es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun...
Cenâb-ı Hak cumanızı mübarek etsin... Bu güzel günün feyzinden, bereketinden, nimetlerinden; Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden istifade edenlerden eylesin... İki cihanda aziz ve bahtiyar olun...
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Ahmed b. Hanbel ve diğer kaynakların Sehl b. Sa'd radıyallâhu anh'dan rivayet ettiğine göre buyurmuş ki:
İyyâküm ve muhakkarâti'z-zünûb fe-innemâ meselü muhakkarâti'z-zünûbi ke-meseli kavmin nezelû batne vâdin fe-câe zâ bi'ûdin ve câe zâ bi'ûdin hattâ hamelû mâ endacû bihî hubzehüm ve inne muhakkarâti'z-zünûbi metâ yü'hazü bihâ sâhibühâ tühlikühû.
Sadaka resûlullâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu hadîs-i şerîfinde bizi küçük günahları önemsememe durumuna düşmekten men ediyor. Yani; "canım ne olacak, az bir günah, küçük bir günah, önemsiz bir günah" diye, günahların küçük görünenlerini aldırmayıp işlemekten bizi men ediyor.
Peygamber Efendimiz bu sözleriyle "Sakın ha öyle yapmayın, günah küçük de olsa sakının, çekinin." demiş oluyor.
İyyâküm sözü Arapça'da bir tabirdir. "Size ihtar ederim ki böyle yapmayın!" mânasına kullanılıyor. Küm erkekler için muhatap, bitişik bir zamir oluyor. Fâtiha sûresinden biliyoruz; iyyâke, "sana" demek. İyyâküm de "size" demek. "Size benden nasihat olsun ki, sakın bunu yapmayın!" mânasına geliyor. Kısaca; "Sakın ha, yapmayın ha!" anlamı taşıyor.
İyyâküm ve muhakkarâtiz-zünûb. "Günahların hor-hakir, önemsiz, küçük görünenlerinden aman sakının."
Muhakkar; "tahkir edilmiş, önemsiz görülmüş, azıcık görülmüş, mühim değil gibi sanılmış" demek; muhakkarât, çoğulu. Muhakkarâtü'z-zünûb; "günahların az, önemsiz görünmüşleri" demek.
"Günahların az ve mühim değil gibi görünenlerinden aman sakının."
Sonra bunu, hepimizin gözünün önüne bir manzara sererek, hatırımızda kalacak şekilde anlatıyor.
Ke-meseli kavmin nezelû batne vâdin.
Bu hor görülen, önemsenmeyen, aldırılmayan, küçük gibi sanılan günahlar neye benzer?
"Bir takım insanlar, yolcular, bir yerden bir yere gidiyorlar; vadinin düzlüğüne gelmişler, konaklamışlar."
Fe-câe zâ bi'ûd. "Şu adam bir dal getiriyor."
Zâ, burada işaret zamiri olarak kullanılıyor. Câe "geldi" demek ama be harf-i cerri ile müteaddî oluyor.
Ve câe zâ bi'ûd, "Herkes bir parça dal getiriyor" demek. Hattâ hamelû mâ endacû bihî hubzehüm. "Nihayet ekmeklerini pişirecek miktarda malzemeyi taşıyorlar."
Bir tanesi bir dal getiriyor, azıcık ama ötekisi, ötekisi de getiriyor. Hepsi birikince kocaman bir ateş oluyor. Yakıyorlar, ondan sonra ekmeklerini pişiriyorlar, yiyorlar.
Küçücük dallar bir araya toplandığı zaman, çok büyük harıl harıl yanan bir ateş oluyor. İşte günahların önemsenmeyenleri de böyledir. Sahibine çok büyük bir ceza getirebilir. Bu küçük günahları önemsemeyen insanın küçük günahları birikir sonra kendisini yakıp mahveden korkunç bir ateş ve büyük bir ceza olabilir.
Ve inne muhakkarâti'z-zünûbü metâ yü'hazü bihâ sâhibühâ. "Sahibi bu önemsenmeyen günahlardan dolayı ‘Gel bakalım, sen bunları niye işledin!' diye sorguya suale çekilirse." Tühlikühû. "O günahları önemsemeyip işleyen kimseyi helâk eder."
