es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı en güzel şey dünyada, âhirette sizinle olsun... Allahu Teâlâ hazretleri cümlenizi sevindirsin, aziz ve bahtiyar eylesin...
Cuma sohbetlerimden birisine Allah'ın adıyla, Allahu Teâlâ hazretlerine tevekkül ederek başlıyorum.
Deylemî'nin Enes radıyallahu anh'ten rivayet edip kaydettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlar;
Men harace mea ahin lehû fî tarîkın mûhışetin fekeennemâ a'taka rakabeten.
Değişik bir konu...
Diyor ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz:
Men harace mea ahin lehû. "Kim ki, arkadaşlarından bir arkadaşıyla beraber yola çıkar." Fî tarîkın mûhışetin. "Korkulu, korku veren, korkular dolu, endişelenecek bir yolda arkadaşıyla, ona refakat etmek maksadıyla, onun yol arkadaşı, yoldaşı olmak maksadıyla, kim yola çıkarsa;"
Fekeennemâ a'taka rakabeten. "Sanki bir köle âzat etmişçesine mükâfat, sevap alır. Allahu Teâlâ hazretleri onu o sevaba nail eder."
Köle âzat etmek olağan bir şey değil; olağanüstü, kıymetli, büyük bir sevap, az bir şey değil. Çünkü bir köle bütün gücüyle, imkânıyla, aklıyla fikriyle sahibinin emrinde oluyor. Onun bağışlanması da, çok büyük bir fedakârlık oluyor.
İbadetlerdeki sevaplar da zahmetin, fedakârlığın çokluğuna göre olduğundan, çok zahmetli, çok meşakkatli olan şeylerin de mükâfatı çok oluyor.
Burada, arkadaşın arkadaşına yardım çeşitlerinden birisini görmüş oluyoruz. Başka bir sebep yok, sırf o yalnız gitmesin, yalnız kalmasın diye korkulu, tehlikeli bir yolda ona yoldaşlık, yol arkadaşlığı yapmak...
Peygamber Efendimiz'in zamanındaki âlemi, Arabistan'ı, çölleri düşünürsek; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tek başına seyahat etmeyi tavsiye buyurmuyor, uygun görmüyor. Tek başına gittiği zaman, yol kesici olmasa dahi, şeytanın bile insana zararlar verebileceğini söylüyor. Şeytan bir kişiye kötülük yapmaya, saldırmaya davranır. İki kişi olursa, yine davranır. Ama üç müslüman yola çıktığı zaman, artık davranamaz, cesaret edemez, yanlarına sokulamaz.
Demek ki uzunca bir yolculuğa çıkılacağı zaman, en aşağı iki arkadaş daha bulmalı, üç kişi çıkmalı ki, Efendimiz'in o hadîs-i şerîfinde işaret edilen sağlamlık temin edilmiş olsun.
Arkadaşının bir işi yok, bu fedakârlığı sırf arkadaşına refakat için yapıyor. Kendi başına kalsaydı, oraya gitmeyecekti. Arkadaşı gidiyor diye, ona yardımcı olmak için gidiyor. Çok sevaplı...
Bugün de uygulanabilecek, uygulanması gereken bir şey! Çünkü yolların çeşit çeşit sıkıntıları, tehlikeleri, arızaları olur... İnsanoğlu zayıf mahlûk; sağlığı bozulabilir, birden tansiyonu düşer, yükselir, ayılır, bayılır. Yanında böyle bir arkadaşı, yoldaşı olduğu zaman, mutlaka o ona yardımcı olur. Gayet güzel, iyi bir durum...
Arkadaş olmadığı zaman, "Evden çıktı ama gelmedi; nerede?" diye ev halkı da telaş içinde oraya oraya koşturur, bir haber bulmaya çalışır. Bazen de bulamaz, zorluk devam eder.
Onun için, güzel arkadaşlığın, dostluğun âdâbı arasında böyle bir hedef de olduğunu, böyle bir usul de olduğunu hatırımıza koyalım! Arkadaşımızı yalnız göndermeyelim, refakat edelim, yol arkadaşı olalım ki, sevap alalım!
Kendimiz de bir seyahate çıkacağımız zaman, iyi bir yol arkadaşı arayalım! Bizim de böyle bir âdetimiz olsun; töremiz, geleneğimiz öyle olsun.
E'r-refîk sümme't-tarîk. "Önce yol arkadaşı, refakâtçı; sonra yolculuk."
El-câr kable'd-dâr. "Önce komşulara bakılacak, sonra ev alınacak." Kimlerle komşuluk yapacağım diye önceden düşünülecek.
