es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikrâmı, her türlü lütfu keremi üzerinize olsun. Allahu Teâlâ hazretleri sizleri ve bizleri sevdiklerimizle beraber iki cihanda -dünyada ve âhirette- aziz ve bahtiyar eylesin. Cumanız mübarek olsun.
Bu mübarek cuma gününde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin hadîs-i şerîflerinden, Râmûzü'l-ehâdîs'in 513. sayfasından okuyorum.
Buhârî'nin ve başka kaynakların rivayet ettiğine göre, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
Yakrubu mine'l-cihâdi tıybü'l-kelâmi ve idâmetü's-sıyâmi ve'l-haccu külle âm ve lâ yakrubu minhü şey'ün ba'du.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Hadîs-i şerîfin mânasını dilimizin döndüğünce nakledeyim:
Yakrubu. "Yakın olur, yakınlaşır, yaklaşır..." Mine'l-cihâdi. "Cihada..."
Yaklaşmak, bizde "bir şeye yaklaşmak" diye, "yaklaşmak" fiilinden [önce] '-e' hâli kullanılıyor. Araplar bir şeyden yakın olmak, bir şeyden yaklaşmak gibi '-den' takısı ile kullanıyorlar. Yakrubu mine'l-cihâdi demek, "cihada yakın olur" demek. Cihattan gibi... Min edatı, '-den' demek ama bu, Araplar'ın kullanış tarzı. Karube fiilini kullanış şekilleri min ile.
Yakrubu mine'l-cihâd. "Cihada yakın olur, yaklaşır."
Ne?
Peygamber Efendimiz cihada yakın olacak üç şeyi sayıyor.
Birisi; tıybü'l-kelâm. "Kelâmın hoşluğu."
İkincisi; idâmetü's-sıyâm. "Orucu devam ettirmek."
Üçüncüsü; ve'l-haccu külle âm. "Her sene hacca gitmek."
Ve lâ yakrubu minhü şey'ün ba'du. "Cihada artık bunlardan sonra başka bir şey yaklaşamaz."
Cihat çok sevaplı, çok kıymetli, çok önemli, çok lüzumlu, çok zarurî, çok mecburî bir ibadettir. Cihat olmadığı zaman İslâm söner, müslümanlar mahvolur. Müslümanların hakları alınır, ülkeleri çiğnenir, hürriyetleri elinden gider, toprakları paylaşılır... Her türlü şey olur.
Ne olması lazım?
İnsanın cihat duygusuna sahip olması lazım.
"Benim haklarım var, ben bu haklarımı korurum, bu haklarımı çiğnetmem. Ben Rabbimin kuluyum, Rabbime kulluğumu güzel yaparım. Bu kulluğumun önüne kim çıkarsa, kim engel olursa, beni bağlamak, hürriyetimi kısıtlamak isterse ben buna razı olmam!" demek [lazım.]
Şairin bir sözü hoşuma gider, her zaman vaazlarımda tekrarlarım:
Hâzır ol cenge, eğer ister isen sulh ü salâh!
İnsan cenge, cihada hazırlıklı olacak. Hazırlıklı olduğu zaman düşman korkar, cayar. Hazırlıklı olmak caydırıcı olur. Düşman caydığı için saldıramaz veya "Aman onlara bulaşmayayım, onlarla uğraşmayayım; çünkü onlar kuvvetli, silahlı, orduları büyük, gelişmiş; ölümden korkmaz insanlar, gözüpek insanlar..." diye korkar. Ama pısırık oldu mu, korktuğunu anladı mı korkan insanın dalına binerler, omuzuna binerler, ensesine binerler; boyuna ezerler. Korkak oldu mu bir insan, korkunun ecele de faydası yok, başka bir şeye de faydası yok... Korktuğu zaman sonuç; hakların çiğnenmesi, hürriyetlerin gitmesi olur.
[Ben ezelden beridir] hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!
dediği gibi Mehmed Âkif merhumun, biz hür yaşarız.
Çünkü hürriyet, bize dinimizi icrâ etmenin önemli ortamlarından birisini hazırlıyor. Hürriyet ortamı olacak ki dinimi icrâ edebileyim, Allah'ın emirlerini tutabileyim. Kur'ân-ı Kerîm'i açayım, Peygamber Efendimiz'in sünnetini öğreneyim, okuduğumu aynen uygulayayım. Ne diyorsa Peygamber Efendimiz, tutayım; Kur'ân-ı Kerîm neyi emir buyuruyorsa yapayım.
Buna kim engel oluyor, nasıl engel olur?
Birçok tecrübeden sonra insanlık bu hususta kimsenin kimseye karışmaması gerektiğini de kararlaştırmış. İnsan hakları evrensel, yani sadece bir ülkeye mahsus değil. Çünkü bazı ülkelerde yönetimler anti-demokratik, hakkâniyetli olmayan idareler olabiliyor. Birisi çıkıyor, saltanat usûlü, halkı hiçe sayarak, kendi dediğini zorla kabul ettirerek, "Benim dediğim olacak, höt!" diyerek, zorlukla, zorbalıkla yönetim yürütüyor. Bu ülkede de tabii birtakım kanunlar oluyor. Her yerde kanun vardır. Ama kanun zulüm kanunu mu, yoksa hakkâniyetli, insan haklarına saygılı, ahlâkî bir kanun mu?
Firavun'un da kanunu, emri, buyruğu olmuş; ama Firavun, zulmüyle cihana geçmiş bir kimse... Nemrut, zulmüyle cihana geçmiş bir insan... Firavun, kendi ülkesindeki azınlık durumunda olan mü'minleri, o zamanın Musa aleyhisselâm'a iman etmiş olan insanları, Musa aleyhisselam'dan önce de sonra da ezmiş. Erkek çocukları kesmiş, sadece kız çocukları bırakmış; onlar güçsüzdür, istenildiği gibi yönetilebilir, savaşmayı bilmezler gibi düşünerek büyük zulümler yapmış.
