Cumanız mübarek olsun.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Deylemî, İbn Mes'ûd radıyallahu anh'ten merfûan rivayet etmiş bu hadîs-i şerîfi. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz;
el-Îmânü üryânün ve libâsühü't-takvâ ve zînetühû'l-hayâ ve mâluhu'l-fıkh ve semeretühü'l-amel.
Çok özlü bir hadîs-i şerîf, o bakımdan çok seviyorum. İçinde çok önemli işaretler var.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; el-îmânü üryânün; "İnanç, insanın içindeki imanı çıplaktır." Ve libâsühü't-takvâ; "Bu imanı örten elbisesi takvâdır." Ve zînetühû'l-hayâ'; "Süsü; utanç duygusu, hayâdır." Ve mâlühu'l-fıkh; "Sermayesi, malı fıkıhtır." Ve semeretühü'l-amel; "Meyvesi, sonucu, mahsulü de ameldir."
Şevval ayı içinde hatırlattığım bir ibadet var, altı gün şevval içinde oruç tutmak. Şevval'in altı gün orucu derler buna, sitte-i Şevval derler.
"Kim Ramazan ayını oruçla ihya eder, vazifelerini yapar, Şevval ayında da altı gün orucunu eklerse, bunların peşinden onları da tutarsa bütün seneyi eksiksiz, tamamen oruç tutmuş gibi sevap kazanır." diye bildiriyordu Peygamber Efendimiz.
[Biz] sizin sevap kazanmanızı istiyoruz. Allah'ın sevgisini, rızasını, Peygamber Efendimiz'in şefaatini kazanmanızı istiyoruz. Sevaplı olan ibadetleri vaktinden önce size haber vererek onları yaparak o sevapları kazanmanızı diliyoruz; arzumuz, gayretimiz bu.
İbn Mes'ûd radıyallahu anh'ın bize rivayet ettiği bu hadis üzerinde durmak istiyorum.
"İman üryandır. Çıplaktır, üstünde hiçbir şey yoktur, çırılçıplaktır."
İnsanoğlunu düşünün, göz önüne getirin. İnsanoğlu çıplak durmuyor, bir giyimi var. Medeniyetin sembolü giyim. Çıplak durduğu zamanda çevreye intibak da zor oluyor. Kar var, yağmur var, aşırı sıcak var, bunların hepsinden -tabiat şartları- elbisemiz bizleri bir kere koruyor. Sonra insanı utanacağı, utanç duyacağı yerlerini örterek koruyor. Giyinme Allah'ın bir lütfu…
Tabi belli bir miktarı örtünmek farz; erkekler için hiç olmazsa göbekten dizinin altına kadar olan kısmını -bizim mezhebimize göre- örtmek farzdır. Yani açamaz oraları.
Buradan derhal bazı şeyler çıkıyor siz sevgili kardeşlerime. Mesela denize girerken kısa bir şey giydiği zaman, üstü görüldüğü zaman bizim mezhebe göre farz yerine getirilmemiş oluyor, çiğnenmiş oluyor. Demek ki küçük mayolar uygun olmuyor. Onun yerine -biliyorsunuz- bu modacılar her sahada çalışmalar yapıyorlar.
Hanımlar için çok güzel tesettür modelleri gelişti, büyük müesseseler kuruldu. Hatta yurt dışına ihracat yapıyorlar. Mayoda da -bir kardeşimiz, kim bulduysa Allah razı olsun- Haşema diye bir şey çıkarttılar. Eski yağlı pehlivanların kispet dediğimiz göbekten diz altına kadar örten bir kıyafet[i gibi] ama güzel, ağır değil; su hemen süzülüyor. Farzı yerine getiriyor. Demek ki bizim denize girişimiz bile farklı olacak. Allah'ın emrini tutarak, Allah'a isyan etmeden farzları yaparak, haramlara dalmadan yapmamız lazım işi. Orada bile örtünme bahis konusu.