Yolculukta refakat eden önemli! Hayatı boyunca da, insanın refakatçisi eşidir, hanımıdır. Hanımsa refîka-i hayâtı; erkekse hanıma nazaran refîk-i hayâtıdır. Onlar da hayat yolculuğunda beraber yolculuk yapıyorlar. O da bir manevî yolculuk.
Zaten hayat bir yolculuktur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ya;
"İnsan dünyada sanki bir yolcu gibidir. Bir ağacın altına biraz oturmuş, dinleniyor, sonra kalkıp gidecek." Onun gibi…
O mânaları düşünerek yollara yalnız çıkmamalıyız. Yalnız yollara sapmamalıyız, topluluktan da ayrılmamalıyız. O da Efendimiz'in çok tavsiye ettiği şeylerden birisi.
Ve men şezze şezze fi'n-nâr.
"Kim toplumdan, topluluktan ayrılırsa, cehenneme doğru ayrılır."
Aleyküm bi's-sevâdi'l-a'zam.
Efendimiz "Müslümanların umumunun yolu üzere olun!" diye de tavsiye ediyor.
Ama bütün bu toplulukla beraber olmak, toplum içinde olmak, şehirde olmak... Hatta Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde "şehirde yaşamak, köyde olmaktan daha sevaplıdır... Çünkü şehirde ilim, irfan, cuma, vaaz vardır." diyor.
Rahmetli dedem de "Mektep olmayan, tabip olmayan yerde durulmamalı!" derdi.
Hastane, doktor, o da önemli... Köyde ani bir şey olur, yılan sokar, hastaneye yetiştirinceye kadar ölür. Ayağına bir şey batar, oradan mikrop kapar, ölür. Çok şeyleri biliyoruz.
Onun için, mümkün olduğu kadar medenî hayat… "Medenî" demek "Medine'ye ait" demek, Medine de "şehir" demek. Şehir hayatı, topluluk tavsiye edilmiştir.
Müslümanlık topluluk dinidir. Toplulukla uyum içinde beraberce yaşamaktır, iş bölümüdür. Ama bazen de muvakkat yalnızlıklar gerekebiliyor. Mesela ibadette uzlet gibi…
Bazen de yolculuklar gerekli oluyor. İnsan yalnız başına yola, mümkün olduğu kadar gitmesin... Böyle bir gitme durumunda olana da, bir arkadaşı Allah rızası için refakat ediversin! Rahatı kaçacak, işi aksayacak, günleri biraz bağlanmış olacak o yolculuğa ama öyle de olsa sevabı çok; bir köle âzat etmiş gibi sevap oluyor.
İkinci hadîs-i şerîf:
Men harace yatlubü bâben mine'l-ilmi li-yerudde bi-hî bâtılen min hakkın ev dalâleten min hüden, kâne keibâdetin müteabbidin erbaîne âmen.
Çok sevdiğim, Kur'an ehli, Kur'ân-ı Kerîm'e çok âşinâ bir mübarek sahabi, Abdullah b. Mes'ud radıyallahu anh rivayet etmiş.
Men harace. "Kim çıkarsa..." Evinden, köyünden, yerinden, yurdundan, oturduğu ikâmet mıntıkasından, mukim olduğu diyardan çıkarsa...
Niçin?
Yatlubü bâben mine'l-ilm. "İlimden bir bâb, bir bölüm, bir çeşit ilim, ilmin bir şubesini öğrenmek için çıkarsa..."
Bu ilmi neden öğrenmek istiyor?
Liyerudde bi-hî bâtılen min hakkın. "Hakkın önüne gelmiş olan bir bâtılı kenara itip hakkı kurtarmak, hakkı ortaya çıkarmak, bâtılı def etmek için;"
Ev dalâleten min hüden. "Hidayetin önüne engel olmuş olan bir dalâleti, sapıklığı oradan itip hidayetin yolunu açmak için..."
Hakkın yerine getirilmesini, öğretilmesini, uygulanmasını sağlamak için; hidâyet yolunun açık olması için, bâtılla mücadele için, dalâleti def etmek için... "Kim bu hâlis, güzel niyetle ilim öğrenmeye niyetlenerek, öğreneyim de İslâm için, iman için çalışayım diye evinden, yerinden, yurdundan çıkarsa;"
Ne kadar sevap olur?
Kâne keibâdeti müteabbidin erbaîne âmen. "Abid, zâhid, mübarek bir kulun kırk yıl ibadeti gibi sevap olur."
