es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri,
Hepinize sevgilerimi, hürmetlerimi, içten dualarımı, temennilerimi arz ederim. Allahu Teâlâ hazretleri dünyanın ve âhiretin her türlü hayırlarına cümlenizi nâil eylesin.
Râmûzü’l-ehâdîs isimli hadis kitabımızın, hocalarımızın hocalarının yazmış olduğu ve daima camimizde, camiamızda okunagelen, bittikçe hatmedildikçe yeniden başına geçilen hadis kitabı.
“Hadislere göre yaşayalım, Peygamber Efendimiz’in sünnetine uyalım; Peygamber Efendimiz’in yolunda yürüyelim.” diye böyle âdet olmuş. Ben de size oradan, 517. sayfadan, hadîs-i şerîfler okumak istiyorum.
Bugün okuyacağım hadîs-i şerîflerin birisi Hz. Ali radıyallahu anh Efendimiz’den rivayet edilmiş.
Allahu Teâlâ hazretlerinin şöyle buyurduğunu Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde ifade buyurmuş. Hadîs-i kudsî. Peygamber Efendimiz’den duyduğunu da Hz. Ali Efendimiz bize nakletmiş. Ne kadar güzel, mübarek bir durum. Hadîs-i şerîfin mübarek metni şöyle:
يَقُولُ اللهُ تَعَالَى: «إِنَّمَا أَتَقَبَّلُ الصَّلَاةَ مِمَّنْ تَوَاضَعَ لِعَظَمَتِي، وَلَمْ يَتَكَبَّرْ عَلَى خَلْقِي، وَقَطَعَ نَهَارَهُ بِذِكْرِي، وَلَمْ يَبِتْ مُصِرًّا عَلَى خَطِيئَةٍ. يُطْعِمُ الْجَايِعَ، وَيُؤْوِي الْغَرِيبَ، وَيَرْحَمُ الصَّغِيرَ، وَيُوَقِّرُ الْكَبِيرَ. فَذٰلِكَ الَّذِي يَسْأَلُنِي فَأُعْطِيهِ، وَيَدْعُونِي فَأَسْتَجِيبُ لَهُ، وَيَتَضَرَّعُ إِلَيَّ فَأَرْحَمُهُ. فَمَثَلُهُ عِنْدِي كَمَثَلِ الْفِرْدَوْسِ فِي الْجِنَانِ، لَا تَتَسَنَّى ثِمَارُهَا، وَلَا يَتَغَيَّرُ حَالُهَا.
Yekûlu’llâhu teâlâ innemâ etekabbelü’s-salâte mimmen tevâdaa li-azametî ve lem yetekebber alâ halkî ve kataa nehârehû bi-zikrî ve lem yebit musirran alâ hatîetin yutimü’l-câyia ve yü’vi’l-ğarîbe ve yerhamü’s-sağîre ve yüvakkırü’l-kebîre fe-zâlike’llezî yes’elünî fe-u’tîhi ve yed’ûnî fe-estecibu lehû ve yetedarrau ileyye fe-erhamühû fe-meselühû indî ke-meseli’l-firdevsi fi’l-cinâni lâ yetesennâ simârühâ ve lâ yeteğayyeru hâlühâ.
Sadaka Resûlullah ve nataka habîbullâh.
Hadîs-i kudsî. Allahu Teâlâ hazretlerinin bu izahını yapacağım konuları buyurduğunu, Peygamber Efendimiz naklediyor. Mânasını kelime kelime açıklayalım. İzahını dilimizin döndüğü, aklımızın erdiğince yapmaya çalışalım:
Yekûlu’llâhu Teâlâ.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyurur, şöyle der.”
Teâlâ ne demek?
“Yüce olan” mânasına, mâzî sîgası; teâlâ yeteâlâ teâlî fiilinden. Ama sıfat olarak kullanılıyor. Böyle bu şekilde Allah lafza-i celâlinin arkasından gelen, mâzî sîgası şeklinde olup da sıfat olarak kullanılan pek çok kelime var, hatırlayacaksınız:
Mesela Allahu Teâla, Allahu azze ve celle, Allahu celle ve alâ, Allahu Tebâreke ve Teâlâ gibi... Bu da teâlâ, “ulu” mastarından, “yüce olmak” mastarından tefâul bâbı...
“Yüce olan Allahu Teâlâ hazretleri, her yönden yücelerin yücesi olan Allahu Teâlâ hazretleri.” demek.
Dede Korkut hikâyelerinden bir ifadeyi, çocukluğumuzdan, okullardan hatırımda kalmıştır; çok severim:
Yücelerden yücesin,
Kimse bilmez nicesin!
diyor.
Hitabını “Ulu Tanrım!” diye yapıyor. Tabi “Kimse bilmez nicesin!” sözünde biraz genelleme var. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri kendisini sevgili kullarına bildirmiş.
Yekûlu’llâhu teâlâ. “Yüce olan, yüksek olan, ulu olan Allahu Teâlâ hazretleri buyurur ki.” diyor Peygamber Efendimiz.
Ne buyururmuş? Rabbimiz’in ifadesi nasıl?
İnnemâ etekabbelü’s-salâte mimmen tevâdaa li-azametî ve lem yetekebber alâ halkî. “Ben namazı ancak şu vasıflara sahip olan kullarımdan kabul ederim, onların namazını kabul ederim.”
O vasıfları da aşağı doğru sıralıyor. Namazını kabul ettiği o vasıflara sahip kulun ne kadar güzel bir kul olduğunu, siz de hadis iyice tamamlandığı zaman anlamış olacaksınız. Zaten Arapça bilen kardeşlerim, metnini okuduğum zaman anladılar.
Şimdi biz namaz kılıyoruz, namaz kılmakla emrolunduk. Allahu Teâlâ hazretleri namazı dosdoğru kılmayı biz müslümanlara emretmiş. Namaz dinin direğidir. Âhirette insanların ilk sorgusu namazdan olacaktır. Namazı kılmamız lazım. Çünkü namaz mü’minin miracıdır, çok şerefli bir ibadettir, çok güzel bir ibadettir.
Peygamber Efendimiz;
قُرَّةُ عَيْنِي فِي الصَّلَاةِ
Kurretü aynî fi’s-salâh buyurmuş:
“Gözümün şenliği, serinliği namazda.”
“Namaz kılınca gözüm şenleniyor, serinleniyor, hoşlaşıyor.” demek istiyor.
Şimdi bu namaz kılınıyor, kıldık ama Allah kimin namazını kabul ediyor, kiminkini kabul etmiyor? Bazılarını kabul etmiyor. Bazılarının haccını kabul etmiyor, bazılarının zekâtını kabul etmiyor, bazılarının duasını kabul etmiyor. Bunların ne sebeplerle kabul olunmadığını kulların iyi öğrenmesi lazım. Öğrenmezse yapar yapar, boşa dönen tekerlek gibi, yerinde sayan insan gibi bir ilerleme olmaz, bir fayda olmaz. Âhirette de tabi çok pişman ve perişan olur.
