha götürür.
Allah'ın âşıklısı olan, sevgilisi olan, Allah'ı seven, muhibbi olan bir kul da ne olur?
Hep Allah'ın sevdiği güzel işleri yapar, evliyâ olur. İşte tarihte okuduğumuz, hayran olduğumuz kimseler gibi olur.
Mesela, Allah âşıklarından, halkımızın en bildiği, baş tâcı ettiği, ilâhilerini dilinden düşürmediği Yunus Emre, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, aşkullahtan en çok bahseden insanlar. Onun için zikrullah çok önemli.
Sübhânallah,
Elhamdülillâh,
Allahu Ekber,
Lâ ilâhe illallah,
Estağfirullah el-azîm,
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi'l-Aliyyi'l-Azîm,
Hasbünallah, Hasbiyallah demek; bunların hepsi zikirdir.
Yani insan bir şekilde, Allah'ın bir lütfunu, bir sıfatını düşünerek bir söz söylemiş oluyor. Lâ ilâhe illallah deyince, Allah'ın birliğini düşünmüş oluyor; Allah birdir, şerîki, nazîri, ortağı yoktur. İki değildir, üç değildir; ikilik, üçlük, şirk yok. Politeizm, çok tanrıcılık; düalizm, ikileme yok.
Ne var?
Doğru olan, Allah'ın birliğidir. Yeri göğü yaratan Rabbü'l-âlemîn birdir. Lâ ilâhe illallah birlik sıfatını ifade eden bir kelime olmuş oluyor.
Ondan sonra Sübhânallah; Allah'ın her işinin hikmetli, her sıfatının mükemmel olduğunu, her şeyinin en güzel olduğunu bildiriyor; bu da çok önemli.
Elhamdülillâh; Allah'ın nimetleri düşünüldüğü zaman söylenen bir söz. Allah'ın hamde, övülmeye, medhe en layık olduğu, her şeyinin övülecek, methedilecek gibi olduğunu ifade ediyor.
Hasbünallah veya hasbiyallah, Allah bize yeter, Allah bana kâfîdir, mânasına geliyor. Bu da tevekkeltü alellah gibi, Allah'a dayanmayı, tevekkülü ifade eden, Allah'ın güç-kuvvet sahibi olduğunu gösteren bir söz oluyor.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh yine böyle bir söz oluyor.
Bunların hepsi son derece kıymetli.
Doğrudan doğruya Allah'ın isimlerinden bir tanesi ya da sıfatı söylenerek,
Yâ Hayyu yâ Kayyûm
Yâ Lâtîf; ey lütuf sahibi.
Yâ erhame'r-râhimîn; ey merhametlilerin en merhametlisi.
Yâ Ğaffare'z-zünûb; ey günahları mağfiret eden.
Yâ Settâre'l-uyûb; ey ayıpları örtüp setreden…
Ey Rabbimiz diye Allah'ın isimlerinden birisi söylenerek zikirler yapılabilir.
Veyahut bütün bu mânaların hepsini ihtiva eden, içinde taşıyan Allah sözü söylenebilir: Allah, Allah, Allah denilebilir. Bunlar zikrin çeşitleridir.
Kur'an okumak zikrin çeşitlerindendir. İnsan Kur'an'ı okudu mu zikrin en güzelini yapmış oluyor. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm Allah kelâmıdır, baştan aşağı zikirdir. Hatta Kur'an'ın isimlerinden bir tanesi de "zikir"dir.
Onun için Kur'an okumak, okutmak; Kur'an kursları açmak, çocuklarını Kur'an kursuna göndermek, çocuklarına Kur'an okutmak, yazın çocukları Kur'an kurslarına gönderip hayırlı bir şekilde zaman geçirmesini temin etmek... bunlar, hepsi zikrullahtır.
Namaz zikrullahtır. Camiye gidiyorsun, ezan okunuyor, kamet getiriliyor… Camilerin çoğalması güzel bir şeydir.
