es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak dünyada, âhirette cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin.
Enes radıyallahu anh'ın rivayet ettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar ki:
es-Sâî alâ vâlideyhi liyeküffehümâ ev yuğniyehümâ ani'n-nâsi fî sebîlillâhi ve men seâ alâ zevcin ev veledin liyeküffehüm ve yuğniyehüm ani'n-nâsi fî sebîlillâhi ve's-sâî alâ nefsihî liyuğniyehâ ve yeküffehâ ani'n-nâsi fî sebîlillâhi ve's-sâî mükâyedeten fî sebîli'ş-şeytâni.
Sadaka resûlullah fî mâ kâl ev kemâ kâl.
es-Sâî "sa'y eden" demek. Sa'y etmek de "koşuşturmak, gayret etmek" mânasına geliyor.
es-Sâî alâ vâlideyhi. "Anne ve babasının işlerini yapmak, ihtiyaçlarını karşılamak için koşturan, sa'y u gayret eden kişi." Li-yeküffehümâ ve yuğniyehümâ ani'n-nâsi. "Onların ihtiyaçlarını karşılamak ve insanlardan müstağni kılmak için onları insanlara muhtaç duruma düşmekten kurtarmak için insanlara el açıp ihtiyaç arz edip yardım istemelerinden korumak için onların iyiliği, hizmeti için anne ve babasının nâmına koşturan kimse."
Bu gayreti yapan kişi nedir?
Fî sebîlillâh. "Allah yolunda çalışıyor, demektir."
Fî sebîlillâh. "Allah yolunda, Allah rızası için." sözü bir müslüman için çok önemli, yüksek bir söz. "Sebil, sebil!" diyoruz, "Su sebil." diyoruz. "Ben bu suyu parayla değil Allah rızası için sevabını Allah'tan bekleyerek dağıtıyorum!" demek. "Fî sebîlillâh savaş" diyoruz; Allah rızası için milleti, devleti, dini, imanı korumak için haksızlığı engellemek, durdurmak için savaşıyor. Çok önemli bir şey.
Demek ki bu da önemliymiş. "Anne ve babasının ihtiyacını karşılamak ve insanlara muhtaç duruma düşmesini engellemek için koşturan kişi". Vâlideyhi denmesinden de anlaşılıyor, onların evladı tabi.
"Onların ihtiyaçlarını karşılamak için koşturan evlat."
Niçin koşturuyor demektir?
Fî sebîlillâh. "Cihat eder gibi, hacca gider gibi Allah rızasını kazanmak için yapılan mühim işlerden birisini yapıyor gibi fî sebîlillâhtır; o sevabı alır, o zümreye dâhil olur, o şerefi kazanır, o rütbeye erişir."
Ve men seâ alâ zevcin ev veledin li-yeküffehüm ve yuğniyehüm ani'n-nâsi fî sebîlillâh. "Bir de hanımı, eşi, yahut çocuğu için onların ihtiyaçlarını karşılamak, insanlara muhtaç duruma düşmelerini engellemek için çalışan, koşturan kimse de fî sebîlillâhtır."
Demek ki helal ticaret, sanat, işçilik, rençberlik, amelelik, her ne iş ise "Çoluk çocuğumun ihtiyacını göreceğim, onları başkalarına muhtaç duruma düşürmeyeceğim." diye çalışan bir insan, hangi yolda çalışıyor demektir?
"Fî sebîlillâh çalışıyor." demektir. "Allah onu seviyor." demektir. "Allah'ın rızasına uygun bir faaliyet içinde" demektir.
Ne güzel! İslâm ne kadar güzel! Ne kadar büyük gerçekleri anlatıyor. Çalışanı ne kadar şerefli bir insan olarak sunuyor. Cenâb-ı Hak anne babasına yardım eden hayırlı evladı nasıl yüksek payeler vererek taltif ediyor, ne kadar güzel!
Ve's-sâî alâ nefsihî li-yuğniyehâ ve yeküffehâ ani'n-nâsi fî sebîlillâh. "Kendi nefsi, kendi zâtı, kendisi için çalışan; kendisini insanların eline bakmaktan, insanlardan yardım istemekten, dilenmekten müstağni kılmak için korumak için gayret eden kimse de fî sebîlillâhtır."
Bunun yaptığı da kişiye yine aynı şerefi kazandırıyor. Anne babaya, ailesine veya sırf kendisine. Olabilir ki bir kimsenin annesi babası yoktur, daha evlenmemiştir, bekar bir delikanlıdır, aslan gibidir, levent gibidir, yiğittir, tek başınadır.
Ama neden çalışıyor?
Kendisini başkasına muhtaç duruma düşürmemek için insanlardan yardımını karşılayacak, onlara yük olacak bir duruma düşürmemek için çalışıyor. Bu da fî sebîlillâhtır.
