es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak her türlü görünen görünmeyen, dünyevî uhrevî hayırlara, ikramlara, lütuflara sizleri erdirsin.
Birinci hadîs-i şerîf:
Deylemî ve daha başka kaynaklarda, Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet olunmuş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
إذا مات الميتُ تقولُ الملائكةُ ما قدَّم وتقول الناس ما أخَّر.
İzâ mâte’l-meyyitü tekûlü’l-melâiketü mâ kaddeme ve tekûlü’n-nâsü mâ ahhara.
İzâ mâte’l-meyyitü. “Kişi öldüğü zaman.” Tekûlü’l-melâiketü mâ kaddeme. “Melekler; ‘Bu zât, bu ölen kişi, kendisinden evvel âhirete ne takdim etti, önceden ne gönderdi?’ diye sorarlar.”
Buradaki mâ, soru edatı.
Mâ kaddeme. “Melekler; ‘Neyi takdim etti? Âhirete önceden neler gönderdi?’ der.”
Çünkü onlar için ve ölen kul için önemli olan bu dünyada yapmış olduğu amellerdir, hayrâttır, hasenâttır, iyiliklerdir.
Kaddeme; “önceden göndermek, takdim etmek, bir işi bir şeyden önce yapmak” demek.
İnsanoğlu dünyada iyi bir şey yapınca, yaptığı iyiliğin sevabı âhirete gidiyor. Kötülük yapınca da vebali âhirette karşısına çıkacak. Her şey kayda geçiyor.
Peygamber Efendimiz koyun kestirmiş de; “Bunları dağıtın.” demiş. Namazdan geldikten sonra da; “Ne yaptınız? Kurbanı dağıttınız mı?” deyince demişler ki;
“Yâ Resûlallah! Bir budu hariç hepsini dağıttık; bir budu bizim oldu, bizde kaldı.”
Peygamber Efendimiz demiş ki;
“Bir budu hariç hepsi bizim olmuş!”
Dağıtılanlar sevap olarak kayda geçtiği için “Asıl, dağıtılanlar bizim oldu.” diyor. Ötekisi bu dünyada yenilecek, kalacak ama dağıtılanlar, artık sevap olarak önceden âhirete postalanmış, gönderilmiş, kayda geçmiş ve kazanılmış oluyor.
Melekler; “Acaba bu ölen kişi neler göndermiş? Ne yapmış? Namaz mı kıldı oruç mu tuttu? Ne gibi hayırlar işledi, ne gibi sadakalar verdi?” diye sorarlar.
Ve tekûlü’n-nâsü mâ ahhara. “İnsanlar da; ‘Bu kişi geride ne bıraktı, mirası nedir? Geride nesi kaldı?’ diye meraktan sorarlar. Ecdadımız latife yoluyla; “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar.” demişler.
“Allah Allah! Acaba bu adam ne bıraktı, geride ne servet bıraktı? Çok zengin adamdı, şu kadar fabrikası, bu kadar evi barkı vardı...” derler.
Günümüzde de öyle oluyor ya, serveti artık gazetelere geçiyor ve herkes onu konuşuyor. Meraktan dolayı da insanlar, böyle sorarlar.
Bir de ilgililer, mirası alacak olanlar sorar:
“Bakalım bize ne gelecek?” diye. “Şu kadar miras gelecek, bu kadar miras gelecek.” diye düşünürler.
İnsanoğlu da esas itibariyle mal biriktirmeye meraklıdır. Malı biriktirir, çoğaltır. Zenginleşir, zenginleşir... Zenginledikçe rahatlar, istikbalini emniyete aldığını düşünür. Malı da sağa sola kaptırmamaya çalışır.
Kaptırmamaya çalıştıkça zenginlediği için o kadar malı var ama bir türlü veremiyor. “Zaten verseydi bu kadar olmazdı.” gibi bir durum.
Bazen de aksi olabiliyor. Kul veriyor; Allahu Teâlâ hazretleri verdiğinin yerine yeniden o kula nimet, mal ve mülk ihsan ediyor. Verilen boşa gitmiyor, verdiği için mânevî bakımdan halefi daha fazlasıyla geliyor.
Onu düşünemeyen, imanı zayıf olan, yakîni eksik olan insanlar, verince bir şey kalmayacak sanıyorlar. Şeytan da;
“Ne veriyorsun? Verme! Sonra sana kalmayacak! Aç kalırsın, açık kalırsın!” der.