Türkiye'de camiler çok derler. Avustralya yeni bir kıta, Avrupalılar buralara 1800'lü yıllarda yerleşmeye başladılar. Her köşe başında bir tane kilise var. İngilizleri ateist, dinsiz derler. Hiç öyle değil. Hem Amerikalılar, hem İngilizler, hem Avustralyalılar dindar, Almanlar son derece dindar. Hatta bu kurdukları Avrupa Birliği bir Katolik birliği. Yani bayağı dinî duygularla işlerini yapıyorlar. Gayet kesin; son derece dindarlar.
Âdemî ne demek?
Hz. Âdem'e mensup demek. Sonuna "î" geldi mi bir "şeye mensub" demek oluyor. Mesela Konevî Konya'ya mensup; Mekkî Mekke'ye mensup; Medenî Medine'ye mensup veya medeniyete mensup demek. Âdemî de Hz. Âdem'e mensup, yani onun evladı demek. Biz hepimiz Benî Âdemiz, Âdemîyiz, Hz. Âdem'in torunlarıyız. Âdemî, Allah'ın ibadetle mükellef bir yaratığı. Mükellefiyet yüklenmiş:
İnnâ aradne'l-emânete ale's-semâvâti ve'l-ardı ve'l-cibâli fe-ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ fe-hamelehe'l-insân.
İnsanoğlu sorumluluğu yüklenmiş, "Ben mesuliyet alırım, kulluğu yaparım." demiş. Cenâb-ı Hak da ona kitap indirmiş, peygamber göndermiş, kulluğu güzel yapmasını buyurmuş. Allah'a itaat eden; ecirleri sevapları alacak, mükâfata erecek, cennetlik olacak. Allah'a âsî olanlar da, imtihanı kaybettiği için cezası neyse, o cezayı çekecek.
İşte Âdemoğlu'nun Allah'ın azabından kurtulmasına en çok sebep olan şey zikrullahtır. Bundan daha çok azaptan kurtarıcı bir şey yoktur.
O halde ne olması lazım?
Kur'an kurslarının canlı olması lazım. Çocuklarımıza Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmemiz lazım. Anneler çocuklarına evde öğretmeli, ondan sonra güzel öğrensinler diye hocaya göndermeli. [Çocuklar] Kur'an kurslarında, İmam-Hatip okullarında okumalı.
Benim çocuklarım İmam-Hatip okullarında okudular ve sonunda da her türlü başka mesleğe geçme imkânı oldu. Çocuklar dinini öğrenmiş oluyor; yani son derece güzel bir şey.
O bakımdan bunu devletin de kollaması lazım. Milletvekillerinin de bu konuda yardımcı olması lazım. Çünkü zikrullah Allah'ın azabından kurtarıyor. Zikrullah'ın kapılarını, yollarını açmak, Allah'ın azabından koruyor. Zikrullah'ın yollarını tıkamak da aksini tevlid eder, aksi sonuçları meydana getirir.
Onun için Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'ını öğrenmek, zikrini yapmak, Cenâb-ı Hakk'ı bilmek, sevmek, Lâ ilâhe illâllah ehli, tevhid ehli olmak, İslâm'a, imana hizmet etmek, sonunda insanı mutluluğa götürür, Allah'ın azabından kurtarır. Hem dünyada hem âhirette o kimse aziz ve bahtiyar olur. Aksi de felaketlere sebep olur.
O bakımdan Resûlullah Efendimiz'in tavsiyelerine dikkat edelim. Cenâb-ı Hakk'ın zikrine sarılalım, namazlarımızı kılalım, ibadetlerimizi yapalım. İhmal etmeyelim.
Yaz günleri insanlar gevşiyor. Yazlıklara gidiyorlar; eğlenirken, gezerken çeşitli hatalar, kusurlar, günahlar olabiliyor. O günahlardan korunmak, sakınmak lazım. Zikir vazifelerinden, namazından-niyazından, Kur'an'ından-kıraatinden; hayrından-sadakasından geri durmaması lazım.
Biz yazlıklarda safâ sürerken, bazı ülkelerde kâfirler müslümanlara ateş yağdırıyorlar ve müslümanlar sıkıntı çekiyorlar. Yiyecekleri, barınacak yerleri yok. Onlara yardımcı olmamız lazım. Hayır ve sadaka da çok belayı def eder, insanları çok hayırlara erdirir.
