es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri,
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun, devam etsin, daimi olsun. Allah rahmetinden mahrum etmesin. Rızasının dairesinin dışına adım attırmasın. Sevdiği kul olmayı nasip etsin. Ramazan geçti; Ramazan'da kazanılan güzel vasıfları Ramazan'dan sonra kaybetmemeyi nasip etsin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, sahih kaynakların yazdığına göre buyurmuş ki;
Men sâme Ramazâne fe-arefe hudûdehû ve yetehaffezu mimmâ yenbağî en yetehaffeza minhü küffire mâ kablehû. "Kim Ramazan orucunu tutarsa ve onun sınırlarını, ahkâmını, yasaklarını, orucun inceliklerini bilirse ve kendisini sakınması gereken noktalardan -yemek içmekten ayrı gözünü, kulağını, diğer azalarını günahlardan- sakınmasını becerebilirse geçmiş günahlarına bu Ramazan orucu kefaret olur, hepsini sildirir."
Müjde var! Ramazan'ın geçmiş günahlara kefaret olduğu kesin bir [bilgi!]
Mühim olan bir insanın güzel bir vasfı kazandıktan sonra kaybetmemesi... Bir güzel vasfı kazanmak kolay olmuyor. Güzel bir sıfat, güzel bir unvan, Allah indinde makbul olan bir huy, bir güzel alışkanlık kazanmak kolay değil. İnsanların kötü alışkanlıklara kayması kolay oluyor da iyi alışkanlıkları alması, benimsemesi kolay değil.
Ama Ramazan bereketli bir ay olduğu için çok şeyler kazandık. Bunu en büyük ölçüde oruç ibadetinin yapısı sağlıyor. Oruç kendisine hâkim olmayı, iradeyi kuvvetlendiriyor, nefsi yenmeyi sağlıyor. İnsan bir şeyi istese, canı çekse bile kendisine "dur" demesini biliyor. Böylece günah olan şeylerden korunacak bir güzel alışkanlık kazanmış oluyor.
Tabii, bu alışkanlığın devam etmesi lazım! Öğrenilmiş olan şeyin hayatta uygulanması lazım! Ramazan'da öğrendi, Ramazan'dan sonra uygulamadı; o zaman kıymeti yok. Fakülte'yi bitirmiş, diplomayı almış ama o mesleği yapmıyor, uygulamıyor veya mesleğinin gereğini yapmıyor gibi oluyor.
Ramazan'ın sonunda Allah bize bir bayram lütfetmiş. Elhamdülillah, O'nun lütfuyla bayram ediyoruz. Bayramın sonuna geldik. Allah nice bayramlara bizleri sıhhat ve afiyetle eriştirsin. Sizlere, çoluk çocuğunuzla; kimleri seviyorsanız, istiyorsanız onlar da yanınızda olarak, mutlu nice nice yıllara, nice Ramazan'lara erişmeyi nasip etsin. Kadir gecelerini yakalayıp, ona tesadüf edip onu ihyâ etmeyi nasip etsin.
Bayramdan sonra, Ramazan'daki durumun korunması lazım! Korunmak için de Ramazan'dan öteki aylara yumuşak bir geçiş gerekiyor. Ben öyle düşünüyorum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, oruçlu devreden oruçsuz devreye "pat" diye geçmek yerine, başka bir şey tavsiye buyurmuş. Bakın, dinleyin!
Sahih kaynakların bize naklettiğine göre buyuruyor ki...
Sahih kaynaklar kimler?
Ahmed İbn Hanbel, Hanbelî mezhebinin imamı, büyük hadis alimi, Müsned-i Ahmed İbn Hanbel diye eserini duymuşsunuzdur. İmam Müslim, Sahîh-i Müslim'in sahibi... İmam Ebû Dâvud, Neseî, İmam Tirmizî, İmam İbn Mâce... Yani Sıhah-ı Sitte'den epeyce var. Ebû Eyyûb hazretlerinden ve Sevban hazretlerinden rivayet etmişler.
Ebû Eyyûb hazretleri; sanırım baba adı ve diğer ismini geniş olarak bilmemize yarayacak bilgiler burada, önümdeki kaynakta kayıtlı değil ama sanırım Halid İbn Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleridir. Peygamber Efendimiz'in çok sevdiği, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine'ye geldiği zaman Efendimiz'i evinde misafir etmiş olan, onun için Mihmandâr-ı Peygamberî diye tanınan sahabidir.
Mihman, Farsça "misafir" demek… Mihmandar da misafiri alıp evinde misafir eden demek... Mihmandâr-ı Peygamberî yani Hz. Peygamber'e ev sahipliği yapmış olan...
Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri medâr-ı iftiharımız, İstanbul'umuzun başının tacı... Her sahabi, vefat ettikleri yerdeki müslümanların mahşer gününde önderi olarak mahşer yerine gidecekler. Tabii mahşerin en güzel yeri de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yanı ve Livâü'l-Hamd isimli Hamd Sancağı'nın altı.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Hz. Âdem dahil bütün peygamberler o Hamd Sancağı'nın altında toplanacaklar."
Peygamber Efendimiz'in elinde Hamd Sancağı olacak. Salihler, sıddıklar, şehitler orada toplanacaklar. Her beldenin müslümanları da o beldedeki sahabinin; oralara cihat için ne zaman gelmiş, nasıl cihat etmiş, nasıl vefat etmişse, türbesi orada olan o mübareklerin önderliğinde Peygamber Efendimiz'in yanına gidecekler. Yani ümit ediyoruz ki İstanbul'daki kardeşlerimiz, mihmandâr-ı peygamberî Hâlid İbn Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin arkasından bir kafile, bir zümre olarak mahşer yerine, Peygamber Efendimiz'in yanına gidecekler.
O mübarek nakletmiş.