Ve's-sâî mükâyedeten fî sebîliş-şeytân.
Mükâyede burada "hile yapmak, hilekârlık yapmak, madrabazlık, hile hud'a yapmak" mânasına, müfâale bâbından mastar olmalıdır, olsa gerekir.
"Madrabazlık yapmaya koşturan, hile hud'a yapmaya koşturan."
Fî sebîli'ş-şeytâni. "O şeytan yolundadır, Rahman yolunda değildir."
Hata, günah işlemektedir. Kendisinin mâneviyatını tehlikeye düşürmektedir, âhiretini mahvetmektedir.
Çevremize bakacak olursak işte gazeteler, radyolar, televizyonlar; işte yaşadığımız iş çevresi, işte oturduğumuz muhitimiz, işte aile çevresi, komşular. Bu dünyada herkes bir şeye koşturuyor. Herkes bir gayret, bir sa'y, bir çalışma peşinde ama bu çalışmaların hepsi aynı değil. Asil, şerefli, sevaplı çalışmalar var. Bir de şerefsizce, kötü, çirkin, fena çalışmalar var.
Fena çalışmalar, gayrimeşru çalışmalar; toplumun zararına, birilerinin haksız yere aleyhine olan çalışmalar. Tabi birisini kandırmak, aleyhine çalışma yapıp başarmak, öbür tarafa götürebilmek için adamı kandırmak lazım, hile lazım, aldatmaca lazım. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, mükâyede "keyd ile yapmak" mânasında bu kelimeyi kullanmış.
İnsanlar eğer kazançlarını, işlerini görmek için birilerini aldatarak, hile hud'a yapıyorlarsa tabi bu, şeytan yolundadır. Mesela sütçü sütünü sağıyor; bir güğüm süt. İçine bir kova su katsa bunun yoğunluğunu kim ölçecek? Kim bunun yakasına yapışacak? Nasıl ceza verecek?
Bunu yaparsa ne yapmış olur?
Sütüne su katmak bir çeşit hiledir. Satıcı bunu yapıyor. Alıcı bilse o sütü almaz veyahut sorsa yapılmasını istemez. İstemeden, kandırarak yapıyor; bu bir hiledir. "Basit bir misal olsun." diye söylüyorum.
Kumaşta hile olur, ticarette kandırmaca olur, senette aldatmaca olur, daha başka alış verişlerde hile olur.
Mesela biz Ankara'dayken, karşı komşumuz mobilyacıydı. Ticarî bakımdan sıkıntı var, mal satılmıyor. Görüşüyoruz; komşu darda olduğunu söylüyordu.
Bir gün geldi; "Bir zengin adam; -altın zincirli, köstekli saatli, kravatı altın iğneli, yakışıklı, boylu poslu, ütülü pantolonlu bir adam- geldi, hemen, ‘Şu takımı, şu takımı… alın, işte adresim. Hemen çeki senedi yazayım! Ne kadar fiyatı?' dedi. Hiç pazarlık yapmadan malları aldı." dedi.
Tabi sevinçli; bir seferinde beş misafir odası takımı satmış oluyor. Çek olduğu için parayı almamış ama çeki var. Soruşturmuş:
"Kimdir bu?"
Demişler ki;
"Bağdat caddesinde büyük bir mağazanın sahibi."
Zaten adamın kılığından, kıyafetinden, davranışındaki serbestlikten belli ki böyle hatırlı, paralı bir insan. Bizim komşu tahkik ettikten sonra vermiş.
Ama ondan sonra bir ay geçmiş, senetler boş; çekleri tahsil edememiş, para yok. Atlamış, Bağdat Caddesi'ne gitmiş. Demişler ki;
"Evet, bir adam burayı tutmuştu, mobilyayla doldurmuştu. Birden bütün bu malları aldı, kamyonlara yükledi, burayı boşalttı gitti!"
İşte bu korkunç bir aldatmaca! Bu daha büyüğü, yani süte su katmak gibi değil.
Bunun da ötesinde daha büyük çaptaki ihalelerde, daha büyük çaptaki alışverişlerde, milyonların, milyarların, yüzbinlerce dolarların alınıp verildiği alışverişlerde çeşitli aldatmacalar, hileler olabilir.
Tabi herkes bir yolla para kazanıyor, ömür geçiriyor. Kimisi hayra kimisi şerre koşturuyor ama Rabbülâlemîn; yeri göğü, ins ü cinni yaratan, rızkı veren, yağmuru yağdıran, otları bitiren, insanları yaşatan, geliştiren, olduran, öldüren Cenâb-ı Hak; hepsini görüyor.