Hanımlar için vücutta bu örtünülecek miktarlar, yerler daha geniştir, daha çoktur. Daha doğrusu kestirme tarif etmek gerekirse nereleri örtülmeyecek, onları söylemek daha uygun olacak. İslâm'a göre kadının yüzü, elleri ve ayakları da bileklerinden; buraları açık olabilir. Bunun dışında bir müslüman hanımın her tarafını örtmesi gerekiyor.
Burada hemen sevgili kardeşlerimiz, vatandaşlarımız aklımıza geliyor. Mâsum insanlar, temiz kardeşler, tertemiz pırlanta gibi kalbi olan kimseler; Allah kendisinin sevdiği, razı olduğu bilgileri onlara öğretsin. Allah'ın istediği şekilde hareket etmeyi de başarsınlar.
Diyorlar ki;
"Kalbimde bir kötülük yok, benim kalbim temiz!" "Dışım böyle örtülü değilse de kalbim temiz!"
Çok güzel, çok iyi bir vasıf, ama bizim giyimimizle, yaşamımızla, yeme-içmemizle, kazancımızla, uyumamızla, evlenmemizle ilgili Allah'ın birçok emirleri var, yasaklar var. Müslüman, Allah'a teslim olmuş insan demek. Allah'ın emirlerini tutmaya karar vermiş; haramları işlemeyecek, emirleri tutacak.
Müslüman olmanın ana mantığı bu. Ben Allah'ın emirlerine kendimi bağlıyorum… Teslim demiş oluyor. Onun için kalbi temiz, güzel; ama Allah'ın sevmesi için giyilmesi gerekiyor. İşte onun gibi iman da çıplaktır; bunun örtüsü, giyimi… Bir insan örtünüyor, Allah'ın emri. İmanın da örtüsü takvâdır.
Takvâ ne demek?
Bu çok önemli bir kavram İslâm'da. Bütün kardeşlerimin bunu öğrenmesi lazım. En önemli kavramlardan birisi İslâm dininde takvâdır. Kısaca yeri geldikçe hatırlattığımız için bizi devamlı dinleyenler bilir. Ama ilk defa dinleyeni nazar-ı dikkate alarak hatırlatalım.
Takvâ ne demek?
İnsanın kendisini maddî, mânevî tehlikelerden sakınması, koruyup kollaması demek. Demek ki insanın imanı çıplaktır. Biraz titiz, dikkatli müslüman olacak, kendini günahlardan, haramlardan koruyacak, Allah'ın sevmediği bir duruma düşmekten koruyacak. Allah'ın emirlerini yapamamaktan, onları kaçırmaktan kendisini koruyacak; bu önemli. Takvâ duygusu çok önemli bir duygu. Bütün müslümanlarda bu olması lazım.
Ramazanda da insan takvâyı bir ay boyunca egzersiz ile öğrenmiş oluyor, yapmış oluyor. Sakınmayı, korunmayı öğreniyor. Bir egzersiz, ruh eğitimi yapmış oluyor. Onun için Ramazanın sonunda, takvâ konusunu içine alan bu hadîs-i şerîf önemli.
"Benim imanım var!" diyor, "Elhamdülillah müslümanım!" diyor kardeşlerimiz.
Ama ne olacak?
O iman çıplaktır, çıplak bir insan gibidir, doğru değildir, onun güzelce örtünmesi lazım. Tehlikelerden korunmak için örtünmek lazım. Hani aşırı soğukta kat kat giyiniyoruz. İman da öyle, aşırı soğuğa mâruz kalmasın diye takvâ kat kat olması lazım. Aşırı sıcaktan güneş yakmasın diye örtünüyoruz, şemsiye kullanıyoruz, örtü kullanıyoruz… Aşırı sıcaktan insanın korunduğu gibi gene takvâ başka çeşit tehlikelerden de imanı koruyacak bir duygu.