Onun için ibadetlerin kabul olma sebeplerini ve kabul olmama sebeplerini bilmek lazım!
“Şunları şunları yapmazsa insanın ibadeti makbul olmaz, şunları şunları yaparsa, şu şu güzel vasıflara sahip olursa o zaman namazını, niyazını, ibadetini Allah kabul eder.” diye biz bu hususları çeşitli kitaplarımızda, konuşmalarımızda, önemli bir konu olduğu için, “mühim konular” diye kardeşlerimize ihtar ettik. O kitaplardan okunmasını rica ederim.
Namazı kabul olmayan insanlar...
Mesela bir kere abdestsiz namaz kabul olmaz. Abdest, namazın şartı.
Sonra?
اِنَّمَا يَتَقَبَّلُ اللّٰهُ مِنَ الْمُتَّق۪ينَ
İnnemâ yetekabbelu’llâhu mine’l-müttakîn. “Müttakî olmayanın ibadeti kabul olmaz, müttakî olanınki kabul olur.”
Haramla olan hayrın, ibadetin kabul olmadığı kesin. Helal ile olursa, helâl yoldan olursa kabul olur vesaire...
İnnemâ etekabbelü’s-salâte. “Ancak şu kulların namazını kabul ederim, şu kullardan kılınmış olan namazları kabul buyururum. diyor.
İnnemâ’ya Arapçada edât-ı tahsîs derler.
Tahsis ne demek?
“Bir şeyi özel bir kısım olarak ayırmak, bir sınırla sınırlandırmak, birtakım hudutlarla kısıtlamak” mânasına geliyor.
İnnemâ etekabbelü’s-salâte mimmen tevâdaa li-azametî. “Ben namazı ancak benim azametim karşısında haddini bilip, tevâzuunu, alçak gönüllülüğünü idrak edip, tevâzu gösterenden kabul ederim. Ancak onlardan kabul ederim. Başkasından kabul etmem.” Ve lem yetekebber alâ halkî. “Benim yaratıklarıma, öteki insanlara, mahlûklara tekebbür etmeyenden kabul ederim. Tekebbür edenden kabul etmem.”
Kibirli, burnu büyük, kendini beğenmiş, yanına yanaşılmıyor. Böyle kimselerden, şirret olandan kabul etmez. Mütevazı olandan kabul eder.
“Ancak ondan kabul ederim, ötekilerden kabul etmem.”
Birçok insan namaz kılıyor, kılmıyor. Zaten birçok insan mü’min değil, imanı anlayamamış. Dünyada pek çok insan doğru inanca sahip değil, maalesef. Zaten Kur’ân-ı Kerîm’de de bu ifade ediliyor:
وَمَٓا اَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِن۪ينَ
Ve mâ ekserü’n-nâse velev haraste bi-mü’minîn.
“Sen ne kadar heves etsen, çalışsan, ter döksen, gayret etsen, uğraşsan da hırsla, iştiyakla çalışsan da ey Resûlüm, insanların pek çoğu bu gerçekleri anlayıp da doğru yola gelecek durumda değil." diye zaten ekseriyetin aklının havalarda olduğunu, başında olmadığını, gerçekleri göremediğini, yalan yanlış şeylere saptığını, yalan yanlış yollarda “din” diye kendisini oyaladığını zaten biliyoruz. Zaten Kur’ân-ı Kerîm söylüyor.
Şimdi taşa tapmanın bir anlamı var mı? Taşın karşısına geçip de ondan medet ummanın, ona tapınmanın bir anlamı var mı? Putun karşısında, taşın karşısında olur mu?
İnsanların çoğu böyle: Hayvanlara tapıyor, taşlara tapıyor, yaratıklara tapıyor. Âciz, nâçiz, güçsüz, kuvvetsiz, idraksiz, iradesiz, kendisine cevap veremeyen, kıpırdayamayan varlıklara, yaratıklara, âciz şeylere –“tanrı” diye farz etmiş, zannetmiş, yanılmış- tapıyor.
Dünyada istatistik yapsanız, sayım yapsanız, maalesef insanların çoğu zaten yanlış. Allah'ın varlığını birliğini anlayan, yeri göğü yaratan Allah’a kulluk eden insanlar zaten az. O imana sahip insanlar az. Onların içinde de ibadet yapanlar az.
Çoğu da diyor ki;
“Efendim, işte hocam, seni çok seviyorum. Allah razı olsun, seni çok seviyorum, sen doğru yapıyorsun; tamam. Sözü doğru söylüyorsun, haklısın; tamam. Nasihatin de yerli yerinde, ama işte kusurluyuz. Kusurumu da biliyorum, namazı kılamıyorum, ibadeti yapamıyorum.”
Sen bu dünyaya imtihan için geldin, niye yapamıyorsun? Yapmazsan mahvolursun, âhirette zarar görürsün. Ne kadar zarar göreceğini hadîs-i şerîflerde, âyet-i kerîmelerde okusan tüylerin diken diken olur.
Niye bunu böyle basit mesele gibi; “İşte kusura bakma, yapamıyorum!” diyorsun?
Ben niye kusura bakayım? Ben affetsem ne olacak? Ben kızsam ne olacak, bağışlasam ne olacak? Mühim olan insanın âhirette cehenneme düşmekten kurtulması, cennete girmesi, Allah’ın rızasını kazanıp ebedî saadete ermesidir.
Ebedî saadete eremedikten sonra ben o kafaya kafa mı derim, o akla akıl mı derim, o yola yol mu derim? Sonu hüsran olduktan sonra o hayata hayat mı derim?
Demek ki tercihini güzel yapamamış.
Elektrik çarpar gibi çarpar. Nasıl elektrik hatayı affetmezse bu durum da affetmez.
“Elektrik hatayı affetmez.” ne demek?
“Ben seninle tanışığım, ahbâbım, sen benim evimde uzun zamandan beri tel olarak bulunuyorsun. Ben sana, şöyle çıplak tele bir dokunayım. Sende elektirik var ama biz seninle ahbap olduk.” desen, elektrik ahbaplık filan tanımaz.
Çıplak elektrik telini, elektrik varken elinle tuttun mu elektrik çarpar.
Neden?
Kanun böyle, elektiriğin kanunu, işi bu. Ateş yakar, elektrik çarpar. Bu işin şakası yok.
Bu ibadetin de şakası yoktur. Allah’a kulluğun laubaliliğe tahammülü yoktur. Allah’a ibadet ciddî bir iştir, önemli bir iştir, hayatın en mühim işidir.
“Aman hocam, benim bir sürü işim var!”
Senin işlerinin hepsi oyalama. Şimdi eğer fırsat olursa başka hadîs-i şerîf okuduğum zaman göreceksin. Şeytan karşına oyalayıcı şeyler çıkarıyor, seni aldatıyor. “Asıl ibadete, asıl vazifene uyanıp da gidip başlamayasın.” diye aldatmak için yapıyor.