Zaten bu dünya bir imtihan dünyası. Bir mü'min için çok kesin olarak bilinen bir şey. Tabi bu da reddettiği kabul etmediği, "bunlar boş şeyler" diye düşündüğü, öyle sandığı için bu kanunları filan ayarlayıp "Eğer kanunlar, mahkeme peşime düşmezse işim iştir." diye düşündüğü için bunu yapıyor ama Cenâb-ı Hak el-hakemül-adl olduğu için…
E leysa'llâhu bi-ahkemi'l-hâkimîn. "Cenâb-ı Hak hâkimlerin en hâkimi, adaletlilerin en adaletlisi değil mi?"
Hem dünyada hem âhirette mahv u perişan ediyor. Firavun da olsa Nemrut da olsa kahrediyor, cezasını veriyor. Tarihten belli. Çevrenize bakarsanız oradan da belli. Namuslu insan hayrını, bereketini görür. Helal lokmayla çoluk çocuğunu besleyen mutlu bir ömür sürer. İlla "zengin ömür sürmek" diye bir şey de yok; ama mutlu, güzel, tertemiz, asil bir ömür sürer, hayat imtihanını tamamlar, âhirete göçer.
Kimisi fırtına gibi yaşıyor; lüks, sefahat, şaşaa ve tantana içinde. İnanmayan bir insana bu biraz cazip görünebilir ama inanan buna aldırmaz. İnanmayana cazip gelir. Çünkü inanan biliyor ki Cenâb-ı Hak âhirette mü'minler için bunlardan kat kat daha güzellerini, mukayese edilemeyecek kadar güzellerini verecek. Bu dünya biraz mihnet, meşakkat, imtihan yeridir; olabilir. Fakr u zaruret, sıkıntı hâli. Başta peygamberler, mübarek evliyâullah, sahâbe-i kirâm ne sıkıntılar çekmişler; olabilir.
Asıl amaç, asıl ölçek sizin tabirinizle asıl kriter, -ben yabancı kelimeleri kullanmak istemiyorum ama maalesef yaygın- asıl düşünülmesi gereken ölçek, esas, Cenâb-ı Hakk'ın rızasıdır, âhireti kazanmaktır. Âhireti kazandı mı ebedî saadeti kazanıyor. Âhireti kaybettiği zaman ebedî azaba, hüsrana uğruyor. İnanmayan inanmıyor. Keşke gösterilmesi mümkün olsa da inanmayanların o âhiret gününde nasıl pişman olduklarını görseler! O manzarayı bir görseler hatalarını anlarlar.
Diğer bir hadîs-i şerîf:
es-Sâî ale'l-ermeleti ve'l-miskîn, ke'l-mücâhidi fî sebîlillâhi evi'l-kâimil-leyle's-sâimi'n-nehâr.
Bu hadîs-i şerîf mühim kaynaklarda var. Buhârî'de, Müslim'de, Neseî'de, Tirmizî'de, İbn Mâce'de, İbn Hibban'da, Ahmed b. Hanbel'de var; rıdvanullahi ve rahimehümuü'llâhu ecmaîn. Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten rivayet etmişler:
Ermile; "Kocası vefat etmiş, dul kadın" demek. Evlenmiş ama kocası vefat etmiş. Bu dulun kendisini himaye edecek eşi âhirete göçmüştür, çocuğu vardır, yardıma muhtaçtır.
Miskin; "fakirliği çok ziyade olan, kendisini geçindirecek bir şey yapamayan, hâli iyice durgun olan kimse" mânasında.
"Fakirin ve dulun işlerini görmek, onlara hayır sağlamak için yardımcı olmak için geçimlerini sağlayıvermek için koşturan kimse" ne gibidir?
Ke'l-mücâhidi fî sebîlillâhi. "Allah yolunda cihada giden, cihat eden, savaşan mücahit gibidir."
Ne kadar büyük! Çünkü o çok büyük bir makam. Böyle dullara, fakirlere koşturan da o kadar sevabı alıyor. O kadar mühim bir iş yapıyor.
Peygamber Efendimiz bir başka benzetme de yapmış:
Bir; Allah yolunda cihat eden kimse gibidir.
İki; ev el-kâimi'l-leyle's-sâimi'n-nehâr. "Yahut gece namaza kalkan, teheccüd namazları kılan, gündüzü oruçla geçiren kimse gibidir."
Oruç tutmak çok sevap!
İnnemâ yüveffe's-sâbirûne ecrahüm bi-gayri hisâb.
Oruç; Allah'ın çok büyük mükâfat verdiği bir sabır ibadetidir. Hem vücuda faydalıdır hem kalbe, ruha, gönle ve zihne faydalıdır. Kardeşlerimiz keşke haftanın belli zamanlarında Efendimiz'in tavsiye ettiği pazartesi ve perşembe oruçlarını ve diğer oruçları tutmaya gayret etseler. Tabi bunlar sağlıklı olanlar için. Hastaysa zaten hastalık bir mazeret oluyor.