Keşke insanlar; mirasçılarını, kendilerinin mallarının bekçisi durumuna düşürmeseler. Malı mirasçıya kalacak. Israrla, hasislikle hayır yapmıyor, sadaka vermiyor, bekliyor, bekliyor; ondan sonra ölüyor. Mirasçılar; “Ölüm hak, miras helal.” diye “Geride ne bırakmış?” derler ve yerler, içerler. Ama adam hayrını yapmamış olur, zekâtını vermemiş olur; âhirette onun cezasını çeker, hesabını vermeye uğraşır, ter döker durur.
İkinci hadîs-i şerîf:
Sevban radıyallahu anh’ten rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş:
إذا مات المؤمنُ كانتِ الصلاةُ عند رأسِهِ والصدقةُ عن يمينِهِ والصيامُ عند صدرِهِ.
İzâ mâte’l-mü’minü. “Mü’min vefat ettiği zaman.” Kâneti’s-salâtü inde re’sihî. “Kıldığı namaz gelir, başucunda durur.” Ve sadakatü inde yemînihî. “Farz sadaka olan zekât veya nafile sadakaları, hayrât u hasenâtı sağ tarafında durur.” Ve’s-sıyâmü inde sadrihî. “Oruç da göğsünün yanında olur. Böylece ibadetleri kabirde kişiye yoldaş olur.”
İnsana fayda verecek olan, hayrât u hasenâtıdır, ibadât ü taatidir. Kabirde onlar yoldaş olur, âhirette onlar fayda verir. Güneşin insanın beynine yaklaşıp da beynini kaynattığı; insanların durumlarına göre ağızlarına, kulaklarına, dizlerine kadar, artık durumlarına göre terlere battığı zamanda, cömert kişiler sadakasının gölgesinde gölgelenir.
Demek ki sadaka kabirde iken yoldaş ve arkadaş oluyor; kıyamette de sadakası insana gölge oluyor. Hadîs-i şerîflerden bunları biliyoruz.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Onun için aldatıcı duyguları bir tarafa bırakalım! Kendi kendimizi, kendi ruhî durumumuzu iyi tahlil edelim! Ölümün ne zaman geleceğini kimse bilmiyor. Ölümü kimse sevmiyor, ölmek de istemiyor ama ölüm birden geliveriyor. Bir gün önce yanınızda sizinle konuşan insan; ertesi gün kabristana gömülmüş, aramızdan ayrılmış, amel defteri dürülmüş oluyor.
Sadaka-i câriye bırakanların, hayırlı evlat yetiştirenlerin, faydalanılan ilim bırakanların amel defteri kapanmıyor. Hayırlı evlatları dua ettikçe, ilim kitapları okundukça, yaptığı hayırlardan insanlar istifade ettikçe onlar bundan fayda görecekler ve kabirde ondan memnun olacaklar.
Evlatlarını iyi yetiştirmişlerse evlatlarının güzel haberleri onlara tebliğ edildikçe kabirde nurları ve sürurları artar. Evlatlarını iyi yetiştirmedilerse mü’min yetiştirmedilerse dünya ehli olarak yetiştirdilerse onların yaptığı bütün kötü, fena icraat annesine, babasına tebliğ edilecek:
“Eyvah! Bizim çocuk yine şöyle yapmış. Eyvah! Ne kadar günaha girmiş.” diye, kabirde kemikleri sızlar. Bunların hepsi hadîs-i şerîflerde geçen şeyler.
Diğer bir hadîs-i şerîf:
Enes radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyor:
إذا مات صاحبُ بدعةٍ فقد فُتِحَ فى الإسلامِ فتحٌ.
İzâ mâte sâhibü bid’atin fe-kad fütiha fi’l-İslâmi fethun. “Bid’at sahibi bir kimse öldüğü zaman İslâm’da bir fütuhat meydana gelmiş olur.”
Çünkü adam bozguncuydu, bid’atçiydi. Dini bozacak icraatı, kanaati vardı; yazıyordu, söylüyordu. Bundan dolayı o öldü mü bir fütuhat olmuş olur.
Hani duyuyoruz ki müslümanlar falanca yeri fethetmişler, falanca yerde savaşı kazanmışlar, filanca yerde müslümanlara zafer nasip olmuş; seviniyoruz. Fütuhattan, olumlu gelişmelerden insan memnun oluyor. Bu da olumlu bir gelişme oluyor.
Bunun aksine, alim bir kimse vefat ettiği zaman da İslâm’ın surunda telafisi olmayan bir gedik meydana gelmiş olur, surun bir kenarı yıkılmış olur. Kalenin o yıkık yeri tehlikeli, oradan düşman gelebilir. Çünkü alim kişi orayı kapatıyordu, İslâm’a hizmet ediyordu. O gittiği zaman İslâm'ın kalesinde bir yıkıntı, duvarında bir gedik meydana gelmiş olur.