Onun için İslâm'ın çeşitli hücumlara, hilelere, tuzaklara, darbelere, suikastlere mâruz olduğu şu devirde çocuklarınızı, ibadet ehli bir mübarek insanın kırk yıl ibadet edip de kazanacağı sevap gibi sevap kazanmasına yarayacak, ilim yoluna sevkedin! Bu hadisleri öğretin, anlatın!
İnsan, ilmi hakkı savunmak, bâtılı def etmek, hidâyeti öğretmek, dalâletin uzaklaştırılması için öğrenmeli! İslâm'a hizmet için, Allah'ın rızasını kazanmak için öğrenmeli!
"Bak bu niyetle yaparsa çok sevap olur." diye, çocuğa sevabını bildirerek;
"Aman evlâdım, haylazlık etme, derslerini iyi öğren! Çünkü bunu böyle yapıp da, şu sevapları alacaksın!" diyerek, kim çocuğunu ilim yoluna sevkederse, bu devirde en hayırlı işi yapmış olur.
Çünkü herkes paralı işlere koşturuyor. Para, itibar kazandıracak işlere koşuyor. En zeki, en kabiliyetli insanlar maddî ilimlerin tahsiliyle koşturuyorlar.
Onlar da çok iyi tabii, koştursunlar. İlimde geri kaldığımız için, dünyada geri kaldık; nice nice büyük diyarları elimizden kaptırdık. O diyarlarda yaşayan kardeşlerimiz nice zulümlere mâruz kaldılar, nice işkencelere uğradılar. Evleri yıkıldı, çoluk çocukları perişan oldu. Tabii, elbette o ilimleri de öğreneceğiz.
O ilimleri de Allah rızası için öğrenirse insan, yine çok sevap kazanıyor. Ama ana hedefi kaybetmemek için, şaşırmamak için, boşuna çalışmış olmamak için, bir de İslâm'ı, imanı kökünden, tam ve güzel bir şekilde öğrenmek lâzım!
Benim çok sevdiğim, hürmet ettiğim kardeşlerim, dostlarım vardı. Bir taraftan tıp fakültesini bitirmişti, hatta mütehassıs olmuştu; bir taraftan da hafızdı, hatimle namaz kıldırıyordu. Ne kadar hoşuma gidiyordu. Hem doktor, hem hafız... Hem mühendis, hem hafız... Hem hukuk fakültesini bitirmiş, hem Yüksek İslâm Enstitüsü'nü bitirmiş, hem hafız... Mesela, böyle kardeşlerimiz vardı, çok sevdiğimiz, çok değerli kardeşlerimiz vardı. İki fakülte birden bitirmişlerdi.
Hafızlık da üçüncü bir fakülte demektir. 6200 küsur ayeti ezberlemek, 600 sayfayı ezberlemek, birbirine benzeyen, müteşâbih ayetleri fark etmek, ahkâmını bellemek kolay değil.
Mesela, bir kardeşimi hatırlıyorum; Almanca, Fransızca, İngilizce, Arapça, Farsça bilirdi. Hafızdı, hukuk fakültesini bitirmişti, profesör olmuştu, dekan olmuştu, yüksek mevkilerde bulunmuştu; Hem maddî ilimleri, hem maneviyat ilmini, İki ilmi birden öğrenirse ne kadar güzel!
Zaten zor değil, çok değil... Tabii sonsuzdur, bütün ömrünü orada harcasa bile, yine de bitmez ama öğrenilecek zarurî ilimleri öğrendikten sonra, imanı kuvvetlendikten sonra, ne yaptığını bildikten sonra, kimin namına çalıştığının şuuruna erdikten sonra, kime, hangi cepheye hizmet ettiğini bildikten sonra, ne mutlu..!
Bazısı da ilim öğreniyor, Amerika'ya, Avrupa'ya gidiyor, doktoralar yapıyor, unvanlar kazanıyor ama yaptığı işler zararlı, memleketin yararına değil, memleketin aleyhine, düşmanlarla ittifak gibi, düşmanların işini görmek gibi oluyor. Çok üzülüyorum, çok acıyorum, çok hayıflanıyorum. O kadar tahsil havaya, boşa... Kendisi de tahsilli olduğu için, memlekete zararı çok daha fazla oluyor. Öyleleriyle baş etmesi de çok zor oluyor.