Bu hususta diğer bir hadîs-i şerîf daha var. Tirmizî "Sahih bir hadistir." demiş, Ahmed b. Hanbel de kaydetmiş. Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallâhu anh'ten rivâyet edilmiş ki:
Mâ ale'l-ardı ehadün yekûlü lâ ilâhe illallâh vallâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, illâ küffiret anhu hatâyâhu ve lev kânet misle zebedi'l-bahr.
Sadaka Resûlullâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Bu müjdeli bir hadîs-i şerîf. Bir bakıma bize kurtuluş yolunu gösteren, birinci hadîs-i şerîfi teyid eden bir yol gösteriyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem -Allah şefaatine erdirsin- diyor ki:
Mâ alel-ardı ehadün. "Yeryüzünde bir kimse yoktur ki." Yekûlü lâ ilâhe illallâh vallâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. "Şu sözleri söyler."
Yani şu sözleri söyleyen yeryüzünde hiçbir kimse yoktur ki…
İllâ küffiret anhu hatâyâhu. "Onun günahları mağfiret olunmasın."
Mutlaka mağfiret olunur.
Ve lev kânet misle zebedi'l-bahr. "Denizin dalgalarının üstündeki köpüklerin sayısınca bile olsa, hataları günahları, afv u mağfiret olur."
İşte bu da birinci hadîs-i şerîfteki gibi bir zikir.
Yani kişi ne diyecek?
Lâ ilâhe illallah; "Allah var, şerîki-nazîri yok, o tektir, birdir."
Vallâhu ekber; "Allah en büyüktür."
Bazen millet coşuyor, şaşırıyor, sevdiği bir kimseye en büyük diyor.
"Falanca futbolcu, artist, sanatçı en büyük."
En büyük derken neyi düşünüyor bilmiyoruz ama işin doğrusu, en büyük Allah'tır.
Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh; "Güç ve kuvvet ancak Allah'ladır, Allah'tandır."
Allah dilerse olur, dilemezse olmaz. Allah korursa korur, korumazsa korumaz; verirse verir, vermezse vermez; yaşatırsa yaşatır, yaşatmazsa yaşatmaz. Her şey ondan.
Binâenaleyh akıllı olan insan Allah'ın rızasını, sevgisini kazanmaya, Allah'la olmaya çalışır; Allah'ın sevdiği cephede, yerde, yönde olmaya çalışır.
Öyle olunca ne olurmuş?
Günahları denizlerin köpükleri kadar bile olsa, affolunur. Dalgaları değil, dalgaların üstünde kaç tane köpük vardır, bir dalga vurdu mu kaç tane köpük hâsıl olur? Dalgalar sayısızdır, köpükler ondan da fazladır. Peygamber Efendimiz "O kadar çok günahı olsa bile, günahları mutlaka afv u mağfiret olunur." diye bildiriyor.
Demek ki bu sözleri, mânasını bile bile, çok çok söylemek lazım. Demek ki zikir, günahları affettiriyor, suçlarını bağışlattırıyor. Kul kusursuz, hatasız olmaz, bunu her zaman söylüyoruz; herkes kendisini biliyor. Cenâb-ı Hak mutlaka işlediğimiz suçlardan dolayı bizi cezalandıracak olsa, hepimizi cezalandırabilir. Cenâb-ı Hak çoğunu affediyor, büyük günahlarda çok ısrar edenleri cezalandırıyor.
Onun için hatamızı anlayıp, cürmümüzü muterif olup, itiraf eyleyip, haddimizi bilip, boyun büküp, Cenâb-ı Hak'tan, Cenâb-ı Mevlâ'dan afv ü mağfiret dilemeliyiz.
Hepimizin bildiği üç tane cümle. Bilmediğimiz bunların mânasının derinliğine inmek, şuuruna varmak, ona göre hareket etmek…
Lâ ilâhe illallah'ı biliyoruz; "Allah'tan başka ilâh yoktur, ancak O vardır." Ama Allah'tan gayrıya bağlanıyor, bel bağlıyoruz, hizmet ediyoruz. Allah'a hizmet, kulluk etmiyoruz. Lâ ilâhe illallah deyip böyle yapmak olmaz. Lâ ilâhe illallah sözünün gereği, Allah'a güzel kulluk yapmaktır.