O halde kendimize çeki düzen vermeliyiz. Damlaya damlaya göl olur, diye tasarruf yaptığımız gibi bu küçük günahlar da birike birike büyük bir ateş olur deyip küçük günahlardan da sakınacağız. Günahların hiçbirisini küçük, önemsiz görmeyeceğiz. Aldırmazlık yapmayacağız, omuz silkmeyeceğiz, titiz müslüman olacağız. Hiçbir hata-günah işlememeye gayret edeceğiz.
İbn Hâcerü'l-Askalânî'nin Münebbihât'ında okumuştum:
"Günahların küçüklüğüne bakmayın, o hatanın kime karşı işlendiğini düşünün." diyordu.
Cenâb-ı Hakk'ın emri çiğneniyor, haramı işleniyor.
Kime karşı işleniyor günah?
Allah'a karşı. Binaenaleyh çok büyük bir terbiyesizlik, çok kötü bir şey. O halde herkes ayağını denk almalı, küçük günahlardan bile kaçınmalı.
Biz küçük günahlardan, büyük günahlardan, hepsinden kaçınmaya çalışırız da, yine de bunu tam beceremeyiz, bir sürü hatamız-kusurumuz olur. Ama niyet olarak hepsine dikkat edip günahların hepsinden kaçınmaya çalışırsak, bu niyetimize göre epeyce bir korunma da sağlamış oluruz. Böyle sakınma duygusuna sahib olduğu zaman bir insan, Allahu Teâlâ hazretleri onun niyetine, çalışmasına, gayretine bakıp başaramadığı, hata ettiği, dayanamadığı şeyleri de bağışlar. Kur'an-ı Kerim'de de:
İn tectenibû kebâira mâ tünhevne anhü nükeffir anküm seyyiâtiküm. "Yasaklanmış olan günahların büyüklerinden sakınırsanız; yani samimiyetinizi ispat ederseniz, Cenâb-ı Hak artık ötekileri bağışlar." buyuruluyor.
"Ötekileri de bağışlar…" derken, küçük günahları da işlememeye yine dikkat edeceğiz. "Canım bu çok önemli değil" diye aldırmadan günah işlemek çok yanlış bir tutumdur, çok kötü bir zihniyettir. Zaten "Bunun önemi yok, yapıvereyim." diye düşünen, gevşek davranan bir insan, sonunda bu gevşekliğinin cezası olarak veya yavaş yavaş onu batağa çekmesi dolayısıyla büyük günahları da işler. Ondan sonra cezasını, belasını bulur, çok pişman ve perişan olur.
Onun için günahların küçüklerine, önemsenmeyenlerine dahi dikkat edin ki yapmayın; onlara dahi bulaşmayın, onlara dahi yanaşmayın!
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
İyyâküm ve da'vete'l-mazlûm ve in kânet min kâfirin fe-innehû leyse lehâ hicâbün dûnallâhi azze ve celle.
Peygamber Efendimiz'e yıllarca hizmet etmiş mübârek sahabi Enes b. Mâlik radıyallâhu anh rivayet etmiş. Hâkim ve daha başka kaynaklar yazmışlar. Peygamber Efendimiz yine yasaklıyor;
"Aman, sakın ha, aman yapmayın, dikkat edin!"
Neden?
Ve da'vete'l-mazlûm. "Mazlumun bedduasından sakının!"
Da'vet, burada "dua" demek. Dua da hayır dua değil, senin tarafından zulme uğratılmış, senin zulmettiğin kimsenin duası, yani mazlumun bedduası. İnsanlar zulme uğrayınca "Allah seni kahretsin, ettiğini bul, benden beter ol!" derler, Cenâb-ı Hakk'a ilticâ ederler ve aleyhte dualar ederler.
Onun için Peygamber Efendimiz "Mazlumun bedduasından sakınınız." diyor.
Ve in kânet min kâfirin. "Eğer zulme uğrayan müslüman değil kâfir bile olsa."
Zımmî bile olsa, nihayet bir Allah kuludur.
Fe-innehû leyse lehâ hicâbün dûnallâhi azze ve celle. "Çok aziz ve pek celîl olan Cenâb-ı Hak ile o duanın arasında hiçbir mânî, perde, engel yoktur."
Doğrudan kabul olur. Mazlum olan kimsenin duası hemen kabul olur; zalim onun cezasını, belasını bulur. Kafir bile olsa zulmetmeyecek, adaletli davranacak.
