es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allahu Teâlâ hazretleri ömrünüzü hayırlı eylesin. Gününüz hoş olsun, şen olsun, aydın olsun; feyizli, bereketli olsun. Allahu Teâlâ hazretleri Cuma'nın mükâfatlarından, sevaplarından, ecirlerinden cümlenizi istifade ettirsin; hisseyâb eylesin, hissedar eylesin. Lütfuna mazhar eylesin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
Bugün Cuma; Cuma olması dolayısıyla müslümanların haftalık bayramı ve haftanın en kutlu, en mutlu, en nurlu günü. Aynı zamanda da İstanbul'un fethinin miladî seneye göre sene-i devriyesi.
İstanbul 1453 yılı 29 Mayıs'ta fethedilmiş ve Konstantinapol iken İslambol olmuştur. "Konstantin'in şehri" iken "İslâm'ın şehri" haline gelmişti. Çağ değişmişti; eski devir yıkılmış, yeni bir devir açılmıştı. Bu cihan tarihinde çok önemli bir nokta, çok mühim bir olay! Çok anlamlı bir fetih; bizim bayramımız!
Allahu Teâlâ hazretleri mübarek şehitlerimizin şefaatlerine cümlemizi nâil eylesin. Allahu Teâlâ hazretleri bizleri o savaşa iştirak eden o mübareklerle cennette buluştursun. Bütün İslâmî mücadelelerde, savaşlarda, malını, canını ortaya koyup çarpışırken şahadet mertebesine ermiş olan bütün şehitlerin ruhları şâd olsun. Allah müstesna ikramlar ile onlara ikram eylesin, sevindirsin. Sevinç içinde olan insanın, daha çok sevinmesi için neler gerekirse Allahu Teâlâ hazretleri onlara ihsan eylesin.
Ferihîne bimâ âtâhümullahü min fadlih.
Onlar zaten Allah'ın kendilerine şehit oldukları için verdiği mükâfatlardan memnun: Ama Allah sevineni de daha çok sevindirmesini bilir. Lütuflarının, ikramlarının sonu yoktur.
Allah bütün şehitlerin makamlarını âlâ, mükâfatlarını ziyade eylesin. Gazilere; şehit olamayıp da savaştan "Şehit olamadık." diye boynu bükük sağ dönenlere de selametler versin.
Yaşayan gazilerimize hayırlı uzun ömürler versin. Allahu Teâlâ hazretleri hepsinden razı olsun.
Din, iman için, Allah rızası için, adalet, hak için canlarını ortaya koydular da Allah, vefatlarını mukadder etmemiş, onların ömürleri daha uzunmuş da gazi oldular, savaşlardan geriye döndüler. Kimileri de fevz-i felâha erdi, şehit oldu.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz müslümanların işkence gördüğü, ezâ-cefâ çektiği zamanlarda, çöllerde kızgın kumlara, ateşlerin üstünde sırtları yapıştırılıp yatırıldığı zamanlarda, kadınların bile işkence edilip şehit edildiği zamanlarda ashabına "Sabredin!" diye tavsiye buyurmuştur. "Sabredin, Allahu Teâlâ hazretleri bu halleri değiştirecek! İslâm kıtalara yayılacak; denizlerden, okyanuslardan, ummanlardan ötelere gidecek!" diye müjdelemişti.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in Allah'ın kendisine bildirmesiyle ashabına haber verdiği füyuzât ve fütuhât nasip oldu. Bir avuç mazlum, mağdur ve müstad'af müslüman, sayıları azken tâbi olanlar umumiyetle mazlum, mağdur, köle, cariye kimseler iken Allahu Teâlâ hazretleri onları aziz eyledi. İslâm düşmanlarını, Resûlullah düşmanlarını, Kur'ân-ı Kerîm düşmanlarını, adüvvallah, âdâullah olan kimseleri hor ve zelil eyledi. Allahu Teâlâ hazretlerinin kanunu budur. Allahu Teâlâ hazretleri kendi düşmanlarını hem bu dünyada hor ve zelil eder... Firavun bile olsalar, Nemrut bile olsalar onları mahv u perişan eyler. Hüsran ve hızlana uğratır.
Ve'l-âkıbetu li'l-müttakîn. "Hüsn-i hâtime, âkıbet hayır müslümana olur."
Müslümanın en yüksek mükâfatı şehitliktir. En büyük mükâfat, ödül müslümanın Allah yolunda canını verip şehit olmasıdır ama ondan sonra geride, Allah yolunda savaşan herkesin ecri, sevabı, derecesine göre ihsan olunur.
Vallâhu a'lemu bi-men yucâhidu fî sebîlihî. "Allahu Teâlâ hazretleri kimin ne maksatla cihat ettiğini de biliyor."
Kimin hakiki mücahit olduğunu, kimin dünya malı için; dünya âlâyişi ârâyişi için, debdebe, saltanat için bu işe kalkıştığını, ne maksatla hareket ettiğini; her şeyi en iyi biliyor.
Li-tekûne kelimetullâhi hiye'l-ulyâ. "Allah'ın dini yücelsin, müslümanlar hor, mazlum, mağdur kalmasın. Allah'ın şânı herkes tarafından kabul edilsin."
