Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyenleri,
Allah hepinizden razı olsun. Allah’ın (cc) rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı dünyada ve ahirette üzerinize olsun. Allah nasip eylesin, rızasına erdirsin, rahmetine daldırsın. Cumanızı tebrik ederim; cumanız mübarek olsun. Cenâb-ı Hak cümlenizi Peygamber Efendimizin sünnetinden, yolundan, şefaatinden mahrum bırakmasın, ayırmasın. Peygamber Efendimizin sevgisine, şefaatine erdirsin. Ahirette O’na komşu olmayı nasip eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde buyuruyorlar ki;
Men vakkara sâhibe bid'atin fe-kad eâne alâ hedmi'l-İslâm.
İbn Abbas radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş, Taberânî'de, İbn Abdilber'de, İbn Asâkir'de ve diğer kaynaklarda var.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
Men vakkara sâhibe bid'atin. "Kim bid'at sahibi bir kimseye hürmetle, saygı ile davranır, onu yüceltir, ulularsa, ona tâzim eder ve hürmetkâr muamele ederse..." Fe-kad eâne alâ hedmi'l-İslâm. "İslâm'ın yıkılmasına, temellerinin tahrip edilmesine, İslâm'ın binasının hedmedilmesine, târumâr edilmesine yardımcı olmuş olur."
Cenâb-ı Hak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i insanlara rehber olarak indirdi ve insanlara yol gösterici olduğu ve Allah'ın emirlerini tebliğ edip onlara uymayı sağladığı için bütün insanların Peygamber Efendimiz'e tâbi olması lazım! Onun emrini tutarak hareket etmesi lazım! Eski devirlerde gelmiş peygamberlerin ümmetlerinin de görevleri oydu; kendilerine gelen peygambere inanmak, bağlanmak, yardımcı olmak ve onun gösterdiği istikamette, yolda yürümek.
Yol budur; Peygamber Efendimiz'in çizdiği, gösterdiği çizgide yürümektir. Buna "sünnet yolu" diyoruz. Bunun dışında, Peygamber Efendimiz'in tavsiye etmediği, dinin aslına esasına, sünnete uymayan hareketlere, yaşam tarzına, davranışlara, dinde sonradan ortaya çıkmış, Peygamber Efendimiz'in söylemediği, yapmadığı yanlış işlere de "bid'at" diyoruz. Birisi kalkıp da yalan yanlış bir şeyi ortaya çıkarmış ise buna sâhib-i bid'at deniliyor; bid'ati yapan, bid'ate sahip olan, bid'ati ortaya koyan kimse, bid'atçi demek.
"Kim bid'atçi bir kimseye hürmet eder, saygı gösterir, tâzim ederse..."
Ne yapmış olur?
"İslâm'ın yıkılmasına, alaşağı edilmesine yardımcı olmuş olur."
Çünkü İslâm'ın ayakta durması, Kur'ân-ı Kerîm ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünneti yolunda yürümekledir. Sünnetten ayrıldı mı, Efendimiz'in tavsiyesinin dışına çıktı mı, yoldan, istikametten saptı mı, sırât-ı müstakîmden saptı mı, şaşırır. Cennetin yolundan ayrıldı mı, cehennemin yoluna döndü demektir.
Böyle bir şey, hiç temenni edilen bir husus değildir ve kimsenin sünnet-i seniyye çizgisini bırakması doğru olmaz. Herkesin Peygamber Efendimiz'in izinden yürümesi lazım! Onu kendisine rehber, önder ve server edinmesi lazım! Peygamber Efendimiz'in nasihatlerini dinlemesi, yorumlarını anlaması lazım! Hayat sürüş tarzına dikkat etmesi lazım!..
Öyle yapmıyor; dinde sonradan kendi aklına, kendi nefsine tâbi olan bir takım insanların çıkardığı başka şeyleri benimsiyor ve o insana hürmet ediyor, onun peşinden gidiyorsa o zaman İslâm'a aykırı bir iş yapmış ve İslâm'ı yıkmış olur. İslâm'ın ayakta durması, sünnet-i seniyyeye bağlılıkladır. Sünnetten ayrılıp da bid'atlere dalındığı zaman, artık sonsuz yanlışlıkların başlangıcı olmuş olur. Bu yanlışlıklar da İslâm'ın saptırılmasına, yanlış öğrenilmesine, yanlış uygulanmasına sebep olur, Cenâb-ı Hakk'ın gazabını çeker.