Allah ecdadımıza rahmet eylesin; cihada gittikleri zaman geçtikleri yerlerde, bağlardan üzüm almışlarsa -tarih kitapları bunu yazıyor - "Ben buradan bir salkım üzüm aldım, seni de göremiyorum, işte buradan parasını al." diye oraya parasını bağlamışlar.
Adaletle hareket etmişler, kimsenin hakkını yememişler, kimseye zulüm yapmamışlar. Çünkü yaptıkları Allah rızası için mücadele.
Li-tekûne kelimetullâhi hiye'l-ulyâ; Lâ ilâhe illallah sözü yayılsın, insanlar doğru inanca girsin diye yaptıkları bir çalışma. Yoksa kuru bir cihangirlik davası, bir dünya malı hırsı, yağmalama duygusu değil. Allah'ın dini galip gelsin, yayılsın diye cihat etmişler.
Hatta -Allah cümlemizi şefaatine erdirsin - Birinci Murad-ı Hüdâvendigâr Gâzi:
"Yâ Rabbi! Bu diyarlarda düşman ordusu çok büyük bir ordu olarak karşıma çıktı. Şimdi ben buna yenilirsem, bir daha buralarda sana Lâ ilâhe illallah diyerek güzel ibadet edilmez, senin adın anılmaz. Ben bu düşmanları yeneyim, ama canım feda olsun, şehit olayım." diye dua etmiş.
Allah duasını kabul etmiş, Kosova'da şehit olmuş. Sonuçta görüyoruz ki hem Kosova'da zafer kazanılıyor hem de Murad-ı Hüdâvendigâr orada şehit oluyor. Eğer bir insan mal için, cihangirlik için; menfaat için yapsaydı, canını kurtarmaya bakardı. Çoğu öyle yapıyor ama onlar canını feda etmişler, Allah rızası için hareket etmişler, affetmişler.
Sonra, idarelerine aldıkları ülkelerin kiliselerine yedi asır dokunmamışlar. İnsanlara dokunmamışlar, adaletle idare etmişler, sevgilerini kazanmışlar. Baskı yapmamışlar, dinlerini değiştirmeleri için tazyikte bulunmamışlar. Bizimkiler müsaade ettiği için yedi asır onlar millî benliklerini korumuş. Ama onlar yarım asır, müslümanların komşu olarak yanlarında kalmasına müsaade etmediler, hunharca saldırdılar.
Kosova'dan gelen bir arkadaş anlatıyor, yeni duydum. Öldürdüklerini toplu mezarlara gömseler, sonunda ortaya çıkıyor; "Şu kadar insan öldürülmüş" diyorlar. Onun için termik santrallerde 250 bin kişi yakmışlar. Kosovalı kimselerin, oraya gitmiş kardeşlerimize verdikleri bilgi bu.
İz kalmıyor, her şey kül oluyor, ne yakıldığı da belli olmuyor. 250 bin kişi... Hitler yahudileri fırınlarda yaktı diye yer yerinden oynuyordu; bunlar Hitler'den kat kat fazlasını yaptılar. Cümle cihan halkı bunu bilsin! Cezalarını da görmüş değiller, hala ortada geziniyorlar.
Ecdadımız ne yapmış?
Ülkeyi almış, başına yine onların razı olduğu bir yöneticiyi tayin etmiş. Mallarına, canlarına, ırzlarına, namuslarına, hiçbir şeylerine dokunmamış; dinlerine, inançlarına karışmamış. Ne kadar güzel, ne kadar büyük bir insanlık.
Bunların hepsini Allah biliyor. Kafir bile olsa, Allah rızası için zulüm yapmamışlar. Burada da görüyoruz ki Peygamber Efendimiz öyle buyurmuş. Onlar Peygamber Efendimiz'in yolundan gitmişler, tavsiyesini tutmuşlar. Kafir bile olsa, "İnsandır, bedduasını almayalım." diye hareket etmişler.
Bizim kardeşlerden birisi bir Ramazan'da Bulgaristan'da kalmış. Oradaki Bulgarlar, "Ah, Osmanlı idaresi ne kadar iyiydi!.." diyorlarmış.