Lâ ilâhe illallah bayrağı her yerde dalgalansın diye çarpışanlar hakiki mücahitler; Viyanalar'a kadar gittiler. Katernberg tepesinde çadır kurdular, Viyana ovasına tepeden baktılar. Orduları tanzim ettiler. Karadeniz'i bir müslüman denizi haline getirdiler, bütün kıyıları müslümanlarla meskûn bir deniz haline getirdiler. Akdeniz'in şarkına tamamen hâkim oldular, garbından izinsiz kuş uçurtmadılar. Barbaros Hayrettinler, Beşiktaş'ta yatan mübarek mücahit, amiral emirü'l-ma'; deniz kuvvetlerinin başında olan mübarekler…
Allah onların şefaatlerine cümlemizi nâil eylesin.
Her zaman Barbaros Bulvarı'ndan aşağı inerken karşıma o türbe gelince heyecanlanıyorum. Ne güzel, ne imanlı insanlarmış, Allah rızası için ne güzel çarpışmışlar?!
Ağabeyi Oruç Reis "Ben gazaya gideceğim." deyince Barbaros; "Ağabey! Bugünlerde hava müsait değil, şartlar uygun değil; gel bu cihadı şimdi yapma, biraz istirahat eyle, sonra yaparsın!"diyor. Ağabeyi aşk ile şevk ile Allah'ın dinine hizmet etmek istediğinden, tek tek, ada ada fethettikleri Ege'nin bir adasına cihada gidiyor, çarpışıyorlar. Leventlerin bir kısmı şehit oluyor, bu da yaralanıyor, bacağını kesiyorlar. Böylece kaleyi fethedemeden dönüyorlar.
O satırları hiç unutmuyorum, tüylerimi diken diken ediyor. Barbaros hatıratında diyor ki;
"Ağabey! Ben sana söylemiştim ya mevsim müsait değil, şartlar müsait değil; biraz hazırlanalım, öyle saldıralım. Böyle az bir leventle böyle bir şeye kalkışma. Bak öyle olmasaydı bu bacağın da kesilmeyecekti..." deyince Barbaros diyor ki;
"Abim benden daha bilgiliydi, dinî konularda daha iyi eğitim görmüştü, alimdi, daha fakihti, fıkıh bilgisi daha kuvvetliydi…"
"Ben, ‘Gitmeseydin bacağın kesilmeyecekti.' deyince benim yanlışımı yakaladı." diyor. Dedi ki;
"Kardeşim! Sen bilmez misin ki Allahu Teâlâ hazretleri insanın alnına ezelde ne yazdıysa o olur. Bu bizim kaderimizdir. Ne diye ‘Gitmeseydin kesilmeyecekti!' diyorsun? Böyle şey olur mu? Allah yoluna bacak ne demek, canlar feda olsun."
Bunlar nasıl kimseler?
Bunların doğduğu yer neresi?
Bunların doğduğu yer Midilli Adası, onların vatanları Midilli Adası.
Niyâzî-i Mısrî hazretlerinin kabri nerede?
Bir ötedeki adada, [Limni adasında.] Gelibolu'dan biraz ileride.
Rodoslar, diğer adalar, vs. bunların hepsi çarpışa çarpışa, cihat ede ede, Allah rızası için canlarını ortaya koyan ve öldüğü zaman sevinen, ölenlere gıpta eden; kaldığı zaman üzülen, yaralandığı zaman da "Ne yapalım? Allah'ın takdiri buymuş!" diye sabredip ecir kazanan mübarek ecdadımızın bize yadigârıydı. Allahu Teâlâ hazretleri bizlere de o güzel şuuru, o imanı, o ihlâsı, o irfanı ihsan eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Arabistan'dan, Hicaz'dan bir gün hadîs-i şerîfinde buyurdu ki;
Bismillahirrahmanirrahim,
Le-tüftehanne'l-Kostantîniyyyetü… "Konstantin, Konstantinopolis denilen şehir mutlaka fetholunacak. Muhakkak, kesin olarak fetholunacak!"
Nereden biliyor?
"Gaybı Allah'tan başkası bilmez!" diyorlar. Bazı vaizler çıkıyor, kerameti inkâr etmek için böyle söylüyor. Hâlbuki kerâmâtü'l-evliyâi hakkun; evliyânın kerameti haktır. Enbiyânın mucizâtı haktır, Peygamberler mucize gösterir! Hepsi Allahu Teâlâ hazretlerinin lütfuyla, ihsanıyla oluyor.
Gaybten bir şeyi Allah bildirdikten sonra, bir kul Allah bildirdiği için bilir. Peygamber Efendimiz'in hayatında, sahâbe-i kirâmın hayatında büyük âbid, zahid, salih kimselerin hayatında çok görülen bir şey.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki;
"Mutlak, muhakkak, kesin olarak Konstantiniyye fetholunacak!"
Bunu bildirdi.
Neden?
Allahu Teâlâ hazretleri ona bildirdi. "Ey Resulüm! Mahzun olma…"
Hatta Allahu Teâlâ hazretleri:
Bismillahirrahmanirrahim
İnnâ fetahnâ leke fethan mübînâ. Alahu Teâlâ hazretleri "Biz sana aşikâr, gözle görülür, berrak, besbelli bir fütuhat yolu açtık. Ey Resûlüm! Sana fetihler vereceğiz!" dedi, Kur'ân-ı Kerîm'inde vaat eyledi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunu ümmetine okudu, daha Medine'deler iken, Mekke fethedilmemişken, Allah onun arkasından Mekke'nin fethini nasip eyledi. Onun arkasından daha başka kalelerin, şehirlerin fütuhâtı, başka ülkelerin fütuhâtı nasip oldu.
Ta bizim diyarlarımıza, bugünkü Doğu Anadolu'muza kadar Hz. Ömer zamanında İslâm orduları ulaştılar ve oralara yerleştiler. Diyar-ı Bekir; Benî Bekir kabilesinin yeri, Silvan kasabasında, eski adı Meyahhârikîn idi.