Allahu Teâlâ hazretleri bizleri ilim erbabı eylesin. Alimleri başımızdan eksik etmesin. İslâm kalesinin duvarları yıkılmasın. Allahu Teâlâ hazretleri bizi bid’atçilerden, fasıklardan, facirlerden, müşriklerden, münafıklardan korusun.
Demek ki onlar da İslâm’ın fütuhatını engelleyen, İslâm’a zarar veren yaratıklar oluyorlar. Onların adedinin artması toplum için bir felaket; onların yok olup gitmesi de toplum için bir ferahlık vesilesi oluyor.
Sayfanın sonundan, uzun bir hadîs-i şerîf okuyalım:
Taberânî, İbn Asâkir, Deylemî; Ebû Ümâme radıyallahu anh’ten rivayet etmişler. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
إذا مات أحدٌ من إخوانِكم فنثرتم عليه الترابَ فليقمْ رجلٌ منكم عند رأسِهِ ثم ليقلْ يا فلان ابن فلانة فإنه يسمعُ ولكنه لا يجيبُ ثم ليقلْ يا فلان بن فلانة فإنه يستوى جالسا ثم ليقلْ يا فلان بن فلانة فإنه يقولُ أرشدنا يرحمك اللهُ ولكن لا تشعرون ثم ليقلْ اذكرْ ما خرجتَ عليه من الدنيا شهادةُ أن لا إلهَ إلا اللهُ وأنَّ محمدا عبدُه ورسولُه وأنك رضيتَ باللهِ ربًّا وبمحمدٍ نبيًّا وبالإسلامِ دينا وبالقرآنِ إماما فإنه إذا فعل ذلك أخذ منكرٌ ونكيرٌ أحدُهما بيدِ صاحبِهِ ثم يقولُ له اخرجْ بنا من عند هذا ما نصنعُ به وقد لُقِنَ حُجَّتُه ولكن الله لقنه حجته دونهم قال رجل يا رسول الله فإن لم أعرفْ أمَّه قال انسُبْه إلى حواءَ.
İzâ mâte ehadün min ihvâniküm fe-nesertüm aleyhi’t-türâbü fe’lyekum racülün minküm inde re’sihî sümme li-yekûl: Yâ fülâne’bne fülâneh! Fe-innehû yekûlü: Erşidnâ rahimeke’llâh! Velâkin lâ teş’urûn.
Sümme liyekûl: Üzkür mâ haracte aleyhi mine’d-dünyâ şehâdete en lâ ilâhe illallâhu ve enne Muhammeden abdühû ve resûlühû ve enneke radîte billâhi rabben ve bi-Muhammedin nebiyyen ve bi’l-İslâmi dînen ve bi’l-Kur’âni imâmâ.
Fe-innehû izâ feale zâlike ehaze münkerun ve nekîrun ehadühümâ yed’e sâhibihî sümme yekûlü lehû: Ahric binâ min indi hâzâ mâ nasneu bihî ve kad lukkıne hüccetühû velâkin li’llâhi azze ve celle huccetühû dûnehüm. Kâle racülün: Yâ Resûlallah! Fe-in lem a’rif ümmehû? Kâle: Ensibhü ilâ havvâ' fülâne’bne havvâ.
Sadaka Resûlüllâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Hadîs-i şerîfin uzun metnini okuduk. Bu aynı zamanda ölüye kabri başında telkin yapılmasını tavsiye eden bir hadîs-i şerîf oluyor.
Burada okuyalım bakalım, Peygamber Efendimiz ne buyuruyor?
İzâ mâte ehadün min ihvâniküm. “Sizin mü’min kardeşlerinizden birisi öldüğü zaman.” Fe-nesertüm aleyhi’t-türâb. “Onu kabre koyup da üzerine toprağı saçtığınız zaman.”
Nesera, “toprak saçmak” demek. Tabi kapatıp üstüne toprağı saçıyoruz.
Fe’lyekum racülün minküm inde re’sihî. “Sizden bir adam onun başı ucunda ayağa kalksın, dursun. Sümme li-yekûl: Yâ fülâne’bne fülâneh. “Ve desin ki ‘Ey falanca hanımın oğlu filan!’”
Neden?
Çünkü kişiler, asıl annesinden biliniyor. Onun için annesinin adıyla söylenecek.