Oruç tutmak çok sevap!
Geceleyin kalkıp teheccüd namazı kılmak, gece kâim olmak; yani kalkıp geceyi ibadetle geçirmek de çok büyük bir sevap.
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
Rek'atâni mine'l-leyli hayrun mine'd-dünyâ ve mâ fîhâ. "Geceleyin kılınan iki rekat namaz dünyadan ve dünyanın içindeki her şeyden daha hayırlıdır."
Çok kıymetli bir ibadet!
Neden?
Gösteriş yok, riyâ yok, başkasına çalım satmak yok. İhlâs var; halis muhlis bir ibadet. Çünkü kendisi odasında geceleyin herkes uyurken ibadet ediyor. Samimiyet var, ihlâs var, içtenlik var. Sonra gecenin ortamı, çevresi çok güzel; sessizlik var, karanlık var.
Gecenin karanlığı insanın içinin aydınlığını arttıran bir şey. İnsan gecenin o karanlığında eğer açık bir yerdeyse yıldızlara baktığı zaman ne güzel derin duygulara dalar. Yeri göğü yaratan âlemlerin Rabbini nasıl düşünür. Yerin göğün azametinden, Cenâb-ı Hakk'ın Allahu Ekber'liğini ne güzel anlar. Nasıl derin duygularla mest olur, gaşyolur.
Bizim fakültedeki çalışma arkadaşlarımız;
"Ahlat'ta tarihî eserler var, mezarlar, kümbetler var, kitabeler var. Kazılarda çıkan okunması zor, üstünsüz, harekesiz, noktasız buluntular var. Bunlar üzerinde inceleme yapılması ve yazıların okunması lazım; gidelim." diye benden rica etmişlerdi. Ben de gitmiştim. Arkadaşımız kazıların yapılması için kazı başkanıydı.
Başka üniversitelerden de kendilerine yarayacak bazı kimseleri çağırmışlar. Bir de Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden birilerini çağırmışlar. Kendi kendilerine beni de çağırınca tabi ben sofu, softa bir kimseyim. O çağırılan Ortadoğu'lular da inanç bakımından biraz zayıf veyahut ters kimselermiş. Korkmuşlar; "Hocamız bunlarla ters düşer; arada çatışma, çekişme, üzüntü olur." diye endişelenmişler.
Fakat biz oraya gittik, Ahlat'ta kazılar yaptık, bir ay kadar kaldık. Kulaklarımızın derisi bile güneşten soyuldu. Benim için tatlı bir hatıradır. Geceleri pırıl pırıl yıldızların altında sohbetler ettik. Hem o çocuk çok memnun olmuş -bize çok sevgi ve saygı gösterdi, sağ olsun- hem de bizi oraya beraber davet etmiş olan kazının başkanı, durumdan son derece memnun olmuşlar.
Bu neden oluyor?
Hak sözün tesiri var. Bir de gecenin şairâneliği var, insanı derin duygulara götürmesi var. Söylenilen sözler, okunan âyetler, hadîs-i şerîfler var. Tabi bunların hepsi etki ediyor.
Geceleyin; bir kere bu ortam güzel. Eğer kapalı bir yerde ise ses seda yok, ışıkları yaksa uyuyanlar uyanacak, gürültü yapsa başkasını rahatsız edecek; bu doğru değil! Sessiz sedasız kalkar, yavaşça abdestini alır. Seccadesine geçer, namazını kılar, oturur tesbihini çeker, gözyaşları döker. Tevbe eder, istiğfar eder, münâcaat eder Cenâb-ı Hakk'a niyaz eder, yalvarır, yakarır. Ne güzel duygulardır! Allah cümleye tattırsın! Çok sevaptır.
Geceleri uyumayıp bu vakitleri değerlendirmek, ibadet etmek, bu güzel haller evliyâullahın, salihlerin halleridir. Hem böyle geceleri kalkıp ibadetle geçiren hem de gündüzleri akşama kadar oruç tutan kimse gibidir.
Hadîs-i şerîfin başına dönelim:
Bu sevapları alan bahtiyar kişi kim?
"Dulun, fakirin işlerini görmek, ihtiyacını gidermek için gayret gösteren, koşturan kimse."
Muhterem kardeşlerim!
İnsanlar bencil maalesef, -başkalarının kullandığı kelimelerle- egoist. Niye egoist diyelim! Ego; "kendisi, ben" demek. Egoist; "kendici, yani bencil." Türkçesi var. İnsanlar öyledir, menfaatperesttir; "Rabbenâ, hep bana!" diye düşünenleri büyük ekseriyettedir ama İslâm bizim aziz milletimizi çok güzel terbiye etmiştir. Biz hodbin değiliz, kendisini düşünen, kendisini beğenen değiliz. Diğerbin; başkalarını da koruyup gözeten, fedakârlık yapan, iyilik yapmayı seven milletiz. Yardımsever, cömert, misafirperver milletiz.
