es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Size -Âsıma-ı Mukaddese diye isimlendiriyorlar, kutsal başşehir- müslümanların gönlünün tahtına yer etmiş olan güzel şehir Mekke-i Mükerreme’den hitap ediyorum.
Elhamdülillah, Allah’ın lütfu, çok büyük nimet tabii, insanın nasip olup da buralara, bu güzel günlerde, bu güzel ibadeti yapmak için gelebilmek...
“Güzel günler” diyorum çünkü bu içinde bulunduğumuz Zilhicce ayı, Zilhicce’nin on günü, yani Kurban bayramına kadar olan on gün senenin en kutsal, en güzel, en sevabı çok olan aylarındandır.
Mü’min kardeşlerinizden de elhamdülillah nasip olanlar, bu güzel beldelere Rahman’ın misafiri, duyûfu’r-Rahman sıfatı ile -Allah veriyor bu sıfatı- merhaben bi-duyûfi’r-Rahman diye sesleniyor. Hacca gelenler ilâhî hitaba mazhar. “Ey Allah’ın misafirleri, ey Allah’ın davet ettiği, davete gelen davetli, kıymetli insanlar!” diye hitap ediliyor. Ne mutlu gelebilenlere! Ne mutlu helal para ile, temiz niyetle hac vazifesine girişenlere! Allah haclarını makbul, mebrur bir hac yaparak, umrelerini güzel bir şekilde, haclarını âdâbına uygun bir şekilde tamamlayarak bu vazifeleri yapmalarını nasip eylesin.
Böyle yapabildikleri takdirde... Cidal, refes, füsuk gibi şeyler yasak hacda, biliyorsunuz. Cidal mücadele demek, yani arkadaşlarıyla çekişmek, karşısındakilerle kavga, gürültü, münakaşa etmek. Refes de müstehcen işler, sözler demek. Füsuk da Allah’ın emrinden dışarı çıkıp günah olan işleri yapmak, emir dairesinden çıkıp isyan durumuna geçmek demek. İsyan olmayınca, müstehcen sözler ve işler olmayınca, mücadele, çekişme, çatışma olmayınca; mûnis, sevimli, tatlı bir şekilde, boynu bükük, gözü yaşlı ibadetini yaparsa bir insan, bunun -helal mal ile yapılmış bir hac ziyaretinin- mukabili cennetten başka bir şey değil. Dualar makbul...
Allahu Teâlâ hazretleri bu güzel ibadeti yapmaya girişen bütün kardeşlerime, din kardeşlerime, memleketimden gelmiş olan kardeşlerime yardımcı olsun. Temenni ediyorum ki makbul, mebrur, güzel sevaplı bir hac yapsınlar.
Şu anda kalbi heyecanla çarpan size de temenni ediyorum; “Allah maddeten, mânen ve sıhaten imkânlar versin, sıhhatiniz güzel olsun, mâlî durumunuz müsait olsun, mânevî bakımdan da Allah’ın istediği şartlara sahip olun da sizler de bu güzel beldelerde, bu güzel günlerde, bu güzel ibadetleri yapın ve bu güzellikleri gözlerinizle görüp tadını tadın.” diyorum.
Enes radıyallahu anh’ten bir hadîs-i şerîfle başlamak istiyorum:
يَقُولُ اللهُ إِنِّي لَأَهمُّ بِأَهْلِ الْأَرْضِ عَذَابًا فَإِذَا نَظَرْتُ إِلَى عُمَّارِ بُيُوتِي والْمُتَحَابِّينَ فِيَّ والْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ صَرَفْتُ عَنْهُمْ.
Yekûlu’llâhu innî le-ehemmü bi-ehli’l-ardı azâben fe-izâ nazartü ilâ ummâri büyûtî ve’l-mütehâbbîne fiyye ve’l-müstağfirîne bi’l-eshâri saraftu anhüm.
Peygamber Efendimiz bu hadisinde Allahu Teâlâ hazretinin neler söylediğini bildiriyor. Böyle hadîs-i şerîflere hadîs-i kudsî derler. Bunlardan üç tanesini okuyacağım. Birincisi Enes radıyallahu anh’ten.
“Allahu Teâlâ hazreti buyuruyor ki.” diyor Peygamber Efendimiz. O bilir, Allah’ın elçisi, resûlü olduğu, Allah ona bildirdiği için bilir. Allahu Teâlâ hazretleri der ki, buyurur ki;
“Ben yerdeki ahaliye, yeryüzündeki insanoğluna azap etmeye kastederim. Yani azabı hak ederler, azap edeceğim.”