Onun evi Peygamber Efendimiz'in Mescid-i Nebevî'sinin, türbesinin hemen karşı tarafında biraz solda idi. Şimdi oraları meydan oldu, mermer döşendi, hiçbir şey kalmadı. Evinin yeri mescit oldu, mescit hâline geldi. Ama eskiden Peygamber Efendimiz'in türbesinin karşısında biraz sol tarafta idi. Karşısında Şeyhülislam Arif Hikmet Efendi hazretlerinin çok kıymetli kütüphanesi vardı. Mimârî bakımdan da, içindeki yazma eserler bakımından da güzeldi. Hakkında makaleler yazılmış güzel ve değerli bir sanat eseriydi. Kıbleye baktığımız zaman onun biraz daha solunda idi.
Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber Efendimiz'in sevdiği, biraz da akrabalığı olan bir kimse. Hâfızu'l-Kur'ân, Kur'ân-ı Kerîm hafızı ve kurrâ, hıfzı iyi... Peygamber Efendimiz'in mescidinde imamlık yapmış.
İstanbullular bilsin! Hani Eyüp semtindeki, o camideki, türbedeki mübarek sahabinin kim olduğunu... Medine valiliği yapmış, sonra birçok cihatlara katılmış; sahabenin de kendisine çok izzet ve itibar ettiği, saygın bir kimse... Sahabe de onu çok sever ve sayarlardı.
Bu kadar izahtan sonra ne rivayet ettiğini söyleyeyim. O rivayet etmiş ki;
Men sâme Ramazâne ve etbeahû sitten min Şevvâlin, kâne ke-savmi'd-dehr.
"Kim Ramazan orucunu tutarsa..."
Elhamdülillâh, tutanlar tuttu. Mazereti olanların mazeretini Allah kabul etsin. Sebep yokken tutmayanlar büyük fırsatlar kaçırdılar. Allah ıslah etsin, hidayet versin. İnşaallah ömürleri olur, önümüzdeki Ramazan'da akılları başlarına gelir de İslâm'ın güzelliğini kavrarlar, anlarlar. İnşaallah o Ramazan'ı ihyâ ederler. Şimdi kazanan kazandı, imtihanın o safhası bitti.
"Kim Ramazan orucunu tutarsa…"
Sonra?
Ve etbeahû sitten min Şevvâlin. "Bunun arkasına Şevval ayından altı günü de eklerse..."
Şevval ayında altı günlük oruç var.
Şevval ayı hangisi?
Ramazan'dan sonraki ay... Bayram günlerinde oruç tutulmaz, o bitti. Önümüzdeki günlerden itibaren artık oruç tutulabilir.
"Kim Ramazan ayını tutarsa, ondan sonra buna Şevval ayından altı günlük orucu da eklerse…"
Kâne ke-savmi'd-dehr. "Dehr orucu gibi olur."
Savmü'd-dehr ne demek?
Dinî bir tabir… Savmü'd-dehr, hep oruçlu olmak demek. Eğer bir insan her gün oruç tutsa... Senede haram olan günler var; bayram günlerinde oruç tutmayı Allah yasaklamış. "Bayram yapacaksınız!" buyurmuş. Onun dışında her gün oruçlu... Bir insan her gün oruç tutmuşsa onun tuttuğu oruca savmü'd-dehr derler. Yani tüm zamanını, tüm günlerini oruçlu geçiriyor.
Bundan aşağı mertebede oruç nedir?
Savmu Dâvûdî, Dâvud aleyhisselam'ın tuttuğu şekilde oruç tutmak...
O nasıl tutarmış?
Aleyhi ve alâ nebiyyîne's-salâtü ve's-selâm. Dâvud aleyhisselâm da başımızın tacı peygamberlerden birisi... O bir gün oruç tutarmış, bir gün tutmazmış; bir gün tutarmış, bir gün tutmazmış... Bu, bir gün tutup bir gün tutmama şekline savmu Dâvûdî derler; Dâvud aleyhisselam'ın oruç tutuşu gibi oruç demek.
Savmu dehr, hep oruçlu olmak; savmu Dâvûdî, bir gün tutup bir gün tutmamak…
Peygamber Efendimiz hep oruçlu olmayı tavsiye buyurmamış. Çünkü o zaman orucun anlamı kalmaz. Hep oruç tutuyor, hep oruç tutuyor; oruç denilen şeyin ayrıcalığı kalmıyor. Hayatı oruç olmuş oluyor. Aslında başka zamanları yiyecek de oruç tuttuğu zaman biraz bayılacak, biraz halsizleşecek, baygınlaşacak. Açlığı ve fakirin halini anlayacak. Sonra midesi dinlenecek ve sair…
Peygamber Efendimiz'in tavsiye ettiği oruçlar şunlar:
1. Haftanın pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak... Kendisi tutardı ve tavsiye ederdi. O hususta hadîs-i şerîfler var.
2. Her ayın başında, ortasında, sonunda oruç tutmayı tavsiye etmiş. İyilikler en aşağı on misli mükâfatla mükâfatlandırıldığı için başında, ortasında, sonunda üç gün oruç tutunca… Bir aylık, üç; on kat fazlası, 30 gün gibi oluyor. "30 gün oruç tutmuş gibi olur." diye onu tavsiye etmiştir. Bununla ilgili hadîs-i şerîfler var.
3. Her Arabî ayın ortasında…
Niye Arabî ay diyorum?
Arabî ay mehtaba, kamere göre ayarlı olduğundan kamerî ay denilir. Kamerî ayın ortası da mehtaplı gecelerdir. Şevval'in 13'ü, Şevval'in 14'ü, Şevval'in 15'i… Ondan sonra gelen Zilkade'nin 13'ü, 14'ü, 15'i… Ondan sonra gelen Zilhicce'nin 13'ü, 14'ü, 15'i… Her ayın ortası, mehtabın olduğu, yusyuvarlak olduğu dolunay olan zaman oluyor. 13'ünde kenarından hafif bir eksiklik vardır, 14'ünde tamdır, 15'inde öbür kenarında hafif bir eksiklik vardır. Ama göz çok zor fark eder. Ancak uzman, usta insan bakınca; "Biraz kenarında eksiklik var." der. Ötekisi yuvarlak sanır.