Gözümüzün önünde bir manzara canlandıracak, hatırda kalabilecek bir hadîs-i şerîf. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh'ten Hulvânî rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
İyyâküm ve'l-ikrâd yekûnü ehadüküm emîran ve âmilen fe-te'ti'l-ermeletü ve'l-yetîmü ve'l-miskîn fe-yukâlü: Ük'ud hattâ yünzara fî hâcetik! Fe-yütrakûne mukridîne lâ tukdâ lehüm hâcetün ve lâ yü'merû fe-yenfaddû. Ve ye'ti'r-racülü'l-ğaniyyü'ş-şerîfü fe-yuk'iduhû ilâ cânibihî, sümme yekûlü: Mâ hâcetüke? Fe yekûlü: Hâcetî kezâ ve kezâ. Fe-yekûlü: Ukdû hâcetehû ve accilû.
Sadaka resûlullâh fî mâ kâl ev kemâ kâl.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
İyyâküm vel-ikrâd. "Bazı insanları acizliğinden, sessiz bir durumda bırakıp ezmekten, onlara haksızlık yapmaktan, işlerini görmemekten sakının!" Sonra açıklıyor; Yekûnü ehadüküm emîran ve âmilen. "Sizden biriniz bir komutan yahut bir devlet memuru; zekât toplayan, bir iş gören vergi memuru olursa."
Âmil, bu mânalara kullanılıyor; salâhiyetli bir kimse oldu.
Fe-te'til-ermeletü ve'l-yetîmü ve'l-miskîn.
Tabii onun huzuruna, dairesine dul gelir, yetim gelir, fakir gelir.
Ermele; kocası olmayan kadın demek, yani "dul" demek. Yetîm; "babası olmayan çocuk" demek. Miskin; de "fakir" demek. Dul; kocası yok ki hakkını hukukunu savunsun. Yetim; babası yok ki hakkını hukukunu istesin. Miskin; hatırı, itibarı yok ki sözü dinlensin. Böyle güçsüz kimseler bu komutanın yahut vergi memurunun yahut idarecinin veya müdürün veya başkanın yanına gelir.
Fe-yukâlü. "Ona denilir ki." Ük'ud hattâ yünzara fî hâcetik. "Otur şurada, ihtiyacın ne ise baksınlar." Fe-yütrakûne mukridîn. "Onlar orada sessiz, sesini çıkartmaz bir vaziyette terk olunurlar, yani unutulurlar."
Akrada-yukridu-ikrad; "Bir kimsenin şaşkınlıktan, âcizlikten sükût etmesi, konuşamaması, hakkını savunamaması" demek. Yani hakkını savunamaz bir durumda, orada kenarda terkolunurlar.
Lâ tukdâ lehüm hâcetün. "Onların bir ihtiyacı görülmez."
Çünkü seslerini çıkartamıyorlar.
Ve lâ yü'merû fe-yenfaddû. "Emir de olunmaz ki dağılıp gitsinler."
İşleri görülmeden veya görülerek dağılıp gitsinler diye bir şey de denmez, köşede unutulurlar.
Ve ye'ti'r-racülü'l-ğaniyyüş-şerîf. "Ama o esnada aynı yere zengin, şerefli, itibarlı bir başka adam gelir." Fe yuk'iduhû ilâ cânibihî. "Bu emir veya komutan veya başkan veya vali veya müdür veya vergi memuru-âmiri onu yanı başına oturtur." Sümme yekûlü: Mâ hâcetüke? "Sonra ona sorar ‘İhtiyacınız nedir efendim' der." Fe-yekûlü: Hâcetî kezâ ve kezâ. "O zengin adam da benim işim şudur, şudur der." Fe-yekûlü: Ukdû hâcetehû ve accilû! "Onun için adamlarına, ‘Bunun işini derhal görün ve çabuk davranın.' der."
Bu bir haksızlıktır. Ötekisi dul, ya yetim veya miskin daha önce geldi, kenarda unutuldu. Kimse aldırmıyor, unutuldu gitti. O da, "Benim ihtiyacım var." diye belki korkuyor, çekiniyor ses çıkartamıyor. Ama hatırlı, itibarlı, şerefli, zengin bir insan gelince "Aman efendim, buyurun efendim, oturun, söyleyin; çay, kahve içer misiniz efendim" deniliyor. Dünyanın birçok yerinde maalesef böyle oluyor.