Öyle yaptığı zaman da tabi Cenâb-ı Hak; "Bak, bu kulum merhametli, öteki hemcinslerine de merhamet ediyor. Bak iyiliksever, mecbur olmadığı, bir menfaati olmadığı halde fedakârlık yaparak iyilik yapıyor!" diye çok büyük mükâfat verir, merhamet eder. Cenâb-ı Hakk'ın engin merhametine nâil olur.
Onun için biz bütün insanlığın hayrı için çalışalım, düşünelim.
İnsanlar, varlıkların içinde aziz bir cinstir, eşref-i mahlukâttır. Bütün insanların iyiliği için çalışalım! Ama özellikle mü'minlere karşı ödevlerimiz büyük. Mü'min kardeşi, din kardeşi, İslâm kardeşi; onlara karşı görevlerimiz var. Uzun asırlar da onların önderliğini yapmış bir milletiz. Hep bize bakıyorlar, bizden bekliyorlar. Şimdi şartlar büyük ölçüde değişmekle beraber yine de milletimizin çok büyük izzeti, itibarı, değeri var. Yurt dışında gezdiğim yerlerde, ben bunu çok açık seçik görüyorum. Tabi bütün fakir, geri kalmış, mazlum, mağdur, sömürülen, aldatılan, kandırılan insanların yanında yer alıp onlar için çalışmak uygun.
Allahu Teâlâ hazretleri Peygamber Efendimiz'e dahi;
Ve enzir aşîreteke'l-akrabîn. "Peygamberlik, tebliğ vazifesini yapmaya en yakın aşiretlerinden başla!" diye emretmiş.
Sonra zekâtın verilmesi âdâbında da yakınlara vermek, uzaklara vermekten önce geliyor. Önce etrafını, yakın çevresini kalkındırması, koruması gerekiyor.
O bakımdan milletimize hizmet çok çok önemli.
Sonra milletimizin aziz fertleri maalesef sunî hudutlarla veyahut zalim hudutlarla birbirinden koparılmış durumda. Elimizi uzatsak Batı Trakya'daki kardeşlerimiz var. Biraz daha imkânımız olsa Balkanlar'daki, Kafkasya'daki, Kırım'daki kardeşlerimiz var. Zulüm altında hücuma uğrayıp çoluk çocuğu kesilen, öldürülen toplu halde katledilenler var; veyahut Orta Asya'daki Türk cumhuriyetleri gibi kalkınmasına yardım etmemiz gerekenler var; veya daha başka nice yerlerde yardıma muhtaç insanlar var.
Afrika'da bir ara idaremiz altında olan ve bize çok vefa göstermiş olan ülkeler, milletler, siyahî kavimler var. Hâsılı başkaları için de düşünüp yüreğimiz çarpıp bütün insanları sevip onların hizmetine koşmak; şaşıranları doğru yola sevk etmeye çalışmak, yanılanlara gerçekleri öğretmek, muhtaçlara yardımcı olmak, açları doyurmak, çıplakları giydirmek çok önemli!
Bunları Birleşmiş Milletler Teşkilatları veyahut Batılı devletler yapıyorlar. Ama yaparken bakıyoruz bazen tarafgirâne, art niyetlerle, bazen başka şeyleri sağlamak için vasıta olarak kullanıyorlar. Biz Allah rızası için onlar kadar onlardan daha fazla bu gibi işleri yapmaya koşturmalıyız!
Üç hadis okumaya niyet ettiğim için üçüncü hadîs-i şerîfe geçiyorum:
Deylemî rahmetullahi aleyh Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten rivayet etmiş; Müsnedü'l-Firdevs'inde olmalı. Râmûzü'l-ehâdîs'te Deylemî denilince o kast ediliyor.
Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
ez-Zühdü en tuhibbe mâ yuhibbü hâlikuk, ve en tübğıda mâ yübğıdu hâlikuke ve en teteharrace min halâli'd-dünyâ kemâ teteharracü min haramihâ fe-inne halâlehâ hisâbün ve harâmühâ azâbün. Ve en terhama cemîa'l-müslimîne kemâ terhamü linefsike. Ve en teteharrace ani'l-kelâmi fîmâ lâya'nîke kemâ teteharracü mine'l-harâmi. Ve en teteharrace min kesreti'l-ekli kemâ teteharracü mine'l-meyteti'lletî kadi'ştedde netnühâ. Ve en teteharrace min hutâmi'd-dünyâ ve zînetihâ kemâ teteharracü mine'n-nâr. Ve en taksura emeleke fi'd-düny, fe-hâzâ hüve'z-zühd.
Uzun bir hadîs-i şerîf.