Bunu yapan, bid'ati çıkaran kimse zaten çok büyük vebal ve sorumluluk altındadır. O işi çıkardıktan sonra kimler onu yapmışsa; kullandıkça, yapıldıkça ilk çıkarana bütün veballer zaten yüklenir. Öyle kimselere de tâbi olmak doğru bir şey değildir. İnsanın dinini kimden öğrendiğini, dinin aslının, esasının ne olduğunu çok iyi takip etmesi, iyice tahkik etmesi, en sağlam yerden öğrenmesi ve uygulaması lazım!
İslâm'da en sağlam kaynak Kur'ân-ı Kerîm'dir. Ondan sonraki kaynak, Kur'ân-ı Kerîm'i de açıklayan, öğreten, mücmel yani özlü, özet halinde olan kısımlarını tafsil eden, açan, genişleten, anlatan Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesidir. Sünnet olmasa zekâtın nasıl verileceğini, namazın nasıl kılınacağını bilemeyiz. Bütün teferruat sünnet-i seniyyededir. Dinimizin birçok bilgileri meçhul, muğlâk, müphem, karanlık ve anlaşılmaz durumda kalır. İnsan o zaman İslâm'ı, Kur'an'ı uygulayamaz.
Onun için sünnete sarılacağız. Şiarımız, parolamız, kuralımız, kaidemiz, uyacağımız en temel esas Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnet-i seniyyesine sarılmak olacak. Bunun dışına çıkan, başka şeyler söyleyen, başka yollara giden insanlara da ikazda bulunmak ve onlara da uymamak lazım. Hem uymamak hem de onları ikaz etmek lazım. Dinlemiyorlarsa, dini bozmaya, müslümanları şaşırtmaya, saptırmaya çalışıyorlarsa o zaman, "Buna uymayın!" diye müslümanlara söylemek lazım! Böylece dini korumakta önemli bir görev yapılmış olur.
Böyle kimseleri desteklediği zaman destekleyenler vebal yüklenmiş olur. Çünkü bir fasık kimseye, facir kimseye bir müslüman, "Efendim!" bile dese, Arş-ı Âlâ titrer. "Vay!.. Böyle bir alçak kimseye niye bu ‘efendim' dedi!.." diye korkusundan, işin fecaatinden titrer.
Onun için yüz vermek hiç doğru değildir. Yanlış yolda giden, kötü ve kötü niyetli veya cahil, nefsinin, şeytanın esiri olan insanlara uymamak icap eder. Bu çok önemli bir husus!
İbn Abbas radıyallahu anh tarafından rivayet edilen, Deylemî'nin naklettiği bir hadîs-i şerîfte Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar ki:
Men veliye min umûri'l-müslimîne şey'en fe-hasünet serîretuhû ruzika'l-heybete min kulûbihim ve izâ besata yedehû lehüm bi'l-ma'rûfi rüzika'l-mahabbete minhüm ve izâ veffera aleyhim emvâlehüm vefferallâhu aleyhi mâlehû ve izâ ensafa'd-daîfe mine'l-kaviyyi kavvallâhu sultânehû ve izâ adele fîhim müdde fî umrihî.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîf müslümanları idare eden idarecilere bir müjdedir. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Men veliye min umûri'l-müslimîne şey'en. "Kim ki müslümanların işlerinden, ictimâî hizmetlerden, topluma ait resmî görevlerden birisine tayin olunursa, seçilirse..."
Müslümanların bir işinin başına getirilmiş olan bir kimse, eğer şu şartlara sahipse çok güzel durumlara erer.
Fe-hasünet serîretuhû. "İç dünyası, gönlü, niyeti, kalbi güzel ise, art niyetli değilse, kötü niyetli değilse."