Bizim ihvanımızdan birisi, bir yere genel müdür olmuştu. Ben de onu sevdiğim için ziyaretine gittim. Kalabalık, özel kalem odası, yanı dolu. Özel kalemdeki kişi benim geldiğimi bildirdi, hemen beni içeri aldı, oturttu.
İçeride zaten birileri var, ben de koltukta oturuyorum. Dışarıda da bekleyenler var. Fakat güzel olan tarafı, genel müdür bey içeridekilerin işleri hepsi dinlenip cevaplandırılmadan, benden önce gelmiş olan, sıradakilerin hepsi girip de sözlerini bitirmeden, benim işime bakmadı.
Ama çay ısmarladı, "Nasılsın, iyi misin?" dedi. Öbür taraftan işleri gördü, işin sırasını gözetti. Adaleti hoşuma gitti. Adaletli olmak güzel bir şey. Kim olursa olsun, sıraya riayet ediyor. Zaten onun için "Ne milletvekili, ne itibarlı insan takar; adalet ne ise, doğru olan şey ne ise onu yapar." diyorlardı. Öyle itibarlı insana yumuşak, hızlı muamele; ötekisini geciktirme olmuyordu.
Kötü bir misal de vereyim. Suud'dan dönüyordum. Gümrük işlemlerimiz yapılıyordu, ben sıradaydım, pasaportumu verdim. Bakacaklar, damgalayacaklar, geçeceğim… O sırada bir başkası geldi arkadan. Önce ben vermiş olduğum halde, adam döndü ona, "buyurun" dedi onun evrakını aldı, onun işini gördü, onu geçirdi; bizi ondan sonra geçirdi.
Ben davacıyım.
Neden?
İşte Peygamber Efendimiz "böyle yapmayın" diye söylüyor. Herkesin sırası var. Sıra bir haktır, o da sırasını beklesin.
İnsanların birbirinden farkı yoktur. Hepsi kanunlar karşısında eşittir. Fazilet farkı, mükemmellik farkı vardır. O da sıraları çiğnettirmeyi, haksızlık yapmayı gerektirmez. İnsanların hepsine eşit muamele yapmak İslâmî, güzel bir [ahlâktır.] Ama maalesef orada yapılmadı, dikkatimi çekti.
Türkiye'de de oluyor, Türkiye'de de kötü misaller var. İtibarlı insanların işi görülüyor, fukarânın işi ihmal ediliyor. Ziya Paşa'nın zamanından beri, onun şiirlerinde de tenkit edilen şeyler maalesef. Bu da bir toplumu yıkar. Toplumda adalet, düzen, kanun, hakkâniyet olmayınca toplum yıkılır.
Bizim toplumumuzun, uzaktan baktığım zaman beni en çok üzen tarafları: İhalelerin akrabaya verilmesi; adalette, gelen insanın hangi zümreden olduğuna bakılması; ilerici mi, gerici mi, devrimci mi, sakallı mı, saçlı mı, arkadaş mı, ahbap mı, tanıdık mı; böyle şeylerin bazı yerlerde yürüyebilmesi [üzücü.]
Muhakkak ki dürüst insanlar da var. Onun da güzel bir misalini vereyim:
Çok seneler önce, ehliyet almak için Ankara'da gittim, imtihana girdim. Ama imtihana girmeden önceki günlerde, imtihan alanında her akşam gayet iyi çalışmıştım. Fakat bana;
"Kesinlikle bir girişte ehliyet alamazsın." dediler.
Yazılıdan tam nota yakın yüksek bir not aldım, 90 veya 95'ti. Sözlüye girdim, imtihan oldu, bitti. Oradaki imtihan heyetinde posbıyıklı bir polis vardı. O zaman bıyıklar kesilmiyordu.
-Ona da karşıyım, niye bıyıklar tıraşlanıyor? Bıyık erkeğin süsü. Burada, İsveç'te deniz askerleri var, bazısı sakallı. Bakanlar, memurlar, âmirler, yazarlar, profesörler hep sakallı. Bir insanın, hele inancından dolayı saçına, sakalına, bıyığına karışılması çok yanlış. Bazıları için bıyık çok önemli. Alevî kardeşlerimizin de bıyık tıraşı bayağı zorlarına gidiyormuş. Bazıları üzülüyormuş, ağlıyormuş diye de duydum.-
O polis beni hiç tanımıyor. Ben üniversite hocasıyım ama o evrakta görülmüyor.