Bir ülkede kanun olması yetmez; kanunun hakkâniyetli olması, insanları ezmemesi, insanlara faydalı olması gerekir. Kanun devleti... Her milletin, her devletin kanunu vardır; yetmez, hukuk devleti olması lazım. Kanunların ana hukuk kurallarına uygun olması lazım. Bu çok önemli... Eğer bir kanun ana hukuk kurallarına aykırıysa onun izâle edilmesi lazım.
Böyle yanlışlıklar yapılmasın diye tedbirler alınıyor, kanunları inceleyen üst kuruluşlar [kuruluyor.] Fakat bu işin esası, kanun yapan insanların faziletleri ile ilgilidir. Adam faziletli mi, merhametli mi, halkını seviyor mu, o kanunları icrâ edeceği ahâliye iyilik mi istiyor; bu önemli, bir. O eğer merhametliyse merhametli kanunlar çıkartır. İkincisi de; bu işin doğru gitmesi için halkın bilinci... Halk bilinçli olunca kendisine haksızlık yaptırmaz, haksızlığın karşısına çıkar; "Bu böyle olmamalı, bu düzelmeli!" der. Zalime destek vermez, mazlumun yanında yer alır, hakkını alıncaya kadar uğraşır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hadîs-i şerîflerinde çok kesin olarak belirtmiş ki;
"Bir insanın hakkını almak için uğraşması faziletli bir şeydir. Hatta malını kaptırmaması, yol kesene vermemesi, harâmîye teslim etmemesi, gasbediciye vermemesi için yaptığı mücadelede ölürse şehit olur."
Malını korumak için bile... Canını korumak için tabii savaşacak. Zaten savaşmazsa ötekisi öldürüyor. Ama malını korumak için bile bir mücadele verirken alt alta üst üste haydutla kapıştı, öldü; sonunda haydut buna bir kama, bıçak sapladı, şehit etti. Tamam, şehit oluyor. Bu kadar önemli.
Cihat önemli...
Ben bir kurban bayramında hatırlıyorum, Suadiye'de oturuyorduk, bir buçuk dönüm bahçeli, iki katlı bir evdeydik. Kurbanı -babamın konuştuğu şahıs- kesecek olan şahıs gelmedi. Gelmeyince, "Hadi bakalım, biz keselim." dedik. Mecburen, çünkü iş başa düştü, kesecek birisi, kasap olmayınca kurbanımızı keseceğiz. Bu ibadet, bir vazife... Fakat beş tane erkek kardeş, bir de babamız, altı kişiyiz. Babam;
"Kusura bakmayın, ben dayanamam, yapamam bu işi." dedi.
Büyük ağabeyim;
"Ben de yapamam." dedi.
Onun küçüğü;
"Ben de yapamam." dedi.
Onun küçüğü;
"Ben de yapamam." dedi.
Sıra bana doğru geldi... Ben de düşündüm:
Niçin yapamıyoruz?
Çünkü hayvana acıyoruz.
Merhamet çok önemli bir husus. Biz müslümanlar merhametliyiz. İnsana da acırız, hayvanlara da acırız, tabiata doğaya da acırız. Ağaçlara da acırız; "Yazık, yandı, kül oldu. Vah, birisi kesmiş yaş ağacı..." deriz. Bizde bir doğa sevgisi var. Ondan sonra, hayvanlara karşı da -dinimizin bize aşıladığı, emrettiği- bir sevgi var.
Ama Peygamber Efendimiz kurban kesmiş, daha önceki peygamberler kesmiş, İbrahim aleyhisselam kurban kesmiş; bunları biliyoruz. Âdem aleyhisselâm'ın oğulları kurban kesmişler. Demek ki eskiden beri olan köklü bir [ibadet]. Allahu Teâlâ hazretleri eti yenilebilen hayvanları bizim emrimize verdiği için, onları kullanmamıza müsaade buyurduğu için, bu haram olmadığı için onları kesiyoruz.
Neden kesemiyoruz?
Alışmamışız.
Peki, niye dinimiz kesmeyi emrediyor?
Düşündüm ki; hayatın binbir türlü olayı olabilir, insanın başına gelebilir. Diyelim ki; kuzu kuzu, uslu uslu yolda giderken araba bir kaza yapar, üç takla atar, kolu bacağı kırılır, kan revan içinde kalır. Kan görünce "Eyvah!" diye hemen bayılacak mı?
Bazı insanlar kanı görünce dayanamıyorlar, bayılıyorlar.
Yoksa alışacak mı? Buna karşı ne yapsın? [Yaralı] da olsa kendisini toparlayacak ve tedbirleri almaya girişecek mi? Yılmadan, çekinmeden, bayılmadan, ayılmadan, kendinden geçmeden bu işi yapacak mı?
Yapacak.
Demek ki bu bir eğitimdir, dedik.
Biz savaşı sevmiyoruz. İnsanları üzmek istemiyoruz, kırmak istemiyoruz. Müslüman olsun müslüman olmasın, adaletli hareket etmek emrediliyor. Ana babamızın aleyhinde olsa bile bize adaletten ayrılmamak emrediliyor. Ama birisi de geldiği zaman, ülkemize saldırdığı zaman, ucunda ölmek de olsa, kan akması da olsa, can yanması da olsa oradan da kaçmamak lazım. Bir eğitim gerekiyor.
"Bu bir eğitim olduğu için herhalde bunu yapmamızı Allah ondan emretmiş olmalı..." diye besmeleyi çektim, kurbanı kestim. Ama elim ayağım titredi.
Alışmamız lazım.
Cihat, hayatın önemli bir faaliyeti, yaşamanın şartı. "Hayat bir mücadele" diyorlar ya; hayat, "cihat" demek. Hem uluslararası alanda öyle hem kendi özel yaşantımızda öyle; devamlı bir savaş...
Mesela diyor ki;
"Tutulduğu hastalığı yendi."
Bu da bir savaş. Demek ki mikrobun karşısında kendisini gevşetmeyecek, bir savaş verecek.