Le-ehemmü bi-ehli’l-ardı azâben. “Ehl-i arza azap etmeye niyetlenirim, kast ederim. Azap edeceğim sırada...” Fe-izâ nazartü. “Bir de bakarım ki...” İlâ ummâri büyûtî. “Benim evlerimi mâmur eden kişilere baktığım zaman.” el-Mütehâbbîne fiyye. “Benim için birbirlerini seven kişilere baktığım zaman.” Ve ileyye’l-müstağfirîne bi’l-eshâri. -Bu ileyye, el-mütehâbbîne fiyye ve ileyye de olabilir, oraya da bağlı olabilir; öteki, geride gelen kelimeye de, ve ileyye’l-müstağfirîne bi’l-eshâr da olabilir.- “Seher vakitlerinde tevbe ve istiğfar edenlere baktığım zaman, azabı onlardan kaldırırım. Müstehak oldukları, yapmak istediğim, kast ettiğim azabı yapmam, kaldırırım.”
Bunu biraz açıklayarak söyleyeyim:
İlâ ummâri büyûtî.
Allahu Teâlâ hazretlerinin severek nazar buyurduğu ve onların hatırına yeryüzündeki insanlara azap etmekten vazgeçtiği iyi insanlardan birisi; ummâri büyûtî zümresi. Ummâr, “mâmur eden, imar eden” mânasına geliyor. Büyûtî, “benim evlerim” mânasına geliyor. “Benim evlerimi mâmur eden, benim evlerimi imar eden, şenlendiren kişiler…” Allahu Teâlâ hazretlerinin “evlerim” buyurduğu yerler mescitlerdir, ibadethânelerdir. Puthâneler, bâtıl dinlerin, müşriklerin, kâfirlerin ibadethâneleri değil; sadece Allahu Teâlâ’ya ibadet edilen, içinde put olmayan, lâ ilâhe illallah mânasıyla dopdolu olan yerler...
Bu vasıftaki ibadethâneler Allah’ın evleridir. Allah’ın evlerinin en şereflisi de Kâbe-i Müşerrefe’nin olduğu Mescid-i Haram’dır. Bundan daha şerefli, bunun üstünde bir başka mukaddes mekân yok. En şereflisi bu. Burada kılınan bir namaz, başka bir yerde kılınan yüz bin namazdan daha fazla sevaplı oluyor.
İnsan sırf bir namaz aşkına kalkıp buralara gelir.
Keşke gelmeler, gitmeler kolay olsa; kara yolundan, havadan... Arabasına atlayan cumartesi-pazar Avrupa’ya gittiği gibi... Ben hatırlıyorum geçtiğimiz senelerde, yollar müsaitken arabayla bir gecede, 24 saatte kara yolu ile Trakya’yı, Bulgaristan’ı, Yugoslavya’yı, Avusturya’yı geçer, Münih’e ulaşırdık. Aynı şekilde bir keresinde İsveç’e gittik, hatırlıyorum. Keşke bu imkânlar olsa.
En güzel ev, Allah’ın en mukaddes evi Beytullah yani Kâbe-i Müşerrefe ve onun çevresindeki Mescid-i Haram dediğimiz Mekke’nin mübarek, kutsal mescidi.
Mescitleri imar etmekten maksat, taşı taş üstüne koyup bina etmek değil; zaten mevcut olan mescidin içine girip ibadetle şenlendirmek demek.
İnsan Allah’ın hangi evine gitse, içeri besmele çekerek girse -duası var biliyorsunuz; sağ ayağı ile girecek, salât ü selam getirecek, Allah’tan hayırlar, rahmet isteyecek- ne yapmış oluyor?
Orayı imar etmiş oluyor, mânevî bakımdan mâmur hâle getirmiş oluyor, şenlendirmiş oluyor. Allah’ın çok sevdiği bir iş yapmış oluyor. Tabii Allah’ın evinin de misafiri olmuş oluyor. Türkiye’de olsun, başka bir diyarda olsun, Allah’ın beytine, evine giden, içeri giren, ibadet eden, namaz kılan kimse ne olmuş oluyor?
Allah’ın misafiri oluyor.
Her misafire ev sahibi ikramda bulunur, bu güzel bir töredir. Ev sahipleri misafirlere ikram ederler. Bu onların şânındandır. Allahu Teâlâ hazretleri evlerine, mescitlerine, ibadethânelerine, kendisine ibadet edilen bu güzel mukaddes yerlere gelenlere de “misafirim” diye taltif buyurduğuna göre, duyûfu’r-Rahman dediğine göre, merhaben bi-duyûfi’r-Rahmân, “Ey Rahman’ın misafirleri, hoşgeldiniz!” diye yollara yazılar yazılmış olduğuna göre, ev sahibi misafire ikram edecek. Ev sahiplerinin şeker, limonata, çay vesaire maddî ikramları oluyor. Hanımlar hazırlanıyorlar, günlerinde kendilerine gelen kimselere nice nice hediyeler, kekler, pastalar, börekler, çörekler sunuyorlar. Allahu Teâlâ hazretleri de kendi evine gelenlere mükâfatta bulunacak. Bu müjde evlerini şenlendiren, evlerine, mescitlerine gelip oralarda ibadet ve taatle meşgul olanlara...