Geceleri aydınlık ve mehtapla pırıl pırıl, nurlu olduğu için bugünlere yani kamerî ayların 13, 14 ve 15. günlerine eyyâm-ı biyz derler. Arapça'da biyz de ebyaz kelimesinin çoğuludur. Eyyâm, yevm kelimesinin çoğulu... Eyyâm-ı biyz, yevm-i ebyazlar yani "beyaz günler" demek. Gecesi mehtaplı, gündüzü de güneşli oluyor. Hep beyaz, aydınlık oluyor.
İşte o günlerde Peygamber Efendimiz hep oruç tutar, hiç ihmal etmezmiş. Eyyâm-ı biyz oruçlarını hiç kaçırmamış. Onu yani her ayın başında, ortasında, sonunda oruç tutmayı tavsiye ediyor.
Her haftanın pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmayı tavsiye ediyor. Bunlar kendisinin mûtadı… Bunun dışında bir de "arada yapılsın" diye tavsiye ettiği bazı oruç şekilleri var.
Yani müslüman oruçtan tamamen kopmuyor. Zaman zaman oruç tutuyor, sadece Ramazan'a münhasır kalmıyor. Müslümanın oruç tuttuğu zamanlar sadece Ramazan değil. Ramazan'ın dışında da Allah rızası için oruç tutuyor.
Şevval'in altı gününü tutunca… Kâne ke-savmi'd-dehr. Allah bütün senesini, her gününü oruçlu tutmuş gibi sevap verecek.
Neden?
Çünkü Ramazan 30 gündür. On misli mükâfatıyla 300 gün eder. Şevval'in altısı da altı gündür. On misli mükâfatıyla 60 eder. 300 + 60 = 360 eder. Zaten kamerî yıl 360 gün bile değildir, 354 gündür. 355 gün bile değildir. Demek ki beş gün fazlasıyla bütün seneyi oruç tutmuş gibi oluyor.
O halde Şevval ayı içinde, önümüzdeki günlerde size altı gün oruç tutmanın kârlı, sevaplı, faydalı olduğunu, Peygamber Efendimiz'in bu hususta tavsiyede bulunduğunu nakletmiş oluyorum. Dilerim ki bu altı gün orucunu da tutarsınız.
Altı gün orucunu tutarken isterseniz altı günü peş peşe tamamlarsınız. İsterseniz aralıklı aralıklı atlayarak tutabilirsiniz; pazartesi perşembeleri tutarak altı günü öyle tamamlarsınız. İsterseniz takvime bakarsınız, Şevval'in 13, 14, 15'i ne zamana rastlıyorsa eyyâm-ı biyz'de başlayıp onun sonuna üç gün daha ilave ederek tamamlarsınız. Bir taşla birkaç kuş vurmak, sevabı daha çok almak, iki sevaplı işi beraber götürmüş olmak bakımından kârlı olur diye… Sevap kazanın diye ben size bunu hatırlatıyorum.
Oruç güzel bir ibadettir. Oruç çok güzel bir ibadettir.
1. Ruhun ve nefsin terbiyesi bakımından çok güzeldir. İnsanın iradesinin kuvvetlenip kendisine, nefsine hâkim olması bakımından çok güzeldir.
2. Sıhhî ve bedenî bakımdan çok güzeldir. Biz yiye yiye adeta vücudumuzu zorluyoruz, tazyik altında tutuyoruz. Biraz yememeyi öğrenerek midemizi, karaciğerimizi, sindirim cihazlarımızı rahatlattırmış olacağız. Her şey dinlenecek, hafifleyecek, rahatlayacak.
Hem sevabı hem sıhhî faydası var. Maddî ve mânevî faydası var. Rûhî ve irâdî faydası var. Çok kıymeti var. Ahlâkî faydası var; çünkü insan nefsine hâkim olduğu zaman [ahlâkı güzelleşiyor.] Ahlâk dediğimiz şey insanın kendi nefsine hâkim olmasıyla olabiliyor. Yoksa insan nefsine yenildi mi ahlâksızca işleri yapıveriyor.
Nefsi yenmek… Kim nefsini yenerse o felâh bulur. Kim nefsini yenemezse, engelleyemezse, dizginleyemezse, frenleyemezse o da mahvolur. Nefsi insanı çok kötülüklere bulaştırır: içki içirir, kumar oynattırır, para kaybettirtir, hırsızlık yaptırtır, rüşvet aldırtır… Gözlerini hırs bürür. Canı bir şeyi çektiği zaman haram, günah, yasak tanımaz, onu yapmaya yönelir, büyük günahlara girer. Sonunda çok fena olur.
Onun için oruç çok güzel bir ibadet. Bugünlerde altı gün orucunu tavsiye ediyorum.
Gelelim Peygamber Efendimiz'in oruçla ilgili diğer hadîs-i şerîflerini okumaya... Böylece söylediğim sözleri delillendirmiş olacağım.
Sahih kaynakların rivayet ettiğine göre…
Bu "sahih kaynaklar" sözünü niye tekrarlıyorum?
Bazı kimseler, kendilerine bir hadîs-i şerîf söylendiği zaman diyorlar ki:
"Bunun kaynağı ne? Bu hadis zayıf mı, sağlam mı?"
Güzel; bir bilginin kaynağını öğrenmek herkesin hakkıdır. Ama biz de sağlam kaynaklı bir şeyi söyleyince karşı tarafın dinlemesini, tutmasını isteriz. Bu da bizim hakkımız. Yani karşı taraf; "Sahih mi?" diye soruyor ya; "Tamam sahih, hadi bakalım, tut!" diyoruz.