"Kanseri yendi" diyor. Azmetti, yetişecek çocuğu var; "Benim bu çocuğu yetiştirmem lazım. Ölürsem bu çocuk kimsesiz kalacak." diye çocuğunu korumak duygusunun kuvveti ve şiddeti kanserli bir anneye kanseri yendiriyor.
Duyuyoruz, gazetelerde bunlara benzer haberler yazılıyor, televizyonlarda seyrediyoruz.
Cihat önemli. Hiç şek, şüphe yok!
"Müslümanlık kılıç dini..."
Müslümanlık kılıç dini de Amerikalısı, Avrupalısı, Fransızı, İtalyanı savaş yapmıyor mu? Trablusgarp'a saldırmadılar mı? Libyalılar'ın üçte birini kesmediler mi? Cezayir'in üçte birini kesmediler mi? Nüfusun yarısını yok etmediler mi? Hurmalıkları yakmadılar mı?
Her şeyi yaptılar!
"Modern yaşayacağım, rahat yaşayacağım" derken bir Amerikalı bir Hindistanlı'ya göre dünyayı 40-45 defa daha fazla tahrip ediyor, kirletiyor. Ötekisi uslu uslu bir köyün kenarında, zavallı en az ihtiyaçlarla hayatını idâme ettirmeye çalışırken [berikisi] havayı kirletiyor, çevreyi kirletiyor, ormanları kesiyor... O Afrika'nın güzelim ormanları gidiyor. Geri kalmış ülkelere nükleer artıklar varillerle getiriliyor, bırakılıyor, adamlar bir şey bilmiyor diye... Doğa mahvediliyor, atmosfer mahvediliyor, ozon tabakası tahrip oluyor; dünyanın istikbali tehlikeye giriyor.
Sanki başkaları yapmıyor mu? İslâm'ı tenkit edenler yapmadılar mı? Sanki İslâm'ın başlangıcında müslümanlara saldırmadılar mı? Ordular teşkil edip de Medine'ye gelmediler mi? Ondan sonra Haçlı Seferleri olmadı mı? Ondan sonra Orta Asya İslâm ülkeleri Ruslar tarafından istilâ edilmedi mi? Kosova, işte Kafkasya, işte Irak, işte Kuzey Afrika... Her taraf belli.
Cihat, İslâm'ın önemli bir görevi.
Fakat Peygamber Efendimiz diyor ki;
"Bu cihadın sevabına, önemine yakın bazı şeyler de var, yakın olur."
Yakrubu mine'l-cihâd. "Cihada yakın olur."
Yani sevap bakımından o kadar değerlidir; o kadar önem bakımından önemlidir, kıymetlidir. Hem "sevabı bakımından yakın olur" demek olabilir, hem de "önemi bakımından yakın [olur" demek] olabilir.
Ne imiş, bunları biraz inceleyelim.
Bir; tıybü'l-kelâm.
Tıyb, "güzel olmak, hoş olmak" demek. Hoş olan şeye de tayyib derler. Araplar, birisi bir şey söylediği zaman kabul ettiyse tayyib, tayyib... derler; "Tamam, iyi iyi... Kabul ettim, pekâlâ!" Biz "Pekâlâ, çok çok iyi!" diyoruz; Araplar da tayyib diyorlar. Tayyib, "iyi" demek.
Tayyib, Peygamber Efendimiz'in isimlerinden birisi. Çocuklarından birisinin ismi. Güzel bir kelime, hoş bir kelime...
Bunun mastarı ne?
Tıyb, yani "tayyib olmak, güzel olmak, hoş olmak, iyi olmak" mânasına...
Tıybü'l-kelâm. "Kelâmın hoş olması."
Bir insan konuştuğu zaman yumuşak yumuşak konuşacak. Sözü savaşa benzemeyecek. Yunus Emre'nin dediği gibi sözü savaşı kesecek. "Söz ola kese savaşı..." Yumuşak olacak, tatlı olacak; çok önemli... Güzel bir söz, güzel bir konuşma, tatlı bir konuşma, insanın mâneviyâtını yükseltir, gününü hoş eder; görüş değiştirir, ufkunu açar, çalışma şevki verir... Bir evlâdı güzel bir evlat hâline getirir. Bir insanı güzel bir yöne yönlendirir. Sözün hoş ve güzel olmasına çok dikkat etmek lazım. Çünkü İslâm'da söz çok önemlidir. İslâm'da Peygamber Efendimiz'in mucizelerinden en büyük mucizesi Kur'ân-ı Kerîm bir söz şâheseridir. Her âyeti, ağırlığınca mücevherdir, çok kıymetlidir. Müslüman sözüne dikkat edecek.
İnsanı ekseriyetle suçlu duruma, günahkâr duruma düşüren ve cehenneme girip azap görmesine sebep olan iki dudağı arasından çıkan o laflar, o sözlerdir, konuşmalardır. O konuşmalardan birtakımları var ki insanı kâfir de ediyor. İnsan bir söz söyler, kâfir olur...
"Efendim ben falanca insana çok kızıyorum. Ben ona kızgınlığımı sürdürmek için, ondan intikam almak için âhiretimi bile mahvetmeye razıyım!"
Bu söz, âhirete önem vermemenin alâmeti... Çok çirkin, çok kötü!
Mü'min bir insan nasıl söyler bu sözü? Allah'a inanan bir insan, müslüman bir insan bu sözü nasıl söyler?
Bazı sözler insanı dinden imandan, yoldan raydan çıkartıyor; cennet yolundan düşürüyor, sırattan ayağını kaydırıyor, cehenneme götürüyor.
Tıybü'l-kelâm; sözün güzel, hoş, iyi olması toplumu da rahatlatır, aileyi de rahatlatır, kişiyi de rahatlatır ve pek çok faydaları vardır. Eğer edebiyatımız olmasaydı, eğer o güzel ilâhiler olmasaydı, eğer Yunusumuz olmasaydı, eğer Mevlîd-i Şerîfimiz olmasaydı, Süleyman Çelebimiz'in o mübarek manzûme-i nefîsesi, kasîde-i vilâdet-i Peygamberiyyesi olmasaydı... Onları ne kadar seviyoruz... Ata sözleri, büyüklerimizin hayatlarında elde ettikleri tecrübelerin hülâsası, özü, bal gibi, baldan damla gibi, süzme bal gibi sözler... İnsanı mutlu ediyor. O sözleri, o ilâhileri okudukça gözlerimizden inci gibi ılık ılık yaşlar döküyoruz. Cevher gibi sözler; biz de cevher gibi yaşlar döküyoruz. Dinlerken hoşumuza gidiyor, ezberliyoruz.