Allah’ın evine giren insan ne yapar?
Besmele ile içeri girer; orada ya zikir yapar, ya Kur’ân-ı Kerîm okur, ya namaz kılar... Ama bunların hiçbirini yapmasa, otursa bile namazı beklediği müddetçe namaz kılmış gibi sevap alır.
Birinci Allah’ın sevdiği insanlar; dünya üzerindeki öteki suçlu, günahkâr, zalim, fasık, facir, kâfir insanlara ceza-bela gelecekken Allah’ın cezayı, belayı onların hatırına, yüzü suyu hürmetine kaldırdığı birinci sınıf, grup, zümre bu: Allah’ın mescitlerini girip şenlendiren, ibadetle canlandıran, nurlandıran, ihya eden, imar eden, âbidler, ibadet ehli.
İkincisi; el-mutehâbbîne fiyye ve ileyye. İleyye’yi buraya bağlı olarak düşünelim önce; “Birbirlerini benim uğrumda ve bana geleceklerini düşünerek, benim sevgimin böylece kazanılacağını düşünerek, rızamı umarak seven kimseler.”
Bu da çok kıymetli bir sıfattır. Bir mü’minde olması gereken en güzel sıfatlardan birisi de budur. Mü’min, mü’min kardeşini sevecek. Mü’minler birbirleriyle muhabbet edecekler, candan muhabbetli dost olacaklar. Birbirlerine muhabbetlerini de hareketleriyle, konuşmalarıyla, ziyaretleriyle, yardımlaşmalarıyla, güzel sözleriyle, bağışlarıyla, ikramlarıyla gösterecekler. Birbirlerini Allah için dost edinen, âhiret kardeşi edinen, seven insanlar, el-mütehâbbîn zümresi, Allah için birbirlerini sevenler nurdan minberlere oturacak, Arş-ı Âlâ’nın altında, mahşer gününde Allah’ın en büyük mükâfatına mazhar olacaklar.
Allah mescitleri imar eden âbidlere baktığı zaman, kendisinin hatırı, kendisinin rızasını kazanmak için birbirini seven mü’minlere baktığı zaman; el-müstağfirîne bi’l-eshâr “Seher vakitlerinde tevbe ve istiğfar edenlere baktığı zaman…”
Seher vakti, sahur vakti demektir. Sahur, yemeğin adıdır. Seher, vaktin adıdır. Seher vaktinde yenilen yemeğe “sahur” derler. Sahur yenilen zamana da “seher vakti” derler. Yani imsak kesilmezden önceki gecenin son kısmı oluyor. Ondan sonra artık imsak kesildi mi, sabah ezanı vakti geliyor. Ezan okunduğu zaman vakit çıkmış oluyor.
Bu seher vakti çok kıymetli bir vakittir. Geceleyin o güzel saatte Allah’a tevbe ve istiğfar edenler... Suçsuz kul olmaz ama tevbe etmek, istiğfar eylemek, affını istemek, Allah’tan mağfiret talep eylemek çok sevaptır. Allah çok seviyor. Kul suçlu; tevbe ve istiğfar ediyor, “Affet beni Allahım!” diyor. Suçlu aslında ama Allah seviyor. Allah’ın Ekremü’l-ekremînliğindendir bu. Ğaffâru’z-zünûb, Settâru’l-uyûb’dur. Kul suçlu da olsa hatasını anlayıp tevbe ve istiğfar eyleyince, kendisinden af ve mağfiret talep edince Allah o suçlu kulu suçuna rağmen seviyor ve afv u mağfiret ediyor. Bu da bir müjdedir tabii, sizler için de bizler için de... İnşaallah geceleri, seher vakitlerini tevbe ve istiğfarla ihya edelim.
Allah işte böyle mescitlerinde ibadet edenleri, birbirlerini Allah için sevip muhabbet gösterenleri, birbirleriyle güzel dostluk yapan mü’minleri, seher vakitlerinde kalkıp, gözyaşlarıyla, dağlar ile taşlar ile kuşlar ile -cıvıl cıvıl o vakitte ne kadar güzeldir dışarısı da- tevbe ve istiğfar edenlere baktığı zaman, onların hatırına yeryüzündeki öteki âsi, mücrim, zalim insanlara azap etmekten, azab-ı umumî göndermekten vazgeçiyor. Yani taş yağacak, zelzele olacak, sel olacak, felaket olacak, dünya mahvolacak ama Allah onların hatırına, ötekilere azabı göndermiyor. Affetmek değil, azabı göndermiyor. Yani o da bir fırsattır tabii, onlar da afv u mağfiret isterlerse Allah’tan, onlar da kurtulurlar. Ama o anda azaptan kurtulmuş oluyorlar. Yani başlarına taş yağmasından, mahv u perişan olmaktan... Lut kavmi gibi, Sodom-Gomore gibi, Napoli yakınındaki Vezüv yanardağının patlamasıyla yerin altında kalan Pompei şehri gibi azap umumi gelebilir ama işte gelmiyor.