Kalbi bozuksa o zaman bir şeye nail olamaz. Çünkü zaten her harekette, her davranışta, her ibadette, her şeyde en önemli olan, niyetin iyi olmasıdır. Bir kere içi, niyeti iyi olacak. Eğer ki tayin olunan şahsın içi iyi, kalbi temiz, insanlar tarafından görülmeyen gizli tarafı iyi ise...
İnsanın görünen tarafına, sûreti; görünmeyen, gizli olan iç tarafına da, sîreti veya serîresi derler. O gizli olan işte insanın bütün niyetlerin olduğu tarafı, iç dünyası oluyor.
Eğer iç dünyası güzelse yani niyeti iyiyse ne olur?
Ruzika'l-heybete min kulûbihim. "Müslümanların gönlünde o kimseye karşı saygı, onu yüce ve iyi görme duygusu hâsıl olur."
Allah mükâfat olarak müslümanları ona saygılı davrandırtır.
Böyle bir kimse niyeti iyi ise müslümanların gönlünde heybetli bir kimse olur.
Bir işin başına geçti; niyeti iyiyse bir kere Allah heybet verir, herkes onu sayar, Bir de sayılmamak, sevilmemek, sözü dinlenmemek, hiçe sayılmak, aldırılmamak var. O fenâ! Hem yönetici olacak hem de hiç kimse sözünü dinlemeyecek. Yönetimi, otoritesi zayıf insan demek... O çok fenâ!
Bir kere; bir saygı, bir hürmet ile bakılma durumuna nail olur.
Ve izâ besata yedehû lehüm bi'l-ma'rûf. "Eğer tayin olunduğu işten elini müslümanlara iyilik yapmaya uzatırsa..."
İşin cinsine göre müslümanların hayrına, iyiliğine -kişisel olarak veya toplumsal olarak iyiliğine- elini uzatırsa, onlara iyilik yaparsa...
Ruzika'l-mahabbete minhüm. "Halk tarafından sevilir."
Allah halkın gönlüne onun sevgisini verir, o kimseye halk tarafından sevilme nimetini bahşeder; sevilir, sayılır.
Hem saygı, söz dinlenilme ve heybetli olma durumu oldu hem de sevilme durumu oldu.
Ve izâ veffera aleyhim emvâlehüm. "Eğer yaptığı faaliyetlerle iktisadî bakımdan müslümanlara faydalı olursa, onların zenginliğini, mallarını artırırsa..."
Geçenlerde gazetelerde vardı; işçi teşekküllerinden birisinin veyahut iş dünyasından bir derneğin başkanı, "Türkiye'nin iktisadî durumunu batıranlar da, öteki suç işleyenler gibi muhakeme edilsin ve cezalandırılsın!" diyordu. Hakikaten alınan yanlış kararlar birçok kimsenin zarar görmesine sebep oluyorsa çok fenâ! Ama eğer birçok kimsenin iktisadî bakımdan daha iyi duruma gelmesine sebep oluyorsa; malları artıyorsa, bolluk, bereket, zenginlik meydana geliyorsa...
Vefferallâhu aleyhi mâlehû. "Bu yöneticiye de Allah zenginlik verir, malını çoğaltır."
Hz. Ömer radıyallahu anh devlet işi yapacağı zaman devletin mumunu kullanırmış, devletin işi bittiği zaman o mumu söndürür, kendi mumunu kullanırmış. Kendi özel aydınlanması için devletinkini kullanmazmış. Devletten bir kıl, bir zerre, az bir şeyin bile üzerine geçmesinden çekinirlermiş. "Tüyü bitmedik yetimin hakkı var" diye, bizim büyüklerimiz de söylüyor. Devlet malından haksız yere almamak çok önemli.
Tarihte kimisi Allah rızası için hiç para almadan çalışmış, başka işler yaparak kazancını sağlamış, hizmeti hasbeten lillâh, Allah rızası için yapmış. Allah böyle başkasının zenginleşmesine, mallarının artmasına sebep olan yöneticinin malını artırır, onu da zengin eder.
Ve izâ ensafe'd-daîfe mine'l-kaviyyi. "Eğer kuvvetlinin karşısında zayıfa adaletle muamele ederse..."