"Sür bakalım; hızlan… yavaşla… şöyle yap… böyle yap…" dedi.
Ben de hepsini yaptım. Ondan sonra ciddî bir şekilde;
"Çık dışarı" dedi. Ben;
"Herhalde arkadaşların dediği doğru, ilk seferde vermeyecekler. Yanlış da yapmadım ama çok sert davranıyor." dedim.
İçeri girdim;
"Kazandın!" dedi. 90 vermişler. Bu sefer ben;
"Niye 90 verdiniz?" dedim.
"Çünkü en son yanaşırken sinyal vermedin." dedi.
Halbuki ben vermiştim diye hatırlıyorum. Neyse, o da yüksek bir not olduğundan ses çıkartmadım.
Ama Allah razı olsun yıllar önceydi adaletli hareket eden bir kimse gördüm. Belki emekli oldu, belki de âhirete göçtü ama dürüst bir insandı, hoşuma gitti.
Benden önceki birisi de bitirdikten sonra uzaktaki arkadaşlarına elini salladı, bileğini öptü. "Bileğimin hakkıyla kazandım." demek istedi. Ama bazı yerlerde de rüşvet almak için bileğinin hakkını bile vermeyebiliyorlar, diye duyuyoruz. Orada güzel bir şeyle karşılaştık.
İyi insanlar var. İyi insanların, iyiliğin teşvik edilmesi lazım! Kötülüğün şiddetle cezalandırılması lazım ki toplum sıhhatli olsun, ilerlesin ve yükselsin.
Adam kayırmak, âcize bakmamak, itibarlıya dalkavukluk yapmak toplumu bozar. Adalet egemenliğin temelidir. İdarenin, idare etme sanatının temelini teşkil eder.
el-Adlü esâsü'l-mülk bu demek. Her şeyde adalet, dürüstlük, fazilet, hakkâniyet olmalı.
Herkes de;
"Rica ederim, siz benden önceydiniz." buyurun demeli. Halk da buna razı olmalı. Kimse de hakkâniyete aykırı bir işi bilerek yapmamalı. Hatası varsa ötekiler de ikaz etmeli;
"Bak yanlış yaptın, lütfen sıraya gir." diye söylemeli.
Ben toplumun ahlâkının bozulmasına üzülüyorum. Her şeyin faziletle, ahlâkla, dürüstlükle, hakkâniyetle olması toplumumuzu yükseltir. Her şeyin kabadayılıkla, ahlâksızlıkla, tarafgirlikle olması da toplumu çökertir.
Toplum bizim toplumumuz olduğundan, bu gemide beraber seyahat ettiğimizden, birisi geminin sağını solunu delerse, gemi battığı zaman hepimiz boğulacağımızdan; iyi şeylerin yerleşmesini, kötü şeylerin olmamasını istiyoruz.
Peygamber Efendimiz'in yönetim sanatıyla ilgili bir tavsiyesi, yöneticilere nasıl davranacağını göstermesi ne kadar önemli; 1400 küsur yıl önceden ikaz ediyor.
Yine Enes radıyallâhu anh'ten Deylemî'nin rivayet ettiğine göre Efendimiz buyuruyor ki:
İyyâke ve sâhibe's-sû' fe-innehû kıt'atün mine'n-nâr lâ yenfauke vü'ddühû ve lâ yefî leke bi-ahdihî.
Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte; "Sakın ha kötü arkadaş edinmeyin diyor."
Sâhib; "arkadaş" mânasına. Sâhibes-sû'; "kötü arkadaş" demek. "Kötü arkadaştan sakın, kötü arkadaş edinme, kötü kimselerle arkadaş olma!"
Fe-innehû kıt'atün mine'n-nâr. "Çünkü kötü arkadaş ateşten bir parça demektir."
İnsanı yakan bir ateş parçasıdır veya cehennemden bir parçadır.
Lâ yenfauke vüddühû. "Onun seni arkadaşça sevmesi, sana bir fayda vermez."
Çünkü kötü adam. Seviyor ama "Al kardeşim, buyur, ikram ediyorum, bir sigara yak… Gel seni bu akşam meyhaneye götüreyim, parasını ben çekeceğim." diyor. Seviyor ama kötü olduğundan kötü alışkanlıklara çekiyor. "Gel bu akşam şunu yapalım, bunu yapalım." diyor.