Onun için bu güzel sıfatlara sahip olmaya çalışalım. Allah’a güzel ibadet etmeye çalışalım. Birbirimizi Allah için sevelim. Ve seher vakitlerinde kalkıp gözyaşları ile Allah’a ibadet edelim.
Birinci hadîs-i şerîf bu.
İkinci hadîs-i şerîfi okuyorum:
Hz. Ali radıyallahu anh’ten. Hz. Ali Efendimiz’e canımız kurban, Allahu Teâlâ hazretleri şefaatine erdirsin. Hz. Ali Efendimiz’le ilgili hadîs-i şerîfleri okurken Türkiye’deki Alevî kardeşlerimi de düşünüyorum. Onlara Kur’ân-ı Kerîm’in ve hadîs-i şerîflerin inceliklerini anlattığımız zaman, Hz. Ali Efendimiz’den bir söz naklettiğim zaman çok memnun oluyorum. Hem onlara doğruyu göstermiş oluyoruz hem Hz. Ali Efendimiz’i yâd etmiş oluyoruz. Hataları varsa onlar da bu hatalarını anlasınlar diye seviniyoruz.
Hz. Ali Efendimiz’in Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den rivâyet ettiğine göre Allahu Teâlâ hazretleri buyurmuş ki;
يَقُولُ اللهُ تعالي ياَابنَ آدَمَ اِخْتَرْ الْجَنِّةَ عَلَي النَّارِ وَلآ تُبْطِلُوا اَعْماَلَكُمْ فَتُقْذَفُوا فَي النَّارِ مُنْكِسِينَ خَالِدِينَ فَيهاَ أبداً.
Yekûlu’llahu Teâlâ: Yebne Âdeme ihteri’l-cennete ale’n-nâri velâ tubtilû a’mâleküm fe-tukzefû fi’n-nâri münkesîne hâlidîne fîhâ ebedâ.
Allah korusun. “İnsanlara ‘Ey Âdemoğlu!’ buyurur.” diyor, Allahu Teâlâ hazretlerinin seslendiğini buyuruyor:
“Ey insanlar, ey Hz. Âdem’in cinsi, onun evlatları olarak dünyada türemiş olan insan cinsi, ey Âdemoğulları!”
İhteri’l-cennete ale’n-nâri. “Ey Âdemoğlu, kendine cenneti seç, cehennemi bırak. Cehennemi elinle bir tarafa it, cehenneme gidecek işleri bırak, cenneti kendine seç.”
Bu çok önemli.
Tabii herkes cenneti ister, nimeti ister. Dünyada da öyle; bir yerde biraz şenlik, rahatlık olsa herkes oraya koşar. Bir yerin havası, âbı, suyu, manzarası güzel olsa herkes orada kır sefası yapmaya gider. Subaşları tatil günlerinde ne kadar kalabalık, herkesin toplandığı yerler oluyor. Cennet güzeller güzeli, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hayallere sığmayan güzelliklerin toplandığı bir yer. Orayı seçmek lazım. Ama bu seçmek sadece temenni ile olmuyor. Yani cenneti istediği halde cehenneme götürecek işleri yapan bir insan, Allah’ın yasakladığı haramları, zulümleri, günahları, suçları, çirkinlikleri, pislikleri yapan bir insan aslında cenneti istememiş oluyor. Cenneti istemenin alameti; insanı cennete götürecek işleri yapmaya girişmek, insanı cehenneme düşürecek işleri yapmaktan uzak durmak.
Allah’ın haram kıldığı şeyleri yukarıdan aşağıya kocaman harflerle yazıp duvara asmak lazım:
Allah zulmü yasaklamıştır. Allah şirki yasaklamıştır, kendinden gayriye ibadeti yasaklamıştır. Allah faizi yasaklamıştır. Aklı engellediği için içkiyi yasaklamıştır. Allah zinayı, hırsızlığı, gadri, hıyaneti yasaklamıştır…
Yasaklanan şeyler ne ise bunları duvara yazmalı, çoluk çocuğa öğretmeli. Kendisi iyice öğrenmeli. Cenneti kazanmak için cennetlik işlerin neler olduğunu, cehenneme düşmemek için de neler yapılırsa insanın cehenneme düşeceğini herkes bilmeli. Çoluk çocuğuna ilk önce bunu öğretmeli.