Şimdi çevremize bakalım; kim kuvvetliyse onun sözü geçiyor. İslâm'da öyle değil! İslâm'da kim haklıysa o tutulur. Zayıf haklı; karşısındaki adamın ensesi, kulağı yerinde, kuvvetli... Kavmi, kabilesi kalabalık, ictimâî mevkii yüksek, hatırlı bir insan;
"Aman bunun tarafını tutayım."
İslâm'da öyle şey yok! Haklı olan kimse, zavallı bir fakir bile olsa, yoksul bile olsa o tutulur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
"Eğer yöneten kimse, kuvvetli durumda olan kimsenin karşısında adalet edip de haklı olan zayıfın tarafını tutabiliyorsa, zayıfı ezdirtmiyorsa, haklıya ‘sen haklısın', haksıza da güçlü kuvvetli bile olsa ‘haksızsın' diyebiliyorsa; o zaman..." diyor.
Kavvallâhu sultânehû. "Allahu Teâlâ hazretleri böyle bir yöneticinin mevkiini, makamını, gücünü, kuvvetini arttırır."
Onu ictimâî, siyasî, askerî yönden; her yönden kuvvetlendirir.
Demek ki hakkı tuttuğu, adalet ettiği ve haklı olan zayıfı, haksız olan zenginin karşısında tutabilecek kadar yüreklilik gösterdiği zaman... Haktan yana olursa, zayıfın yardımcısı, yardım isteyenin imdadına koşucusu olursa... Allah da mevkiini, makamını sağlamlaştırır, gücünü kuvvetini artırır, saltanatını nüfûzunu çoğaltır.
Demek ki adalet edecek, haklıya "sen haklısın" diyecek, haksıza "sen haksızsın" diyebilecek!
Ve izâ adele fîhim. "Ve yönetici eğer ahâli üzerinde vazifesini yaparken onlara adaletle yani eşitlikle, hakkaniyetle, teraziyle, dürüstlükle, hakkı tutarak muamele ediyorsa…" Müdde fî umrihî. "Allah lütfeder, o kişinin ömrünü de uzun eyler."
Ömrüne bereket verir, ömrünü uzatır; sağlıklı, afiyetli, uzun ömürle yaşar.
Demek ki müslümanların başına getirilen yönetici bir şahıs neler yapacakmış?
1. İçi, niyeti temiz olacak; ona dikkat edecek.
"Ben hizmet etmek istiyorum. Hizmet ederek insanların duasını almak istiyorum, Allah'ın rızasını kazanmak istiyorum." diyecek. Hırsızlığı, kesesini doldurmayı, haksızlığı, mevki makamı sömürmeyi, nüfûzunu kötüye kullanmayı düşünmeyecek. İçi iyi olacak. O zaman, Allah onu saygın bir insan durumuna getirir. Halkın gözünde ona bir heybet ihsan eder. Halk ona candan, gönülden hürmet eder, heybetli bir insana yapılan muameleyi yapar.
2. Onlara iyilik elini uzatırsa, o zaman Allah halkın onu sevmesini nasip eder. Eğer onların mallarını artıracak tedbirleri bulur, yapar da ziyana uğratmaz, zenginleştirirse; Allah da onu zenginleştirir.
3. Haksız olan güçlünün karşısında haklı olan güçsüzü tutabilecek bir mertliği gösterirse; Allah onun yöneticiliğini, mevkiini, makamını, sultasını, kuvvetini artırır, kuvvetlendirir, sağlamlaştırır.
4. Adaletle hükmederse, ömrünü uzatır.
Demek ki yöneticilerin bunlara dikkat etmesi lazım!
Tavsif edilen şeylerden anlaşıldığına göre iyilik yapmak isteyecek, iyi niyetli olacak, mâlî yönden faydalı olmaya çalışacak ve adaletli olacak. Zaten adalet; hakkaniyetle, eşitlikle, teraziyle, kıl kadar haksızlık yapmadan dümdüz güzelce yapmak, çok önemli! Yönetciliğin mânevî sırrı burada...
el-Adlü esâsü'l-mülk. "Adalet mülkün, egemenliğin temelidir." Yöneticiliğin temeli budur. Zulümle adaletsizlik, haksızlık yapmak da bir saltanatın yıkılması, bir devletin çökmesi sonucunu meydana getirir.