Selahaddin Eyyûbî'nin camisi, Diyarbakır surları içinde sahâbe kabirleri, barajın suları altında kalan arazilerde ziyaretgâh olan sahabe türbeleri... Daha o zamanlar, oralar lâ ilâhe illallah bayrağının altına girdi, fethedildi. Oradaki kardeşlerimizin bazıları o fatihlerin torunları, o mücahitlerin torunları, çoğu o müslümanların torunları, bir kısmı fatih geldiler, fethettiler, cihat ettiler, sevap kazandılar. Bir kısım ahali de onların dinlerinin temizliğini hak olduğunu, doğru olduğunu, hak yol, tek yol olduğunu bildiği için onlar da hak yola girdiler.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in zamanında, yahudi alimlerinden, hrıstiyan büyüklerinden bazı kimseler, devlet adamlarından bazıları müslüman oldu. Habeş imparatoru Necaşî rahmetullahi aleyh müslüman oldu. "Ben o Muhammed'e iman ettim!" dedi. Ashabının uzaktan bildirmesi üzerine Habeşistan'a hicret eden Câfer-i Tayyâr hazretleri ve sâir sahâbenin münakaşalarda söylediği sözlerde "Siz haklısınız." dedi. Kureyş'in müşriklerini def etti, kovdu, hediyelerini iade etti. Habeş imparatoru müslümanlara "Siz haklısınız, ben iman ettim!" dedi. Peygamber Efendimiz'e iman ettiğini bildirdi, hediyeler gönderdi. Habeş imparatoru vefat ettiği zaman Peygamber Efendimiz Hicaz'dan onun gıyabında, "Kardeşiniz Necaşî vefat etti." dedi.
Bak, Allah gaybı, Allah'tan başkasının bilmediği şeyi nasıl bildiriyor. Allah bildirince -orada vefat ettiğini uzaktan, ne kadar uzaklardan- bildirdi. Tabi orada kavmi içinde başka müslüman yok ki ona cenaze namazı kılsınlar. Peygamber Efendimiz ashabıyla, Habeş imparatoru Necaşî kardeşimiz için radıyallâhu anh, rahmetullahi aleyh gıyabında cenaze namazı kılıverdi, dua ediverdi. Ne mübarek bir imparator Habeş imparatoru o Necaşî, o imparator ki Peygamber Efendimiz'in cenaze namazı kıldırdığı bir kimse!
Münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy b. Selûl ölecek; hastalanmış. Peygamberimiz yanına gittiği zaman o ölüm döşeğinde. Dedi ki;
"Yâ Resûlullah! Ben ölürsem benim namazımı kılar mısın?"
Efendimiz de nezaketinden, zarafetinden, affediciliğinden, Allah'ın rahmetini umduğu için;
"Peki." dedi.
Ve lâ tekum alâ kabrihî.
Allahu Teâlâ hazretleri "Bir münafık ölürse onun kabri başında cenaze namazını kılma!" diye yasakladı.
Yani o söz vermişti. Allah "Hayır, kılmayacaksın, kılma!" dedi.
Ve münafığın namazını kıldırmadı! Ama Necaşî'nin cenaze namazını kilometrelerce uzaktan kıldırdı. Bak, bildirince Peygamber Efendimiz gaybı nasıl biliyor?!
Zaten âyet-i kerîme de var:
Fe-lâ yuzhiru alâ ğaybihî ehaden. İlla meni'rtedâ min resûlin.
İllâ'sı var.
"Allah kimseye gaybını bildirmez, ancak razı olduğu kimselere bildirirse bildirir; o zaman o da bilir!"
Ve mâ tedrî nefsün bi-eyyi ardın temût. "Bir kişi nerede öleceğini -hangi arazide, ülkede, şehirde, toprakta öleceğini- bilmez!"
Bilmez ama Allah rüyasında gösterir de, "Ey kulum, senin yarın şurada canını alacağım." diye bildirmişse o zaman özel olarak o biliyor. Hususî bir durum. Yani genel olarak herkes bilmez ama Allah'ın bildirdiği [bilir].
Yef'alullâhu mâ yeşâ'. "Ne isterse onu yapar?"
Kerameti inkâr eden yarım bilgili insanlar, aklı kıt vaizler; "Gaybı Allah'tan başkası bilmez!" diye Allah'ın bildirdiğine yasak mı koyacak? Allah bildirince biliyor. Allah bildirdiği için peygamber de biliyor, evliyâ da biliyor, salih bir kul da biliyor. Hatta belki kusurları olan, hayatında çeşitli hatalar işlemiş bir kul! Ama kalbi temiz oldu mu Allah bazen bildiriyor.
Le-tuftehanne'l-Kostantîniyyyetü. "Konstantin şehri mutlaka, muhakkak, kesinlikle fetholunacak!"
Allah vaat etmiş:
İnnâ fetehnâ leke fethen mübînâ.
Allah; yolunda cihat eden kimselere Mekke fetholduğu gibi, daha başka şehirler, ülkeler fetholduğu gibi, Doğu Anadolu, Kafkasya, Mısır, Kahire, İran, Mâverâünnehir, Hindistan toprakları fetholduğu gibi füyuzât ve fütuhât nasip etti.
Onlar ilk önce savaşmak için de gitmiyorlardı. Diyorlardı ki; "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah deyin, Allah'ın dinine girin. Allah'ın davetine icabet edin, davetini kabul edin."