Takvâya mutlaka sahip olmamız lazım. Nasıl çıplak insan olmuyor dinî bakımından, giyinmesi gerekiyor; imanımızın da çıplak olmaması lazım, takvâ sahibi olmamız lazım. Yani şu anda, Ramazan'ı geçirmiş müslüman kardeşler olarak hepimiz takvâyı biraz öğrenmiş olduk. O takvâya sahip olmalı, "Benim kalbim temiz!" demekle yetinmemeliyiz, Takvâ da en başta gelen iç duygumuz olmalı. Takvâ dolu olmalı.
Sonra, Ve zînetühû'l-hayâ'. İmanın ziyneti… Yani insan giyiniyor; [ama] dümdüz giyinmiyor, kumaşın biraz iyi olmasını istiyor, saçını tıraş ettiriyor, güzel kokular sürüyor… Ziynet, güzellik de isteniyor. Güzellik için çalışıyoruz. Kendimizi daha güzel gösterecek şeyler yapıyoruz. Dişlerimizi fırçalıyoruz, tırnaklarımızı kesiyoruz, tıraş oluyoruz, güzel kokular sürüyoruz, tarağımızla taranıyoruz… Bunların hepsi estetik, güzellik endişesi ile yapılan şeyler. Bunlar İslâm'da da var. İslâm estetiğe, yani güzel olmaya çok önem veriyor. Bu da olacak. İmanın da görüntüsü, ziyneti hayâdır.
Hayâ ne demek?
İnsanın utanması, utangaç olması; utanmaz olmaması. Utanmaz, arlanmaz, sıkılmaz… diyoruz. Hani bir kimseye kızdık mı sıralıyoruz böyle şeyleri:
"Ne biçim adam? Utanmaz, arlanmaz, sıkılmaz!.." diyoruz. Kötü bir şey olduğu anlaşılıyor o sözlerden. İnsanın utanması lazım.
Neden utanması lazım?
İnsanların yanında, Allah'ın yanında, mahşer gününde, mahkeme-i kübrâda, bütün gizli işlerin ortaya döküldüğü zamanda, başkalarının karşısında, yanında mahcup olacak şeyleri yapmaması lazım. Oradan utanması lazım. Asıl utanmak bu.
"Konuş." diyorsun, "Utanıyorum." diyor; utanacak bir şey yok. Hakkı söyleyeceksen söyle. Orada utanmaya lüzum yok.
"Namazı sen kıldır, aşr oku, Kur'an oku…" diyorsun utanıyor; utanmanın yeri bu değil.
Âhirette seni mahcup duruma düşürecek, mahkeme-i kübrâda zor duruma düşürecek şeylerden utanmalısın. Harama dalmaktan, gizli günahları işlemekten, ikiyüzlü olmaktan… Allah'ın sevmediği şeyi insanların yanında yapmayıp insanlar olmadığı zaman yapmak... İnsanlar varken yapmıyor, insanlardan korkuyor, ama yalnız kaldığı zaman yapıyor. Demek ki Allah'ın gördüğüne ya inanmıyor, ya inandığı halde Allah'tan korkmuyor! Olmadı işte, bu Allah'tan korkulacak durum.
"İnsanlardan utanıyorsun da Allah'tan niye utanmıyorsun?!" diye sorarlar insana.
Demek ki utanma duygusu da güzeldir ve makbul bir duygudur.
Birisi kardeşini yakalamış -mahcup bir kardeşi varmış demek ki- ona nasihat ediyormuş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki; Da'hu "Onun yakasını bırak bakalım."
el-Hayâu mine'l-imân. "Hayâ imandandır." buyurmuş.
İmanın da süsü oluyor. İnsan hayâ sahibi oldu mu, imanı süslü, ziynetli oluyor. Yani giyim sadece kuru giyim değil, kaliteli, gayet güzel, görkemli bir giyim gibi olmuş oluyor. Hayâ da çok önemli. Hayâ sahibi olmalıyız, utanma duygusuna, mukayese duygusuna sahip olmalıyız. Bizi utandıracak şeylerden uzak durmalıyız.