Uzun olduğu için biraz hızlı anlatmak istiyorum ama bu hadîs-i şerîf başlı başına; öğrenildiği zaman insanın hayatını doğruya sevk edecek, cenneti kazanmasına sebep olacak en güzel şeyleri topluca ihtiva eden çok önemli bir hadîs-i şerîf.
Keşke kardeşlerimiz ezberleyebilseler ve mucibince amel edebilseler!
ez-Zühd; "Dünyaya aldırmazlık, âhirete rağbet etmek; dünyaya müstağni, âhirete rağbetkâr olmak."
"Zühd" dediğimiz şey çok kıymetli, İslâm'da tavsiye edilen bir şey ve [Mehmed Zahid] Hocamız'ın bir adı da Muhammed'in yanında Zahid idi. Zahid de bu "zühd" kelimesinden geliyor; "zühd eyleyen, zühdü şiar eyleyen, dünyaya aldanmayıp âhirete rağbet eden" mânasında.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bu hadîs-i şerîfe göre zühdün tarifi olarak bu cümleleri peş peşe ifade eylemiş. "Zühd şudur, şudur, şunlardır." diye sıralıyor. Tabi bunlar çok olduğu için ben metnini okudum, kısa kısa da anlatayım. Siz de kaleminiz elinizde bir bir yazın.
1. Zühdün tarifinde birinci olarak Efendimiz'in söylediği cümle:
En-tuhibbe mâ yuhibbü hâlikuke ve en tubğıda mâ yubğıdu hâlikuke. "Yaratanının, Allah'ın sevdiği şeyi sevmen; Allah'ın buğz ettiği, kızdığı şeye de buğzetmendir; ‘zühd' budur."
Evet, dünyadan çekilmek, dünyaya aldırmamak ama Allah'ın sevdiğini sevmek, sevmediğini sevmemek. Cenâb-ı Hakk'ın rızasını düşünmek, sevdiğini sevmek.
Cenâb-ı Hak neyi sever?
Merhameti sever.
Merhametli olmak...
Neyi sevmez?
Yalanı sevmez.
Yalanı bırakmak...
Neyi sever?
Yardımseverliği sever.
Neyi sevmez?
Cimriliği sevmez.
Cimriliği bırakmak.
"Allah'ın sevdiğini sevmektir; kızdığına kızmaktır, sevmemektir."
Tabi Allah mü'mini sever, kâfiri sevmez. Allahu Teâlâ hazretleri dürüst insanı sever, yalancıyı sevmez. Allahu Teâlâ hazretleri mazlumu sever, zalimi sevmez... Çoğaltabiliriz. Sonsuz misaller bulunabilir. Ama bu esas çok önemli; "Allah'ın sevdiğini sevmek, Allah'ın buğz ettiğine buğz etmek." Zühd işte budur! Zühd makbul bir sıfat, bir güzel rütbe, bir büyük taç ama işte onu kazanmak için insanın böyle olması lazım.
2. Ve en teteharrace min halâli'd-dünyâ kemâ teteharracü min haramihâ fe-inne halâlehâ hisâbün ve harâmühâ azâbün.
Teteharrece; burada noktasız ha ile teba'ud mânasında; "meşakkat yerlerinden sıyrılmak, uzak durmak; haramdan, meşakkatli, sıkıntı verecek şeylerden sakınmak, çekinmek" mânasında kullanılıyor. Hı ile olsaydı teharrüc "çıkmak" mânasına gelecekti; bu, "sakınmak" mânasına geliyor.
"Dünyanın helalinden, haramından kaçınır gibi sakınmak. Çünkü helali de hesaptır."
Onun da hesabı vardır! Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda hesap vermek de zordur. Rabbimiz bizi bigayrihisâb cennetine dâhil eylesin. Eğer bizi hesaba çekecek olursa o sorduğu sorulara nasıl cevap vereceğiz? Çok zor bir şey!
Ve harâmühâ azâbün. "Dünyalığın haramı mutlaka azaptır."
Sen bu haram parayı aldın; rüşveti, hırsızlığı, zulmü, gaspı yaptın; elbette onun korkunç bir azabı olacak. "Azap" bir kelime ama onun ne kadar korkunç olduğunu cehenneme düşenler bilecekler, görecekler.
Onun için "zahid" olan kimse dünyalıktan da sakınır. Haramından sakındığı gibi helalinden bile sakınır, titizlenir; çünkü helali hesaptır:
"Nereden kazandın? Kazandığının zekâtını verdin mi? Vazifelerini yaptın mı, cihada harcadın mı? Doğru yerlere mi sarf ettin; gösterişe, alkışa mı sarfettin?" diye Cenâb-ı Hak bunları hep soracak.
Zühdün ikinci tarifinde; "dünyanın helalinden de haramı gibi sakınmak" vardır. Çünkü Efendimiz; "Helali hesaptır, haramı azaptır!" diyor. Bilmiyorum, kaç kişi bunu böyle cân u gönülden benimseyip yapabilir. Ama zühd bu işte.