Allahu Ekber sözünün gereği de, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, güç kuvvet Allah'tandır diye söylemenin gereği de odur. Bütün mahlukât toplansa, zarar vermek istese zarar veremez. Ama kendisini çok güçlü hisseden Kârunları, Nemrutları, Firavunları; koca azılı, azgın-sapkın, kendisini güçlü sanan insanları da Allah târumâr ediveriyor. Çünkü Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh; güç-kuvvet Allah'tandır.
Binâenaleyh, Allah'tan korkmak, Allah'a iyi kulluk etmek lazım. Başkasına yaranmaya, dalkavukluk etmeye, yanaşmaya lüzum yok. Allah'a güzel kulluk eden en hür, vicdânen en rahat insan ve en selâmette insan olur. Nasıl Allah Nuh aleyhisselâm'ı, Lût aleyhisselâm'ı kurtardıysa öyle kurtarır. -Onların kavimleri felakete uğramıştı- Kavmi helâk olduğu halde, kurtarır. Nasıl Semud kavmi helak olurken Sâlih aleyhisselâmı kurtardıysa, öyle kurtarır. Nasıl Firavunu ve ordusunu denizde gark ederken, Mûsâ aleyhisselâm'ı ve yanındaki ashabını kurtardıysa, öyle kurtarır. Nasıl Hûd aleyhisselâm'ı kurtardıysa, Âd kavminin helâk ettiyse... Bunlar hep Kur'ân-ı Kerîm'de bize misal olarak hatırlatılmış tarihî olaylar. Günümüzde de böyle olaylar daimâ oluyor.
Onun için dinimizin inceliklerini öğrenelim, Allah'a güzel kulluk etmeye gayret edelim. Allah'ı sevelim, Allah'a sevilelim. Hani Yunus Emre; "Sevelim, sevilelim" demiş şiirde… İşin aslı, Yunus'un anladığı-anlattığı materyalist, maddî, dünyevî bir sevişme değil; Allah tarafından sevilmek. Birbirimizi sevince, mü'minler kardeş olunca, Allah da onları seviyor. O gibi derin, dinî mânaları var. Onlara çok dikkat etmek lazım.
Sayfanın başında bu sözlerimi teyid eden bir hadis-i şerif var. Onu da okumak, sohbetimi üç hadîs-i şerîfle bitirmek istiyorum.
Ebû Hüreyre radıyallâhu anh'ten Hatîb-i Bağdâdî, Tayâlisî, İbn Asâkir, Hakîm gibi muhaddisler rivayet etmişler ki Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
Mâ ubidallâhe bi-şey'in efdale min fıkhin fi'd-dîn ve le-fakîhun vâhidün eşeddü ale'ş-şeytâni min elfi âbidin. Ve li-külli şey'in imâdün ve imâdü haze'd-dîni'l-fıkhu.
Sadaka Rasûlullâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem diyor ki;
Mâ ubidallâhe bi-şey'in efdale min fıkhin fi'd-dîn. "Dinde fakihlikten, anlayışlı, sezgili, bilgili, alim olmaktan daha güzel bir durumla ibadet edilemez."
En güzel ibadet edilme şekli, dinin inceliklerini bilip hareketlerini ona göre düzenlemektir. En güzel ibadet edilme, dini bilerek, dinin inceliklerini uygulayarak olur. Allahu Teâlâ hazretlerine, dini iyi bilmekten daha güzel bir şekilde başka bir yolla ibadet edilmiş değildir, ancak bu yolla ibadet edilir.
O halde dinimizi; inceliklerini ve güzelliğini bilmemiz lazım. Başka dinlerden üstünlüklerini, tarif edilmez, ölçülemez derecedeki muazzamlığını, mükemmelliğini kavramak lazım. Mücevherin kıymetini bilmek, sahip olduğunun güzelliğini anlamak, sahip olduğunun kıymetini bilmeyip de aldanmamak lazım.
Ve le-fakîhun vâhidün eşeddü ale'ş-şeytâni min elfi âbidin. "Bir tek dini bilen alim, fakih insan, şeytana bin tane âbidden daha dayanıklı, daha şiddetlidir, daha kök söktürtür."