"Zikirle ilgili hadisler sahih mi?"
Öyle sahih ki sapasağlam! Bu konuda âyetler bile var. Hadi bakalım, al eline tesbihi, sen de Peygamber Efendimiz'in tavsiye ettiği zikirleri yap!
"Hocam! O zaman bana derviş derler, tarikatçı derler, hûcu derler..."
Peygamber Efendimiz "bunları yapın" diye tavsiye ediyor, kim ne derse desin! Bunun faydası olduğu için, sevap olduğu için Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor. Müslümanın vasıflarından bir tanesi sapasağlam insan olmak, sapasağlam yürümektir. Sağdan soldan gelen sözlerle, rüzgârla yalpalamamak, yıkılmamaktır. Kınayanın kınamasına aldırmamaktır.
Ve lâ yehâfûne levmete lâimin. "Müslüman hak bildiği, doğru bildiği, dürüst bildiği, güzel bildiği şeyi yaparken birisi ayıplasa, tenkit etse ona kulak vermez, korkmaz, aldırmaz."
Müslüman biraz efedir. Müslüman kahramandır, kabadayıdır, babayiğittir. Sağdan soldan laf atmalara, sataşmalara hiç kulak asmaz. Çünkü yaptığı şey doğrudur ve doğru bildiği şeyi yapar.
İnsanın nelerini tenkit ediyorlar!
Dürüstlüğünü tenkit ediyorlar. İnsana, "Bu devirde dürüst olunur mu, enayi?" diyorlar. Yani dürüst olmamaya teşvik ediyorlar. İnsanların değer hükümleri o kadar kaybolmuş ve o kadar tepetaklak olmuşlar ki baş üstlerine, el üstlerine amuda kalkmış, öyle bakıyorlar. Ayak üstünde, doğru düzgün bakmıyorlar. Her şeyi ters görüyorlar. Çünkü kendileri tepetaklak... Onun için onlara bakılmaz.
Gelelim, sahih hadislerden Peygamber Efendimiz'in oruçla ilgili sözlerine...
Ebû Zer-i Gıfârî radıyallahu anh'ten sahih kaynakların rivayet ettiği ve Tirmizî'nin "hasen hadis" dediği bir hadîs-i şerîf;
Men sâme selâsete eyyâmin min külli şehrin fe-kad sâme'd-dehra küllehû. "Her kim her ayın içinde üç gün oruç tutarsa bütün zamanı, bütün ömrü, bütün seneyi hep oruçlu geçirmiş gibi olur."
Tamam, bunu da anlıyoruz. Bizim bildiğimiz bir hesap var; iyilikler en aşağı on misli mükâfatlanacaktı. Her aydan üç gün olunca, on misli 30 edecek. Her aydan üçer üçer tutunca bütün sene oruçlu gibi olacak. Peygamber Efendimiz'in bu sözünü anlıyoruz. İlâhî mükâfat kuralı işliyor. Üç gün tutunca 30 gün sevabı verdiği için, bütün seneyi tutmuş gibi sevap kazanıyor.
Demek ki her aydan üç gün tutacak.
"Hangi üç günü tutayım?"
Bu hususta çeşitli tavsiyeler var. Başında, ortasında, sonunda tutarsan olabilir. Tam ortasında 13, 14, 15'inde tutarsan daha güzel olur. Aralıklı aralıklı, istediğin zaman tutarsan, o da olur. Çünkü, "Mutlak ıtlâkı üzere bırakılır." Mecelle'nin kaidesi bu... Yani Peygamber Efendimiz herhangi bir şart koşmadan söylemişse, "Bir ayda üç gün oruç tutan bütün senesini, ömrünü oruçlu geçirmiş gibi olur." diyorsa, öyledir. Artık "hangi gün"ü kalmaz. Teferruat söylenmemiş, şart koşulmamışsa o umûmî hükme uyan her çeşit tavır olabilir.
Bir keresinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Ey insanlar! Allah size bu mübarek Kâbe-i Müşerrefe'yi, Beyt-i Muazzama'yı, Mescid-i Haram'ı belirli zamanda, belirli kurallara, farzlarına riayet ederek ziyaret etmeyi, haccetmeyi farz kıldı."
Hac âyetleri, emirleri gelince cemaate, etrafındaki kalabalığa böyle duyurdu. Bir zât kalktı o sorunun, o açıklamanın üzerine Peygamber Efendimiz'e dedi ki;
"Yâ Resûlallah! Her sene mi haccedeceğiz?"
Efendimiz hiç cevap vermedi. O, Peygamber Efendimiz'i duymadı sandı. Tekrar;
"Yâ Resûlallah! Allah her sene mi haccetmeyi emrediyor? Her sene mi haccedeceğiz?"
Efendimiz yine bir şey demedi. Bir şey dememesinden yine anlamadı, bir kere daha sordu. Peygamber Efendimiz içeri girdi, bir müddet sonra çıktı. Dedi ki;
"Ey insanlar! Ben size bir söz söyledim mi benim söylediğimle yetinin. Fazla soru sorup da kendinizi tehlikeye atmayın! Çünkü eğer 'her sene mi' dediği zaman ben cevap verseydim, 'her sene' deseydim Allah, ben O'nun peygamberi olduğum için benim hatırıma haccetmeyi her sene farz ederdi. Her sene de gidemezdiniz, hepiniz günahkâr olurdunuz."
Her sene hacca kaç kişi gidebilir?
Belki Hicaz'dakiler gidebilir ama uzaktakiler gidemez.
"Ben umûmî söylemişsem umûmî haliyle bırakın. 'Her sene mi, şartı var mı, şurtu var mı?' diye sormayın. Sorarsanız, zorlaşır."