Onun için bizler, sizler çoklarımızın arasında taksimat yapalım. Fakülteye giren talebelerimizden birisinin ailesi öyleymiş. Babası bir çocuğunu doktor yetiştirmiş, bir çocuğunu mühendis yetiştirmiş, bir çocuğunu hariciyeci yetiştirmiş, en küçüğü de bizim ilahiyata gelmiş, oradan mezun olmuş, talebemiz. Ne güzel, her birisi ayrı meslekten…
O baba ilk önce bizim talebenin ilahiyata gelmesine muhalifmiş, en sonunda en hayırlı evladım bu oldu, en çok bunun tahsilinden memnunum, en iyi evlatlığı bu yaptı diye de memnuniyetini izhar etmiş. Ona da ayrıca sevindim Elhamdulillah…
Evlat Allah'tan korkarsa, İslâm'ı bilirse evlatlığını da daha güzel yapar. Allah'tan korkmazsa, İslâm'ı tanımazsa o zaman babaysa baba; aldırmaz.
Birisi haylaz oğluna demiş ki;
"Evladım ben seni bu kadar sene sütümle besledim. Ben senin annenim, niye böyle yapıyorsun?" deyince…
"Kaç kilo sütse söyle de parasını vereyim." demiş.
Anne sütü, çarşıdan alınan sütle, inek sütü ile ölçülür mü?
Anne süt verdim diyor ama evladı canından bir parça, onun dünyaya gelişine kadar zahmetler, dünyaya geldikten sonra çekilen zahmetlerin haddi hesabı yok. Bir hizmetçi tutulsaydı. O kadar sene hizmet eden insana milyonlar, milyarlar verilirdi.
Ama annesi;
"Ben sana şu kadar süt emzirdim." deyince…
İslâm'ı bilmeyen;
"Kaç kilo ise söyle de parasını ödeyeyim." diyecek kadar yabanileşiyor.
Ama İslâm'ı bilen diyor ki;
"Anne-babanın hakkı ödenmez. Ben annemin rızasını almak için, babamın rızasını almak için neler yapabilirim? Hemen onu yapayım." diye ona koşturuyor.
Onun için eğer hayırlı evlat istiyorsak, evlatlarımızı mü'min, edepli, imanlı, Allah'tan korkan, Kur'an'ı bilen, sünnet-i seniyye-i nebeviyyeyi bilen, Allah'ın sevdiği kul olarak yetiştirelim. O zaman, Allah'ın sevdiğini insanlar da sever. Allah'ın sevgili kulları, milletlere de en faydalı insanlardır.
Düşünün ki; Mevlâna hazretlerin, Hacı Bektâş-ı Velî'nin, Eşrefoğlu Rûmî'nin, İbrahim Hakkı Erzurûmî'nin, Ahmed-i Yesevî hazretlerinin, Bahaddin Nakşibend, Abdulkâdir-i Geylanî Efendilerimiz'in… Bunların toplumlara, ümmete sağladığı faydaları, insanları yönlendirmek ve güzel, iyi eğitmek bakımından sağladığı faydaları mücevheratla ölçmek, tartmak mümkün değildir.
Başarıların hepsinin altında o yüksek [kıymet var]
Fatih, İstanbul'u feth etti. Nasıl kazandı, bunu neyle kazandı? Osmanlıya, Fatih'e, Fatih'in ordusuna bu fethi yaptırtan, güç, kuvvet nedir?
İmandır, İslâm'dır. Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfidir. Şek ve şüphe yok. Kesin olarak böyle. Onlara karşı da minnettarlık borcumuz vardır. Onlara saygılı olmalıyız.
İkinci hadîs-i şerîf ilimle ilgili oldu.
Üçüncü hadîs-i şerîf...
Ama ondan önce Tirmizî'nin hasen dediği, Enes radıyallahu anh'ın rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfi, yine ilimle ilgili olduğu için okuyuvereyim, o da tamam olsun:
Men harace fî talebi'l-ilmi fehüve fî sebîlillâhi hattâ yercia.
"İlim öğrenmek için çıkan; beldesinden, diyarından, evinden, barkından izin alıp, anasının babasının elini öpüp ilim öğrenmeye giden insan..." Fe hüve fî sebîlillâhi. "Allah yolundadır." Fî sebîlillâh geçmektedir.
O andan itibaren, hayata adımını attığı andan, hattâ yercia alim olup da evine dönünceye kadar. Ama alim olamayıp yarı yolda dönse bile, o kaldığı müddetçe fî sebîlillâh'dır. Fî sebîlillâh geçen ömürler, dakikalar, saatler, günlerin, yapılan ibadetlerin mükâfatları çok yüksektir.
Fî sebîlillâh yapılan amellerin mükâfatı bire 700'dür. O bakımdan çok büyük sevap alır.