Şeytana karşı daha şiddetlidir, şeytanı daha çok sindirir demek yani.
Âbid ne yapıyor?
Tek başına ibadet ediyor, gece kalkıyor namaz kılıyor vs. Âbid tek başına ibadetle vakit geçiyor.
Ama fakih ne yapıyor?
Dini biliyor, bildiğini uyguluyor ve öğretiyor. "Şöyle yapmayın, başınıza gelenler şundan geldi; böyle yapın. Böyle yaparsanız kurtulursunuz." diye yanlışı da gösteriyor, bildiriyor. O zaman çok kıymetli oluyor. Bin tane âbid bir yana, terazinin bir kefesine; bir tane dini bilen bir ârif, din alimi bir fakih, bir mübarek evliyâ, zât-ı muhterem, hocaefendi [diğer kefesine]; bin tane âbidden daha kıymetilir.
Ve li-külli şey'in imâdün. "Her şeyin bir esâsı-direği, bel kemiği, ana taşıyıcısı vardır." Ve imâdü haze'd-dîn. "Bu dinin de ana direği, taşıyıcısı, tüm ağırlıkları çeken ve kaldıran ana noktası." el-Fıkhu. "Dini iyi bilmektir, din alimliğidir."
Din alimleri çeşitli sebeplerle, baskı altında sapabiliyor. Yani bilgili insanlar bazen bilgisini söylemeyebiliyorlar. Bazen de korktukları veya menfaat umdukları insanın gözüne girmek için gerçekleri bile bile değiştiriyorlar. Aka kara; karaya ak diyorlar. Çünkü moda öyle, onların siparişine göre fetva veriyorlar. O fenâ, dinin tahripçisi.
Asıl din alimi nasıl bir kimsedir?
Allah'tan gayriden korkmaz. Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını gözetir. Allah'ın rızasına uygun olanı Firavun'un karşısında, Nemrut'un karşısında bile olsa söyler. Bütün kavmi sapıtsa bile kavminin karşısına çıkar:
"Sizin bu yaptığınız yanlıştır, doğru yol şudur." diye söyler. Onun için fıkıh en kıymetlidir, bu dinin direği fıkıhtır.
Ama fıkıh da, Hanefî fıkhı, Şâfiî fıkhı demek değildir; dinin özüdür, dinin özünü iyi anlamaktır.
Bazıları dinin özünü Mekke'de, Medine'de bile otursa anlamıyor. Dinin özüne aykırı, yamuk işler yapıyor. Demek ki dinin özünü anlayamamış. Üniversiteden mezun, kapı kadar beş-on tane diploması olsa, doktorası, doçentliği, profesörlüğü olsa, yamuk söyledi mi, çarpıttı mı; demek ki hakikisi değil, kıymetlisi değil.
Yâsîn sûresinin ikinci sayfasında Ashâb-ı Karye'nin mâcerâsı anlatılıyor. Lütfen orayı kardeşlerimiz bilenler hatırlasınlar, okumayanlar da okusunlar. Kavim, Allah'tan gayri putlara tapıyor. Habîbü'n-Neccar'da kavmini ikaz ediyor:
"Yanlış şeylere tapıyorsunuz, yöneliyorsunuz. Doğruya yönelin, doğruyu yapın." diyor.
Şehit ediyorlar.
Mâcerânın sonucunun ne olduğuna dair çeşitli, farklı rivayetler var ama Cenâb-ı Hak Yâsîn sûresinde cennetlik olduğunu, Allah'ın rahmetine erdiğini, âhiretinin çok iyi olduğunu bildiriyor.
O halde hakkı söyleyelim, eğri otursak bile doğru konuşalım. Hakkı destekleyelim, dinimize, Kur'an'a hizmet etmeye çalışalım.
Evlâtlarımızı müslüman, mütedeyyin yetiştirelim. Çünkü onların hesabı annelerinden, babalarından sorulur. Annelerin, babaların ihmalleri varsa, cezası verilir. O bakımdan anneler- babalar evlâdlarını her ne pahasına olursa olsun mutlaka ve mutlaka dini iyi bilen, dinde fakih olan, takvâlı evlâtlar olarak yetiştirmeli.