Çocuklarımıza edebiyat kitaplarında meşhur ediplerin, meşhur şairlerin eserlerinden parçalar okutuyoruz. Onlar da edep öğrensinler, edeb-i kelâmı öğrensinler, edebiyatı öğrensinler, dili güzel kullanmayı öğrensinler, güzel telaffuzu öğrensinler... "İstanbul telaffuzu" diyoruz, "taşra telaffuzu" diyoruz, "güzel konuşmak" diyoruz; güzel konuşmak ve yazmanın usûlüne dair kitaplar yazıyoruz. Hitabet nasıl güzel olur, bunları herkes merak ediyor, öğrenmeye çalışıyor. Bunlar için eğer bir yerde bir şeyler öğretiliyorsa paralar verip onlara devam ediyor, dersler görüyor, "güzel konuşmayı öğreneceğim" diye...
Çok önemli bir iş! Hakikaten de cihat nasıl bir toplumu düşmana karşı korursa, nasıl haklarının korunmasına yardımcı olursa güzel söz de çok önemli!
Cihadın ilk kademesi de aynı zamanda güzel sözdür. Müslüman hemen gidip düşmana saldırmıyor. Müslüman ilk önce gidiyor, ona diyor ki;
"Sen bu haksızlığı, küfrü, inadı bırak, doğru yola gel. Doğru yola gelirsen ben seninle savaş yapmak istemiyorum. Senin eğriliğini bırakmanı istiyorum, iyi insan olmanı istiyorum. Müslüman ol."
Eslim teslem. Yü'tika'llâhu ecreke merrateyn.
Peygamber Efendimiz civardaki hükümdarlara bile mektuplar yazmış:
"Müslüman olun da selâmete erin, Allah mükâfatınızı kat kat versin. Hem kendiniz müslüman olduğunuz için sevap kazanırsınız hem de size tâbi olan insanlar doğru yola gelmiş olur, onlardan sevaplar hâsıl olur, onlar da size gelir. Etmeyin eylemeyin; küfrü, şirki bırakın. Haça puta tapmayın!"
Biz de sözle ilgili nasihat bâbından çalışmaları yapacağız. Sözle savunmamızı yapacağız. Sözle haklarımızı arayacağız. Yazacağız, konuşacağız.
Biz şimdi dinî bir topluluk olduğumuz halde, ben edebiyat fakültesinden mezun, ilâhiyatta 27 sene hizmet yapmış; ilâhiyat doktorası yapmış, profesörü olmuş bir kimse olarak -âhireti seven, âhireti düşünen bir insan olarak- ne yapmam lazım?
Bir kenara çekilip seccademin üzerinde Kur'an okuyup ibadetle meşgul olmam lazım.
Ama öyle yapmayı istediğim halde, "Böyle yaparsam sorumlu olurum." diye düşünüyorum.
Sözle yapılacak görevler olduğu için.
Çok görev var!
Müslümanın ilk işi sözle hakkı anlatmak, hakkı savunmak, İslâm'ı öğretmek. Ondan sonra da insanları hakka davet etmek; îlâ-yı kelimetullah için çalışmak...
Demek ki anladık, ikna olduk. Ben şahsen düşündükçe, önüme bu mânalar açıldıkça tıybü'l-kelâmın, güzel kelâmın, yerli yerinde, usûlüyle, tatlı, hoş söylenmiş sözün cihada yakın olduğuna tamamen gönlüm mutmain oldu.
Türkiye'de bizim fakülteden de tanıdığımız mesâi arkadaşımız, meslek arkadaşımız [olan] bir kimsenin sözü kulağıma geldi;
"Müslümanlar falanca zümreyi çok ürkütmüşler, korkutmuşlar." diye bir söz.
Ne kadar doğru?
Hakikaten korkuttular mı korkutmadılar mı meselesi ayrı ama, biz işin kendimize yönelik, şu andaki anlattığımız konuya yönelik tarafına bakacak olursak;
Müslüman, bence Yunus Emre gibi olmalı...
Yunus Emre güzel müslüman değil mi? Mevlânâ güzel müslüman değil mi? İbrahim Hakkı-i Erzurûmî güzel müslüman değil mi?
Seviyoruz, güzel müslüman olduklarına şehadet ederiz. İmreniyoruz, özeniyoruz, seviyoruz. Büyüğümüz olarak başımızın tacı... Kütüphanelerimizde eserlerini seve seve koruyoruz, okuyoruz.
Onlar nasıl tatlılıkla sevdirmişler, nasıl davranmışlar?
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî vefat ettiği zaman Konya'daki papazlar da ağlamış, hıristiyanlar da ağlamış. Halbuki kendisi müslüman... Halbuki İslâmiyet'inden taviz de vermiyor, İslâmiyet'i en güzel tarzda öğretiyor.
Ama ne yapmış da gönülleri kazanmış?
Tabii bu sözcüğün cevabı, kısacası nedir?
Tasavvuftur. Tasavvuf; yani güzel ahlâk, nefsin terbiye edilmesi, insanın kâmil insan olması...
İnsan kâmil insan oldu mu sevdirir.
İşin şu tarafı da var:
Bizim dış düşmanlarımız var. Dış düşmanlarımız bizim koca Devlet-i Aliyye-i Osmâniyyemiz'i parçaladılar. Ortaya 16-17 tane ayrı devlet çıktı. Daha da parçalamak isterler; parça parça bölüp yutmak isterler.