Hani uçağa bindik, hemen karşımıza adamlar çıkıyor, ellerinde:
“Uçak kaza yaparsa can yelekleri oturduğunuz koltuğun altındadır; uçağın içinde hava biraz bozulursa yukarıdan bir oksijen maskesi düşer; önce kendinizin yüzüne takın, sonra çoluk çocuğunuzun işine bakın; onların yüzüne takın. Şöyle yapmayın, böyle yapmayın... Kurtuluş kapıları, uçağı tahliye kapıları, uçaktan ayrılma kapıları şuradadır...”
Bunlar niçin?
Bunları hemen ilk başta hep anlatıyorlar. Bir kaza olmasını temenni etmiyoruz ama olursa işte bunları bilin diye.
İşte insanoğlu da cehenneme düşmeyecek şeyleri ilk önce çoluk çocuğuna öğretmeli. Uçağa giren insanlara ilk önce bunların öğretildiği gibi çocuk ilk önce onu bilmeli. Hayatta ilk bildiği şey; günahların neler olduğu, haramların neler olduğu, sevapların neler olduğu, cennete götürecek makbul huyların neler olduğunu bilmeli. Çocuklar melek gibi yetişmeli.
Sonra buyuruyor ki;
Velâ tubtilû a’mâleküm. “Sakın amellerinizi bâtıl duruma düşürtmeyin.” Fe-tukzefû fi’n-nâri münkesîne hâlidîne fihâ ebedâ. “O zaman tepe taklak cehenneme atılırsınız, orada ebedî kalırsınız.”
Sakın amellerinizi boşa çıkartacak feci işler yapmayın.
Amellerin iptal olması, boşa çıkması ve cehenneme düşüp de ebedî kalmak sözlerinden anlaşılıyor ki asıl amelleri iptal eden şey nedir?
Şirktir, küfürdür. İnsan mü’min olamazsa, inancı itibariyle kâfir olursa, müşrik olursa… Yani ateist değil; tanrı inancı var, tanrıya inanıyor ama müşrik. “Üç tane tanrı” diyor, birçok tanrıya inanıyor veyahut taşa tapıyor, ağaca tapıyor, dağa tapıyor. Yanlış! Müşrik olursa ameller iptal olur çünkü Allah müşrikin hiçbir ibadetini kabul etmiyor. Hayrını, hasenâtını da, hiçbir şeyini kabul etmiyor. İlk önce amellerinin iptal olması imansızlıktandır.
Şimdi üçüncü hadîs-i şerîfi söyleyerek sohbetimi tamamlamak istiyorum. Bu üçüncü hadîs-i şerîf yine Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh ve kerremallahu vecheh hazretlerinden. Canımız, başımızın tâcı, mübarek, Allah’ın arslanı, Ümmet-i Muhammed’in önde gelenlerinden, serverlerinden, ilk müslüman çocuk, Peygamber Efendimiz’in evinde büyümüş, evladı gibi, kızı Fâtımatü’z-Zehrâ anamızla evlenmiş… Peygamber Efendimiz Medine’ye gidince herkesi birbiriyle kardeş edince, Hz. Ali yalnız kalınca, “Sen de benim kardeşimsin.” buyurmuş. Hem evladı gibi evinde büyütmüş, hem kızıyla evlendirmiş, damadı eylemiş, hem amcasının oğlu zaten, amcasının geçim sıkıntısı hafiflesin diye evine almış, evlat gibi bakmış, hem “kardeşimsin” buyurmuş. Peygamber Efendimiz’in kardeşliğine mazhar olmak ne kadar güzel! Hem de halife, Peygamber Efendimiz’in arkasından o hilâfet makamına oturan hulefâ-i râşidînin birisi. Hem de ümmetin dinî bilgisi en yüksek olanlarından ve fetva verebilecek seviyede müftülüğü, mürşitliği olan, yüksek makamda olan Hz. Ali Efendimiz. Allah cennette buluştursun. Dünyada da onun istediği gibi has, hakiki müslüman olmayı bütün Hz. Ali’yi seven kardeşlerimize nasip eylesin; bizlere de, onlara da...
Hz. Ali Efendimiz Peygamber Efendimiz’den bu hadîs-i kudsîyi naklediyor.
Aslında bu üçüncü hadîs-i şerîf, okuduğum zaman beni çok duygulandıran, çok heyecanlandıran bir hadîs-i şerîftir.