Vallâhu yed‘û ilâ dâri's-selâm. "Allah sizi cennetine çağırıyor, gelin cennetlik olun!" derlerdi.
Onlar da;
"Hayır. Biz dinimizi bırakmayacağız, biz ateşe tapacağız, biz puta tapacağız, biz şuna tapacağız, buna tapacağız…" diye ısrar ederlerse o zaman;
"Hadi bakalım vergi verin, cizye verin." diye vergiye bağlarlardı.
"İslâm'ı da kabul etmiyoruz, vergi de vermiyoruz!" deyince o zaman "Sizin gibi adamlar eksik olsun." diye cihat ediyorlardı.
Çünkü halk direnmiyor. Direnenler; menfaati olan birtakım yöneticiler, saray ahalisi, mütegallibe, çeteler. O zamanın siyasî çeteleri, onlar menfaatleri elden gidecek diye kabul etmiyor. Mekke'de de öyle oldu, Medine'de de öyle… Menfaati ayaklar altına alınan bazı kimseler "Menfaatlerimiz gitti." diye karşı çıktılar.
Peygamber Efendimiz hicret etmeseydi o münafıkların reisi de Medine'ye reis seçilecekti. İki kabile anlaşmıştı. Evs ve Hazrec kabileleri onu kendilerine hükümdar yapacaklardı. Peygamber Efendimiz gelince hükümdarlık işi de suya düşünce Peygamber Efendimiz'e kızdı. Razı olmadı, memnun olmadı; münafık olarak gitti.
Bak Allah; "Onun namazını kılma!" diyor. Peygamber Efendimiz kılmaya razıydı.
Cenaze namazı nedir?
Allahu Ekber diyecek, "Yâ Rabbi, Sen bunu afv u mağfiret eyle diye, dua edecek. Allah, Resûlü'ne o münafığa dua ettirtmiyor, nasip etmiyor. Allahu Teâlâ hazretleri vaat ettiği için "Ey Resûlüm! Mahzun olma, bu müşrikler şöyle yapıyor, böyle yapıyor, bu din düşmanları müslümanlara ezâ cefâ ediyor, hatta şehit ediyorlar ama sen üzülme biz sana fütuhât nasip ettik. Önüne ülkeler açılacak, kıtalar sizin olacak, dünya sizin olacak…" diye vaat ettiğinden…
O zamanın iki büyük devleti vardı; en önemli iki büyük devlet, iki blok. Hani şimdi Doğu bloğu, Batı bloğu gibi. Veyahut artık Doğu Batı bloğu da birleşti de bu sefer Kuzey bloğu, Güney bloğu… Yani müslüman olanlarla müslüman olmayanların savaşı başladı.
Müslüman ülkelerdeki idarecileri, yetkilileri de kandırıp kaleyi içten fethetmeye çalışıyorlar. İslâm'ı içeriden de söndürmeye çalışıyorlar. Mısır'da, Suriye'de, Irak'ta...
Peygamber Efendimiz dedi ki;
"İstanbul mutlaka, kesinlikle fetholunacak!"
Kaç asır önceden?
İstanbul hicrî ne zaman fetholdu?
857 hicrî tarihinde, hicretten 857 yıl geçtikten sonra İstanbul fetholdu.
Peygamber Efendimiz "Bu şehir fetholacaktır!" dediği, bir de fetheden orduyu, askeri methettiği için o zamana kadar çok kimseler İstanbul'u fethetmeye geldiler.
Fe-leni‘me'l-emîru emîruhâ. "O fethi yapan ordunun komutanı, emîri ne mübarek bir komutandır, ne iyi bir komutandır!" Ve leni‘me'l-ceyşu zâlike'l-ceyş. "O fütühâtı yapan, İstanbul'u fetheden ordu da ne iyi ordudur, ne mübarek, ne müslüman, ne ihlâslı ordudur!" diye methetti.
"Peygamber Efendimiz'in methi bize nasip olsun." diye İstanbul'u fethetmeye yürüdüler. Araplar daha Anadolu fethedilmemişken İstanbul'u fethetmeye geldi.
Muaviye zamanında Emevî orduları İstanbul'u kaç kere fethetmeye geldiler ama fethedemediler. Çünkü muhkem surları vardı, surların önünde derin hendekleri vardı, havuzları vardı, kendilerinin çağlarına göre ileri sayılan müdafaa silahları vardı. Rum ateşi dedikleri bir ateş vardı, attıkları yere yapışırdı, sönmezdi. Katranlı bir ateşti, suya soksan sönmez, gittiği yeri cayır cayır yakar… Onun için savunmacıları; Bizans askerlerini, ordusunu, yenemiyorlardı. Geri dönüyorlardı.
Hatta İstanbul'da türbesi bulunan İstanbullular'ın medâr-ı iftihârı, başlarının tâcı Peygamber Efendimiz'in mihmandârı Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri sağken -bak, daha sahâbe İstanbul'u fethetmeye gelen ordunun içinde- ihtiyar haliyle yer aldı.
Çünkü bir gün evinde Kur'ân-ı Kerîm okuyordu, okurken baktı ki Allah âyette; "Ey müslümanlar! Cihat edin!" diyor. Düşündü. "Ben müslümanım, benim de cihat etmem lazım…"
Dedi ki;
"Benim kılıcımı, kalkanımı, silahımı, zırhımı hazırlayın; ben cihada gideceğim!"
"Dede, sen yaşlandın artık, vazifelerini çoktan, çok defa yaptın. Allah senden hoşnuttur, razıdır. Sen gitme, senin yerine biz gideriz. Yaşlısın, senin orduda askerle ne işin var?!.." filan dediler.