Halbuki senin bu dünyada asıl vazifen Allah’ı bilip, Allah'a kulluk edip, Allah’a itaat edip, Allah’ın emrini tutup, Allah’ın buyurduğu şeyleri yapıp, yasakladığından kaçıp, hayat imtihanını başarmak...
Önemsemiyor; “Hocam, kusuruma bakma!” diyor.
E ben kusura bakarım doğrusu.
Neden bakarım?
Çünkü Rabbim kılınmasını emretmiş, kılınmadığı zaman kusur olur. Kusur olduğu zaman da Allah’ın sevmediği bir şeyi ben hoş göremem. Seneler önce kızı için bana birisi geldi; müfettiş, Millî Eğitim Bakanlığı’nda.
“Kızım sizin kitaplarınızı okuyor, çok saygı duyuyor, seviyor. Söyleyin başını açsın, okuldan atacaklar. Çünkü ben söylüyorum, dinlemiyor.” diyor.
Ben dedim ki;
“Beyefendi!”
Çünkü Millî Eğitim’de müfettiş, güzel giyinmiş, kravatlı, çok zarif bir kimse, görgülü, bilgili bir kimse:
“Beyefendi, başörtü emrini ben koymadım ki ben kaldırayım! Başın örtülmesi emri, Kur’ân-ı Kerîm’de, şeriatimizin, dinimizin hükmü. Onun için dünyanın hangi İslâm ülkesine gidersen orada kadınlar kapalıdır, başları örtülüdür.”
“E müslüman olduğu halde başını açan yok mu?”
O ayrı. İnsanların müslüman olduğu halde İslâm’a uyamamaları bir dert, bir hastalık. Onlar ölçü olmaz.
Bâtıl makîsun aleyh olmaz; yanlış olan iş, yapılması için örnek olarak ileri sürülemez. Yanlıştır çünkü. Doğru olan şey örnek olarak gösterilebilir. Bâtıl, ona kıyas edilmez; ona dayanılarak hüküm çıkarılan bir kaynak olamaz.
“Allah'ın emri, tutacaksınız. Ben ‘kaldır’ desem yalan söylemiş, yanlış söylemiş, haddimi aşmış olurum. Benim buna hakkım yok. Sen kızının dindar olmasından memnun musun, değil misin?” dedim.
“Memnunum.”
“Baş örtmesi suç mu, değil mi?”
“Değil.”
“O halde sen müfettiş olarak kızının hakkını savun.” dedim.
Namaz kılmıyor. “Kusura bakma hocam, kabahatimizi de biliyoruz.” diyor.
Tamam, kişi kusurunu bilmek gibi irfan olmaz. Güzel, tamam. Kusur bilmek bir meziyettir. Kusurunu anlamamak çok daha fena bir şey. Kusur olduğunu bilmeden, “kusur değil” diyerek yanlış yolda yürümek daha fena. Tamam, kusurunu biliyorsun, ama o da seni teselli etmesin. Kusur olduğunu biliyorsan, yanlış bir işi yapıyorsan, bile bile ateşle oynuyorsun! Sonra cezasını çekersin. Çok büyük cezası var.
Onun için bu hadîs-i şerîfi anlattığım duygularla takip etmek lazım:
“Ben ancak şunların namazını kabul ederim; herkesin namazını kabul etmem!” buyuruyor, Rabbimiz. Peygamber Efendimiz bize nakletmiş:
İnnemâ etekabbelü’s-salâte mimmen tevâdaa li-azametî. “Benim karşımda, benim ululuğum, azametim, izzetim, celâlim karşısında haddini bilip, mütevazı davranan, boynu bükük davranan kulun namazını kabul ederim.” Ve lem yetekebber alâ halkî. “Benim mahlûkâtıma tepeden bakıp, kibirlenip, burun kaldırıp, kendini beğenip, tekebbür edenlerden değil.”
“Tekebbür etmeyen, benim azametim karşısında tevazuunu takınan kulun namazını kabul ederim.”
Tamam. Bir, Allah'ın huzurunda mütevazı olacağız. Mütekebbir olmayacağız. Kullara tepeden bakıp da hor görmeyeceğiz. Çünkü senin hor gördüğün insan, Allah’ın sevgili kulu olabilir. Senin hayran kaldığın insan da Allah’ın düşmanı, sevmediği insan olabilir.
Sen ilâhî ölçülere göre bak. Çünkü senin beğendiğin insan aslında çok çok kusurlar işliyor da sen ona rağmen seviyorsun, beğeniyorsun. Beğenmediğin insan da bütün gayretiyle Allah’a güzel kulluk yapmaya çalışıyor, güzel şeyler yapıyor da sen onları küçümsüyorsun. Bir şeyine kızmışsın, o adamı sevmiyorsun. Olmaz öyle! Kişisel, hissî, indi, tarafgirâne duygularla gerçekler bulunmaz.
Namazının kabul olmasını isteyen bir insan, haddini bilecek, mütevazı olacak, mütekebbir olmayacak...
Sonra şartları devam ediyor, namazı kabul olunan insanların sıfatları devam ediyor; namazın kabul olma şartı, iyi kulun sıfatları...
Ve kataa nehârehû bi-zikrî. “Gündüzünü, gününü benim zikrim ile geçiren, beni zikrederek geçiren."
Zikrî demek, - buna mastar mef’ûlüne muzaf derler- “beni zikrederek, benim zikrimle” demek.
Ne demek beni zikrederek geçiren, gündüzünü beni zikrederek geçiren?
Niye “gündüzünü beni zikrederek geçiren” buyurmuş olabilir Rabbimiz? Düşünelim...
Çünkü gündüz faaliyet zamanıdır. Gece herkes istirahat ediyor. Herkes kendi başına zikreder ya da uyur. Uyumak da vücudun bir ihtiyacıdır, uyumaya da ruhsat vardır. Teheccüde kalkmak, sabah namazına kalkmak şartıyla yatsı namazını kıldıktan sonra uyunabilir. Asıl olan, gündüz insanların arasındayken Allah’ı zikretmek.
Allah’ı zikretmek ne demek? Zikir ne demek?
Zikir, “hatırlamak” demek.
Bunun zıddı ne?
Zıddını söylersek daha kelimeyi iyi anlarız. Zikr’in zıddı nisyan’dır. Nisyan, “unutmak” demek. Nesiye “unuttu” zekere, “hatırladı” demek.
Allah’ı zikretmek, “Allah’ı hatırlamak” demektir. İnsan gündüz Allah’ı hatırlayacak.
Ne zaman hatırlayacak?