Üçüncü hadîs-i şerîfi okuyalım, Ebû Hüreyre radıyallahu anh rivayet etmiş:
Men harace min beytihi yürîdü's-salâte fe-hüve fi's-salâti fâtethü ev edrakehâ.
Bu hadîs-i şerîf namaz kılmakla ilgili. Namaz da dinin direği, çok önemli... Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Men harace min beytihi yürîdü's-salâh. "Kim evinden namazı kılmak isteğiyle çıkarsa..."
O zaman ne olur?
Fehüve fi's-salâh. "Namazda gibi sevap kazanmaya başlar."
Evinden yürüyecek, daha 15 dakika yol gidecek, camiye varacak, bekleyecek, ondan sonra namaz kılınacak...
Hayır!
Evinden adımını attığı andan itibaren, namazdaymış gibi muazzam sevapları kazanmaya başlar.
Başka hadîs-i şerîflerden ben size nakledeyim:
Attığı her adımda bir günahı silinir. Kendisine bir sevap, hasene verilir. Manevî derecesi de bir derece yükseltilir. Her adımda böyle kazancı var. Ve evinden çıktığı andan itibaren namazdaymış gibi muazzam sevaplar kendisine yazılmaya başlar.
Fâtethü. "İsterse o namaza erişememiş olsun."
Fâtethü, bu fiilin fâili, namaz; sonundaki hû da kişi.
"O namaz o kişiye nasip olmasa bile, namaz o kişiden kaçsa bile." demek. Bize göre, "o namazı kaçırsa" deriz. Ama Arapça'da böyle deniliyor. "O namaz o kişiye nasip olmasa bile. O namaz o kişiye ulaşamasa bile, kaçırsa bile o kişiyi…" mânasına.
Ev edrakehâ. "Yahut da o kişi o namazı idrak etse..."
Burada da fâil o kişi oluyor. Hâ zamiri de o namaza gidiyor. Arapça'yı bilenler için, ilginç bir dilbilgisi tezâhürü.
Kişi ister o namaz ona nasip olmasın, kaçmış olsun; isterse o kişi o namaza yetişmiş olsun, namazdaymış gibi sevap alır. Kaçırsa bile...
Bazen oluyor. Ben geçen gün, burada camiye gideceğim, telefon çaldı. Çok sevdiğim kimse, telefonda konuşuyor. Kesmek mümkün değil, mühim bir şey anlatıyor. Ama dakikalar ilerliyor. Camide de karar aldık; namazlar şu vakitte kılınacak... Kararımıza da uyacağız, dakikası dakikasına... Hatta ben latife olsun diye de, ama işin ciddiyetini de biraz anlasın kardeşlerimiz diye, namaz vaktini söylerken diyorum ki:
"Bak sabah namazını saat altıda kılacağız! Saat altı sıfır sıfır, sıfır sıfır..." diyorum.
Ne demek?
Altının tam altısında, bir dakika geçmemiş olacak, bir saniye geçmemiş olacak. Sıfır sıfır dediğim, 60 dakikanın daha başlamamış olduğunu gösteriyor. İkinci sıfır sıfır dediğim, birinci dakikanın da daha birinci saniyesi başlamamış. O kadar kesin konuşuyorum. Böyle kesin konuşunca arkadaşlar;
"Pekiyi hocam, tamam, camiye saatinde geleceğiz! " diyorlar.
Diyoruz ama niyetimiz bu ama gel gör ki evdeki hesap çarşıya uymuyor. Camiye o denilen saatte bazen gelemiyoruz. Bazen birincilik bizde oluyor, bazen başka arkadaşlar alıyor. Bazen de selam vermeden önce son rekâta yetişiyoruz, bazen da yetişemiyoruz…
Haa..! Evinden çıktıktan sonra demek ki müjde var;
O niyetle gidiyor ya, evinden çıktıktan sonra o namaz kaçsa bile veyahut o namaza erişse de erişmese de namazdaymış gibi sevap alır.
Biliyorsunuz İslâm'da niyet önemlidir.
Neye niyetliydi?
Camiye gitmeye, namaz kılmaya niyetliydi. İslâm'da niyet önemlidir. Bunun misalleri çok...
Peygamber Efendimiz diyor ki;
"Bir insan cân ü gönülden şehit olmayı arzu ederse, 'Ben şehit olayım, Allah yolunda canımı vereyim de cennetlik olayım' diye arzu ederse Allah onu şehitlerin mertebesine eriştirir. Şehitlik sevabını ona verir, şehitlik makamına onu ulaştırır."