Ahmed b. Hanbel, İbn Asâkir gibi kaynakların rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki;
Men veliye min emri'n-nâsi şey'en.
"Kim insanların işlerinden bir işin başına memur olarak; amir, başkan, yönetici, müdür olarak geçirilirse, tayin olunursa..."
Men veliye min emri'n-nâsi şey'en, sümme ağlaka bâbehû dûne'l-miskîni evi'l-mazlûmi ev zevi'l-hâceti eğlakallâhu dûnehû ebvâbe rahmetihî inde hâcetihî ve fakrihî efkare mâ yekûnu ileyh.
Fe-ağlaka bâbehû dûne'l-miskîni evi'l-mazlûmi ev zevi'l-hâceti. "Kapısını kapatmışsa, kilitlemişse..."
Kime karşı?
Miskin, güçsüz, fakir kimseye karşı...
Başka kime karşı?
Evi'l-mazlûmi. "Haksızlığa, zulme uğrayan, kendisine bu zulüm gitsin diye müracaat eden kişiye karşı kapısını kapatırsa..."
Onu içeri almazsa, dinlemezse, ona kulak vermezse...
Ev zevi'l-hâceti. "Veyahut da ihtiyacı, bir muradı, bir meramı, bir derdi olan; bir şey söyleyecek olan kimseye karşı kapısını kapatırsa..."
Bazıları öyle oluyor. Yönetici sekreterine emrediyor, diyor ki:
"İçeriye kimseyi alma."
"İçeride ne yapıyor?" -Böylelerini gördük, duyuyoruz, biliyoruz.-
"İçeride toplantı halinde..."
Toplantıda filan değil! İçeride olmadık bir şey yapıyor veya boş bir şeyle yani o dairede, o anda yapması gerekmeyen, devlet işi olmayan bir işle meşgul oluyor. Ama dışarda telefon edene veyahut müracaat eden işi başından aşkın insana bir bahane uyduruyor.
İçeride gönül eğlendirenleri de duydum. Bizzat kendisiyle gönül eğlendirilen kimsenin ağzından duyduğum için çok kesin olarak söyleyebiliyorum.
Böyle iş sahiplerine, ihtiyaç sahiplerine, zulme uğrayanlara veya bir derdi, meramı, muradı olanlara karşı kapısını kapatıp içeriye almıyor, dinlemiyorsa…
Halbuki görevi neydi?
Hizmet etmekti.
Yapmıyorsa ne olur?
Allah da onu cezalandırır.
Nasıl cezalandırır?
Ağlakallâhu dûnehû ebvâbe rahmetihî. "Allah rahmetinin kapılarını onun yüzüne kapatır."
Bu sefer Allah'ın rahmetinden mahrum oluyor. Çünkü halka hizmet, Cenâb-ı Hakk'ın rızasını çekiyor. Halkın hizmetinden kaçınmak, halkın hizmetine kapı kapatmak da Allah'ın kendisine rahmet kapılarını kapatması cezasına çarpılmasına sebep oluyor. Allah, rahmetinin kapılarını onun yüzüne kapatır.
Allah'ın rahmetine eremeyecek.
Ne zaman?
İnde hâcetihî ve fakrihî. "Tam ihtiyacı olduğu, kendisinin muhtaç olduğu zaman rahmetinin kapılarını Allah onun yüzüne kapatır."
Ne zaman?
Efkare mâ yekûnu ileyhi. "En çok muhtaç olduğu zamanda..."
İnsan bunu muhtaç olmadığı zamanda, Allah'ın verdiği nimetle, izzetle, devletle, şevketle yaşadığı sırada anlamaz. Ama bir gün gelecek, herkes Cenâb-ı Hakk'ın divanına çıkacak, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine muhtaç olacak. Ahirette en kıymetli şey; insanın Allah'ın mağfiretine nail olması, gufrâna ermesi, Allah'ın affetmesi ve "Günahlarını bağışladım!" demesine nail ve mazhar olmaktır. Tam hesap gününde, mahkeme-i kübrâda, en muhtaç olduğu zamanda, Allah da ona rahmetinin kapılarını kapatıverir, rahmet etmez.