3. Ve en terhama cemîa'l-müslimîne kemâ terhamü li-nefsike. "Kendine merhamet ettiğin gibi bütün müslümanlara da merhamet etmendir."
Dedelerimiz; "İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır!" demişler. Herkesi kendin gibi düşün. Sana bir kötülük yapılmasını istemediğin gibi sen de bir başkasına kötülük yapma! Bu çok önemli bir ahlâk kuralıdır. Kendisine acıyıp merhamet ettiği gibi bütün müslümanlara merhamet edecek. Kendisini düşündüğü gibi bütün müslümanları düşünecek.
4. Ve en teteharrace ani'l-kelâmi fîmâ lâ ya'nîke kemâ teteharracü mine'l-harâm. "Haram sözlerden kaçındığın gibi boş, faydasız, anlamsız, bir fayda getirmeyecek olan konuşmalardan, lakırdılardan da uzak durmandır."
Bu da zühddür.
Müslüman biraz sükûtîdir, çünkü sükût da ibadettir. Mâlayâni denilen faydasız zevzeklik, gevezelik yapmaz; boş laflar etmez. Haramdan kaçındığı gibi mâlayâniden de kaçınır. Zahitlik demek senin; "Haram sözlerden uzak durduğun gibi mâlayâni, anlamsız, boş değersiz, kıymetsiz, faydasız laf, lakırdı, gevezelik ve zevzeklikten uzak durmandır."
5. Ve en teteharrace min kesreti'l-ekli kemâ teteharrece mine'l-meyteti'lletî kadi'ştedde netnühâ. "Kokuşmuş ve kokusu şiddetlenmiş bir cîfeyi, leşi yemekten uzak durduğun, sakındığın gibi çok yemekten de uzak durmandır."
Bu da çok kimsenin yapamadığı bir şey! Yemekler güzel, imkânlar çok, kesede para var, buzdolabında çeşit çeşit nimetler var, masaya çeşit çeşit şeyler konuluyor. Gel de çok yemekten sakın! Bu devrin insanı için biraz zor.
Çünkü bu devirde bizim ülkelerimizde nimet çokluğu var. Nimete şükredilmiyor; nimetler bol bol, çok çok yeniliyor. Nefis besleniyor da vazifeler düşünülmüyor.
Bu devirde yine açlıktan kırılanlar da var. Afrika'da, Orta Asya'da, Hindistan'da, Pakistan'da, Balkanlar'da, Kafkasya'da dünyanın bazı yerlerinde nice nice acı çeken, ızdırap çeken insanlar var.
6. Ve en teteharrace min futâmi'd-dünya vesiletihâ kemâ teteharrace mine'n-nâr. "Dünyanın servet ve ziynetinden, servet ü sâmânından, otundan, samanından, süs ve ziynetinden sakınmak, uzak durmak, ateşten uzak durur gibi uzak durmak" da zühd.
7. Ve en taksura emeleke fi'd-dünya. "Ve dünyada emelini kısa tutmandır."
Fe hâzâ hüve'z-zühd. "Asıl zühd bunları yapmaktır, asıl zühd budur."
Efendimiz sonunda bir daha te'kîden, pekiştirerek; "İşte zühd, bu saydıklarımdır." diye buyurmuş.
İnsanının dünyada emelini kısa tutması; tûl-i emele düşmemesi ne demek?
Bunu pek çok kimse anlayamıyor. Dinliyor, söylüyor, kitaplardan okuyor ama mânasını anlayamıyor.
Bu şu demek: İnsanın emeli, ümidi kısa olmalı. Kendinizi yoklayın; içinizde yarın öleceğini düşünen kaç kişi var? Hasta olmadan sağlıklı haliyle "Ben yarın ölürüm." diye düşünen kaç kişi var? İşin serbest olduğu bir zamanda iş yerinizdeki, çevrenizdeki dostlara, imtihan etmek için sorun; "İleriye doğru neler yapmak istiyorsunuz? Söyleyin bakalım." deyin.
Der ki:
"Bir tane oğlum var, büyüyor, askere gidecek. İnşaallah dönünce onu evlendireceğim, bir dükkân açacağım. Emekliliğime 15 yıl kaldı, onu bitirdikten sonra emeklilik maaşını alınca şuraya gideceğim, şunu yapacağım..." vesaire. Hep böyle; yıllar uzun uzun düşünülür.
Mesela 30 yaşındaki bir insana sorsan o sanki 70 yaşına kadar 40 yıl daha yaşayacağı kendisine söz verilmiş gibi düşünür. Yetmişine, seksenine gelinceye kadar ölmeyeceğini düşünür. Belki daha çok yaşamayı temenni ettiğinden yaşayacağını düşünür ama genç yaşta ölecektir. Bir sene sonra, altı ay sonra ölecektir.