Ve in mâte alâ firâşihî.
"Evinde, yatağında ruhunu teslim etse, vefat etse bile, ölse bile, Allah onu şehitler derecesine eriştirir."
Neden?
İslâm'da niyet önemlidir, kıymetlidir. Şehit olmak niyetinde idi. Harp olmadı, imkân olmadı veyahut kendisi hasta oldu, kalkamadı, orduya katılamadı, gidemedi.
Ben hatırlıyorum, ne kadar heyecanlıydık. İlk defa yedek subay olarak karar alındı, biz üniversiteden askere gidiyoruz. Rahmetullahi aleyh Hocamız'ın evindeyim, pazar günü teslim olacağız. Tuzla Piyade Okuluna gidip ilk askerliğimiz başlayacak.
Emin olun, yemeği beklemedik, "Bir an evvel gidelim, birliğe bir an önce katılalım, sevabımız bir an önce çalışmaya başlasın!" diye... Aşk ile şevk ile sevap kazanacağız diye kalktık gittik.
Neden?
İmanımız bize bunu söylüyor, onun için, askerlik mübarek olduğu için.
"Hudutlarda Allah rızası için bekleyen askerin gözüne cehennem ateşi değmeyecek."
Aynün ba'tet tahrusu fî sebîlillâh. "İslâm ülkesini korumak için hudutta nöbet tutan göze cehennem ateşi değmeyecek."
Bir de
Aynün beket min haşyetillah. "Allah korkusundan ağlayan göze de."
Allah korkusundan, Allah sevgisinden ağlıyor mu?
Ağlıyor.
Geceleyin namaza kalkmış, seccadesinde namaz kılmış, tesbih çekiyor, şıpır şıpır ağlıyor ama kimse görmüyor. Kimsenin görmediği zamanda öyle evinde ağlıyor. Allah korkusu...
Tamam! O göze de cehennem ateşi değmeyecek.
Hudutlarda bekçilik yapan askerin gözüne de cehennem ateşi değmeyecek.
Biz aşk ile şevk ile gittik. Nöbet olduğu zaman, "Tamam Allah rızası için nöbet beklemenin sevabını alacağız! " diyorduk, uyumuyorduk.
Bir taraftan da ben çok korkuyordum. Çünkü askerlikte nöbetçi olduğunuz zaman, birliğinizde bir eksiklik, bir zâyiât bir şey olsa nöbetçiden sorulur. Askerin birisi intihar etse, birisi ötekisiyle kavga etseler, öldürseler; veyahut bir topun bir parçası, bir vidası, bir düğmesi, bir şeyi kaybolsa... Sen her şeyi tepeden tırnağa teslim alamazsın ki... Alacaksın tabi. Al ama öyle olmayabiliyor. Bir yanlış, bir eksik senin zamanında çıkarsa o zaman ifade vermek zorunda kalırsın. Çok ciddî...
Cân u gönülden takip ederdik. "Bakalım uyuyorlar mı, vazifelerini iyi yapıyorlar mı?" diye elimizde fener, nöbetçi kulübelerini dolaşırdık.
Demek ki niyete göre; evde, yatağında vefat etse bile şehit sevabı alır; niyeti olduktan sonra… Ama imanı olmadıktan sonra veya niyeti kötü olduktan sonra, hiçbir şey alamaz. Her şey zihniyete göre, niyete göre... Çünkü insan aklıyla kalbiyle, niyetiyledir. Niyet ettiği güzel şeyleri her zaman yapamayabilir. Allah, ona mükâfat veriyor... Yaparsa kat kat mükâfat veriyor. Ama yapamasa da, sen buna niyet ettin diye mükâfatı veriyor.
Bir hadîs-i şerîf daha okuyalım, böylece sohbetimizi tamamlayalım diye düşünüyorum. Bu da yine ilimle ilgili olduğu için, sohbetimin dışında bırakmak istemedim. Uzunca bir hadîs-i şerîf, ama dinlemekte, söylemekte çok faydalar var;
Men harace yürîdü ilmen yeteallemühû fütiha lehû bâbün ile'l-cenneti ve fereşethü'l-melâiketü eknâfehâ ve sallet aleyhi melâiketü's-semâvâti ve hîtânü'l-bahri. Ve li'l-âlimi mine'l-fadli ale'l-âbidi kefadli'l-kameri leylete'l-bedri alâ asgari kevkebin fi's-semâi. İnne'l-ulemâe veresetü'l-enbiyâi. İnne'l-enbiyâe lem yüverrisû dinâran ve lâ dirhemen ve lâkinnehüm verrasü'l-ilme. Femen ehaze bi'l-ilmi fekad ehaze bi-hazzıhî. Mevtü'l-âlimü musîbetün lâ tücberu ve sülmetün lâ tüseddü ve hüve necmün tumise mevtü kabîletin eyseru min mevti âlim.