Kur'ân-ı Kerîm'in ikinci ve en büyük sûresi Bakara sûresinde yahudilerin bir inek kurban kesme macerası vardır. Allahu Teâlâ hazretleri onlara;
"Bir inek kurban edin!" dedi. Onlar bu sefer dediler ki;
"Nasıl bir inek? Rengi nasıl olacak? Şöyle mi, böyle mi?"
Onlar sordukça Allah da, "Şöyle olacak, böyle olacak." diye şartlar vahyetti. Bu sefer o cins ineği bulmakta zorluk çektiler. Kestiler ama neredeyse kesmeyeceklerdi, günahkâr olacaklardı, Allah'ın kahrına, gazabına uğrayacak duruma geleceklerdi.
Demek ki "üç gün tutmak" diyor. Tamam! Artık, "Bunun hangi günüydü, hangi tarihleriydi?" filan diye karıştırmaya lüzum yok... Bir ayın içinde kendisine uygun gelen üç gün oruç tutarsa o sevabı alır.
Bir başka hadîs-i şerîfte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hatîb-i Bağdâdî'nin Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten rivayet ettiğine göre, bir de Sehl İbn Saad radıyallahu anh'ten rivayet var, diyor ki;
Men sâme yevmen tetavvuan lem yettali' aleyhi ehadün, lem yerdallâhu lehû bi-sevâbin dûne'l-cenneti.
Ne kadar güzel!
"Bir insan Ramazan'ın dışında, farz olmayan bir zamanda…" Mecbur değil, farz değil ama "Sevap kazanayım." diye… Buna tav'an veya tetavvuan deniliyor. Yani, "İtaat olsun, Allah'a kurbiyet olsun, yakınlığa vesile olsun, sevap kazanayım." diye kim bir gün nafile oruç tutarsa...
Nafile, bizde boşuna mânasına da geliyor da onu kullanmak istemiyorum. "Nafile uğraşma" yani boş yere uğraşma gibi anlaşılıyor. Tetavvuan güzel! "Bir insan Allah'a itaat kastıyla, iyi kulluk yapmak maksadıyla bir gün oruç tutarsa…"
Ama nasıl, şart?
Lem yettali' aleyhi ehadün. "Onun oruç tuttuğuna kimse vakıf olmayacak." Kimse anlamayacak, kimseyi bilgilendirmeyecek, kimseye açmayacak, "Ben oruçluyum." diye ifşâ etmeyecek. Kimse de bu adamın oruçlu olduğunu anlamayacak. Yani delikanlı tabiriyle söyleyelim, çaktırmadan, sezdirmeden orucu tutacak.
Lem yettali' aleyhi ehadün. "Kimse bunun oruçlu olduğunu anlayamadı."
Öyle bir oruç tutarsa Allahu Teâlâ hazretleri onun mükâfatı olarak cennetten başka bir şeye razı olmaz. Yani, "Bu orucun mükâfatı cennettir, der; cenneti verir." demek.
Demek ki aziz ve sevgili dinleyiciler!
Oruçları Allah rızası için tutacağız ve "Oruçluyum, oruçluyum." diye de herkese söylemeyeceğiz, saklamaya çalışacağız. "Ben ne adamım, ne kadar dindarım! Bak, ne kadar âbid ve zahidim! Görüyor musunuz, işte oruçluyum, oruçluyum..." derse o zaman riyaya, gösterişe, süm'aya girer. Allah'ın sevmediği şeyler bunlar.
Gösteriş için, başkası beğensin, alkışlasın veya takdir etsin diye böyle şeyler yapmak doğru değil; onlardan kaçınacağız. İbadetin, nafile ibadetin yani tatavvu, farz, mecburî olmayan, sevap kazanmak maksadıyla yapılan ibadetlerin saklı olmasını Allah seviyor. Riya olmasın, gösteriş olmasın, şöhret olmasın, alkış olmasın, caf caf olmasın, fiyaka olmasın, adam onu kullanmasın… Âhiret işi yapıp da dünyalık nüfuz ve alkış toplamak gibi çirkin işler tahakkuk etmesin diye saklamayı dinimiz uygun buluyor.
O zaman ne olur?
Sessiz sedasız olursa mükâfat alır. Alkışlı, davullu, zurnalı, "Ben oruçluyum! Ben oruçluyum! Ben oruçluyum!.." derse sevabı gider. Anlıyoruz ki ibadetler sessiz sedasız, Allah rızası için yapılacak.
Oruçla ilgili bir iki hadîs-i şerîf daha okuyalım. Nafile oruçların mükâfatları hakkında çeşitli hadîs-i şerîfler var ama başka başka zamanlarda tutulan oruçları anlatmak istiyorum;
Men sâme yevme arefete ğaferallâhu lehû seneteyni; seneten emâmehû ve seneten halfehû.
Hatırınızda kalsın istediğim, kalmasını temenni ettiğim hadîs-i şerîflerden birisidir. İbn Asâkir, Ebû Said hazretlerinden Taberânî ve İbn Mâce, Katâde hazretlerinden rivayet etmişler. Başka kaynaklarda da var.
Arefe gününde oruç tutmak.
Arefe günü hangi gündür?
Karışıklığa sebep olmasın diye belirtmem lazım! Yevm-i arefete dediği, hacıların Arafat'a çıktığı gün demek. Biz her güzel bayram gününün bir gün evveline arefe diyoruz; öyle değil. Burada maksat hacılar hacca gittiğinde Kurban bayramından bir gün önce Arafat'a çıkıyorlar, işte o Arafat'a çıkma günü… Yani Zilhicce kamerî ayının dokuzuncu günü; tarih bu…
"Kim arefe günü oruç tutarsa Allah onun iki senelik günahını bağışlar."
Bakın, bir günlük oruçla iki senelik günahını bağışlıyor. Seneten emâmehû. "Önündeki bir yılın günahını bağışlar." Ve seneten halfehû. "Geçirmiş olduğu, mazide kalmış olan senenin günahını bağışlar."