Sonra Ve mâluhu'l-fıkhu.Fıkıh -biliyorsunuz- dinî bilgileri derinlemesine iyi kavramak, bilmek demek, aslında sonradan dinî ilimlerden birinin adı olmuş. Tefsir ilmi, hadis ilmi, Akâid ilmi gibi fıkıh ilmi diyoruz. Yani insanın yapması gereken, yapmaması gereken her konudaki hükümleri toplayan bir bilgi dalı olmuş. Tabi bu da insanın dinin inceliklerini en ince detayına kadar bilmesini gerektirdiği için bu ismi almış. Ama Arapça'da fıkıh demek; derin bir sezgi ve anlayışa sahip olmak demek. Dinde fıkıh sahibi olmak da dinin özünü iyi kavramak demek.
Bazı insanlar ibadetleri dinin özünü kavramadan yaparlar. Biz bunlara diyoruz ki; taklit. Taklit yoluyla yapıyor, "folklor müslümanı" diyor hatta bazı yazar kardeşlerimiz. Güzel bir buluş, Allah razı olsun. Âdet olarak, atadan, anadan, dededen görmüş; ondan yapıyor. İşin zevkine vardığından, çeşitli tefekkürlerden sonra onun güzelliğini anladığından, ona bağlandığı için yapmıyor; alışkanlık. Demek ki kötü bir alışkanlığı olsa onu da yapacak. O kıymetli değil. Takliden yapıyor. Bir düşünme ve tercih sonunda kötü alışkanlığını bırakabiliyorsa, iyi alışkanlığı yokken birisinde gördüğü zaman alabiliyorsa kıymetli olan bu.
Fıkıh insanın yapması gereken, yapmaması gereken konularda -her konuda- anlayışının derin olması, güzel olması demek. Allah bir insanı sevdi mi onu dinde derin anlayışlı, sezgili, kavrayışlı, eyler; o, dinin özünü anlar.
Oruçtan maksat sadece aç kalmak değildir. İradeyi terbiye etmektir, nefsi engellemektir, kötülüklere bulaşmamaktır. Sadece yemek içmek değil, öteki kötülüklerden de uzak durayım, der insan. Anlayışlı bir insan orucu böyle derinlemesine anlar; tutar. Ama anlayışsız bir insan yemek yemiyor,su içmiyor;oruç tutar,ama arkasından bin bir türlü günahı işler.
Peki, niye bu günahları işliyorsun oruçlu iken?
Su içince orucun bozulduğunu duydun, su içmiyorsun. Ama bu günahlar da orucun sevabını giderir. Bunları da yapmaman lazım. Onu bilmiyor. İşte bu; dinde bilgisizlik, cahillik, gafillik, anlayışsızlık…
Bunun zıddı da dini anlamak, kavramak, özüne, esasına, ruhuna âşinâ olmak, onu bilmek demek. İşte imanın sermayesi de budur. İnsan dininin özünü iyi kavramış olacak, anlayışı, sezgisi güzel olacak. Çok önemli bu. Allah hepimizi anlayışlı müslüman eylesin.
Dinin emirlerinden hac… Hacca gidiyor, geliyor insan; minarelerin sayısıyla, kapılarla, alınan mallarla, onların fiyatlarıyla ilgilenirse demek ki haccı neden yaptığını anlayamamış. Hac çok önemli bir olay; çok esrarı, çok hikmetleri, çok güzellikleri çok faydaları var. Fevkalâde eğitici çok sevaplı bir ibadet. Onun derinlemesine feyzini kavrayamadan gafil gidip gafil gelmek…
Bazı insanlar gafil doğuyorlar, gafil ölüyorlar! Yani 60-70-80 yıllık hayatında gafleti atamıyor, dinin özünü anlayamıyor, taklitten kendisini kurtaramıyor, şuursuzluktan dışarıya çıkamıyor, şuura sahip olamıyor. Çok yazık. Dinin, imanın malı, sermayesi bu anlayıştır. Dini derinlemesine yorumlamalıyız, anlamalıyız, ona göre yapmalıyız.
Zekât; cebinden çıkartıp kuru bir para vermekten ibaret midir, çok daha derin mânası var mıdır?