O dedi ki;
"Âyet-i kerîmede ‘İhtiyarlar müstesna! Cihada gitmeyecek!' diyor mu? Onun için getirin benim silahımı!"
Orduya katıldı, İstanbul'a kadar geldi ama ihtiyarlığından hastalandı, yorgunluğundan, yaşlılığından, Eyüp semtinde, ordunun, ordugâhın içinde arkadaşları savaşırken o da orada şehit oldu, vefat etti. Savaş halindeki ordunun içinde hasta, seferde olduğu için, savaş için sefere gitmiş olduğundan, savaşta şehit olmuş oldu, o sevapları kazandı. Başımızın tâcı. Oraya gömdüler.
Benim Libya'dan bir misafirim gelmişti, Mustafa et-Trekî isimli bir İlâhiyat Fakültesi dekanı gelmişti. Biz onu gezdirdik. Bilmiyor sandık, Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin camisine, türbesine götürdük.
"Bu Peygamber Efendimiz'in sahabîsi."
"Bilmez olur muyum? Bilirim! Bu zât yaşıyorken de mücahitti, vefatından sonra da mücahitti." dedi.
Biz şaşırdık; Allah Allah! Bir insan yaşarken cihat eder ama vefatından sonra mücahitliği nedir bilemedik.
O açıkladı. Demek ki Arap kaynaklarını daha iyi okumuş, oralarda daha geniş bilgiler var demek ki. Ebû Eyyûb el-Ensârî Hâlid b. Zeyd hazretleri hastalanınca, öleceğini anlayınca silah arkadaşlarına vasiyet etmiş. Demiş ki;
"Öldükten sonra; vazifemi gördükten, namazımı kıldıktan sonra, benim tabutumu alın, düşmana hücum edin. Surlara doğru çarpışa çarpışa gidin; ben de aranızda olayım -yani tabutum aranızda olsun demek istiyor- düşmanın surlarına çok yakın bir yere yanaşabildiğiniz kadar yanaşın, beni orada gömün. Gidebileceğiniz en ileri noktaya gömün!" demiş, vasiyet etmiş, vefat etmiş.
Allah şefaatine erdirsin.
Türbesine gittiği zaman insanı bir ruhâniyet sarıyor, tüyleri diken diken oluyor, ne yapacağını şaşırıyor. Öyle güzel bir ruhanî makam, öyle bir tesir var.
Vefat etmiş, surlara doğru bir hücuma gitmişler, gidebildikleri yere kadar, karşı tarafın siperlerinin müsaade ettiği kadar gitmişler, gidemedikleri yerde durmuşlar; orayı kazmışlar, gömüyorlar.
Surlardan birisi bağırmış. Tercüman vasıtasıyla demiş ki;
"Ne yapıyorsunuz orada?"
"Bizim Peygamber Efendimiz'i evinde misafir etmiş olan aramızda mübarek bir kişi vardı, vefat etti, onu buraya gömüyoruz."
Oradan bağıran adam demiş ki;
"Yahu sizin aklınız yok mu?"
"Ne olmuş?"
"Siz bu muhasaradan gittikten sonra biz o mezarı açarız, o cesedi oradan çıkartırız, ne hakaretler ederiz; parça parça ederiz şöyle ederiz böyle ederiz." deyince; o zaman komutan -halifenin de adamı, sıradan bir insan değil; komutan kardeşi- demiş ki;
"Onlara söyleyin. Bakın, bu kabri biz burada bırakacağız, geri döneceğiz. Bu kabrin bir taşına dokunulsun, bizim fethettiğimiz ülkelerde bir tek kilise bırakmayız! Bütün kiliselerin yıkılmasını ve hepsinin mukabeleten sizin bu yaptığınız tecavüze karşılık yerle bir edilmesini istemezseniz bunu korursunuz!" demiş. Gitmişler.
Hakikaten o zamandan beri dokunamazlarmış, kabre dokunmamışlar ve hatta bazı mânevî halleri gördükleri için kendilerini ziyarete gelirlermiş. Sonradan toprak altında kalmış, unutulmuş, Akşemseddin hazretleri bulmuş.
Rivayete göre, kitapların yazdığına göre Fatih Sultan Mehmed diyor ki;
"Hocam, Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri buraya orduyla gelmiş, burada bir yere gömmüşler, acaba keşf-i keramet ile bilebilir misiniz, kabri nerededir?"
O mübarek de dua etmiş, yalvarmış, yakarmış. Akşemseddin hazretleri; Allahu Teâlâ hazretlerinin sevgili kulu, Allah şefaatine erdirsin, Şehabeddîn-i Sühreverdî Efendimiz'in ahfâdından, neslinden mübarek bir insan. Bunlar mübarek oğlu, mübarek oğlu, mübarek insanlar, asaletleri, diyanetleri sülaleden geliyor, babadan oğula güzel terbiye intikal ediyor.
Dualar etmiş, gözyaşları içinde secde-i Rahmân'a kapanmış, yalvarmış, ordunun muzafferiyeti için dualar eylemiş, ondan sonra Allahu Teâlâ hazretleri ona yerini bildirmiş.
Zaten evliyâullahın ilk mertebelerinde olanların ilk mazhariyetleri kabirlerin içindekilerin halini görmektir, diyorlar. Hani Peygamber Efendimiz sahabesiyle bir yerden geçiyordu, "Burada iki kabir var, azap görüyor." dedi. Başkaları görmüyor ama Peygamber Efendimiz görüyor. Demek ki Allah gösterdi mi görülüyor.