Onları ne yapsan razı edemezsin. Onlar bizim yok olmamızı istedikleri için ne kadar tatlı dilli olsan, güleç yüzlü olsan, kalpleri mühürlenmiş insanlara söz tesir etmez. Bazı insanların kalpleri mühürlenmiştir, onları biliyoruz. Onların tehlikelerine karşı uyanık olup onlara karşı cihat etmek lazım.
Bazı insanlar da onların emrinde, onlar için çalışıyor. Onlara ne kadar güzel söz söylesen güzel iş yapsan da;
"Tamam, sen güzel yaptın ama ben yine senin tarafında değilim, düşman tarafındayım. Onu destekleyeceğim, onun dediklerini yapacağım. Beşinci kol faaliyeti yapacağım; Türkiye'yi batırmak için, parçalamak için böyle şeyler bana emredildiğinden o işleri yapacağım!" diyor.
Tabii ona çare yok. Onların fesatlarına, fitnelerine karşı uyanık olup onlarla usûlünce uğraşmak lazım.
Ama ortadaki vatandaşlar İslâm'ı sevemiyorlarsa, İslâm'a gelemiyorlarsa, başka taraflara kayıyorlarsa o zaman biz de kendi kendimize; "Acaba bu insanları iyi müslüman yapamamanın sorumluluğunun ne kadarı bizim?" diye onu da düşünmemiz lazım.
Tabii başkasının da sorumluluğu vardır. Onları o yola çekmekte, azdırmakta, saptırmakta radyoların, televizyonların, gazetelerin, müstehcen neşriyâtın, tiyatroların, çeşitli barların, pavyonların, fitne, fesat, şer, zarar merkezlerinin mutlaka etkileri var. Onlar onlara kanıyorlar, reklamlara kanıyorlar. İçkileri içiyorlar, sarhoş oluyorlar, suçları işliyorlar...
"Burada bizim de bir kusurumuz var mı? Bizim de yapmamız gereken şeylerde eksiklik var mı?" diye düşünüp azmimizi tazelememiz ve daha iyi çalışmamız, daha mükemmel çalışmaya gayret etmemiz lazım.
Bizim ülkemiz, ecdâdımız dünyada hakkı temsil ediyordu. Şerri temsil edenin karşısında hakkın merkezi idik; anası, esasıydık, yöneticisiydik, başıydık. Şimdi ağacı karıncaların, kurtların sarıp da çürüttüğü gibi veyahut vücudu mikropların sarıp da hasta ettiği gibi içten çürüme oluyor.
Bu nasıl oluyor?
Bu işin içinde karşı tarafın başarısı, bizim de onlara karşı savunmamızın başarısızlığı da var... Nasreddin Hoca gibi bütün kabahat bizim değil muhakkak... Yorganı alıp götüren hırsızın da suçu var.
Ama bizim de tabii bazı şeyler yapmamız, çalışmamız lazım idi.
Bunların başında kelâma ait, yani konuşmaya, söze ait vazifeler geliyor.
Allah bu çalışmaları daha güzel yapmamızı nasip etsin.
Demek ki tıybü'l-kelâm, sözün güzel olması ve bu hususta yapılan çalışmalar cihada en yakın çalışmalar. Belki de cihadın bir parçası ve ön şartı... Önce sözle söylersin, kabul edersin, sulh olur. Ama kabul etmezse, anlaşma olmadı, ille saldırmak istiyor, ille zulmetmek istiyor, o zaman da ne yapalım;
Mert dayanır, nâmert kaçar
Meydan gümbür gümbürlenir
O zaman da savaşırız, cihattan kaçmayız.
Gelelim cihada yakın olan, Peygamber Efendimiz'in işaret buyurduğu ikinci hususa:
Ve idâmetü's-sıyâm.
İdâme, "devam ettirmek" mânasına mastar. "Devam" sözünün müteaddîsi. Devam etmek, "bir şeyin sürmesi" demek. İdâme de, "bir şeyi sürdürmek, devam ettirmek" demek. Edâme-yüdîmü-idâmeten; devam ettirmek.
İdâmetü's-sıyâm. "Orucu devam ettirmek."
Buradan şunu anlıyoruz ki devam ettirmek, ne zaman devam ettirmek?
Belki Ramazan'da bırakmayıp senenin içinde de zaman zaman oruç tutmak. O mânayı düşünebiliriz.
"Ramazan'da orucu tuttum ya hocam... Tamam, artık benden oruç isteme..."
Tabii farz olan orucu tuttun, Allah kabul etsin. Ama Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Şevvalde de altı gün oruç var."
Şevval daha çıkmadı. Mesela altı gün orucu tutarsanız bütün seneyi oruç tutmuş gibi olursunuz. Sonra kendisi her hafta pazartesi perşembe günleri oruç tutardı. Her ayın başında, ortasında, sonunda oruç tutmayı tavsiye ederdi. Her Arabî ayın 13-14-15'i, eyyâm-ı biyz dediğimiz mehtaplı gecelerin gündüzlerinde oruç tutardı.
Orucu Ramazan'ın dışında da devam ettirmek lazım.
Neden?
Oruç çok güzel bir ibadet olduğu için...
Oruç şahâne bir ibadet. Oruç nefsi terbiye eden bir ibadet. Oruç vücuda sıhhat kazandıran bir ibadet. Oruç kalbi kuvvetlendiren bir ibadet. Oruç insanın gönlünü nurlandıran bir ibadet.
Ârifler tadına varmış oluyorlar.
Bir mâna da: idâmetü's-sıyâm, yani çat pat bir-iki defa tutuvermek değil de, oruca biraz fazlaca devam etmek lazım. Çünkü iyi bir şeye devam etmeyince iyi şeyin sonucu da kolayca alınmıyor. Sonuç alınması için iyi bir şeyin devamlı yapılması lazım.
"Perhiz yaptım hocam."
Ne zaman yaptın?
"Bir gün perhiz yaptım. Ondan sonra oturuyorum sofraya, koyuyorum önüme tabakları; yiyorum, yiyorum... İşte bir gün perhiz yaptım ya..."