Allah hayırlı uzun ömür versin. Hüsn-ü hâtime nasip etsin.
İnsanın ölümünün geç olacağını, yaşamının çok uzun olacağını sanması tûl-i emeldir.
Bu niye kötü bir şey?
Çünkü "Nasıl olsa yaşayacağım." diye tevbeyi yapmaz ve âhirete çalışmaz.
Ama hemen öleceğini bilse mesela amansız bir hastalığa, doktorların çare bulamadığı bir derde düşmüş bir kimse olsa… Ben böylelerini de gördüm. Bir amansız hastalığa düşmüş ve bu hastalığın belirtileri de ortaya çıkmış. Artık günleri sayılı, kendisi de biliyor.
Böyle bir insanın hâli nasıldır?
Tevbe eder, günahlardan sıyrılır, borçlarını öder, hakları olan kimselerle helalleşir, âhirete hazırlanır.
İşte "tûl-i emel" bunu engelliyor. İnsanın yola gelmesini, iyi kul olmasını, Cenâb-ı Hakk'ın razı olacağı işleri yapmasını; tevbeyi, tevbeden sonra da iyi kul olup güzel işler yapmasını engelliyor.
"Zaman uzun, nasıl olsa çok yaşayacağım. Nasıl olsa bir gün tevbe ederim, Allah da beni affeder. Nasıl olsa bir gün hacca giderim." diye insanlar günahları işliyor. O rahatlıktan, rehavetten, o ümitten dolayı...
Emel; "ümit" demek. Tûl-i emel; "ümidin müddetinin çok uzaklara kadar uzanması" demek. O da yanlış bir şey. Emelini kısa tutacak. "Ya hemen ölüverirsem!" diyecek ve hazırlığını ona göre yapacak. Allah bin yıl yaşatsın, çok uzun ömürlü yaşasın, çok hayırlı işler yapsın ama hemen ölecekmiş gibi âhirete hazırlanması lazım! Zahitlik o. Onu düşünmeyen; "Çok yaşarım." diyen, zahit değil.
Özetleyerek duamızı yapalım:
Allahu Teâlâ hazretleri kendisinin sevdiğini sevmeyi, buğz ettiğine de buğz edip tam rızasına uygun zihniyete sahip olmayı bize nasip etsin. Dünyanın helallerinden istifade etmeyi ve onlara da sahip olurken titizlik göstermeyi nasip etsin. Bütün müslümanlara, kendisine merhamet ettiği gibi acımayı ve yardım etmeyi istemeyi nasip etsin. Fazla, boş söz söylemekten bizi korusun. Boş söz yerine çok zikir, çok tefekkür nasip etsin.
Çok yemekten uzak tutsun. Çünkü bütün hastalıklar çok yemekten oluyor. Ondan nasıl kaçınacaksak çeşitli tedbirleri alarak o kusurlarımızdan da inşaallah uzak duralım.
Dünyanın aldatıcı tantanası, mülkü, ziyneti, servet-i sâmânına aldanmamayı nasip etsin. Çünkü bunların hepsi elden gidecek, mirasçılara kalacak. Onlar onu helal olarak yerken, mirası bırakan âhirette onu nereden kazandığının hesabını verecek.
İnsanın emelini, ümidini kısa tutması, ne kadar yaşayacağını bilemediği için ölüme ve âhirete hazırlanması lazım. Allah bize o uyanıklığı göstersin. Hakikî zahitlerden, âbidlerden eylesin. Rızasını kazanmayı nasip eylesin.
Çok uzun yıllar yaşamayı nasip etsin. Bunu hepiniz için candan temenni ediyorum. İnşaallah bu "tûl-i emel" değildir. Cenâb-ı Hak'tan yaşamanızı diliyorum, dua ediyorum. Çünkü bir müslüman kolay yetişmiyor. Bir müslüman devrildiği zaman, vefat ettiği zaman İslâm'ın kalesinde büyük bir delik açılıyor. Bir alim vefat ettiği zaman öyle oluyor. İslâm'ı bilen insanlar; ahlâklı, edepli, merhametli, ârif, kâmil insanlar çok yaşasınlar.
Keşke Yunus Emre zamanımıza kadar sağ olsaydı, halkımıza kim bilir ne kadar faydalı olurdu. Keşke Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Konya'da sağ olsaydı; idarecilere ve herkese ne güzel nasihatler verirdi.
Allahu Teâlâ hazretleri uzun ömrümüzü a'mâl-i sâliha ve hayrât ü hasenât ile değerlendirmemizi nasip etsin. Huzuruna yüzü ak alnı açık varmamızı, cennetiyle cemaliyle müşerref olmamızı sizlere de bizlere de nasip eylesin.
es Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!