Fe-innehû yekûlü. “Çünkü vefat eden kimse der ki” Erşidnâ rahimeke’llâh; “Bizi irşat et! Allah sana merhametini, rahmetini ihsan eylesin, aman bize yardım eyle! Aman bize yol göster, aman bizi irşat eyle!” Velâkin lâ teş’urûn. “Fakat siz hissedemezsiniz.”
Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor. Başka hadîs-i şerîflerde de geçiyor: Kabre konulan insan denize düşmüş, denizde çırpınan kimse gibidir, her yerden yardım bekler. Kabre konulunca, başucunda ayakta duran kimseye dua ederek;
“Allah sana rahmeylesin, lütfeylesin; aman bana yardım et, yol göster! Aman bir şeyler anlat, söyle!” der.
Fakat insanlar bunu duyamıyor. Duyan duyuyor.
Sümme li-yekul. “Sonra o başucunda duran, telkini veren kimse desin ki.” Üzkur. “Ey ölen kişi, ey kabirdeki kişi! Hatırla!” Mâ harecte mine’d-dünyâ. “Dünyadan hangi iman üzere ayrılmış isen onu hatırla! Dünyadan ayrıldığın zaman, öldüğün zaman üzerinde olduğun, sahip olduğun imanı hatırla! Hangi din üzereydin, hangi iman üzereydin, onu hatırına getir!”
Vefat ve kabre konulma heyecanlı bir şey. Onun için ötekisine; “Aklını dağıtma, heyecanlanma, hatırla!” diyoruz.
Şehâdete en lâ ilâhe illallah. “Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ettiğini” Ve enne Muhammeden abdühû ve resûlühû. “Ve Muhammed’in de Allah’ın kulu ve resûlü olduğunu hatırla!”
Onu söylüyordun ya; eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühû diyordun ya, onu hatırla! Öleceğin sırada o söylediğin sözü, üzerinde bulunarak, sahip olarak vefat ettiğin o imanını hatırla. Söyle: ‘Allah var, şerîki nazîri yok; Muhammed onun kulu ve Resûlü’dür.’”
Peygamber Efendimiz altını çize çize, üstüne bastıra bastıra kendisinin âciz, nâçiz bir beşer olduğunu, Allah’ın bir kulu olduğunu beyan etmiştir. Çünkü eski ümmetlerden İsevîler, Hz. İsa’nın peygamber olarak güzel hallerini, mucizelerini görünce, ona “Allah'ın oğlu” deyiverdiler. Halbuki Allah kadın edinmemiştir, gelin almamıştır, oğlu doğmamıştır. Bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın yaratıklarıdır. İnsanlar Allah’ın kullarıdır.
Onlar; “Allah'ın oğlu” deyiverdiler.
Çok yanlış!
Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri:
İnneküm le-tekûlûne kavlen azîmâ. “Ey bu sözü söyleyenler! Siz çok büyük veballi, ağır bir şey söylüyorsunuz.” Bühtânen azîmâ. “Çok büyük bir iftira ileri sürüyorsunuz, çok saçma bir şey söylüyorsunuz.” diye bunu çok şiddetli bir şekilde reddediyor. Yanlış söz söylediklerini beyan ediyor.
İnşaallah sizler ve bizler de “Tevhid Yılı” münasebetiyle Allah'tan başka tanrı olmadığını herkese söyleyeceğiz. Bunun çok yanlış olduğunu, çok günah olduğunu; Allah’ın buna çok gazap ettiğini, çok kızdığını söyleyeceğiz. Allah var ve şerîki, nazîri yok... Lâ ilâhe illallah; Allah'tan başka hiçbir tanrı, tapınılacak mâbud, ilâh yok!
Muhammed de onun hem kulu hem elçisi. Kabiliyetli, meziyetli, son derece üstün bir insan. Cenâb-ı Hak onun o gelişmiş terbiyesine, gönlüne, kalbine peygamberlik vazifesi bahşetmiş. O da Cenâb-ı Hakk’ın vahyini, emrini insanlara iletmiş olan Allah'ın resûlü.
“Ey kabirdeki! Bu inanç üzere ölmüştün ya, bunu hatırla!”
Başka?
Radîte billâhi rabben. “Hani sen bir de söylüyordun, içindeki duygular öyle değil miydi? Allah’ın rabbin olduğundan hoşnut ve razı idin, onu kabul ediyordun.”
Ne kadar büyük şeref ki Cenâb-ı Hakk’ın kuluyuz! Ne kadar büyük devlet ve izzet ki O bizim Rabbimiz!