Ticaretinde hatırlayacak, yolda yürürken hatırlayacak, yemek yerken hatırlayacak. Alırken, verirken, konuşurken hatırlayacak:
“Allah beni görüyor, Allah her yerde hâzır ve nâzır; aman kusur işlemeyeyim!” vesaire... Allah’ın huzurunda olduğunu bilerek, o idrak ile yaşayacak, gündüz faaliyetlerini öyle geçirecek.
Hadîs-i şerîfler var. Millet zikri, sadece tesbih elinde “Allah, Allah” demek sanıyor. Bir de televizyonlarda şimdi, zikredenleri kötü göstermek için eğilip, kalkıp, saçı bir arkaya, bir öne giden insanları, kendinden geçmiş insanları sahneliyorlar. Milletin de zikirden ödü patlıyor.
Evet, o da “Allah Allah” demek de bir çeşit zikir, ama asıl zikir o değil. O tezekkür; bir gayretle zikre ulaşmak için yapılan çalışma. Onun sonucunda eğer insanın aklı başına gelir, insanın gönlü yörüngesine oturur da Allah’ın kendisini gördüğü idrakine kavuşur, her işi; “Allah’ın huzurundayım, Allah beni görüyor.” diye yaparsa asıl zikir odur.
الذكر بالتذكر
ez-Zikrü bi’t-tezekküri.
Öteki zikir yavaş yavaş aşkullah, muhabbetullah hâsıl eder de insan sonunda o hâle gelir. İhsân makamına çıkar, Allah’ın kendisini gördüğünü bilir. Sözünü ona göre söyler, işini ona göre yapar. Allah’tan korkar:
“Allah görüyor, ben bunu yapamam. Kimse olmasa bile yapamam. Polis olmasa bile yapmam bu suçu. Cümle cihan halkı istese de yapmam. ‘Allah’ın istemediğini insanlar istiyor.’ diye yapmam!" der.
Evet, demek ki gündüz Allah’ı zikretmek önemli. Hadîs-i şerîflerde geçiyor:
“Bir insan günah işliyorsa elinde tesbih, dilinde zikir olsa da o Allah’ı zikretmiyor demektir.” diyor, Peygamber Efendimiz.
İtaat ediyorsa, Allah’ın emrini tutuyorsa, isyan etmiyorsa, günah işlemiyorsa, Allah’ı zikrediyor demektir. Elinde tesbihi az olsa bile. Çünkü aslolan o idrake ulaşıp o idrake göre yaşamaktır.
Onun için; “gündüzünü beni zikretmekle geçiren denmiş olabilir.
Gece kişisel yaşam, gündüz toplumsal yaşam var. Toplumsal yaşamda Allah’ı bilecek, Allah’ı unutmayacak. Her işini Allah hatırında olarak yapacak. Allah için konuşacak, Allah için sevecek, Allah için hakkı savunacak, Allah için gayret edecek. Verecek, alacak, sevecek, kızacak, konuşacak, susacak... Hepsi Allah için olacak. O Allah’ı hatırlamakla olur.
Hatırlamayan paldır küldür yaşar. Bir de bakar, akşam oluvermiş ya! Hah hah ha, hih hih hi... Oynarken, eğlenirken akşam oluvermiş.
Gündüz maç seyrederken akşam olur, televizyon seyrederken akşam olur. Kahvede otururken akşam olur, oyun oynarken akşam olur. Gafilce bir vakit geçirme...
Namazı kabul olunan insan; Allah’ın azameti karşısında haddini bilip tevazuunu takınan, Allah’ın kullarına karşı tekebbür etmeyen, mütekebbir davranmayan, mütekebbirâne davranmayan, gündüzünü Allah’ı anarak geçiren kimsedir.
Buna ne derler?
Gündüz faaliyetteyken, işine giderken, Allah’ı zikrederek geçirmek; Süleymaniye camiine sabahleyin girip de yatsıda çıkmak, hiç dışarıya çıkmamak, hep içeride Kur’an okumak, tesbih çekmek mi demek?
Hayır! “Halkın içinde, işin içinde, yaşamın içinde, çalışmanın içinde Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak.” demek.
Buna bizim Nakşî tarikatinde halvet der encümen derler:
Toplulukta hâli; halvette, tenhadaymış gibi, Allah’ı halvethânede zikrediyormuş gibi olabilmek.
“Eli kârda, gönlü yârda” derler. “Eli iş yapıyor; ama gönlü Allah ile. Yar olan, dost olan, sevgili olan Mevlâ ile olmak” derler.
Daha başka tabirleri vardır. “Eli işte, gönlü bilişte” derler. Biliş, “ma’rûf ve mâlum olan Mevlâ” mânasına, “dostta” demek.
“Gündüzünü zikrimle geçiren.” Bu namazı kabul olacak insanların bir sıfatı da bu.
Ve lem yebit musırran alâ hatîetin. “Bir günaha ısrarla devam eder bir vaziyette gecelemeyen.”
Bazıları gündüz külahlı, gece silahlı oluyor. “Gece oldu mu hiç kimse görmüyor; tenha, evinde veya karanlıkta” diye günahlı işler yapabiliyor. Gündüz çekiniyor: “Hele bir akşam olsun, akşam karanlığı bir bastırsın, o zaman ben şu karanlıktan istifade ederek şöyle yapayım, böyle yapayım.” diye işte geceleyin neler olduğunu hikâyelerde, masallarda, romanlarda, gazetelerde vesairede görüyorsunuz.
“Geceleyin hatada ısrar etmeyen.”
Evet, hatasız kul olmaz.
Neden?
Şeytan kandırır, nefis mağlup eder. İnsanı pes ettirir, tuşa getirir, hatayı yaptırır. Kul hata yapmamalı, hata yapması fena, ama hata yapar. Hata yapınca hemen ve etbii’s-seyyiete’l-heseneh arkasından bir iyilik yapıp onu sildirmek lazım. Bir de hemen tevbe etmek lazım:
“Eyvah yâ Rabbi! Ben yine hata işledim, yine yanlış oldu, yine kendimi bilemedim, tutamadım, affet yâ Rabbi!” diye hemen hatadan vazgeçmek lazım. Hatada ısrar etmek, hatada devam etmek, ısrarlı, devamlı o işi yapmak...
“Canım işte dün söyledin ya!”
“Dün söyledim, bugün niye yapıyorsun yine? Her gün yapıyorsun. Söylediğim halde, hata olduğunu bildiğin halde, aynı şeyi yapıyorsun!”
“Hocam, işte biliyoruz ki bu sigara zararlı.”
Millet sigaranın zararlı olduğunu biliyor, yine de içiyor. Burada reklamlarda; “Sigara yavaş yavaş öldürür.” diye yazıyor. O öldüren şeyi, insanın hayatına kast eden şeyi para verip alıyor, içiyor. Mesela bunun gibi. Hatalı olduğunu biliyor. Hatta doktor ameliyattan çıkıyor, hemşire hanıma;
“Şuradan bir sigara yak, ağzıma tutuver!” diyor.