Sultanın yanına geldi.
"Göster bakalım hocam. Tahminen mübareğin kabri nerede?"
Toprağın üzerinde bir yer işaret etti. Bir taş koydular. "İşte burası Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabrinin olduğu yerin üstüdür."
Sonra Fatih Sultan Mehmed, Hoca'yı meşgul etti; konuşurken işaret etti, taşı başka yere aldırttı.
"Hocam, taş yerinden oynamış, bir daha gösterir misin, şurası mıydı?"
"Hayır." dedi. Taşı oradan aldı, tekrar eski yerine götürdü.
"Orayı kazdılar ve yazılı kabir taşıyla Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabrini buldular." diye kitaplar Ebû Eyyûb hazretlerinin menâkıbını, Akşemseddin hazretlerinin menâkıbını yazıyor.
Bu fütuhât kime nasip oldu?
Fatih Sultan Muhammed Hân hazretlerine nasip oldu. Tabi bu konuda söylenecek çok sözler var, ciltler dolusu sözler söylenebilir.
İkinci Murad, Hacı Bayrâm-ı Velî'yi Edirne'ye çağırmış. Gitmiş.
Sonra İkinci Murad; Fatih'in babası;
"Hocam, bu İstanbul'u fethetmek -dua edin- bize nasip olsun… Acaba fethedebilir miyiz, ne dersiniz?" diye Hacı Bayrâm-ı Velî Efendimiz'e soruyor. Hacı Bayrâm-ı Velî hazretleri;
"Sultanım! Sana ve bana bu fütuhâtı görmek nasip olmayacak!" demiş. İkinci Murad için ve kendisi için. "Bu şu Ak köseyle şu küçük çocuğa nasip olacak!" diye işaret etmiş.
Akşemseddin kendisinin müridi, Fatih Sultan Mehmed de küçük, İkinci Murad'ın çocuğu. "Bunlara nasip olacak!" diye söylemiş şeklinde tarih kitaplarımız yazar.
Keşke gençlerimiz tarih kitaplarını okusalar, bunları bilseler.
Muhterem kardeşlerim!
Bu arada aklıma hemen yeni şeyler geliveriyor, sevinirsiniz diye söylüyorum. Burada bir Avustralyalı kimseyle tanıştık, Ahmet ismini almış, eski Avustralya ismini bilmiyorum. Kökenini sordum, İrlandalıymış. Ecdadı, buraya, Avustralya'ya ilk gelen gemilerle gelmiş. "Bizim burada iki asırlık tarihimiz var." dedi. Soylu bir kimse, temiz bir insan.
Bu nasıl müslüman olmuş?
Arkadaşlar dediler ki;
"Rüyada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i görmüş ve öyle müslüman olmuş!"
Bakın Avustralyalı ama rüyada Peygamber Efendimiz'i görüyor ve müslüman oluyor.
"Sen nasıl müslüman olursun…" filan diye karısı kızmış, bağırmış, çağırmış; üç çocuğu olduğu halde adamı bırakmış gitmiş. Ama adam müslüman, terbiyeli, edepli.
"Hocam, bu müslüman olmadan önce de pis işlere bulaşmamış, temiz bir kimseymiş." diyorlar.
Arkadaşlar camiye çağırmışlar, bizim konuşmamızı dinlemeye gelmiş, sonra eve geldi. Bu Ahmet isimli kardeşimizle oturduk, arkadaşımızın evinde kahvaltı masasında konuşuyoruz.
"Bu işler nasıl kurtulacak…" filan diye konuşurken kendisine İrlanda'yı sorduk, kendi ülkesi filan diye. Söz sözü açtı. Dedi ki;
"Bu işler Osmanlı terbiyesiyle düzelecek!"
Biz şaşırdık! Yani biz söylemiyoruz, o söylüyor. Biz o konuda bir şey de açmadık, bir şey söylemedik. Dedi ki;
"Osmanlı bir büyük olgun ağaçtı, yaşlanmış bir ağaçtı ama olgun meyveleri vardı. O meyveler her yere dağılacak, her yerde Osmanlı ağacı bitecek. O Osmanlı terbiyesi bizi kurtaracak."
İngilizce konuşuyoruz… Biz dedik ki;
"Bu Osmanlı terbiyesi ile neyi kastediyorsunuz? Sizin nazarınızda, aklınızda, tasavvurunuzda Osmanlı deyince nasıl bir insan tasavvur ediyorsunuz?"
Dedi ki;
"Osmanlı zalim değildi. Herkese iyi niyetle bakıyordu. Allah'ın dinine hâlis muhlis hizmet ediyordu. İstila ettiği yerlerde bile kimsenin hakkını yememişti. Harama el uzatmamıştı, zulüm yapmamıştı, yemeği mütevazıydı, kıyafeti mütevazıydı, tavrı mütevazıydı; işte Osmanlılık budur."
Mesela bizim kahvaltı masasındaki çok yemeklere baktı;
"Endonezya'daki kardeşlerimiz aç! Bu kadar yemeğe lüzum yok!" dedi.
Ben de dedim ki;
"Bizim örfümüzde misafire ikram sevap olduğundan arkadaşlar bu kadar çeşidi kahvaltıya koymuşlar. Yoksa herhalde kendileri bu kadar şey değildir."
Sade yemeği de başka müslümanlarla da ilgilenmeyi düşünüyor.
Dedi ki;
"Bir de, Osmanlılar vefat ederlerken arkasında bir şey bırakmazlardı. Hepsini hayra hasenâta harcarlardı."