Buyurmuş ki Peygamber Efendimiz;
يَقُولُ اللهُ تَعاَلَى ياَ ابْنَ آدَمَ ماَ تُنْصِفُنِى أَتَحَبَّبُ إِلَيْكَ بَالنِّعَمِ وَتَتَمَقَّتُ إِلَىَّ بِالْمَعاَصِى خَيْرِى إِلَيْكَ مُنْزِلٌ وَشِرْكٌ إِلَىَّ صَاعِد وَلا يَزاَلُ مَلَكٌ كَرِيمٌ يَأْتِينِى عَنْكَ كُلَّ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ بِعَمَلٍ قَبِيحٍ ياَ ابْنَ آدَمَ لَوْ سَمِعْتَ وَصْفَكَ مِنْ غَيْرِكَ وَأَنْتَ و لا تَعْلَم مَنِ الْمَوْصُوفِ لَساَرَعْتَ إِلَى مَقْتِهِ.
Yekûlu’llâhu Teâlâ: Yebne Âdeme mâ tunsifunî etehabbabu ileyke bi’n-niâmi ve tetemakkatu ileyye bi’l-meâsî hayrî ileyke münzilün ve şirkün ileyye sâidun -veyahut ve şerruke ileyye sâidün. Şirkün diye harekelenmiş ama öyle de okunabilir.- velâ yezâlü melekün kerîmun ye’tînî anke külle yevmin ve leyletin bi-amelin kabîhin. Yebne Âdeme lev semi’te vasfeke min ğayrike ve ente lâ ta’lemu meni’l-mevsûfi le-sâra’te ilâ maktihî.
Bu ibretli bir hadîs-i şerîftir.
“Ey Âdemoğlu, ey insanlar, ey kendilerine iman vazifesi terettüp etmiş olan, hayat imtihanına tâbi olan, Allah’ı bilmekle vazifeli olan, Allah’a kulluk etmek vazifesiyle vazifeli olan insanoğulları!”
Dünyaya boşuna gelmediniz, imtihan geçiriyorsunuz. Keşke bütün insanlar bu işi böylece bilseler...
“Ey Âdemoğlu!” diyor. Mâ tunsifunî. “Sen bana insaflı, adaletli, hakkaniyetli davranmıyorsun.”
Allahu Teâlâ hazreti günahkâr insanlara böyle itap ediyor. Mâ tunsifunî. “Bana insaflı, adaletli, ölçülü, hakkaniyetli davranmıyorsun.” Yani yapılması gereken işi yapmıyorsun. Onun açıklaması sadedinde de devam buyuruyor:
Etehabbabu ileyke bi’n-niami. “Ben sana çeşitli nimetleri ikram ederek sevgimi gösteriyorum. Senin seveceğin işleri yapıyorum. Benim seni sevdiğimi gösteriyorum.
“Ben sana çeşitli nimetler veriyorum. Rububiyetimi, ihsanımı, ikramımı gösteriyorum; cömertliğimi, cûdumu gösteriyorum.”
Ve tetemakkatu ileyye bi’l-meâsî. “Sen de benim sevgime mukabele edecek yerde, günahlara dalarak, günahlarla benim gazabımı çekecek işler yapıyorsun.”
Ben muhabbeti tahakkuk ettirmek için lütuflarda bulunuyorum, sen de günahlarla gazab-ı ilâhiyeye uğrayacak, kahr-ı ilâhiyeye uğrayacak işler yapıyorsun.
İnsanoğullarının çoğu maalesef bu durumda işte. Allah’ın nimetleri ile yaşıyor, Allah’a isyan ediyor. İman etmiyor, ibadet etmiyor, güzel kulluk etmiyor. Hayatın en mühim işi bu, birçok kimse bunu anlamıyor. Hatta “münevverim” diyen insanlar anlamıyor. Hatta “münevverim” diyen insanların büyük bir kısmı maalesef o bilgisini Allah’a güzel kullukta kullanmıyor da şeytana, nefse kullukta kullanıyor, şirkte, küfürde kullanıyor.
Hayrî ileyke münzilün şerruke ileyye sâidün veya şirkün ileyye sâidun.
İki türlü okuyabileceğimizi söylemiştik. Hadisi harekeleyen ikinciyi harekelemiş ama ben birinciyi de uygun görüyorum.
“Hayrım sana iniyor, senin şerrin bana çıkıyor.”
Kulların ibadetleri Allahu Teâlâ hazretlerine melekler tarafından götürülür. Allah her yerde hâzır ve nâzır olduğu ve bildiği halde melekleri dergâh-ı izzetine arz ederler; “Yâ Rabbi, kulların bugün şunları şunları yaptı.” diye, işlem olsun diye.
Velâ yezâlü melekün kerîmun ye’tînî anke külle yevmin ve leyletin bi-amelin kabîhin. “Daima kerim bir melek -yani soylu, güzel, Allah’ın sevdiği bir melek- senin yanından bana her gün ve gece kötü ameller, kötü haberler getiriyor. Ey kulum, maalesef durum böyle.” diye Allahu Teâlâ hazretleri günahkâr kullara itap ediyor.
Allah onları ikaz etsin; bizi de günahlara, haramlara bulaştırmasın.