Elinde daha ameliyat eldivenleri var, sigara içiyor. Fosur fosur, püfür püfür sigara içen içene... Birisini söndürüyor, öbürünü yakıyor, derin derin çekiyor. İçerisi kararıyor, katran doluyor, zift, zifir doluyor.
Ben konuşunca; “Bizim sigaramıza karışma!” diyorlar. Biliyorum; tıbbî yönünü, zararını bilimsel yönden biliyorum, doktorların kanaatlerini biliyorum. Söyleyince de; “Efendim, işte şudur, budur...” diye, itiraz ediyorlar. Hatada ısrar doğru değil. Bir şeyin hata olduğunu anlayınca tevbe edip onu bırakmak lazım!
Hatada ısrar, küçük günah bile olsa işi büyütür, cezayı arttırır. Dünyevî işlerde de öyledir. Adam bir suç işlerse bir ceza verilir; ısrar ederse ceza arttırılır; bir daha yaparsa daha arttırılır. Kanunlarda da böyledir.
“Günahta ısrar etmeyen, gündüzünü benim zikrimle geçiren, benim yaratıklarıma kibirlenmeyen, tepeden bakmayan, benim azametim karşısında tevazuunu takınan...” diye güzel güzel sıfatlar devam ediyor.
Bunlara sahip olmaya çalışacağız. Hatada ısrar etmemek de amaçlarımızdan birisi olmalı. Gündüz de Allah’ı unutmayacağız; dükkânda, ticarette, memuriyette, siyasette, hiçbir yerde unutmayacağız. Allah’ı hatırlayarak yaşayacağız.
Yut’imü’l-câia. Kelimenin üstünde vakfedersek; “Açı doyurur.”
Namazını kabul ettiğim insanların bir vasfı da nedir?
Aç bir insan gördü mü doyurur.
“Buyur, Allah ne verdiyse bizim evde çorbayı beraber içelim, gel kardeşim!” der, eve götürür.
Mehmed Zahid Kotku Hocamız rahmetullahi aleyh’in kendisinden icâzet ve hilafet aldığı Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi hazretlerinin kardeşi, Tekirdağ müftüsüymüş. Tekirdağ Müftüsü imiş, ama o da evliyâullahtan... Hocamızın hocası da evliyâullahtan.
Mübarek, hiç yalnız yemek yemezmiş. Evinin misafir odasının dışarıya açılan kapısı varmış, bir de evin iç tarafına açılan kapısı varmış. Misafir hemen doğrudan doğruya misafir odasına gelirmiş. Sofrada, yemek vaktinde misafir olmadığı zaman kalkar; han odalarından yolcu, işçi, amele kimi bulursa onları alır, sofrasına getirir, doyururmuş.
Bak burada da ne diyor?
Yut’imü’l-câi': Câi', cû' mastarından “acıkmak” demek. Cim, vav, ayn, cû' masdarından ism-i fâil, câi', “acıkan” demek.
“Acıkmış insanı doyurur.”
Ve yü’vi’l-ğarîb. Âvâ, yü’vî, me’vâ, “veren, barındıran” demek. Me’vâ da “barınak” mânasına geliyor. “Sığındıran, evine alan, iskân eden, garip insanı evine alıp misafir eden” demek.
Garîb ne demek?
“Diyâr-ı gurbette olan, kendi yurdunda olmayan” demek. İnsan diyâr-ı gurbette oldu mu hâli zor olur, garip olur. Garibin işi zor olur.
Yunus Emre nasıl anlatıyor?
Zavallı ölür; kimse neden öldüğünü bilmez. Belki açlıktan öldü.
Bir garip ölmüş diyeler. “Mahallede bir garip ölmüş, kimse tanımıyor.” Üç günden sonra duyalar. “Öldüğünü de hemen duymazlar; çünkü gelip gideni yok, tanıyanı yok. Adam ölmüş, neden sonra anlıyorlar.” Soğuk su ile yuyalar. “Başkalarının cenazesini yıkamak için su filan ısıtılır. Ama bu garip, kimsesi yok, baştan savma yaparlar, soğuk su ile yıkarlar. Şöyle garip bencileyin. “İşte ben nasıl garipsem öyle garip” diyor Yunus Emre, kendisini misal veriyor.
Diyâr-ı gurbette garibin işi zor olur; ona himaye göstermek lazım, ilgi göstermek lazım. Alıp “Gel bizim evde kal!” demek lazım, barındırmak lazım.
Eskiden oteller azdı. Bu daha da önemliydi. Şimdi adam parası oldu mu gidiyor üç yıldızlı, dört yıldızlı, beş yıldızlı otelde kalıyor, geçip gidiyor. Şimdi şartlar biraz değişti, ama yine de müslüman kardeşi, iyi insan; gariban, mazlum, mağdur, fakir bir insan oldu mu onu açıkta bırakmamak lazım.
Bazen biz bir şehre gidiyoruz, başka şehirlerden arkadaşlar, aileler, akrabalar hoş geldine geliyor. On beş, yirmi, otuz aile. Hoşuma gidiyor. Arkadaşlarımız her birini paylaşıyorlar, evlerine götürüyorlar, misafir ediyorlar.
Evinde bulunmayan insanlar da giderken; “Misafir gelirse bizim evde kalabilirler, oturabilirler.” diye anahtar vermiş oluyor, onları kullanıyorlar. İşte kardeşlik bu, Müslümanlık bu.
Garibi barındırır, meskeninde sığındırır.
Ve yerhamü’s-sagîr. “Küçüğe merhamet eder.”
Kendisinden küçük, güçsüz; ama rütbesi küçük, yaşı küçük, şusu küçük, busu küçük neyse kendisinden küçük olana merhamet eder.
Ve yüvakkırü’l-kebîr. “Kendisinden büyük olana da tevkîr ile hürmet ile saygı ile davranır, saygısını takınır.”
Tabi bu rütbe büyüklüğü bazen yaşta olur. Tabi yaşça büyüğü saymak lazım. Bazen mevkide, makamda olur; onu da saymak lazım! Bazen ilimde, irfanda olur, mânevî yönden olur; tabi onu da saymak lazım!
Bir insan veya bir toplum onları saymıyorsa bozulmuş demektir. Talebe hocayı saymıyor, derviş şeyhi takmıyor, aşağıdaki yukarıdakine kulak asmıyor, herkes birbirine karşı laubali. Tabi İslâmî ahlâk bu değil. Büyüğe, saygıdeğer kimseye saygı göstermek İslâm’ın şiârındandır. İşte bu sıfatlara sahip insan...
Bir daha sayalım. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
“Benim azametim karşısında tevazuunu takınan, benim mahlûkâtıma karşı mütekebbir davranmayan, kibirli davranmayan, gündüzünü beni anarak geçiren, geceleyin günahta ısrar eder vaziyette gecelemeyen, günah işlemeyen, aç bir kimse gördü mü doyuran, gurbette bir kimse gördü mü evine alıp barındırıp sığındırıp misafir eden; küçüğe merhamet eden, büyüğe saygı ile muamele eden, hizmet eden kimsenin namazını kabul ederim ancak.”