Olmaz. Perhizin devamlı olması lazım. Gıdasının bir ölçü içinde devam etmesi lazım. Aşırı yememek lazım.
Burada bir arkadaşımız anlattı. Allah selâmet versin. Zayıf, uzun boylu, hiç kilosu yok, karnı göbeği yok, karnıyla göğsü aynı hizada, güçlü kuvvetli, işinde gücünde, sevimli, sevdiğimiz, boylu poslu tatlı bir arkadaş... Dedi ki;
"Hocam ben çok şişman bir insandım. Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîfini okuyunca; 'Midenizin üçte birini yemekle doldurun, üçte birini suya ayırın, üçte biri de boş kalsın. Tam doymadan kalkın, üçte biri de boş kalsın.' Bu tavsiyeye riayet ettim, o kilolar yavaş yavaş gitti. İşte şimdi böyle özlenen, beğenilen, istenen, temenni edilen güzel bir vücuda sahip oldum. İşte bak; yağ yok, göbek yok, fazlalık yok, rahatsızlık yok. Gayet sıhhatliyim."
İşte bu idâme [ettirmekten] oluyor. İyi bir şeyi idâme ettirmek, devam ettirmek lazım.
"Ben çocukluğumda Amme cüzünü öğrenmiştim..."
Sen şimdi çocukluğu bırak; çocukluğun güzel geçmiş, aferin, mâşaallah... Ama şimdi ne yapıyorsun? Şimdi hiç Kur'an okuduğun var mı? Hiç Kur'an dinlediğin var mı? Din kitaplarını okuduğun var mı? İbadete yanaştığın var mı?..
"Küçükken dedem beni camiye götürürdü..."
Sen şimdi camiye geliyor musun, onu söyle.
İdâme güzel bir âdet. Namaz devamlı olacak. Namazı idâme ettirmek lazım.
"Bir zaman kılmıştım... Zamanında biz de bu işleri yapmıştık..."
Şimdi o vazife kalkmadı ki; yine yapacaksın, ömrünün sonuna kadar yapacaksın.
Namaz dinin direği, gözümüzün bebeği. Namaz olmasa ne yapardık?..
Sabah kalkıp Mevlâmız'a ibadet ediyoruz, ne güzel... Öğleyin ibadet ediyoruz, ne güzel... İkindi ibadet ediyoruz, ne güzel... Akşam ibadet ediyoruz, ne güzel... Yatarken ibadet ediyoruz, ne güzel... Gece ibadet ediyoruz, ne güzel... Ne güzel, ne güzel, ne güzel... Ah ne güzel, ne güzel...
Güzel şeyleri devamlı yapmayı dinimiz bize tavsiye ediyor. Müslüman bazı şeyleri devamlı yapmayı öğrenecek. Bunlardan birisi de; idâmetü's-sıyâm.
Orucu da çat pat tutmayacak, biraz fazlaca tutacak ki şu nefis zabt u rabt altına alınsın. Akıl hâkim olsun, nefis mahkûm olsun. Nefis aklın hizmetine girsin. Şu vücut ülkesinin sultanı, ana yöneticisi akıl olsun, akl-ı selîm olsun. O deli dolu, taşkın, azgın nefis onun emrine girsin, azgınlık yapmasın. Onun için idâme lazım.
İdâmetü's-sıyâm, "Orucu çokça tutanlar" mânasına da gelebiliyor, yani seziliyor. İdâmetü's-sıyâm da cihada yakın bir ibadet.
Bu da nefisle cihattır.
İnsanın canı yemek istemiyor mu? Ramazan'da akşama nasıl acıkıyoruz? İftar sofrasını nasıl özlüyoruz? Nasıl gözlerimiz bayılıyor, hâlimiz gevşiyor, süzgün, baygın oluyoruz? Yemeği nasıl iştahla yiyoruz? Nasıl hoşumuza gidiyor?..
"Allah razı olsun, pek güzel yapmışsın!"
"Afiyet olsun..."
Aman şapur şupur...
Neden?
Yemek yemek insanın hoşuna gidiyor.
Ama yemeyince, oruç tutunca işte bu bir cihat oluyor. Nefisle, nefs-i emmâre ile bir cihat...
O cihadın devam etmesi lazım. Onun için, oruç da cihada yakın bir ibadet oluyor. Sözle de cihat, oruçla da nefse karşı yapılan bir cihattır. Nefsin arzularını dinlememek, onlara mağlup olmamak hususunda bir çalışma oluyor; çok güzel...
Ondan sonra;
Ve'l-haccu külle âm.
Âm, Arapça'da mim'i şeddesiz olunca "sene" demek.
"Her sene..."
Eğer şeddeli olursa; âmmeh, "umumî" mânasına geliyor. Rahmeten âmmeten; umumî bir rahmet. Müennesi âmme, müzekkeri âmmun. Yani mim iki tane olursa. Ama mim tek olursa; âm, "sene" demek.
Ve'l-haccu külle âm. "Her sene haccetmek..."
Bu da cihada yakın.
Ve lâ yakrubu minhü şey'ün ba'du. "Bunlardan sonra artık başka bir şey cihada yaklaşamaz."
"Bunlar tamam, bunlardan başka o kadar kıymetlisi olmaz." mânasına düşünebiliriz.
Her sene hac...
Burada, Türkiye'de çok söylenen bir söze de cevap var. Peygamber Efendimiz'in cevabı var. Demek ki o kardeşlerimiz Peygamber Efendimiz'in hadislerini bilselerdi ileri geri konuşmazlardı.
"Efendim ne imiş bu böyle, her sene her sene hacca gidiyorsun?"
Bak, Peygamber Efendimiz her sene hacca gitmenin önemli olduğunu söylüyor.
O kardeşlerimiz de;
"Her sene hacca gitmesin!" [diyor].
Ne yapsın?
"Parayı şuraya versin, buraya versin..."
Tamam, o hacı efendinin hayatını bir incele bakalım. Camiye milyonlar verdi, milyarlar verdi, sadakasını verdi, zekâtını her sene veriyor, hayrını hasenâtını yapıyor, yetimlere dullara [yardım ediyor].