Yebne Âdeme lev semi’te vasfeke min ğayrike ve ente lâ ta’lemu meni’l-mevsûfi le-sâra’te ilâ maktihî. “Ey Âdemoğlu! Eğer sen, senin şu günahlarla uğraştığın andaki şu halini, sana kim anlatılıyor diye söylemeden birisi anlatsa; ‘Ya birisi şöyle yapıyormuş, birisi ona çok iyilik yapıyormuş da ona arkadaşı nankörlük ediyormuş, edepsizlik ediyormuş, vay be!..’’ diye böyle anlatsa, sen ona kızardın. Halbuki anlatılan sensin, durum senin durumun!” diye bildiriyor Alahu Teâlâ hazretleri.
Aman Allahu Teâlâ hazretlerinin nimetlerine şükürle, ibadetle, O’na güzel kulluk ederek karşılık verelim. Nimetlerini yiyip âsi olanlardan, azgınlık ve taşkınlık yoluna gidenlerden, imansız, faydasız, insafsız yaşayanlardan olmamaya gayret edelim.
Tabii bu kuru bir şeyle olmuyor, bir eğitimle oluyor.
Şimdi ben Türkiye’deki durumlara bakıyorum, gazetelere bakıyorum. Bir gazetede üç tane anasını, babasını öldüren evlat haberi vardı. Geçen gün dikkatimi çekti. Dedim “Ya bizim halkımız cinnet mi geçiriyor, ne oluyor?!” Tabii haberleri okudum. Bir insan sevgili anasını, babasını nasıl keser? Ana baba da öyle günahlar işlemiş ki evlat da çileden çıkmış. Al birini, vur ötekisine!
Toplumumuz çok büyük tehlikeler içinde.
Babalar, anneler günahlar içinde. Evlatlar o günahkâr annelere, babalara karşı saygısızlıkta ve günahlar içinde...
Aman yâ Rabbi... Anaların, babaların da çok dikkatli olması lazım, evlatlarının da.
Bütün bunların da tek sebebi var.
İşte bunu anlamıyor birçok kimse. Maalesef bu büyük gerçeğe karşı gözlerini kapatıyorlar, görmüyorlar.
Dinî terbiye devlet tarafından, soyluluğu, güzelliği, tertemizliği kontrol edile edile, kontrol dışı, abuk sabuk şeyler öğretilmesin diye en güzel, en ciddi, en soylu şekilde öğretilmeli.
Burada bir ince nokta var.
Devleti yöneten insanlar kim?
Senin benim kardeşlerim, senin benim akrabam, senin benim gibi tahsil gören insanlar. Eğer bunlar dinî tahsili güzel görmemiş ise onlar da yanlış fikirlere sahip olabilir. Çok yüksek bir mevkide olur, çok önemli bir makam işgal ediyordur ama dinî bilgisi çocuksudur, çok cahilcedir, ilkokul seviyesinden bile aşağıdır. Şimdi onun kendi zayıf bilgisine göre, sığ mantığına göre... Bazıları diyor ki;
“Müslümanlık kötüdür. Müslümanlar mürtecidir, gericidir.”
Ama sen bırak bu şeyleri de bir bilene soralım. Hani gazetelerde “Bir bilene soralım” diye bölümler oluyor. Bu dini en iyi kim biliyor?
“Bu müslümanlar şöyledir, böyledir.”
Gel, Avrupalı bir filozofa soralım. Gel bakalım şu dinin felsefesini yapmış olan, senin de saygı duyacağın, okumuş, yazmış, hatta doğuştan müslüman olmayan birisine gel bakalım soralım. Dünyanın sevdiği, saydığı çok büyük filozoflara soralım. Bakın, müslüman oluyor. Amerika’da doğuyor, Fransa’da doğuyor, Hıristiyanlık tahsili yapıyor, ateizmin içine düşüyor, yıllarca bocalıyor ama çok bilgili, çok derin, bilgisi, görgüsü derin, dünyayı çok iyi tanıyan insan sonunda müslüman oluyor.
Onun için devlet dinin asıl kaynaklarından; Kur’ân-ı Kerîm’den, hadîs-i şerîften, en selahiyetli, en kıymetli insanlar tarafından, apaçık dosdoğru öğretilmesinin şartlarını hazırlamalı. Ama İslâm’ı bilmeyen bir insan kalkıp da İslâm hakkında hüküm vermeye, müslümanları “Şöyle yapsın, böyle yapsın.” diye yönlendirmeye çalışmamalı. O zaman yanlış sonuçlar oluyor.
Ben İlâhiyat Fakültesi profesörü olarak bu yanlışlıkları görüyorum ve dilimin döndüğünce -kimseyi de kırmak istemiyorum, herkese karşı da sevgim saygım var ama ortada yanlışlık var- yanlışlığı da düzeltmek gerektiği için ikaz etmek zorunda kalıyorum.