“Sen onu da hatırla ki ‘Ben; Rab olarak Allah’a hoşnut ve razı oldum, onun Rabbim olduğunu bilerek, seve seve ona ibadet ederim.’ diyordun ya.”
Ve bi-Muhammedin nebiyyen. “Ve Muhammed'in de sallallahu aleyhi ve sellem senin peygamberin olduğundan hoşnut ve memnun, zevk ve şevk içindeydin ya.”
Ve bi’l-İslâmi dînen. “İslâm’a da din olarak son derece bağlıydın, İslâm’dan memnundun, hoşnuttun; İslâm, dinin olduğu için son derece sürurluydun ya, bunları da hatırla!”
Ve bi’l-Kur’âni imâmen. “Kur’an’ı da imam olarak edinmiştin ya, onu da hatırla!”
İmam; “önder, lider” demek. İmam kelimesinin şânı, şerefi, değeri, kıymeti çok yüksek. Hatta devletin başındaki insana imâmü’l-müslimîn; “müslümanların önderi” denir. Şimdi imam sözü basit, çok küçümsenen, dudak bükülerek önem verilmeyen bir meslek gibi görülüyor. Halbuki imam, “önder” demek.
Biz mü’minler Kur’ân-ı Kerîm’i kendimize rehber ve önder olarak seçmişiz. Ondan son derece memnunuz. Bu durumdan fevkalade sevinçliyiz.
“Ey kabirdeki! Hani sen böyle düşünüyordun ya, işte bunu da hatırla.” deniliyor.
Demek ki başucundaki kişi; “Kabirdeki insana yardım olsun, irşat olsun.” diye neleri hatırlatmış oluyor? O da zaten; “Bana irşadda bulunun, Allah sizi rahmetine erdirsin!” diye yalvararak bekleyip duruyordu da, birçok kimse onun o yalvarmasını duymuyordu ya... Dünyadan ayrıldığı zamanki durumunu, o heyecanlanan, başına gelen bu olaylardan dolayı heyecan içinde olan, kabirdeki o kimseye hatırlatacak:
“Hatırla! Sen dünyada, Allah’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehadet ederek ayrılmıştın ya... Allah’ın rabbin olduğuna razı idin, onu hatırla! Muhammed’in peygamberin olduğuna razı idin, onu hatırla! İslâm’ın dinin oluşundan memnun ve razı idin, onu hatırla! Kur’an’ın önderin ve rehberin olduğuna inanıyordun, durumun öyle idi, onu hatırla!” diyecek.
Bu inanç ve bu hal üzere vefat etmiş olan kimseye bunlar hatırlatılacak; o da oradaki heyecanını yenerek cevapları güzel verecek. Kabirdeki sorgu sual haktır. Bu hususta hadîs-i şerîfler vardır. Bu telkini yapmayı Peygamber Efendimiz söylüyor.
Bu telkin, mevtanın kendisinedir ama Peygamber Efendimiz’in bize böyle buyurmasından biz de son derece duygulanıyoruz, durumun ciddiyetini anlıyoruz. Buna göre hayatımızı geçirmemiz gerektiğini de iyice aklımıza yerleştiriyoruz.
Allah’tan başka ilâh yok; buna inanacağız, çoluk çocuğumuza öğreteceğiz. Çevremizde konuştuğumuz herkese hayatın en mühim meselesi olan bu tevhid meselesini, inancın doğruluğu meselesini anlatacağız. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın gönderdiği peygamber olduğunu, asla bilemeyeceğimiz güzel hususları, dinimizi bize öğrettiğini ve dinimizin âhiret konusunda, dünya konusunda son derece kıymetli bilgilerin hazinesi olduğunu bileceğiz.
Rabbimiz Allahu Teâlâ hazretlerine seve seve, aşk ile şevk ile kulluk edeceğiz. Durumun güzelliğini, ne kadar büyük bir nimet olduğunu idrak ederek Peygamber Efendimiz’e güzel ümmetlik edeceğiz. “O bizim peygamberimiz, başımızın tâcı, rehberimiz, önderimiz, serverimiz.” diye Peygamberimiz’in sünnet-i seniyyesine sarılacağız.
“İslâm benim dinim.” diye İslâm'ı öğreneceğiz; bütün insanlar öğrenecek. Bütün mü’minler -madem mü’min, madem müslüman olmuş- İslâm’ı öğrenecekler.
Müslüman olmuş Avrupalılar’a bakıyorum -İngiliz müslüman olmuş, Fransız, Amerikalı müslüman olmuş- hemen Arapça öğrenmeye başlıyorlar. Cidde’den buraya gelirken ağabeyim arabada söyledi:
“Bu Arapça’yı kestirme yoldan nasıl öğrenebiliriz? Bunun çaresini ne olur düşünün.” dedi.