İki güzel vasfa takılmış, onları söylemiş oldu.
Birisi; merhamet, başka müslümanları düşünmek, onlara yardımcı olmak.
İkincisi; dünya malı biriktirmeyip hayır hasenât yapmak, mütevazı olmak. Osmanlı deyince bunu anlıyor. Hayatına İslâm terbiyesini en güzel sindirmiş, ahlâkını intikal ettirmiş, örfüne âdetine geçirmiş ve müslümanca yaşamış toplum olarak Osmanlılar'ı gördüğü için.
"Şimdi Osmanlılar yok ama onların tohumları inşaallah her yerde yeniden gelişecek!" dedi.
Biz şaşırdık, hayran kaldık. Dalkavuk bir insan da değil, iltifat edecek bir insan da değil; dertli bir insan, mahzun, kalbi kırık bir insan!
Zaten karısı kendisinden ayrılm ış filan… Çocuklarına bakma durumunda ciddi bir insan.
Bizim dedelerimizin faziletini bunlar anlıyorlar, biliyorlar; bizimkiler bilmiyorlar, okumuyorlar.
Bunlar biliyor; televizyonda bunların muhariplerinden Çanakkale'ye gelmiş savaşçılarından birisini konuşturmuşlar.
Demişler ki;
"Nasıl? Çanakkale'yi anlat bakalım! Gelibolu savaşları nasıl oldu?"
Çünkü Avustralya, Gelibolu savaşını kendi tarihinin önemli bir olayı olarak görüyor. Bu olay için Gelibolu'da müzeler yapmış. Anzaklar diye Avustralya'dan, Yeni Zelanda'dan topladığı insanları götürmüşler, orada bizim dedelerimizle çarpıştırmışlar. Rakamlar 250 bin veya 500 bine kadar çıkıyor… Şehit vermişiz. Osmanlı'nın kanını, iliğini kurutmuş; nice kimseleri şehit etmişler.
Bu savaşçılardan bir tanesini televizyona çıkartmışlar;
"Bu Gelibolu savaşlarını anlat bakalım! Nasıl oldu? İntibaların nedir?"
"Bizi dünyanın en asil, en temiz, en ahlâklı, en dürüst milletiyle çarpıştırdılar. Biz çok haksız bir iş yaptık! Oraya gitmeye, o işi yapmaya hakkımız yoktu. Çok asil insanlardı. Esirlerine çok insanî muamele yapıyorlardı. Çok temiz insanlardı, dindar insanlardı." diye dedelerimizin methini yapmışlar.
İn tensurullâhe yensurküm ve yusebbit akdâmeküm. "Allah'ın dinine yardımcı olursanız Allah da size yardım eder. Ayaklarınızı sağlam bastırır, her türlü yardımı size yapar. Ve sizi galip, üstün eyler."
Dedelerimiz buna göre yaşamışlar; İslâm için çalışmışlar, mallarını, canlarını ortaya koymuşlar. Allah mallarını, canlarını ortaya koymalarından, ihlâslarından onları sevdiği için onlara ülkeler vermiş.
"Siz kulluğunuzla cömert davranıyorsunuz; mal cömertliği, can cömertliği yapıyorsunuz, benim yoluma canınızı ortaya koyuyorsunuz, sevdim sizi. Hadi bakalım, şu ülkeler sizin olsun…" diye kıtaları vermiş, ülkeleri vermiş.
Bizim Osmanlı Devlet-i Aliyye'si topraklarında kaç tane devlet var? Şimdi hepsi birbirleriyle çarpışıyor! Ve gidin, hepsinin yaşlılarıyla konuşun, "Ah Osmanlı devletinin, devrinin, zamanının güzelliği!.." diyorlar.
Biz bunları alıp geliştirebilirdik. Bu muhabbetin üstünde ilerleyebilirdik.
Biz Libya'ya gittiğimiz zaman Suriyeli, Lübnanlı alimlerle karşılaştık. Dediler ki;
"Sizin ecdadınız mübarek insanlardı."
Bizi devlet İran'a gönderdi, gittik. Tahran'da toplantılara katıldık, orada bir Pakistanlı'yla karşılaştık:
"Sizin dedeleriniz çok mübarek insanlardı, benim dedem onlar için kaside yazmıştı, Pakistan'da ‘Osmanlı…' derken ağlıyordu!" diye bize dedesinden hatıralarını anlattı.
Libya'da 43 milletten misafirlerle müzeleri gezerken o misafirler bize dönüp dönüp "Bu eserler sizin eserleriniz!" diyorlardı.
Biz dedelerimizin mirasının kıymetini bilsek onları korumayı bilsek; o yolda cihanda çok muazzam itibarımız var. Avrupa bize muhalefet ediyor diye, kendimizi onlara beğendireceğiz diye yöneticiler akla karayı seçiyor, her türlü fedakârlığı yapıyor.
Aslına dön! Kendi şahsiyetine dön! Kendi şahsiyetini takın! Bak nasıl onlar da hizaya gelir. Allahu Teâlâ hazretleri bir insana imanın izzetini verdi mi cümle cihan, önünde diz çöker.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi İslâm'ın kıymetini bilenlerden eylesin. İmanın ne kadar kıymetli bir cevher olduğunu idrak edenlerden, o imanı elden kaçırmamak için çalışanlardan ve kendi dinine hâlisâne hizmet edenlerden eylesin.
Herkes bir kafaya, bir ideolojiye hizmet ediyor.