Oruç; sadece kuru bir aç kalmaktan ibaret midir, çok derin bir mânası var mıdır?
Mesela Kur'ân-ı Kerîm okuyoruz, herkes okuyor. Hafızlar var, biz de hafızların okuduğunu camilerde dinliyoruz.
Yeterli mi?
Hayır. Kur'ân-ı Kerîm'in mânasını derinlemesine tefekkür edecek insan. Âyetler üzerinde derinlemesine duracak. Bu önemli, bunu yapmamız lazım. Bu konuda da muhakkak ki çok gayretli müslüman kardeşlerimiz vardır. Halkın içinde ne cevherler vardır, Allah adetlerini artırsın. Çok güzel, ama genel gördüğümüz manzara, insanların şuursuz olduğu, dini iyi bilmediği; dini, dinin ahkâmını bilmediği için de yanlış işler yaptığı… Bunu çok görüyoruz. Çeşitli ibadetlerde, müslümanların günlük hayatındaki çeşitli davranışlarında görüyoruz, bu İslâm'a sığar mı diyoruz, yakışır mı diyoruz?!
Böyle diyen, bu soruyu soran haklı! Çünkü karşısındaki gerçekten İslâm'ı bilmiyor. İslâm'ı bilmediği için de din namına kendisini dindar sanarak dine aykırı şeyleri yapabiliyor. Demek ki imanın sermayesi de, malı da fıkıhmış. İyi bilecek, ruhunu kavrayacak emirlerin ve yasakların, hikmetlerine erecek.
Radyoda bazı konuşmacılar da vardır; kıymetli alim insanlar, doktorlar, mühendisler, büyük fizik alimleri ve buna benzer çeşitli konularda tahsil yapmış insanlar, dinlersiniz. Dinî konuda öyle şeyler anlatır ki size; "Ben bu konuyu biliyordum ama bu işin bu zâtın anlattığı kadar derinliği olduğunu bilmiyordum!" diyorsunuz. Bakıyorsunuz bir biyoloji aliminin, bir astronomi bilgininin bir sözü sizi hayranlıklara sürüklüyor, hayranlıkla dinliyorsunuz.
Neden?
İşte derinlemesine seziyor, kendi öteki öğrendiği ilimlerden dinin ne kadar güzel olduğunu kavrıyor, ne kadar güzel olduğunu kavrayınca ötekilerde olmayan bir engin, derin seviyeye ulaşıyor.
Memnun oluyoruz. Böyle yazıları zevkle okuyoruz, böyle konuşmacıları zevkle dinliyoruz, hayran oluyoruz, dinimize de hayran oluyoruz. Yani hem konuşmacıya hayran oluyor hem de dininin güzelliklerini onların ağzından dinleyince "Elhamdülillah, meğer bizim dinimiz ne kadar güzelmiş!.." diyor insan, yeniden bağlanıyor, bir kat daha memnun oluyor. Son cümlesi çok önemli değerli kardeşlerim:
Ve semeretühû'l-amel. "İmanın meyvesi, mahsulü, sonucu da iş, amel."
Amel ne demek?
Mesela, çalışan insana amele diyoruz. Amel; iş demek. Çalışan, amele, işçi yani, işçiler. İş olacak sonunda. İmanın var; "Benim kalbim temiz, ben Allah'a inanıyorum. Elhamdülillah müslümanım. Çok şükür. Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh."
Aferin, aferin, aferin!
Hepsi çok güzel ama imanın sonucu olacak. İmanın sende bıraktığı etkiler, sende meydana getirdiği tesirlerle sen iş yapacaksın, yaptığın işlerde senin müslüman olduğun, ahlâklı, faziletli, inançlı bir insan olduğun, başkalarını sevdiğin, başkalarına merhamet ettiğin, sabırlı, şükürlü olduğun belli olacak. İşinde, eyleminde, amelinde belli olacak. İmanın semeresi odur.