Herkes niye Arapça’yı kestirme yoldan öğrenmek ihtiyacını duyuyor?
Niye ağabeyim böyle söylüyor?
Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri Arapça, hadîs-i şerîfler Arapça, elbette dinimizi öğrenmek için Arapça’yı güzelce öğrenmemiz lazım.
Vaktimizi başka şeylerle geçirmiş, bu yaşa ulaşmış olduk. Emin olun, ben şahsen şimdi genç olsam çevremizdeki komşu ülkelerin dillerini de öğrenirdim. Yunanca’yı öğrenirdim, eski Yunanca’yı, Latince’yi öğrenirdim. Balkan dillerini; Boşnakça’yı, Arnavutça’yı, Bulgarca’yı öğrenirdim. Kuzey’deki Rusları’n dilini öğrenirdim. Kafkas dillerini öğrenirdim, coğrafyasını öğrenirdim.
Bilseydik, ne kadar faydası olacaktı kim bilir? Bu olaylar olmadan önce oralarla yakından ilgilenseydik, kim bilir durum ne kadar farklı olurdu. İlgilenmediğimiz için ne kadar büyük vebal var.
İçinizden hemen kendi kendinize diyorsunuzdur ki:
“Hocam! Bu kadar dili nasıl öğreneceksin?”
İnsan birçok dili öğrenebiliyor ama bu konuda işbirliği yapmak da düşünülebilir. Bir müessese kurulur, orada iş bölümü yapılır: “Sen şu konuyla ilgilen, sen bu konuyla ilgilen, sen şu dili ve edebiyatı öğren...” denilir.
Bizim edebiyat fakültelerimizde, komşu bazı dillerin edebiyatlarının okutulduğu bölümler, Batı dillerininin edebiyatlarının, dilbilgilerinin öğretildiği bölümler var. İngiliz filolojisi, Alman, İtalyan, Fransız filolojisi... Filoloji, lisaniyat demek oluyor. Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı bölümleri var. Zaten ben şahsen orayı sevip oradan mezun olmuştum.
Ben eksiklik olarak görüyorum: Komşu dillerin ve komşu ülkelerin örflerinin, âdetlerinin, harslarının, yani kültürlerinin güzelce takip edilmesi lazımdı. Yapılmamış! Balkanların doğru düzgün haritası yok! Etnoloji, insanların örf ve âdetlerinin incelenmesi, toplumlarının incelenmesi yok!
Kafkasya’da olaylar meydana gelince şaşırdık. Adını ilk defa o zaman duyduğumuz Osetya gibi yerlerin farkına vardık. Orada kimlerin olduğunu yeni yeni öğreniyoruz. “Meğerse ne kadar kuvvetli müslümanlar varmış, meğerse biz müslümanlar ne kadar büyük gaflet ve cehalet içindeymişiz.” diye düşünüyoruz.
Aklımızı başımıza devşirmemiz lazım. Bundan sonra inşaallah birbirimizle yardımlaşarak bu eksiklerimizi gidermemiz lazım.
Bir de Nasreddin Hoca -fıkraları hoşuma gider- “El elin eşeğini türkü çağırarak arar!” diye bir söz söylüyor. İnsan bir işi aşk ile şevk ile yapmazsa içinde acı duymazsa heyecan duymazsa güzel yapamaz. Komşu komşusunun kaybolan hayvanını arayacak ama bulunmasa ne olacak? Üzülmediği için türkü çağırarak arar. “Komşunun hatırı olsun.” diye ortalıkta gösteriş olarak gezinir.
Ama bir de komşunun kendisine sor. Eşeği kayboldu. “Yükü şimdi nasıl taşıyacak, suyu nasıl çekecek, bir yerden bir yere nasıl gidecek?” diye malı gittiği için yüreği yanar. Mü’min de kendisi bu hizmetleri imanının gereği olarak yapınca canla başla yapar. Bazen bir tek kişi; bir müessesenin, bir kurumun yapacağı kadar büyük işler yapıyor.
Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç Bey vardı. Onun yanında çalışan bir kimse için bu sözü söyledi: “Bir enstitünün yapacağı işler kadar iş yaptı, neşriyat yaptı.” derdi.
Enstitü; “kuruluş, müessese” demek. İnstate kelimesinden alınmış.