Sen ey müslümanın hacca gitmesini konuşan insan! Söyle bakalım; sen kaç paralık hayır yaptın hayatında? Ne yaptın? Ne kadar para ayırdın da senin kendi parandan kime ne koklattın?
Uzaktan "Öyle olmasın da böyle olsun..." başkasının hakkındaki sözleri sen söylemeyi bırak da kendine bir bak bakalım. Senin bir hayrın hasenâtın var mı? Arkanda bıraktığın bir şeyin var mı?
Deniliyor ki;
"Pis Arap..."
Hiçbir millet pis değildir, hele Arap hiç pis değildir! Çünkü Peygamber Efendimiz de onların arasından çıktı. "Pis" denmez.
Her milletin belki geri kalmış yerleri, bölgeleri vardır. Oradaki insanlar belki pistir. Belki bizim "medenî" dediğimiz insanlar, bizim şaşkın kardeşlerimizin beğenmediği insanlardan daha pistir. Çünkü ne tahâretlenmeyi bilirler, ne guslü bilirler, ne başka bir şeyi bilirler. Çok perişan... İnsan onların özel hayatlarını inceleyince, onların yaşam sırlarını görünce ne kadar pis olduklarını -tarihlerini inceleyince- anlar.
Hiç kimseye "pis" denmez de...
"Onlara para yedirmek..."
Sen de ülkeni korusaydın... Bir zamanlar Hicaz senindi. Benim dedelerim Yemen'de çarpıştı, Hocamız Suriye cephesinde çarpıştı, üstünden bombalar patladı durdu... Medine'yi kahramanca nasıl müdafaa ettik?
Kaptırmasaydık!
İslâm âlemi bir bütündü. Ne kadar güzel; Belgrad'dan çıkacaktık, hacca kendi ülkemizin içinden gidecektik, gelecektik. Tunus'tan, Cezayir'den yürüyecektik, gemiye veya vasıtaya binecektik, kendi ülkemiz içinden [yolculuk] yapacaktık.
Bu şartların değişmesi mü'minlerin kendilerinin sorumluluğu...
Şimdi o sorumluluğu, kendi kabahatlerini veya ecdâdının kusurlarını [Araplar'a] yüklüyorlar; kendi akıllarından dinî ahkâm kesiyorlar;
"Şu şöyle olsa daha iyi, bu böyle olsa daha iyi..."
Senin aklın bu işlere ermez. Bu işlere aklı eren; medeniyet tarihimizi,kültür yani irfan tarihimizi iyi bilen profesörler var. Bir millet nasıl yükselir, nasıl alçalır, nasıl dağılır, nasıl parçalanır, nasıl bölünür, nasıl yıkılır, nasıl mağlup olur, nasıl galip gelir; bunların esrârı var. Toplum bilim var. Bir toplumun yükselmesi nasıl olur; bunu toplum bilimciler, içtimâiyatçılar, sosyologlar, pedegoglar bilir. İçtimâî rûhiyâtı bilen, sosyal psikolojiyi bilen insanlar... Bu işin planlamasını yapan güzel insanlar güzel planlarsa bir millet gelişir.
Almanya'ya bakın şimdi; Almanya, Şarlman'ın büyük imparatorluğunu kurma peşinde, birlik beraberlik vs. vs. Avrupa Birliğini kurdular. Bu bir büyük ülküdür, o ülküyü yerine getirdiler.
Bizim ne ülkümüz var?
Tabii var. Ama düşünmeliyiz ve ona destekçi olmalıyız. Ülküsü olan insanlar var.
Kafkasya'daki, Bosna'daki kardeşlerimize bir şey olunca bizim yüreğimiz parçalanıyor. Kosova'daki olaylardan yüreğimiz parçalanıyor. Orta Asya'ya, Hindistan'a, Pakistan'a, Keşmir'e, Afganistan'a kadar, Afrika'da her yerle ilgimiz, ilişkimiz var.
Bizim de bir ülkümüzün olması lazım!
Almanya, ülkesinin yarısını istilâ edilmişken kurtardı.
Biz hangi ülkemizi kurtardık, nereyi kurtardık?
Çok şükür Kıbrısımız'ın yarısını kurtardık.
Ama ortada birçok gasp var, birçok zulüm var. Daha yapılacak pek çok işler var. Onları yapmak lazım. O ülkülere sahip olmak lazım. Ve bu işi bilenlere bırakmak lazım.
Bu işi mühendis bilmez, başka meslekte olanlar bilmez. Bu işi tarihçiler bilir, toplum bilimciler bilir.
Bir milletin ülküsünü, mesela Yahya Kemal çok daha iyi bilir. Yahya Kemal'i incelemesi lazım. Mehmet Akif çok iyi bilir. Mehmed Akif'i toplumun incelemesi lazım. Başka meslekten olan insanlar bilmez. Asker, askerliğini yapacak; mühendis, mühendisliğini yapacak; doktor, doktorluğunu yapacak. Doktor bu işleri bilmez. Tabii tek tük içinde bilenleri olur ama o da hariçten, ilgiden dolayı... İkinci bir hobi olarak bilmek asıl meslekten derinlemesine bilmek gibi olmaz.
Bu işi asıl bilen insanlara, asıl büyük alimlere, asıl büyük fâzıl, kâmil insanlara [vermek lazım].
Bu işi Mevlânâ bilir.
Osmanlı İmparatorluğu'nu kim kurdu?
"Osman Gâzi kurdu."
Öyle şey olur mu?
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş temelleri daha gerilere gider. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine gider, Ahmed-i Yesevî hazretlerine gider. Onlar kurdurmuşlardır. Onların idealleri, onların ülküleri, onların yönlendirmeleriyle bu işler olmuştur. Onlar olmayınca bir millet çöker.
Bunları bilmiyor; doktorlar bilmiyor, mühendisler bilmiyor ve onlar işlerin başına geçiyorlar, berbat ediyorlar!
Bilmeyen insanlar...