Eyvah! Şimdi ne olacak? Niye rahmet etmedi Allah?
Çünkü o dünyadayken, ihtiyaç sahiplerinin yüzlerine kapıyı kapattı, içeriye almadı, dinlemedi, kulak asmadı, yöneticilik görevini güzel yapmadı. Allahu Teâlâ hazretleri böyle cezalandırır, âhireti mahvolur.
Yönetim zevklidir, sefalıdır, keyiflidir, alkış güzeldir, hürmet görmek, başkası tarafından kendisine hizmet edilmek tatlıdır ama bunların hepsinin hesabı, sorumluluğu, âhirette cezası vardır. Bu sorumluluk yerine güzel getirilmezse, görevler yapılmazsa Cenâb-ı Hak o zaman onu cezalandırır.
Umumî kaide: Buharî'de, Müslim'de kaydedilmiş olan hadis-i şerif,
Men lâ yerham, lâ yürham. "Merhamet etmeyene, merhamet olunmaz."
İnsanda merhamet, acıma duygusu olacak.
Televizyonları açıyoruz, dünyanın her yerindeki manzaralar gözümüzün önüne geliyor. Sırplar Arnavutluk'ta neler yapmışlar, görüyoruz. Ne zulümler, ne yangınlar, ne can yakmalar, ne cinayetler, ne fecaatler, ne dehşetler... Merhametsiz, gaddar kâfirlerin mâsum insanlara neler yaptığını görüyoruz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ordusunu kâfirlerle, müşriklerle, zalimlerle mücadeleye gönderirken;
"Çocuklara, kadınlara, kendi halinde ibadetine devam eden rahiplere dokunmayın! Hurma ağaçlarını yakmayın! Sadece savaşan kimselerle savaşın!" diye tavsiye buyurmuş.
Bütün ömrü boyunca yaptığı, tertiplediği mücadelelerde, bütün savaşlarda öldürülenlerin sayısı bir-iki yüz. O kadar az! Yani o kadar dikkat etmiş. Herkesin dikkat etmesi lazım. Allah'tan korkan böyle yapar. Allah'ı tanıyan, dinî duyguya sahip olan herkesin böyle yapması lazım.
Böyle olmadığı zaman ne olacak, hocam?
O zaman da zalimlere karşı müslümanların birlik ve bareberlik içinde olması lazım!
İslâm'da cihat niçin emredilmiş, niçin farz olmuş?
Müslümanlar zulme uğradığı, işkence gördüğü için... Çölde, sıcağın altında işkence gördüğü ve şehit edildiği için.
Müslümanlar kademe kademe hakkı söylüyor. Hakkı söyleyince, sen de cevabı verebilirsen ver. Hakkı söylediğini kabul ediyorsan, "Hakkı söyledin!" de. Öyle yapılmamış, işkence ve zulüm yapılmış. Hatta Peygamber Efendimiz öldürülmek istenmiş, hicret etmek zorunda bırakılmış. -Allah'ın takdiri tabii... Cenâb-ı Hak dileseydi Mekke'de de korurdu- Baskılar olduktan sonra, İslâm'da savaş olmuş.
Savaşın, dünyada zalim insanlar oldukça her zaman olması gerekiyor. Savaştan kaçıldığı zaman yangın büyüyor, kötülük büyüyor. O zaman Cenâb-ı Hak kaçınanları cezalandırıyor.
Zaman zaman aklıma, zaman zaman da dilimin ucuna geliyor, sizlere de duyuruyorum.
Sırplar Bosna'da müslümanlara saldırdıkları zaman, Arnavutluk'a saldırdıkları gibi tepki göstermediler. Şu anda tepki gösterenlerin hepsi destekledi diyebiliriz. O zavallı Boşnak kardeşlerimiz çok sıkıntılar çektiler. İşin doğrusu bütün müslümanların ayağa kalkıp oradaki müslümanları korumasıydı, kollamasıydı. Her yerdeki müslümanların da, bu zulmün durması için elinden ne geliyorsa yapmasıydı.