Bir insan Yunus Emre gibi oduncu olabilir; ümmî olabilir, Peygamber Efendimiz de ümmî idi. Ama dinin inceliklerini bilip doğru-düzgün sağlam bir anlayışla, tertemiz bir imanla güzel kulluk edebilir. Yani bu tahsil meselesi değil. Tahsiller bazen güdümlü, baskılı olunca, temiz fıtratı da baskı altında değiştiriyor. Onun için mühim olan dinin özünü doğru anlamak.
Bu nasıl olacak?
Kur'ân-ı Kerîm'i tam okumakla, özellikle Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini okumakla [olacak.] Kütüphanenizdeki hadis kitaplarını okumazsanız, hocanız olarak iki elim iki yakanızda. O kitapları okuyacaksınız. Okunan sayfalara "bu sayfaları okumuşum" diye işaret koyacaksınız, çoluk çocuğunuzla bitireceksiniz. Hem o kitaplar iki yakanıza yapışır, davacı olur; hem Allah hesabını sorar, hem de ben de hepinizden davacı olurum.
Dinin, çarpıtılmadan, yamultulmadan, rayından çıkartılmadan, şirâzesinden çıkartılmadan, zıvanadan çıkartılmadan doğru öğretilmesini, öğrenilmesini, anlaşılmasını istiyorsanız, Peygamber Efendimiz'in sahih hadislerini cân u gönülden öğrenin, okuyun, okutun.
Kur'ân-ı Kerîm'i iyice okuyun, o zaman anlayacaksınız. Kur'ân-ı Kerîm de Fâtihâ'dan, Bakara'dan başlıyor. -Kur'ân-ı Kerîm sohbetlerimizde hatırlayacaksınız, takip ediyorsanız- eski kavimlerin nasıl yanıldıkları, doğrunun ne olduğunu Kur'ân-ı Kerîm'de, Cenâb-ı Hak âyet-i kerimelerde çok güzel bildiriyor.
Hiç kimsenin kaçamağı yok. Belki birisi "Ben Kur'an'ı bilmiyordum, okumadım." diyecek. İşte okumamak, bilmemek mazeret değil. Ondan dolayı Allah ikinci bir defa cezalandıracak.
Onun için lütfen mecmua, resimli roman okuyacağınıza, yaz tatillerinde gevşek gevşek boş vakit geçireceğinize, yaz tatilleriniz ayrı bir mektep olsun, eğitim olsun. Kışın okula gidiyor çocuklarımız, yoruluyor, diye yazın tatile götürüyorsunuz; o zaman da orası din mektebi olsun. Orada çocuklarınıza, kendinize, hanımınıza dini uygulamalı olarak öğretin. Kendiniz de bilmiyorsanız öğrenin.
Avustralya'da elhamdülillâh kardeşlerimiz sabah namazına çoluk çocuklarıyla geliyorlar. Bir kardeşimiz üç-dört çocuğuyla geliyor. Biz de hepsine "aferin, mâşaallah" diyoruz. Aferin, sarık sarmış, takke giymiş, tesbihi elinde sabah namazına camiye geliyor.
Onun için bu hadîs-i şerîfleri can kulağıyla dinleyin, mûcibince amel eyleyin ki Allah'ın rızasına eresiniz, Peygamber Efendimiz'in şefaatine mazhar olasınız.
Cenâb-ı Hak âhirette Peygamber Efendimiz'e komşu olmayı cümlenize nasip eylesin. Cennetiyle-cemâliyle cümlenizi-cümlemizi müşerref eylesin. Geçmişlerimize rahmet eylesin. Kalanlarımıza tevfîkini refîk eylesin.
Sübhâne rabbiye'l-aliyyil-a'le'l-vehhâb.
Sübhâneke lâ ilme lenâ, illâ mâ allemtenâ, inneke ente'l-alîmü'l-hakîm.
Sübhâne rabbinâ rabbi'l-izzeti ammâ yasifûn. Ve selâmün ale'l-mürselîn. Ve'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn.
Allah hepinizden razı olsun. Hepinizi sevdiği, razı olduğu kullar eylesin.
Es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.