"Bilmeyen insan işin başına geçerse kıyametin kopmasını bekle!" buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Her işi uzmanına bırakmak lazım!
Avustralya'da ben bakıyorum, mânevî hususlara o kadar dikkat ediyorlar ki... Bir yerde bize bir cami kurdurmadılar. Halk kilise papazının söylediği söze kulak verdi, 200 imza topladı. Satın aldığımız 20 dönümlük yerde -bahçeli, yandaki evler de bahçeli, sokak da tenha- cami yapmamıza müsaade etmediler. Toplumsal bir şuur [var.] Papazlarının dediğini dinliyorlar ve kendilerine göre bir çalışma yapıyorlar.
Tabii doğru değil. Yani medenî değil, insânî değil, dinî bakımdan yanlış, Allah'ın rızasına uygun değil. Ama toplumsal şuur çok kuvvetli.
Kimisi Avustralya bayrağını evinin önünde dalgalandırıyor. Geçerken;
"Burası resmî daire mi?" diyorum.
Üç tane direk var, kocaman bayrak dalgalanıyor.
"Galiba burası bir devlet dairesi..."
"Yok hocam, burada şahıslar bayrağı böyle [asarlar]."
Yani "Ben köküne kadar, tırnağımın ucuna kadar Avustralyalıyım!" diyor.
Alman da öyle; köküne kadar... Almanya'da bir cami kurmak istediğimiz zaman ne müşkülatlarla karşılaşıyoruz. İngiltere de öyle, başka ülkeler de öyle. Herkes kendine göre bir şeyler düşünüyor.
Biz de bu mânevî [konuları] bilenlere biraz kulak vermeliyiz. Toplum bilimcilere, feylesoflara, hakîmlere, alimlere, özellikle işin bu yönünü bilenlere...
Mühendislik bence çok dar bir alandır. İnşaat mühendisliği, barajları yapan bölümü, sivil inşaatı yapan bölümü, bahçe mühendisliği, ziraat mühendisliği... Tamam, güzel; bir ihtisaslaşma, bir özel dalda derinleşme, o da çok güzel, ilerlemenin şartı... Ama o bilmediği bir sahada çok yalan yanlış bir söz söylediği zaman, o da uygulamaya konulduğu zaman toplum çöker.
Herkes bilmediği şeyi "Bunu kim bilir?" diye araştıracak, soracak ve ona tâbi olacak. Hiç bu işle ilgisi olmayan birisi çıkıp da işkembe-i kübrâdan bir palavra -yalan yanlış bir şey- atıp herkes de onun peşinden gitmeyecek. Yalan yanlış olduğu zaman, hatalı olduğu zaman tasvip görmemesi lazım. Bu da toplumun seleksiyon natureli, yani tabiî ayıklaması. Toplum kötü fikirleri ayıklayabilmeli, iyi fikirleri geliştirebilmeli. Geliştirmediği zaman kendisi zarar görür. O zaman kanser olur; parazitler yani asalaklar çoğalır, toplum çöker.
Aziz ve muhterem dinleyiciler!
Bir hadîs-i şerîf okuduk, başka hadîs-i şerîfleri de okuyacaktık ama onlara pek zaman kalmadı. Çok güzel şeyler öğrendik.
Cihat çok önemli bir ibadet, onu hiç bırakmamalıyız. En büyük cihat nefisle cihat, onu yapmalıyız. Sulh istiyorsak harp hazırlığı içinde olmalıyız, en güzel silahlara sahip olmalıyız. Atom bombası yapacak, düşman saldırırsa onu durduracak, caydıracak silahları yapmalı. Ordumuz, devletimiz, milletimiz güçlü kuvvetli olmalı. Ama sadece askerî bakımdan değil, dinî bakımdan da ahlâkî bakımdan da... Hiç rüşvet yenmemeli, hiç haram yenmemeli, hiç haksızlık yapılmamalı, hiç yalan söylenmemeli. Onlar da tasfiye edilmeli, işin o tarafı unutulmamalı.
Cihat önemli. Güzel söz, sözü güzel söylemek ve sözle ilgili çalışmalar önemli. Oruç önemli; oruca devam etmek lazım. Ve her sene hac, bu da önemli... Allah bütün müslümanları hacda topluyor, birbirleriyle karşılaştırıyor, dostlar ediniyor.
Ben şimdi elhamdülillah burada -Avustralya'da- bakıyorum, Malezya'dan, Endonezya'dan, dünyanın muhtelif yerlerinden kardeşlerle tanışıyoruz. Çok güzel... Dünya çok geniş. Türkiye'de bizim ufkumuz çok dar. Dünyanın çok imkânları var; kardeşlerimin o imkânlara yönelmesi lazım. Bu münasebetle onu da söyleyeyim:
Lütfen Doğu-Güneydoğu Asya'ya çok önem verelim!
İran'dan, Pakistan'dan, Afganistan'dan, Hindistan'dan,Bangladeş'ten, Güneydoğu Asya'dan... Vietnam, Laos, Burma; buralarda da müslümanlar var. Oralardan geliyoruz Malezya'ya, geliyoruz Endonezya'ya; 200 milyonluk koca devlet... Bunları ihmal etmeyelim! Bunlarla ilgili kardeşlerimiz çalışmalar yapsınlar, oralara ilgilerini çevirsinler! Oralarda çok imkânlar var. Onları başkaları kaçırmış, biz kaçırmayalım. Bu nesil, yani bizim nesil kaçırmasın. Biraz dünyayı tanıyalım, biraz gözümüzü açalım.
Allahu Teâlâ hazretleri cümlemize tevfîkini refîk eylesin. Yolunda dâim eylesin. Güzel hizmetler yapmaya muvaffak eylesin. Allah hepinizden razı olsun. Her şey, Cenâb-ı Hakk'ın rızasına uygun olarak yapmayı Allah nasip eylesin, gönlünüzce olsun. Rabbimiz'in huzuruna sevdiği razı olduğu kul olarak varın. Rabbimiz cennetiyle cemâliyle de müşerref eylesin. Hem dünyada mesut olun hem âhirette...
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.