Dikkat ediyorum; aylar yılar geçtikçe vazifesini yapmayanları da Cenâb-ı Hak başka başka zamanlarda, sırası geldikçe çeşitli şekillerde cezalandırıyor.
Cenâb-ı Hak cümlemizi af ve mağfiret eylesin.
Yaptığımız işleri ikiye ayırabiliriz:
İyi işlerimizi, iyi amellerimizi, ibadetlerimizi, hayrâtımızı, hasenâtımızı kabul etsin. Kötü işlerimiz muhakkak vardır, çoktur onları da af ve mağfiret eylesin.
Yapmadığımız şeyleri de ikiye ayırabiliriz:
Kötülükler karşımıza geldiği zaman yapmamışsak, kendimizi tutabilmişsek; aferin! Kötülükten kendimizi çektiğimiz için Cenâb-ı Hak lütfuna ve rahmetine erdirsin. Ama bir de vazifeler karşımızdayken, vazife terettüb etmişken yapmamız gereken vazifelerden kaçmışsak, o zaman da tabii onun cezası ve vebali var.
Dünyevî kanunlara göre söyleyecek olursak...
Mesela, cepheden kaçan bir askeri devlet derhal "Niçin sen görevden kaçtın?" diye cezalandırıyor. Görevden kaçmak her zaman cezayı gerektiriyor.
Onun için Cenâb-ı Hak, bizim görevlerimizin neler olduğunu iyice görmeyi, basiretle teşhis etmeyi, anlamayı nasip eylesin. Görevleri güzel yapmaya tevfîkini refîk eylesin, yardımcı olsun. İslâmî görevlerimizi en uygun şekilde, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına en uygun tarzda yapmaya muvaffak eylesin.
Sanılıyor ki İslâm'da görevler sadece ibadet etmektir, namaz kılmaktır. Halbuki emr-i mâruf nehy-i münker, "iyiliği emretmek, kötülükten men etmek" farzı var.
Bugün İslâm âlemi çok geri durumda. İleri ülkeleri; Avrupa'yı, Amerika'yı, dünyanın her yerini gezip gördüğüm için biliyorum, müslümanlar sanki bir asır gerideymiş gibi... Kendi ülkemi, kendi köyümü, Anadolu'muzun köylerini, kasabalarını düşünüyorum; şimdi gezdiğim yerleri düşünüyorum... Maalesef çok gerilik var; çok tembellik, çok eksiklik var.
Onun için bunları düşünerek çalışmak lazım!
Çocuklarımızı çağın üstüne hatta çağın sonrasına yani yaşayacakları yirmibirinci yüzyıla göre yetiştirmemiz şart! Bilgisayar konusunda yetiştirmemiz gerekiyor. Çağın âlet edevatını, imkânlarını nasıl kullanmaları gerektiğini öğretmemiz gerekiyor. Dünyayı tanıtmamız gerekiyor. Çocuklarımızı başka ülkelere gönderip onların neler yaptığını takip etmemiz gerekiyor. Onların yaptıklarıyla kendi yaptıklarımızı karşılaştırıp eksiklerimizi telafi etmemiz gerekiyor.
Bunlar yapılmayınca, yapmamaktan dolayı biriken günahlar, cezalar oluyor. Bir zaman sonra patlak verdiğinde, yumurta kapıya geldikten sonra çare aramak fayda vermiyor. O zaman Allah'ın kahrı, cezası tecelli ediyor ve maalesef kavim müslüman da olsa belasını buluyor, cezasını çekiyor.
Bunlar hepsi ibrettir, bizden söylemesi! Herkes hiçbir gününü boş geçirmemeli! Kendisini, çoluk çocuğunu ve çevresini ileriye hazırlamalı ki bu zulümler olmasın...
Cenâb-ı Hak tevfîkini refîk eylesin. Uyanıklık ihsan eylesin. Hakkı hak olarak görüp ona uymayı, batılı batıl görüp ondan korunmayı nasip eylesin.
İki cihanda cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin. Her türlü zulümden, haksızlıktan korusun. Her türlü güzelliğe, lütfa nâil eylesin. Cümlenizi sevdiklerinizle beraber cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!