Çok ilginç! Bu o kadar ilginç ki ben buradan şu anlamı sezinliyorum, inşaallah yanlış değildir:
Yani bu orucu tutanı Allah önündeki senede de yaşatacak da o sene yapacağı günahları da affedecek. Bir sene daha yaşamasını insan bilmez ki önündeki senesinin günahları affolsun.
Ne demek?
Yaşatacak… Allah ömür verecek de hatası, günahı da olursa bağışlayacak, mânasını seziyorum.
"O zaman aman bunu yazalım hocam!"
Zilhiccenin dokuzu... Açın takvimi, Zilhicce'nin dokuzunu kırmızı boya ile boyayın, fırçayla kocaman çarpı işareti koyun. Not olarak da isterseniz, "Kurban bayramından bir gün önceki arefe günü oruç tutmak!" diye yazın.
Yalnız burada bir şeyi hatırlatayım:
Hacılar, hacca gitmiş olan Hacı babalar, hacca gidecek olan hacı namzedleri, hacı valideler, teyzeler Arafat'a çıktıkları gün oruç tutmazlar. Yani oraya hacca gitmiş olanlar tutmazlar. Orada mekruh, pek makbul değil, uygun değil.
Neden?
Çünkü orada ibadet edecek; sefer hali, seyahat hali var. Ev yok, bark yok, sıkıntı var... Mina'dan sabahleyin Arafat'a gidecek, akşama kadar orada çadırda kalacak. Oradan akşamleyin Müzdelife'ye gelecek. Müzdelife'de ikamet yeri yok, çadır bile yok; açıkta kalacak. Yürüyecek, yürümezse vasıtaların içinde bekleyecek, pişecek, yorulacak... İşte o gün hacılara tavsiye edilmiyor.
Hacca gitmeyenler yazsınlar. Gidemeyecek veya gitmiş olanlar, Kurban bayramının arefesinde oruç tutmayı takvimlerine, "Bugün de çok sevapmış." diye işaretlesinler. İki ay sonraki bir günün orucunu şimdiden size bildirmiş, müjdelemiş oldum; tutasınız diye...
Bir başka hadîs-i şerîfi daha okumak istiyorum:
Men sâme yevme'l-erbiâi ve'l-hamîsi ve'l-cumuati sümme tesaddaka yevme'l-cumuati bi-mâ kalle min mâlihî ev kesüra gufire lehû küllü zenbin amilehû hattâ yasîra ke-yevme veledethü ümmühû mine'l-hatâyâ.
Birçok kaynaklardan; Taberânî'den vesaireden İbn Abbas radıyallahu anhümâ'dan rivayet edilmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Kim yevm-i erbiâda ve hamîs'te oruç tutarsa..."
Yevm-i erbiâ ve hamîs ne demek?
Mahsustan kullanıyorum bu kelimeleri, biraz Arapça öğrenin diye… Yevm-i erbiâ, çarşamba günü; yevm-i hamîs de perşembe günü demek... Erbiâ dört kelimesiyle ilgili, hamîs de beş kelimesiyle ilgili. Zaten çarşamba derken, çar da dört demek; biz Farsçasını kullanıyoruz. Perşembe derken, penç şenbe diyoruz; penç de beş demek. Yani aynı şeyi kullanmışız ama Farsçasını...
"Çarşamba ve perşembe günü kim Allah rızası için, mecburiyet olmadan, sevap kazanmak maksadıyla oruç tutarsa…" Ve'l-cumuati. "Bir de cumayı eklerse..." Biliyorsunuz cuma günü tek başına oruç tutmak doğru görülmüyor ama çarşamba, perşembe, cuma; üçünü birbirine eklerse… Sümme tesaddaka yevme'l-cumuati. "Cuma günü de olunca tasadduk ederse…" Yani cüzdanı açıp para veyahut ambarı açıp mal, yiyecek, içecek bir sadaka verirse...
Sadaka para ile de, bir torba, bir çuval pirinçle de, bir teneke zeytinyağı ile de, elbise vermekle de yani malla da herhangi bir şekilde olur. "Cuma günü tasadduk eder, sadaka olsun diye bir şey verirse…" Bi-mâ kalle min mâlihî ev kesüra. "Malından az veya çok bir sadaka verirse..."
Burada da, "Şu miktardan az olursa kabul etmem." diye bir şart yok. Az veya çok! Yalnız cuma günü sadaka verecek. Çarşamba, perşembe, cuma oruç tutacak; cuma günü de sadaka verecek.
Ne olurmuş?
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
Gufire lehû küllü zenbin amilehû. "İşlediği bütün günahları affolunur." Hattâ yasîra ke-yevme veledethü ümmühû mine'l-hatâyâ. Hatalardan o kadar temizlenir ki anasının doğurduğu ve dünyaya getirdiği gün, "ınga" dediği zaman nasıl masum bir yavru idi! Annesinden doğduğu gün hiç günahı var mı? Yok… Yeni doğmuş bir çocuk! Defterinde hiç günah yazılı değil; sıfır, tertemiz! "Anasından doğduğu günkü gibi olur, hataları silinip tertemiz olur."
Duyan, "Ben bunu yaparım!" diyecek. Bu kaçırılmaz!
Hem de bakın bunları ne münasebetle söylüyoruz?
Önümüzdeki günlerde altı gün oruç tutacağız ya… "Ben çarşamba, perşembe, cumayı denk getiririm, bunu kazanırım." demeniz için söylüyorum, Sizin sevap kazanmanıza delalet etmek istiyorum.
Bunda benim kârım ne?
Benim kârım da tam sizin aldığınız sevap kadar sevap almak... Sizden bir şey eksilmeyecek ama Allah size sevap kazandırdığım için, sizin sevabınız kadar da bana bir mislini verecek. Halbuki ben o orucu tutmadım, siz tuttunuz. Ama sizin orucunuzun sevabı kadar [bana da]… Çünkü ben söyledim, sizi heveslendirdim, siz de tuttunuz diye...