Mesela Ermeni dilini ve edebiyatını inceleme bölümü. Bir kişi kendisi Ermeni; aşk ile şevk ile çalışıyor, araştırmalar yapıyor, Ermeni tarihi ile ilgili neşriyat yapıyor. Hoca onun için “Koca bir kurumun yapacağı işleri yaptı.” demişti. Biz de mü’min olarak böyle aşk ile şevk ile çalışırsak başarılı oluruz.
Yahudi dilini, Ermeni dilini öğrenmemiz lazım. Doğu Anadolu’daki dilleri öğrenmemiz lazım, toplumları öğrenmemiz lazım. Her konuda bilgi sahibi olmamız gerekiyor.
Mü’min insanlar bunu bir müessese kurarak yaparsa daha verimli olur. Mesela bizim İlim Kültür ve Sanat Vakfımız ne kadar güzel emellerle kurulmuştu. Müessese kurulur da kurulan müessesenin çalıştırılması yine aşk sahibi, şevk sahibi insanların eline kalır. Aşk ve şevk olunca güzel olur. Aşk ve şevk olmayınca olmuyor.
“Hocam! Müessese yerine kurum desek olmaz mı?”
“Kurum” desek olur ama o zaman elimiz yüzümüz kara olur. Çünkü kurum; “bacadaki kurumuş duman parçalarına” da deniyor, bir karışıklığa yol açıyor. Onun için eskiden beri kullandığımız “müessese” kelimesini kullanırsak hiç şaşırmayız. Enstitüyü almaya lüzum yok. Kurum demek de uygun değil çünkü kurumun bir başka anlamı var.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Şimdi hadîs-i şerîfin son kısmında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in buyurduklarını dinleyelim:
Fe-innehû izâ feale zâlike. “Vefat eden kimse kabre konulup üstüne toprak saçıldığı, kabri kapatıldığı zaman, başucunda birisi durup da ona kelimeteyni şehâdeteyni hatırlatıp ‘İşte Allah’ı Rab olarak sevmiştin, razı olmuştun; Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i peygamber olarak sevmiştin, hoşnuttun; İslâm’ın dinin olmasından hoşnuttun; Kur’an’ın önderin olmasından memnundun; bunları hatırla!’ dediği zaman.” Ehaze münkerün ve nekîrün ehadühümâ yed’e sâhibihî. “Münker ve Nekir isimli iki melek -ki bunlar kabirde sorguyu suali yapmakla vazifeli melekeyn-i âdileyn-i şâhideyn’dir- birisi ötekisinin elini tutar.” Sümme yekûlü lehû. “Sonra o elini tuttuğu arkadaşına der ki.” Ahric binâ min indi hâzâ. “Bu adamın yanından bizi çıkar!”
Harace-yahrucü; “çıkmak” demek, bi harf-i ceriyle müteaddî oluyor. Birisi ötekisine, “Kardeşim! Tut şu elimden, beni bu kabirden çıkar!” der.
Mâ nasneu bihî. “Biz ona ne yapabiliriz?”
Mâ burada soru edatı. Arapça’da mâ’nın pek çok mânası vardır. En bariz, başta hatıra gelen anlamı “Ne?” mânasına soru edatı olmasıdır.
“Artık bu adama biz ne yapabiliriz ki? Nasıl sorgu soracağız? Sorularının cevapları verildi.” derler.
Ve kad lukkıne hüccetühû. “Hücceti de; delili, belgesi de kendisine telkin edilmiş bulunuyor. ‘Böyle bir hal olduğuna göre biz artık burada ne yapabiliriz? Haydi kardeşim! Beni bu kabirden çıkar!’ derler. Birbirlerinin elinden tutup onun yanından ayrılırlar.” Velâkinna’llâhe azze ve celle huccetühû dûnehüm. “Fakat sonsuz derecede Azîz ve Celîl olan Allahu Teâlâ hazretleri onların karşısında ölen kişinin hüccetidir, belgesidir, delilidir.”
Elif olmasaydı da li’llâhi olsaydı; o zaman, “Azîz ve Celîl olan Allah’ın onlardan ayrı hücceti vardır. Cenâb-ı Hak her şeyi biliyor; ölen kulunun yaptıklarını, her şeyini biliyor.” mânasına gelirdi.
Kâle racülün. “Efendimiz bu sözleri anlatınca ashaptan bir adam.” Yâ Resûlallah! “Ey Allah’ın elçisi, ey Allah’ın resûlü!” Fe-in lem a'rif ümmehû. “Eğer ben ölen kardeşimin başında telkin yapacak olsam onun annesinin adını bilmiyorsam ne olacak?” diye sordu.