Ebû-Derdâ radıyallahu anh'ten. Artık bunu, bütün üniversiteye başlayan öğrenciler ezberlemeli. İlmi neden öğrendiğini o zaman artık ergenlik çağında iyice anlıyorlar. Ortaokulda, lisede öğrenseler daha iyi. Bence herhalde çocuklara bunu ilkokuldan sonra, ezberletmeli... Artık herkesin çocuğu ne yapar bilmiyoruz ama kendi çocuklarımıza öğretelim!
Efendimiz buyuruyor ki:
Men harace yurîdu ilmen yeteallemühû. "Kim evinden, diyarından ilim öğrenmek için, ilmi öğrenmek isteyerek çıkarsa..."
Ne olur?
Fütiha lehû bâbün ile'l-cenneh. "Onun için, cennete doğru giden yolun önünde bir kapı açılır. Onun için, cennete doğru bir kapı açılır."
İyi bir alim olarak öğrenir, yetişirse cennete varacak demek ki.
Ve fereşethü'l-melâiketu eknâfehâ. "Melekler kanatlarını yayarlar ona..."
Hem gölgelemek için, korumak için, hem de, "Buyur başımızın üzerinde yerin var, seni isteğin yere götürelim!" gibi düşünebiliriz.
Ve sallet aleyhi melâiketü's-semâvât. "Göklerin melekleri ona dua ederler, salât ederler."
"Essalâtü ve's-selâmü aleyke…" diye salât ederler.
Ve hîtânü'l-bahr. "Denizdeki balıklar bile dua ederler."
Halbuki denizde ne kadar balıklar vardır?
Milyarlarca, sayısı mümkün değil; onlar bile dua ederler. Artık nasıl oluyorsa bu Cenâb-ı Hakk'ın bildiği bir şey. Peygamber Efendimiz buyurmuş:
"Denizdeki balıklar bile alimin kıymetini bilip, ona dua ederler. Gökteki melekler de..."
Ve lil-âlimi minel-fadli alel-âbidi. "Alimin fazl u kemâl, rütbe ve derece bakımından, abidle mukayese edildiği zaman derecesi nasıldır?"
Kefadli'l-kameri leylete'l-bedri. "Ayın on dördünde, dolunayın" Alâ asgari kevkebin fi's-semâi. "Gökteki en zayıf yıldızın yanında parlaklığı ne kadar fazlaysa, ışığı ne kadar çoksa; alimin, âbid üzerine kıymeti, o zayıf ışık pırıltıcığı yanında dolunayın koca pırıltısı gibidir."
Alimin kıymeti, o kadar fazladır, dolunay gibidir.
İnne'l-ulemâe verasetü'l-enbiyâi. "Hiç şüphe yok ki mü'min, ârif alimler, mürşid-i kâmiller, din alimleri, imanlı alimler" verasetü'l-enbiyâi "Peygamberlerin vârisleridir."
Çünkü peygamberlerin yaptığı görevi devam ettiriyorlar.
İnne'l-enbiyâe lem yüverrisü dînâran ve lâ dirhemen. "Hiç şüphe yok ki, peygamberler dinâr, dirhem, altın para, gümüş para, hazine, miras bırakmazlar, bırakmadılar." Hiçbir peygamberin böyle bir mirası yok. Para biriktirip servet yığıp da onları miras bırakmadılar.
Ve lâkinnehüm verrasü'l-ilm. "İlim miras bıraktılar. Din ilmi, mârifetullah; Allah bilgisi, ahiet, iman bilgisi, edep, ahlâk bıraktılar." İşte alimlerin peygamberlerden aldıkları miras bu…
Femen ehaze bi'l-ilmi. "Kim öğrenirse, ilmi alırsa…" fekad ehaze bihazzıhî. "İşte o bu mirastan nasibini almış olur." Peygamberlerin aleyhimü's-salavatü ve't-teslimat'ın bıraktığı mirastan nasibini almış olur.
Mevtü'l-âlimi musîbetün lâ tücber. "Alimin ölümü, telafi edilemeyecek bir büyük felaket ve musibettir."