Güzel huylara sahip böyle bir insanın namazını kabul ederim.
Fe-zâlike’llezî yes’elünî fe-u’tîhi. “Böyle bir adam, benden bir şey isterse ben hemen onun istediğini veririm.”
Bak böyle güzel huylara sahip oldu mu mükâfâtın büyüklüğünü gör! Allah duasını kabul ediyor, istediğini veriyor.
Ve yed’ûnî fe-estecîbü lehû. Ayrıca “dua etmek” kelimesi arkasından geldi: “Bana dua eder, duasına icabet ederim. Benden bir şey ister, istediği şeyi veririm.” Ve yetedarrau ileyye fe-erhamühû. “Boynunu büker; bana tazarrû, niyaz, dua, yalvarış ve yakarışta bulunur. Sızlanır, ağlar, ‘Aman yâ Rabbi!’ der; ben de ona merhamet ederim, rahmetime erdiririm.” Ke-meselühû indî. “Böyle bir kulun benim indimde, katımda misali.” Ke-meselü’l-firdevsi fi’l-cinân. “Cennetler arasında Firdevs-i Âlâ’nın şanı, şerefi, izzeti ne kadar yüksekse onun gibidir.”
Ötekiler de cennet ama Firdevs-i Âlâ en yüksek cennet. Öteki kullar da Müslüman ama böyle bir kul benim nazarımda “Firdevs cenneti” gibidir.
Lâ tetesennâ simârühâ ve lâ yeteğayyeru hâlühâ.
Simâr, semere kelimesinin çoğulu, “meyveler” demek.
“Benim indimde meyveleri bozulmayan, hâli değişip güzel halden kötü hâle dönüşmeyen Firdevs-i Âlâ gibidir. Böyle bir kul benim için o kadar, cennet gibi kıymetlidir.” diye Peygamber Efendimiz, böyle bir kulu Allah’ın sevdiğini, böyle bir kulun namazını kabul ettiğini; istediğini verdiğini, duasını da müstecab eylediğini; yakardığı, yalvardığı zaman rahmettiğini bildiriyor.
Tabi bunlar çok güzel amaçlar, sonuçlar. Herkesin amacı böyle olmalı. Allah’ın sevdiği, duasını kabul ettiği, rahmettiği kul olmak en güzel şey. O halde bunlara sahip olalım.
Tevazu, kibirli olmamak; zikre, Allah’ı anmaya, Allah’ın kendisini gördüğünü, her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilip Allah’ın zikrine devam etmek; günahta ısrar etmemek, cömert olup açları doyurmak; misafirperver olup garipleri evine alıp barındırmak, sığındırmak; küçüklere sevgi ile merhametle muamele etmek; büyüklere saygıyla, izzetle, ikramla muamele etmek...
İşte böyle kulları Allah’ın sevdiğini anlıyoruz, azîz ve sevgili kardeşlerim!
Bu hadîs-i şerîfi anlatırken saatler de ilerlemiş oldu. Yalnız bir hadis daha okuyacağımı söylediğim için hiç olmazsa aynı sayfadan ikinci bir hadisi daha eklemiş olayım.
Taberânî ve Hâkim’in Müstedrek’inde Ma’kıl İbn Yesâr radıyallahu anh’in rivayet ettiğine göre Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
يَقُولُ رَبُّكُمْ: يَا بْنَ آدَمَ، تَفَرَّغْ لِعِبَادَتِي أَمْلَأْ صَدْرَكَ غِنًى، وَأَمْلَأْ يَدَيْكَ رِزْقًا. يَا بْنَ آدَمَ، لَا تُبَاعِدْ مِنِّي، فَأَمْلَأَ قَلْبَكَ فَقْرًا، وَأَمْلَأَ يَدَيْكَ شَغْلًا
Yekûlü rabbüküm: Ye’bne Âdem! Teferrağ li-ibâdetî emle’ kalbeke ğınâ ve emle' yedeyke rizkâ. Ye’bne Âdem! Lâ tebâad minnî fe-emle' kalbeke fakran ve emle’ yedeyke şuğlâ.
Deminki hadîs-i şerîfin izahında temas ettiğim mâna burada var. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Yekûlü rabbüküm. “Ey müslümanlar, ey muhataplarım! Sizin Rabbiniz buyuruyor ki.”
Rabbü’l-âlemîn, Rabbü’n-nâsi külli şey’in ve melikühû; her şeyin sahibi, Rabbi olan Mevlâmız’ın böyle buyurduğunu söylüyor.
“Rab” ne demek?
“Geliştiren, besleyen, değiştiren, ribâlandıran, arttıran” mânasına geliyor.
Niye Allahu Teâlâ hazretlerine “Rab” diyoruz?
Âlemlerin Rabbi. Çünkü küçücükken büyütüyor, tohumu ağaç yapıyor. Küçücük bir hücreyi bir insân-ı kâmil yapıyor, geliştiriyor. O gelişme, o oluşum, o mükemmelleşme Allah’ın işi, Allah'ın yaratmasıyla oluyor.
“Rab” deyince artık “Ya ben ne idim, şu hâle bak, Rabbim lütfuyla, keremiyle ne hâle getirdi!” diye şükürle dolmamız lazım. Rab sözünün lezzeti çok fazladır.
Yekûlü rabbüküm. “Sizin Rabbiniz diyor ki.”
“Ey kullar! Rabbiniz’in nimetlerini hatırlayın, onun sözüne daha çok kulak verin.” mânasına böyle bir incelik var.
Ye’bne Âdem.
Yâ, nidâ edatı. İbn kelimesinin başındaki elif vasledilen, atlanan elif olduğundan, Yâ İbni Âdem denmiyor, Ye’bne Âdem deniliyor.
“Ey Ademoğlu!”
Hepimiz Hz. Âdem'in torunları olduğumuz için insanlara bazen böyle hitap ediliyor.
“Ey Ademoğlu! Rabbiniz diyor ki.”
يَقُولُ رَبُّكُمْ: يَا بْنَ آدَمَ، تَفَرَّغْ لِعِبَادَتِي أَمْلَأْ صَدْرَكَ غِنًى، وَأَمْلَأْ يَدَيْكَ رِزْقًا. يَا بْنَ آدَمَ، لَا تُبَاعِدْ مِنِّي، فَأَمْلَأَ قَلْبَكَ فَقْرًا، وَأَمْلَأَ يَدَيْكَ شَغْلًا.
Teferrağ li-ibâdetî emle’ kalbeke ğınâ ve emle’ yedeyke rızkâ. “Sen benim ibadetime yönel, sarıl, giriş, başka işlerden boşal, sıyrıl, benim ibadetime dal; o zaman ben senin gönlünü zenginlikle doldururum.”