Onun için beni tanıyan kardeşlerime, ihvanımıza rica ediyorum. Hayra delalet eden de hayrı işlemiş gibi sevap alır, diye bu fırsatları kaçırmasınlar! Hadîs-i şerîflerde duydukları güzel şeyleri bir yere yazsınlar, hemen bir yerde uygulasınlar da o sevaplar ellerine geçsin.
Şevvalin altı gününü söyledik, arefe orucunu söyledik, pazartesi-perşembe orucunu söyledik, çarşamba-perşembe-cuma günü orucunu da söyledik.
"Bunların hepsi bir yerde toplanır mı?" diye bir vaaz bilmecesi sorsak…
Toplanır! Eyyâm-ı biyz'leri işaretleriz. Eyyâm-ı biyz'ler yani Şevval'in 13'ü, 14'ü, 15'i hangi güne denk geliyorsa onun başındaki çarşambasını, perşembesini de eklerdik. Pazartesi'den başlardık… Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma… Hepsini birden tuttuk mu bu hadislerde vaat edilen sevapların hepsi Allah'ın lütfuyla, inşaallah defterimize yazılırdı.
Biz kuluz, her şeyimiz Cenâb-ı Hak'tan... Neyimiz varsa, O'ndan... Ömrümüz, hayatımız, sıhhatimiz O'ndan, imanımız O'nun lütfu… Aklımız O'nun verdiği bir akıl... Çoluk, çocuk, ev, bark, mal, mülk, bilgi, hafıza her şeyimiz O'ndan... Her şeyi veriyor. İstemeden nice nice nimetleri vermiş. Nimetlerimiz az mı? Üzerimizdeki nimetleri saymak istesek sayamayız. Âyet-i kerîmede, "sayamazsınız" diyor.
Kur'ân-ı Kerîm'de iki âyette geçiyor, birisi şöyle;
Ve in teuddû ni'metallâhi lâ tühsûhâ, inne'l-insâne le-zalûmün keffârün. "İnsanoğlu bu kadar nimetlerin kadrini, kıymetini bilmez. Allah sayılamayacak kadar nimet veriyor. İnsanoğlu çok zalim ve küfrân-ı nimet edici bir mahlûktur."
Öteki âyet-i kerîme;
Ve in teuddû ni'metallâhi lâ tühsûhâ, innallâhe le-gafûrun rahîmün. "Allah çok mağfiret edicidir, çok merhametlidir." diye devamında da bize rahmetini gösteriyor. Yani, "Siz bu nimetlerin şükrünü edâdan âciz kalırsınız ama Allah afv u mağfiret eder." demiş oluyor.
Yoksa biz, Allah'ın bize verdiği nimetlerin bir tanesinin ücretini, dünya maaşlarımızla, servetlerimizle ödemeye kalksak, ödeyemeyiz. Ne gözü ödeyebiliriz, ne kulağı, ne aklı, ne sıhhati...
Zaten sıhhatin kenarından küçücük bir şey eksildiği zaman millet Almanya'yı, Amerika'yı boyluyor. "Houston hastanesi, İsviçre'deki falanca klinik, vs." diyor. Sıhhatinin bir parçasını oralarda bulmak için fabrikasını, evini, barkını, köşkünü satıyor. İnsanlar sıhhatin bir parçasını almak için yardım olarak oradan bir şey umuyor. "Sıhhatimi acaba ameliyatla sağlayabilir miyim?" diye sıhhatinin küçük bir parçası için servetini veriyor.
Cenâb-ı Hakk'ın hiçbir şeyini ödeyemeyiz.
Bunu niçin söylüyorum?
Cenâb-ı Hak zaten istemeden bize birçok nimet vermiş. Biz de böyle heveslenir de peşine düşersek… "Rabbimiz böyle ibadet etmemizi seviyormuş." diye severek, aşk ve şevk ile kulluk edersek...
Allah dua etmeyi de seviyor.
"Yâ Rabbi! Ben bunu istiyorum!"
İstemeyi seviyor. Dünyanın zenginleri isteyene kızmaya başlarlar. İlk önce sabırlıysa bir şey demez. İkincide biraz yüzü kızarır. Üçüncüde daha kızarır. Dördüncüde, beşincide filan hep isterse, en sonunda; "Eeeh!" diye patlayarak, "Başka zengin yok mu ya? Git de biraz da başkasından iste! Yeter artık, vermiyorum." deyiverir.
Allah öyle demiyor. Allah dua eden kulunu seviyor. Dua edenin duasını, niyaz edenin niyazını, tazarrû edenin (Tazarrû da Arapça niyaz mânasına… Tazarrûat filan diye Sinan Paşa'yı edebiyat derslerinden duymuşsunuzdur.) tazarrûunu, yalvarmasını, istemesini seviyor ve "isteyin" diye kendisi emrediyor.
Ve kâle rabbükümü'd'ûnî estecib leküm. "Bana dua edin." diye kendisi emrediyor.
Kul mâ ya'beü bi-küm rabbî levlâ duâüküm. "Duanız olmasaydı, Allah size hiç kıymet vermezdi."
Kulun duası makbul Allah indinde... Allah istemeyene kızıyor...
Men lem yedeıllâhe gadaballâhu aleyhi. "Kim Allah'tan bir şey istemezse, dua etmek aklına gelmezse; Allah'ın yolu, caminin yolu, seccadenin yeri, kıblenin istikameti hiç hatırında değilse [Allah ona gazap eder.]"