Arapça'da cebere, yarayı sargıyla sarmak mânasına geliyor. Alimin ölümü, böyle sarılamayacak, tedavi edilemeyecek, merhem sürülüp sargı beziyle sarılamayacak bir büyük musibettir, belâdır, yaradır. Alim öldü mü, öyle olur.
Ve selmetün, "gedik, yarık" demek. Ve selmetün lâ tüseddü. "Alimin ölümü, duvarda, surda kapatılmayan bir gediktir. İslâm'ın surunda, kalesinde bir gedik meydana gelir; kapatılması mümkün olmaz."
Ve hüve necmün tümise. "O artık öldüğü zaman böyle ışığı sönmüş bir yıldız gibidir."
Mevtü kabîletin eyseru min mevti âlimin. "Bir kabile, bir sürü insan ölseler daha hafiftir; bir alimin ölmesi, daha büyük bir felâkettir."
Çünkü alimin hizmeti, sıradan insanların hizmeti gibi değildir, onlardan kat kat daha fazladır. Milyonlara, milyarlara ışık tutar, kavimlere yol gösterir, yanlışlıkları düzeltir. Doğru yolu aydınlatır, insanları doğru yola çevirir, çeker.
Birisi İslâm'ın bir hakikatine itiraz etmiş.
Cebrin, "yara sarmak" mânasına olduğunu bilmiyor, artık o Allahu Teâlâ hazretlerinin Cebbâr ismine mi itiraz etmiş, nasılsa şu anda hatırlayamadım. Arapça'yı bilmemekten, kelimenin kökeninin hangi anlamdan doğup ne şekilde kullanıldığını bilmemekten.
Onun için, ilim yolunda giden kardeşlere, asistanlara, doçentlere, profesör kardeşlere de tavsiye ederim; bu eski alimleri, eski kitaplarda yazılan bilgileri yabana atmasınlar! Onların bu hususdaki tecrübeleri, bilgileri, mütâlaaları kat kat fazla... Çok derin incelikleri kavramış durumdalar. Ben çeşitli ana kaynak kitapları okuyorum da, o kadar derinden derine incelemişler, o kadar samimi öğrenmişler, o kadar güzel biliyorlar ki, hayran olmamak mümkün değil.
Eğer fikir bakımından eskilerle arasında bir fikir farkı olduysa çok dikkat etsin kardeşlerimiz, birden karar vermesin! Acemilik yapmasın, acemi çaylaklık yapmasın, acemi doktorluk yapmasın! Sonra hayatı boyunca hatasını telafi edemez. Yanlış bir kanaate girer, hem kendisi sapıtır, hem de başkalarını saptırır. Öyle olmasın..!
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemize hakiki, faydalı ilimler, ilm-i nâfîler ihsân eylesin... Kendimizi, evlatlarımızı, yakınlarımızı böyle alimler zümresinden eylesin... Hiç olmazsa evlatlarımızdan bir tanesini o yola vakfedip hizmete gönderirsek, ne kadar güzel olur!
Meryem Validemiz, Meryem aleyhisselâm'ın annesi:
"Yâ Rabbi! Şu karnımdaki yavrumu senin dinine, imana hizmet için vakfetmeye niyet ettim." diye düşünmüş hamileyken.
Meryem Validemiz doğunca da:
"Yâ Rabbi, bu kız oldu. Halbuki ben onu erkek olacak, öyle hizmet edecek sanıyordum."
Ama Cenâb-ı Hak onun hizmetini, o iyi niyetle vakfetmesini kabul etmiş. O küçük bebek, o vakfedilen bebek Meryem Validemiz olmuş. O da Hz. İsâ aleyhisslam'ın annesi olmuş. Ne kadar güzel!
Oradan ibret alalım ki, bak, onun annesi yavrusunu Allah'ın dinine hizmet etsin diye vakfetmeye niyetlenmiş. Biz de hiç olmazsa bir çocuğumuzu, Allah'ın dinine hizmet etsin diye yönlendirelim! Müslümanların böyle samimi âlimlere çok ihtiyacı var... Para pul hesabı, menfaat hesabı yapmayan, dünya ehli olmayan, âhireti düşünen, samimi, ihlâslı, derin alime çok büyük bir ihtiyaç var.
Allah hepimizin evlatlarını ve kendimizi ve eşlerimizi, ailelerimizi hayırlı ilimlerle mücehhez, samimi, has, hâlis, alim, fazıl, kâmil kullardan eylesin...
Bi-hürmeti esmâihi'l-hüsnâ ve habîbihi'l-müctebâ...
Allah hepinizden razı olsun...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.