“Sen hele benim kulluğuma bir niyet et, bana kulluğu güzel yapmaya bir giriş, öbür işlerden bir sıyrıl; fânî, mâlâyânî, boş, zararlı işlerden bir sıyrıl; o zaman ben senin gönlünü zenginlikle doldururum.”
Tabi gönlün zenginlikle dolması, çok güzel bir duygu. Bir kere gönül zengin oldu mu insan tamahkâr ve haris olmadığı zaman çok rahat eder.
Bir de zenginliklerin çok çeşitleri var:
En büyük zenginlik dindarlıktır, takvâdır, yakîndir, sıdktır. Bunlar hep gönülde olan vasıflardır. Böyle güzel vasıflar gönüle geldi mi kişinin gönlü zenginleşir; o zaman insan-ı kâmil olur.
“Sen öyle yaparsan hem kalbini zenginlikle doldururum, müstağnî olursun, kimseye eyvallah etmeyen tok gönüllü insan olursun ve elini de rızıkla doldururum.”
Şimdi bakın burada çok önemli bir nokta var. Rızkı da bol oluyor, kazancı da bol oluyor. Allah'a güzel ibadete yöneldiği zaman, insanın dünyalığı da bol oluyor. Millet burayı anlamıyor. “Dünyalığı bol kazanacağım.” diye ibadeti ihmal ediyor, yanlış iş yapıyor, eline bir şey geçmiyor. Zaten şimdi onu söyleyecek:
Ye’bne Âdem! “Ey Âdemoğlu, ey insan!” Lâ tebâad minnî. “Benden uzaklaşma!”
Allah’tan uzaklaşmak nasıl olur? Allah her yerde hâzır ve nâzır.
Kul ibadetten uzaklaşır. Allah’a kulluktan, itaatten, güzel müslüman olmaktan uzaklaşır.
“Benden uzaklaşma!”
Fe emle’ kalbeke fakrâ. “Uzaklaşma ki o zaman senin kalbini fakirlikle doldururum.”
İnsanın gönlünün fakirlikle dolması ne demek?
“Ay, hiçbir şeyim yok! Eyvah, ne yapacağım?” diye bir telaş, bir korku. Aç kalacakmış, ölecekmiş gibi bir hal, bir huzursuzluk.
Adam dur, ne oluyorsun? Milyonların var, milyarların var, şu kadar evin var, bu kadar barkın var. Daha şuradaki fakir gibi bir rahat hâlin yok! Şu hâline bak, nedir bu telaş?
İşte ibadetten uzaklaşınca bir kere iç huzuru, gönül zenginliği gidiyor; gönül fakirliği geliyor. Gönül tok olmuyor. O da çok büyük huzursuzluğa, içeride fırtınalara sebep oluyor.
Ve emle’ yedeyke şuğlâ. “Ve elini de meşguliyetle doldururum!”
İşleri bitiremezsin; o işten bu işe, o işten bu işe koşar durursun.
Neden?
O bir cezâ. Allah kendisine kulluktan, ibadetten uzaklaştığın için seni boş şeylerle uğraştırıyor.
Geçen gün bir canım sıkıldı. Sabahleyin bir işe başladım, akşama kadar küçük şeylerle vakit geçti. “Bu aziz ömür böyle küçük şeylerle mi geçmeli?” diye çok üzüldüm. Tatsız tuzsuz bir şey oluyor.
İnsanın yaptığı şey, Allah’ın beğeneceği, dünyasına ve âhiretine fayda verecek bir şey olmalı! İnsanlar faydasız, boş şeylerle meşgul oluyorlar, çok üzülüyorum. Kahvelerde, eğlence yerlerinde, kıpır kıpır, kıvır kıvır insanlar kaynaşıyor; fayda verecek yerlerde kimse yok. Ömürler boş boş geçiyor.
Amerika’da görmüştüm; adamın birisi üniversitenin bahçesindeki gölete sopalı oltayı atmış, ip suyun içinde, kenarda duruyor.
Üniversitede okuyan arkadaşa sordum, dedim ki;
“Bu göletteki balıkları tutmak yasak değil mi? Bu adam gelmiş, sopayı uzatmış, balık tutuyor. Türkiye’de olsa ‘Çimene basmayın, çiçekleri koparmayın, balıklara dokunmayın yasak, asarız, keseriz.’ derler. Bak burada bu adama bir şey demiyorlar, bu nasıl duruyor böyle, şaşırdım.”
Güldü arkadaş, dedi ki;
“Hocam, o oltanın ucunda kanca yok, yem yok. Boş yere burada duruyor, kendisinin gerilimini attırıyor. Balık tutmayacağını bildiği halde orada bekliyor.”
Delilik… Şaşırdım; ona daha çok hayret ettim. İnsanlar boş vakti bulmuşlar da nasıl değerlendireceklerini bilemedikleri için boş yerlerde vakit geçiriyorlar.
Burada yaşlılar için bowling club’ler var, “bowling” diye bir oyun var. Tahtalar karşı tarafta, madenden ağır toplar... Uzak bir mesafede de şişe gibi tahtalar var; uzun, lobut gibi... Bu taraftan o madenî topu yuvarlayacak, o yan yana dizilmiş iki karış boyundaki şişe gibi tahtaları düşürecek. O top giderken o şişe gibi tahtalardan birisine çarpıyor. Yirmi metre, otuz metre, kırk metre ötede, neyse. Ne kadar metre olduğunu, mesafeyi de bilmiyorum. Ona vurduğu zaman altı tahtadan bir tanesini mi, iki tanesini mi, beş tanesini mi düşürdü; ona göre bir sayı oluyor. Böyle bir oyun.
Kulübün üyeleri, beyaz elbiseler giyiyorlar, yassı şapkalar takıyorlar. Kadınlar, erkekler aynı, üniforma, tek tip giyim. O topu oraya atıyorlar, onu deviriyorlar; öyle vakit geçiriyorlar. İhtiyarları oyalamak için, “topla, tahta şişe devirme oyunu kulübü” kurmuşlar. Bayağı da zengin, masraflı bir şey galiba, burada öyle ömür geçiyor.
Başka bir şey golf club “golf kulübü” var. Temiz, uzun, geniş alanları düzenliyorlar. Halı gibi çimen... Belli delikler var, ellerinde sopalar var, toplar var. Topa bir vuruyor; o deliklere sokacak, işte nasıl bir oyunsa oradan sayı kazanacak, galip gelecek. Torbasını yanında taşıyor. O deliğe o topu soksan ne olacak, sokmasan ne olacak?
“Yavaş yavaş, yavaş yavaş yürüyerek temiz havada vakit geçiriyorlar hocam.” diyorlar.
Çok da pahalı bir kulüp. Çok da masraflarla o çimenleri halı gibi yapıyorlar ve koruyorlar. Boş şeylerle vakit geçiyor.