Milletimi seviyorum. Halkımızın mutluluğunu istiyorum. Her şeyin düzenli olmasını istiyorum.
Mesela bizim Türkiye’de yüzlerce çevre derneğimiz var. Çevreyi yeşillendirmek, doğayı korumak, doğal sit alanlarını korumak, tarihî sit alanlarını korumak hususunda muazzam sevgimiz, gayretimiz ve isteğimiz var. Elimizden geldiğince bunu tahakkuk ettirmek için ağaç dikme kampanyaları açıyoruz. Yeşilliği korumaya gayret ediyoruz. Elhamdülillah tarihi, doğamızı, toprağımızı seviyoruz; onları güzelleştirmeye çalışıyoruz. İnsanımızı da seviyoruz. Hatası ile sevabı ile; yani doğruluğuyla, eğriliğiyle insanımızı seviyoruz. Yanlış yolda olanı doğru yola çekmeye çalışıyoruz; çünkü bu ona yardım. Doğru yolda olanı destekliyoruz; çünkü doğru olan şekil bu.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
“Din kardeşin zalimse de yardım et, mazlumsa da yardım et.”
“Şimdi mazlumken yardım etmeyi anladık yâ Resûlallah da, zalimken nasıl yardım edeceğiz?” diye sormuşlar.
Efendimiz ne kadar güzel, dikkat çekici bir şekilde durumu beyan etmiş. Yani zalimken kardeşe yardım edilir mi, zulmediyor? Buyurmuş ki;
“Zalimi zulmünden engellemek ona yardımdır.”
Çünkü zulmü yaparsa Allah’ın kahrına, belasına uğrayacak; dünyası, âhireti mahvolacak, tepe taklak cehenneme atılacak. O halde onu cehennemden kurtarmaya çalışmak, ona yardım.
Onun için herkesi seviyoruz, herkesi kurtarmak istiyoruz. Ama sarhoş kendisine içki içtirtmeyen insana kızar, bağırır, çağırır. Halbuki içki içirtmeyen, meyhaneden onu çekip götürmeye çalışan insan ona iyilik yapmak istiyor. İstiyor ama sarhoş onu anlamıyor. Bazen hasta doktorunu istemez, eğer aklî şuuru bozuksa deli kendisini tedavi edecek doktorla kavgaya, mücadeleye girişir de zincirlere vurulur.
Allah basiret ihsan eylesin. Yanılanlara hidayet nasip etsin. Doğru yolu görmeyi nasip etsin, doğru yola girmeyi nasip etsin.
Allahu Teâlâ hazretlerinin ikazı bu hadîs-i kudsîde hepimizin kulağında olmalı. Eğer sanki bizi anlatmıyormuş gibi söyleseler, “Ya bir adam şöyle yapıyormuş, böyle yapıyormuş. Şu kadar iyiliğe karşı bu kadar kötülükle davranıyormuş.” diye bizim yanımızda söyleseler; “Kimmiş o nankör?” deriz, “Kimmiş o iyiliğe kötülükle mukabele eden iz’ansız, irfansız, edepsiz?” deriz. Ya sen anlatılıyorsun işte, sen Allah’a karşı böyle yapıyorsun. İşte herkesin bu durumdan kurtulması lazım.
Allahu Teâlâ hazretleri şu güzel günler hürmetine, -şu güzel yerlerde duaların kabul olduğu zamanlarda ve mekânlarda dua ediyorum- şaşıranlara doğru yolu göstersin. Çünkü bu bizim memleketimizde olsun, dışarıda olsun, yirminci yüzyılda bir kültür buhranı var. İnsanların kafaları karma karışık oluyor. Doğru yolda olanları bile raydan çıkartacak işler oluyor, sapıtabiliyorlar, delirebiliyorlar, akılları başlarından gidebiliyor.
Allah imanımızı korusun. Güzel işler yapmamızı nasip etsin. Sevdiği kul durumuna gelmemizi nasip etsin. Ömrümüzü rızasına uygun geçirmemizi nasip etsin. Şu dâr-ı dünyada şu dünya imtihanını üstün başarıyla başarmayı nasip etsin.
Talebeler şimdi geliyorlar, benim elimi öpüp dua istiyorlar;
“Hocam üniversite giriş imtihanlarına hazırlanıyoruz, dua et de başarılı olalım.”
Hepimiz imtihandayız. Hepimiz âhiret imtihanındayız. Hepimiz birbirimize dua edelim de bu imtihanı kazanalım. Allah’ın huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varalım, cennetiyle, cemaliyle müşerref olalım.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!...
Mekke-i Mükerreme’den size kucak dolusu sevgiler, selamlar, dualar...