Adama soruyorsun, kıbleyi bile bilmiyor. Bizim seyyar satıcı dostlardan birisi Anadolu'da bir kasabaya gitmiş. Müşterisine sattığı malları vermiş. Akşam olduğu için, müşteri demiş ki; "Lütfen bize buyurun, misafir olun." O da; "Tamam, olurum." demiş. Müşterisi iyi, paraları iyi... Tabii bizim seyyar satıcı müslüman... Seyyar satıcı ama Ankara'da, İstanbul'da -neredeyse- dükkânı var da malını pazarlamak için gidiyor.
Pazarlamak maksadıyla oraya gittiği zaman adamın evine misafir olmuş. Adama namaz vakti gelince demiş ki;
"Ben abdest alacağım, namaz kılacağım."
"İşte musluk, işte havlu..." diye ev sahibi göstermiş. Orası tamam. Abdesti almış.
"Namaz kılacağım, kıble ne tarafta?" demiş.
Ev sahibi ensesini kaşımaya başlamış. Kıbleyi bilmiyor. Alnı secdeye gelmemiş, evinin kıble tarafından haberi yok. Namaz kılmıyor. Nasıl kızmış bizim satıcı, nasıl kızmış! Kızgınlığından kendisini tutamamış, yemini basmış;
"Vallahi billahi, ben kıblenin yönünü bile bilmeyen bir insanın evinde misafir kalmam." demiş, kapıdan çıkmış gitmiş.
Adam da mahcup olmuş, "Yahu gel, öğrenirim... Yapma, tamam, bundan sonra öğreneceğim, kılacağım." filan demiş. Yeminini bozmamış, gitmiş başka bir yerde yatmış. Ötekisi de kıblenin yönünü öğrenmiş, her halde alnı da ondan sonra secdeye gelmiş.
Öyle insanlar var ki kıbleyi bilmiyor. Öyle insanlar var ki kelime-i şehâdet getirmeyi bilmiyor. Öyle insanlar var ki, "Senin peygamberin kim?" dediğin zaman aklına gelen, ağzına gelen meşhurlardan bir isim söylüyor. Ne olduğunun da farkında değil, peygamberinin ismini bilmiyor.
Bu nedir? Kim suçlu?
Başta dini öğretecek insanlar suçlu! Başta devlet suçlu! İnsanları yöneten kim varsa onlar suçlu! Babalar, anneler, öğretmenler, devlet, millet, alimler suçlu...
Neden?
Bu kadar cahil bıraktırılmaz ki! Bu kadar cahil kalınmaz ki! Bunlara öğretmek lazımdı; annesi babası öğretecekti, onlar öğretmemiş. Okulda öğretmen öğretecekti, o öğretmemiş. Toplum öğretecekti, toplum öğretmemiş. Namazsız, niyazsız, teşekkürsüz…
Bir arkadaş bir şey almak istemiş Avustralya'da, İngilizcesi biraz zayıf ki;
"Bana yarım kilo şundan ver." demiş, İngilizce… Give me from this fruit filan diye İngilizce yarım yamalak söylemiş.
Karşıdaki satıcı ne demiş?
Gülüyoruz biz, o bize anlatıyor, gülüyoruz. Ben de başkalarına anlatırken gülüyorum.
"Please demezsen vermem." demiş. Please, lütfen demek.
İngilizler alışmış, "Lütfen şunu verir misin? Lütfen yarım kilo verir misin?" diyorlar. Para alıyor, veriyor. Thank you, please… Bunlara toplum insanlarını alıştırmış. Söyleyeceksin, "Please'siz olunca vermem." diyor adam. Bozuluyor, işe razı olmuyor, kızıyor.
"Tamam, please." demiş, almış.
Toplum bu kadar eğitimsiz olmaz ki! Allah'ın verdiği rızkı yiyip de Allah'ı bilmemek olmaz ki!..
Ben İlâhiyat Fakültesi profesörüyüm. Bu meseleleri ömür boyunca okudum, inceledim. Dinsizlik bir çıkar yol değil ki... Dinsizlik bilimsel veya mantıklı değil ki... İnkârcılık: çözümsüzlük... İnkâr etmek, münkir olmak, kâfir olmak toplumu, tabiatı, yeri, göğü, bitkileri, varlığı izah edemiyor ki... Yani bütün o büyük filozoflar, bilim adamları büyük ölçüde bir dine inanıyorlar. Ama dinin en doğrusu İslâm...
İnne'd-dîne indallâhi'l-İslâm.
İnsanın müslüman olması lazım! Öğretmeyenler sorumlu... Peygamber Efendimiz, "Hepiniz çobansınız, hepiniz sürünüzden sorumlusunuz, mesulsünüz." diyor. Sorumlu olup da sorumluluğunun gereğini yapmayan herkesin Allah yakasına yapışıp çatır çatır sorar ve cezasını verir.
Allahu Teâlâ hazretleri sorumluluğumuzu idrak etmeyi cümlemize nasip etsin. Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
"Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu, içinde taşların bile çatır çatır yandığı, taşların ve insanların yakıtı olduğu cehennem ateşinden koruyun."
Çocuğun cehennemden korunması, cennetlik olarak yetiştirilmesi için ilk vazife annenin ve babanın vazifesi... O yapmayınca, toplum yapacak. Çünkü ahlâkın, nefis terbiyesinin, dürüstlüğün, iyi vatandaşlığın kaynağı dindir. Ötekisi rüşvet alır, vatanı satar. Gerçekler böyle...
Allah bizi gaflet uykusundan toplum olarak uyarsın, uyandırsın. Gerçekleri bilen bir toplum eylesin. Gerçeklerden uzaklaştırırsa cezası daha büyük olur, felaketler gelir. Allah lütf u keremi ile gaflet uykusundan uyandırsın. Kendisine güzel kulluk yapmayı nasip etsin. Tevfikini refik eylesin. Sonunda hem dünyada hem âhirette bahtiyar olmayı, felaketlere uğramamayı, cezalara çarpılmamayı nasip eylesin... Cümlemizi, cümlenizi cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin...
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.