Bizim köyde rahmetli Ramazan Amca vardı. Bizim akrabalardan gençler, İstanbul’dan yazın köye, yalıya gelenler, tarlasının önünden sabahleyin geçiyorlar, yedi kilometre mesafedeki kasabaya gidiyorlar, dönüyorlar. Her sabah böyle.
Demiş ki:
“Ülen, siz böyle her sabah nereye gidip geliyorsunuz?”
Tabi çocuklar var; delikanlılar, kızlar, erkekler var.
Demişler ki;
“Biz idman yapıyoruz; sıhhat kazanmak için böyle yürüyoruz, gidiyoruz geliyoruz. Vücut çalışıyor."
Tabi amca, köylü tabiriyle bir şeyler söylemiş. Ben onların hepsini söyleyemeyeceğim de yalnız demiş ki:
“Ülen, böyle boş yere yürüyüp duracağınıza, bir fakirin tarlasını çapalasanız da tarla işlenmiş olsa da o bir fakire faydanız olsa ya!”
“O da bir idman değil mi?” demek istemiş.
Ârif olan köylünün mantığı, boş idmana yatmıyor. “Yapacaksa, sonucunda fayda olacak bir iş olsun.” diye düşünüyor. Çalışkan bir insandı, Allah rahmet eylesin; kanserden vefat etti. Dürüst, namazlı, niyazlı, ahlâklı bir kimse idi. Allah cümle geçmişlerimize rahmet eylesin...
Evet, Allah elini işle doldurur. Bir işten bir işe, sabahtan akşama koşturur, kendini perişan eder; hiçbir şeye de yaramaz.
Neden?
Çünkü Allah’ın ibadetinden uzaklaştı da Allah ceza olarak gönlüne fakirlik duygusu verdi. Elini, kucağını da bir sürü işle doldurdu. Bitiremez, yorulur, uğraşır, gece uykularına girer..
İşte böyle, aziz ve muhterem kardeşlerim!
Üçüncü bir hadîs-i şerîf. Üç olsun. Hem de bu çok müjdeli ve de kısa. Bunu da okuyalım, sohbetimiz tamam olsun.
Enes radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş.
يَقُولُ اللهُ تَعَالَى: «انْظُرُوا فِي دِيوَانِ عَبْدِي، فَمَنْ رَأَيْتُمُوهُ سأَلنِي الْجَنَّةَ أَعْطَيْتُهُ، وَمَنِ اسْتَعَاذَنِي مِنَ النَّارِ أَعَذْتُهُ.
Yekûlu’llâhu Teâlâ: Ünzurû fî dîvâni abdî fe-men raeytümûhü seeleni’l-cennete a’taytühû ve meni’steâzenî mine’n-nâri üiztühû?
Bu çok müjdeli bir hadîs-i şerîf. Bununla herhalde gönlünüz çok rahat edecek.
Peygamber Efendimiz diyor ki;
Yekûlu’llâhu Teâlâ. “Allahu Teâlâ hazretleri buyurur ki:” Ünzurû fî dîvâni abdî. “Ey melekler! –bu meleklere hitap olmalı- Bakınız.”
Ünzurû, nazara, yenzuru’dan “bakmak” fiilinden.
Ünzurû fî dîvâni abdî. “Kulumun amel defterine bakın.”
Dîvan, kocaman amel defteri; sevapları, günahları, ömrü yazılmış:
“Bakın bakalım amel defterine!”
Fe-men raeytümûhü seeleni’l-cennete. “Bu defterini karıştırdığınız zaman, incelediğiniz zaman, kimin cenneti istediğini gördüyseniz a’taytühû ben ona istediğini vereceğim, onu cennetime sokacağım.” Ve meni’steâzenî mine’n-nâr. “Bakın yine; defterine, hayatına, faaliyetine.”
en-Nâr, “ateş demek; ama elif lam’lı “o belli ateş” demek, “cehennem.”
“Kim cehennemden bana sığınmışsa.”
“Yâ Rabbi! Beni cehenneme sokma, ateşlerde yakma! Cehennemden âzat ettiğin, cennetine dâhil ettiğin kullarından eyle!” gibi.
Allâhümme ecirnî mine’n-nâr Ve edhılne’l-cennete mea’l-ebrâr. -ecirnâ, “bizi” ecirnî, “beni” demek.- diye dua etmişse...
Üiztühû. “Onu da cehennemden koruyacağım.” buyurur.
Allâhümme ecirnâ mine’n-nâr. “Yâ Rabbi! Bizi cehennemden kurtar, uzaklaştır!” Ve edhılne’l-cennete mea’l-ebrâr. “Bizi salâh sahibi, birr ü takvâ sahibi kullarınla beraber cennetine sok!” diye Peygamber Efendimiz’in öğrettiği dua var.
Sabah ve yatsı namazından sonra yedişer defa söylenen dua var:
“Yâ Rabbi! Senden cenneti istiyoruz; cehennemden sana sığınıyoruz.” diyoruz.
“Kim cenneti istiyorsa ona istediğini vereceğim; -bakın defterine- kim cehennemden bana sığınmışsa onu da cehennemden koruyacağım, cehenneme atmayacağım.” buyuruyor.
Eâze, yuîzü, uiztühû olacak o da. Harekesi, sayfasını eğer açıp da bakanlar varsa, 517. sayfada dördüncü hadîs-i şerîf. Harekeleri tashih ediyorum.
Demek ki erhamü’r-râhimîn olan, merhametlilerin en merhametlisi olan, merhametlilere o güzel merhamet duygularını bahşeden, veren Rabbimiz; ekremü’l-ekremîn olan Rabbimiz, cömertlerin cömerdi olan Mevlâmız, her şeyimizi bize veren Rabbimiz.
O kadar cömert ki kulların defterine baktıracak; cenneti isteyene cenneti verecek, cehennemden sığınanı da cehennemden âzat edip cehenneme atmayacak. İstediğini verecek; onu da cehennemden koruyacak.
O halde aziz ve muhterem kardeşlerim!
Erhamü’r-râhimîn olan Mevlâmız’ı unutmayalım! Ona kulluğu güzel yapmak hayatımızın amacıdır, bir numaralı meselesidir. Ona kulluğu güzel yapmaya gayret edelim. Cenneti kazanmaya çalışalım, cehennemden Allah'a sığınalım.
Allah bizi cehenneme atmadan, ateşlerde yakmadan, azaba uğratmadan, sevdiği kullarıyla beraber, dühûl-i evvelîn ile -dühûl buradaki dâhil kelimesinin çoğuludur. İsm-i fâil sîgası bazen böyle fuûl vezninde gelir.- ilk girenlerle beraber cennetine lütfuyla, keremiyle dâhil eylesin. Habîb-i Edîbi’ne cümlemizi komşu eylesin. Cemâliyle müşerref eylesin, selâmına mazhar eylesin, Rıdvân-ı Ekber’ine nâil eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!