Ve lâ yefîleke bi-ahdihî. "Ahdinde, arkadaşlık hukukunda da sana vefa göstermez."
Kötüdür, bir zaman gelir bırakıverir, sonunda kötülüğünü görürsün.
Müslümanın nasıl bir kimse ile arkadaşlık-ahbaplık yapması lazım?
Seçmesi lazım. Kendisinden ilim, irfan öğrendiği, dindarlığın nasıl uygulandığını gözleriyle üzerinde gördüğü, dindar, dürüst, müttakî, sâlih, halis, muhlis kimseler seçmesi lazım.
Az olsun, yavaş yavaş seçsin ama sağlam bir arkadaş topluluğu edinsin, hepsi iyi olsunlar. Kötü arkadaş edinmesin.
Kötü arkadaş, kötülükleri yapma âdetinde olduğu için bir bakışta anlaşılır.
"Bu adam sözünde durmuyor, bu adam durduğu yerde 40 tane yalan söylüyor. Ona söylüyor ama bir zaman gelir bana da söyler. Bu adam falancayı aldattı; onu aldattı ama bir zaman gelir beni de aldatabilir." diye davranışlarına bakarak, insan onu anlar. "Bunun ona faydası olmayınca, bana da olmaz." diye ondan uzak durur.
Osmanlı Devleti'ne ismini vermiş olan mübarek gâzi, Osmanlı Beyliği'nin beyi Osmân-ı Gâzi, oğlu Orhan'a nasihatinde demiş ki;
"Evladım Orhan, sakın Allah'a güzel kulluk etmeyen kimseleri devletinde, yönetiminde görevlendirme! Çünkü sana vefa göstermez. Onun vefası olsaydı, Rabbine vefa gösterirdi. Rabbine vefa göstermeyen, sana hiç vefa göstermez. Sakın onları kullanma; Rabbine vefalı olan, dürüst, dindar insanları kullan ki onlar Allah'tan korkarlar, sana da vefa gösterirler."
Bu çok önemli bir nokta. Bir insanın birkaç hareketinden nasıl bir insan olduğu anlaşılır.
Sahtekâr; bunların hiç yönetime vesaireye yanaştırılmaması lazım.
Dürüst; bunun yükseltilmesi, daha üst makama gelmesi lazım.
Nereden belli?
Çünkü falanca zaman bu adam dürüstlüğünü ispat etti, şöyle bir asil davranışta bulundu. Bunun taltifi, genel müdür olması, başkan olması, daha yüksek mevkilere geçmesi lazım.
Falanca adam sahtekârlık, hırsızlık, yüzsüzlük, edepsizlik etti vs… Onun uzaklaştırılması lazım.
Şimdi bunlara pek dikkat edilmiyor. Deminki hadîs-i şerîfte geçtiği gibi tayinlerde, terfilerde ahbaplık-arkadaşlık, aynı takımdan olmak gibi şeyler düşünülüyor. Bunların hepsi devleti batıran, gerileten şeylerdir. Devletin yükselmesi, ilerlemesi, yüksek devlet, çağdaş devlet olması için bunlar çok önemli.
Avrupalılar bu işlere bizden çok daha fazla riayet ediyorlar. Avustralya'da, başka ülkelerde bazı güzel davranışları gördüm. Onlarda da böyle aksamalar oluyor, gazetelere intikal ediyor, görüyoruz. Ama bizde hiç olmamalı. Çünkü biz müslümanız, mü'miniz, âhirette Allah'a hesap vereceğiz. Biz kimseyi aldatarak bir noktaya varılamayacağını bilen insanlarız. Nesillerimizi öyle yetiştirmeliyiz.
Müslüman, mü'min olmak çok büyük bir meziyettir. Çünkü İslâm çok faziletleri toplayan mükemmel, en güzel bir dindir. Bu laikliğe aykırılık değil. Laikliği de herkesin inancına saygı göstererek yine müslümanlar Osmanlı Devleti'nde göstermişler. Tarih kitapları bunu yazıyor.
Ama "Biz çağdaşız." diyenler, şimdi o müsamahayı göstermiyorlar. Demek ki işin bir gerçeği, bir de palavrası var. Gerçeğini yapan bizimkiler; palavrasını sıkıp da, ondan sonra atı alıp Üsküdar'a kaçanlar da sahtekârlar oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi her türlü kötü insanlardan korusun. Devletimizi, milletimizi ve idaremizi de korusun.