Kâle: Ensibhü ilâ Havvâ. “Peygamber Efendimiz o zaman buyurdu ki ‘O zaman Havva’nın çocuğu dersin!’”
Çünkü Âdem, atamızdır, babamızdır; Havva da anamızdır, bütün insanların anasıdır; yanlış olmaz.
Fülâne’bne Havvâ. “‘Ey Havvâ’nın oğlu filanca!’ dersin, öyle söylersin!”
“Annesinin adını bilmemek seni durdurmasın. Hem aynı zamanda doğru olan bir sözü söyleyerek hem de Resûlullah'ın tavsiyesini aynıyla yerine getirmiş olarak bu işi yapabilirsin.” diye Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem böyle buyurdu.
Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in -Allah cümlemize şefaatini nasip eylesin- sorulara cevapları ne kadar ibretli, ne kadar güzel! Müşkülleri çözmesi, sorunların çözüm şeklini bulması ne kadar güzel!
Hani Kâbe’nin tamiri esnasında duvarlar biraz yükseltilip Hacerü’l-Esved taşı hizasına gelinince, Kureyşliler; “Bu taşı koymak şerefi bize aittir.” diye herbirisi ortaya atılıp işi kızıştırmışlar. Hatta kılıçları çekmişler; “Olur! Olmaz!” diye kimse bu şerefi, başka kabileye kaptırmak istemiyor.
Sonunda demişler ki;
“Burada, Kâbe'nin yanında savaş olmaz!”
“Ne yapalım?”
“Kapıdan ilk girecek kimse hakem olsun, hangimizi seçerse taşı o koysun!”
Bâbü’s-Selâm'a doğru dönmüşler, bakarlarken Peygamber Efendimiz oradan girmiş. Her şeyi olduran, kâinatı yaratan âlemlerin Rabbi Allahu Teâlâ hazretleri. Onu Allah nasip ediyor, oraya gönderiyor.
“Tamam, Muhammed el-Emîn geldi; emniyeti olan, güvenilir olan Muhammed geldi.” demişler. Ona dertlerini söylemişler:
“Biz Kureyş'in en şerefli kabilesiyiz. İnşaatta buraya geldik. Bu Hacerü’l-Esved taşını şimdi bizim koymamız lazım. Çünkü bizim kabile en şerefli...”
Ötekisi;
“Hayır, biz daha şerefliyiz, bizim koymamız lazım.” demiş.
Berikisi bir başka sebep göstererek; “Bizim koymamız lazım.” deyince, sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hakem durumunda, ne yapmış?
Mübarek hırkasını sırtından çıkarmış, Hacerü’l-Esved taşını onun üstüne koymuş:
“Bu hırkanın, örtünün her yerinden tutun, kaldırın!” demiş. Hepsi birden kaldırınca hepsine şeref eşit olarak dağıtılmış oluyor.
Duvarın inşaatının hizasına geldiği zaman Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem mübarek eliyle Hacerü’l-Esved’i almış ve yerine koymuş.
Ne kadar güzel, ne kadar olumlu, yapıcı, barıştırıcı, ihtilafı ortadan kaldırıcı güzel çözümler!
Allahu Teâlâ hazretleri İslâm’ın güzelliğini, Peygamber Efendimiz’in yüceliğini, Kur’ân-ı Kerîm’in önemini anlayıp hayatını iman ile İslâm ile güzel şekilde geçiren kullarından olmayı cümlemize nasip eylesin.
Geçmişlerimize rahmeylesin. Hastalarımıza şifa, dertlilerimize deva nasip eylesin. Cenâb-ı Hakk, vefat etmiş olan yakınlarımız; validemiz, annelerimiz, babalarımız, kardeşlerimiz, Hocamız Mehmed Zâhid-i Bursevî ve diğer arkadaşlarımıza bu vesile ile lütfeylesin, rahmeylesin. Müstesna ikramât ile ikram eylesin. Ruhları şâd olsun. Kabir istirahatleri günden güne daha ziyade, kabirdeki halleri daha hoş olsun. Kabirde azap görenleri varsa Allahu Teâlâ hazretleri azaplarını kaldırsın. Seyyiâtı olanların seyyiâtını hasenâta döndürsün. Kabirlerini cennet bahçesine çevirsin.
Bizlere de hüsn ü hâtimeler ile âhirete göçmeyi nasip eylesin. Güzel bir ölümle, güzel bir hal üzere ölerek âhirete mü’min-i kâmiller olarak göçmeyi nasip eylesin. Cümlemizi cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Cumanız mübarek olsun.