En güzel hizmet nereye yapılan hizmettir?
Rabbu'l-âlemîn Allahu azîmu'ş-şân; Âlemlerin Rabbi'ne yapılan hizmet en güzel hizmettir.
Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethetti ama nasıl fethetti?
Bunu incelemek lazım. Fatih Ssultan Mehmed fütuhâtın, bütün maddî, teknik ve ilmî şartlarını; her şeyini hazırladı. Tabanını hazırladı. Boğazın iki tarafında boğazdan gelecek yardımları kesen iki tane hisar yaptırdı. Oradan izinsiz geçmek isteyen gemiye bir bomba attı, batırdı. Bir top patlattı. Baktı ki buradan izinsiz geçilmiyor. O zaman Avrupa'dan, Tuna'dan yardım gelemez. Fatih Sultan Mehmed Çanakkale'ye, Kilitbahir arkasına, benim ülkeme, şehrime kısa zamanda bir kale yaptırdı…
Fatih Sultan Mehmed'in yaptırdığı kalenin kitabesini, bir yüzbaşı mı bilmem ne çıkmış, harf devrimi yaptık vs. diye emretmiş; kazıtmışlar.
Tarihî eser kitabesini kazımak cinayettir! Öyle saçma şey mi olur? O Fatih'in yaptırdığı kaleydi! Ben gezdim, insanın tüyleri diken diken oluyor. Çanakkale'den düşman geçemez. Edirne müslümanların elinde, orada tertibat alınmış. Boğazlardan düşman geçemez…
Üç ayda Rumelihisarı'nı yaptırdı, oraya asker yığdı. Ustalar getirdi, o ağır topları; şâhî toplarını döktürdü. Şimdi Ayasofya, Topkapı Sarayı önünde bazıları teşhir edilen toplarla tahkimât yaptı. Böyle yapsak olur." diyerek havan topunu -aşırtma topu- kendisi icat etti…
Barutla, silahla donanmayı yığdı. Donanmayı, Dolmabahçe Sarayı'nın yanındaki dereden Kasımpaşa tarafına, dere tarafına çektirtip, indirtip Haliç'in zincirle kapatılmış kısmına Türk donanmasını indirdi ve fütuhâtı 50 küsur gün inatla devam ettirerek öyle sağladı.
Fatih'in komutanları çok kere korktular, çekindiler.
"Bırakalım Padişahım. Bütün Avrupa üstümüze gelecek, Haçlı orduları hücum edecek, bu iş olmuyor. Bu kadar gün geçti…" dedikçe Akşemseddin hazretleri ısrar ediyordu. Padişahı o zorluyordu:
"Hayır Padişahım! Muhasarayı kaldırma, devam Padişahım! Allah'ın vaadi var, bu zafer olacak!.." diyordu.
Hatta Fatih Sultan Mehmed;
"Olacak, olacak!' diyorsun Hocam, ama olmuyor!" diye tereddütlü, şüpheli bakış zamanlarında bile;
"Tereddüt etme Padişahım, olacak!" diye bildiriyordu.
Çünkü geceleri çadırına gidip gözyaşları içinde, secdede Allah'a dua ediyordu.
Allahu Teâlâ hazretleri kendisine bildirmişti. İki aya yakın bir zaman muhasara muhasara, mücadele mücadele ama bütün teknik şartlarını hazırlamış; fütuhât öyle oldu. Ahali zaten müslümanların gelmesine taraftardı, çünkü ötekiler daha zalimdi.
Demek ki zulüm sevilmiyor, demek ki yöneticilerin zalim olmaması lazım.
Onlar zaten Türkleri istiyorlardı, Hristiyanları istemiyorlardı.
"Kardinal külahı görmektense Türk sarığı görmeyi tercih ederiz!" diyorlardı. Hapiste papazları vardı, hapisten papazları Fatih çıkarttı. Doğruyu söylüyorlar diye papazları hapse atmışlardı.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allahu Teâlâ hazretlerinin dinine hizmet etmek ciddi bir iştir; oyuncak değildir. Eskiden bizim Devlet-i Aliyyemiz'in yöneticileri Avrupa'ya; "Şu yapılmasın, şu şöyle olmasın, şu hapisten çıkartılsın, serbest bırakılsın…" diye emir gönderirlerdi.
Allahu Teâlâ hazretleri basiret ihsan etsin.
İnsanın şahsiyeti olunca, imanı, basireti, takvâsı olunca Allah yardım eder.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Kur'an'a sarılmak, İslâm'a sarılmak, Allah'ın yolunda yürümek lazım. Çünkü bir gün herkes O'nun huzuruna çıkacak, bu dünyada yaptıklarının hesabını verecek.
Allah hatalı hareket edenlere doğru zamanda, fayda verecek zamanda hatasından dönüp doğru yola gelmeye uyanıklık versin. Gözlerindeki perdeleri kaldırsın, kalplerindeki pası izale etsin. Şeytanın ve nefsin hilelerine kanmamayı nasip eylesin. Müslümanlara da sabır versin, gayret versin, kuvvet versin. Nimetlerine şükür, kendisine zikir hususunda yardımcı olsun. Halis müslümanlar olarak yaşayıp huzuruna vazifesini yapmış, yüzü ak, alnı açık müslümanlar olarak varmayı cümlemize nasip eylesin.
Cumanız ve fütuhâtınız ve feth-i mübîn-i İslâmbol mübarek olsun. Allah nice fütuhâtlara, füyuzâtlara cümlenizi eriştirsin, evlatlarınızın her birini Fatih eylesin!
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!