İyyâke ve sâhibes-sû. Peygamber Efendimiz "Sakın kötü arkadaşlar edinme çünkü onlar cehennemden veya ateşten bir parçadır. Sevgisi sana fayda vermez. Sana ahdine sadakat göstermez." diyor.
Kendi çevremizi seçerken de öyle seçelim, çocuklarımızı yetiştirirken de iyi yetiştirelim. İyi insanlar, iyilik çoğalsın. Kötülüğü gördüğümüz yerde, onunla mücadele edelim, kötülüğü bastıralım ki toplumumuz yücelsin, yükselsin.
Bu hadîs-i şerîfi, İbn Abbas radıyallâhu anhâ'dan Deylemî rivayet etmiş;
İyyâke ve't-tesvîfe bi't-tevbeti ve iyyâke ve'l-ğurrete bi-hilmillâhi anke.
Bu hadîs-i şerîften iki ikaz daha öğrenmiş oluyoruz. Buyuruyor ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
"Sakın tevbeyi tehir etmeyin!"
Tevbe etmenizi geciktirmeyin, ilerideki günlere, aylara, istikbale bırakmayın.
Tesvîf; "İleride şöyle yapacağım, böyle yapacağım; tevbe edeceğim, yolumu düzelteceğim, kumarı bırakacağım, içkiyi bırakacağım." demek.
Böyle şey yok, tevbeyi geciktirmekten sakın, Cenâb-ı Hakk'ın yoluna girmeyi hemen yap, ileri bir tarihe atma. Çünkü o geciktirme şeytandandır. Gecikme anında ecel yakalayabilir, seni mahvedebilir, âhiretin berbad olabilir. Bir an sonra yaşayıp yaşamayacağını bilmiyorsun, içinde bulunduğun anda Cenâb-ı Hakk'a dönüşünü yap, Cenâb-ı Hakk'ın iyi kulu olmaya karar ver, kötülükleri bırak.
Ve iyyâke ve'l-ğurrete bi-hilmillâhi anke. "Allah'ın sana gazabıyla muamele etmeyip, hilmiyle muamele edip, başına bela, ceza yağdırmamasına sakın aldanma!"
Şu anda günahı işliyor adam;
"Bir şey yok, bak işte Cenâb-Hak ceza vermiyor." diyor. Ama Cenâb-ı Hak halîm olduğundan o anda cezalandırmıyor. Kulun günahını anında cezalandırsa, dünyada insan kalmaz. Cenâb-ı Mevlâ, "Belki pişman olur, belki tevbe eder." diye cezalandırmayı geciktiriyor. Meleklere bile yazdırmıyor.
"Dur bakalım yazma, belki tevbe eder de bu kötülük defterine girmez." diyor.
Ama Cenâb-ı Hakk'ın hilm ile hareket etmesi seni aldatmasın; bir gün gelir belanı, cezanı bulursun. Allah'ın kahrına, gazabına uğrayabilirsin. Onun için daima dikkatli ol. "Şu anda suç işlediğim halde, başıma bir ceza, bela yağmıyor, taş yağmıyor." diye ilerde bir şey olmayacak sanma. Bir zaman gelir, Cenâb-ı Hak cezanı başına patlatıverir. Ondan sonra perişan olursun.
Sakın Allah'ın hilmine aldanma; tedbirini al, tevbeni yap, iyi bir kul olma yoluna gir. Günahlardan elini, eteğini çek.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi, cümlenizi nevm-i gafletten uyandırsın, îkaz eylesin... Tevfikini cümlenize refîk eylesin... Hakk'ı görüp Hakk'a uymayı nasip etsin... Yanlıştan dönmeyi nasip etsin... Tevbeyi hemen yapmayı nasip etsin... Hizaya gelmeyi, Allah'tan korkup iyi kul olmayı hemen başlatmayı nasip etsin...
Yolunda dâim eylesin, ibadetine müdâvim eylesin... Hayırları, hasenâtı; mü'minlere, dine, imana hizmeti güzel yapmayı nasip etsin... Âhir ve âkıbetinizi ve âkıbetlerimizi hayr eylesin... Cümlemizi cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.