Bu da birçok müslüman kardeşimiz için çok önemli bir cümle. Biz biliyoruz Allah'ın Erhamürrâhimîn olduğunu; âmennâ ve saddaknâ, kimse inkâr edemez. Âyet-i kerîmeler söylüyor, Peygamber Efendimiz söylüyor, Allahu Teâlâ hazretleri Erhamürrâhimîn'dir; ne demek?
En merhametli, merhametlilerin en merhametlisi, Gafûr'dur, Rahîm'dir, yani günahları afv u mağfiret eder. Gaffâru'z-zünûb'tur, Settâru'l-uyûb'tur, Settardır, Afüvdür. Affetmeyi sever, bunların hepsini biliyoruz. İyi, güzel ama bunlar bizi aldatıyor, halkımızı aldatıyor, müslümanları aldatıyor.
"Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir, beni affeder."
İyi ama günaha niye devam ediyorsun? Ya affetmezse?!..
Affetmeme ihtimali de var. Yüzde elli affederse yüzde elli de affetmeme ihtimali var. Belki cezalandıracak. Çünkü âyet-i kerîmelerde biliyoruz;
"Zerre kadar hayır işleyen onun karşılığını görecek, zerre kadar şer işleyen onun karşılığını görecek!"
Şerrin de bir karşılığı var.
Hayır işlemezsen, şerri yaparsan… Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir dersen olur mu?
Olmaz. Peygamber Efendimiz de "Olmaz!" diyor.
"Akılsız insan; ‘Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.' diye ümide kapılıp da nefsinin arzusu peşinde koşan, güzel işler yapmayan…" diyor.
Bunu birçok hadîs-i şerîften bildiğimiz için biz konuşmalarımızda, yazılarımızda size önemle hatırlatıyoruz.
Halkımız arasında yaygın. Namaz periyodik bir ibadet; günde beş defa yapılıyor, abdest almak lazım, zaman ayırmak lazım. Buna küçükten alışmamışsa namazın farz olduğunu, hak olduğunu bildiği halde yapamıyor. Çok kimseler var böyle.
"Hocam ben müslümanım ama amelim yok. Amelsizim, icraatımı yapamıyorum ama müslümanım, müslümanları seviyorum." diyor.
Kendisi yapmıyor. Ama kendisine acımıyor, kendisini tehlikeye atıyor, kendi nefsine zulmediyor.
Namaz dinin direğidir; namazı kılacak. Orucu tutacak, Ramazan gelip geçince orucu tutmazsa olmaz. Zekâtını verecek, vermezse olmaz. Zenginse hacca gidecek. Vazifelerini yapacak. İmanın sonucu, semeresi icraattır. Boş laf ile bu iş yetmiyor, bitmiyor ve insanı kurtarmıyor. Boş laf ile âhirette bunun cezasına uğrayabilir, uğrar. Birçok insan namaz kılıyor, günlük vazifelerini yapıyor, bu yapmıyor. Yapanla yapmayan arasında bir fark olmayacak mı, bilenle bilmeyen bir mi?!..
Elbette yapan sevap alacak, daha çok yapan, daha çok sevap alacak; daha az yapan daha az sevap alacak, daha kaliteli yapan daha büyük mükâfata nail olacak, kalitesiz yapan bir şeyi alamayacak. Kusurlu yapan veyahut kusur işleyen cezasını çekecek...
Bu da neyin gereği?
Allah'ın adaletinin gereği. Allah'ın bir sıfatı, merhametli oluşu, günahları bağışlayıcı oluşu. Birisi de çıkar derse;
"Yâ Rabbi, ben o kadar gayret ettim, zahmet ettim, uğraştım, çalıştım. Bu kardeş de hiçbir şey yapmadı…"
Tabi arada bir adâlet-i ilâhî olarak, Allah'ın adaletinin gereği olarak mutlaka fark olacak.
O halde önemli olan nokta bu, hadîs-i şerîfin en son cümlesi önemli. İman çıplaktır. Örtüsü, giyimi, elbisesi takvâdır; takvâ ehli olacağız. Ziyneti hayâdır, hayâ sahibi bir müslüman olacağız, haksızlıktan utanacağız, Allah'tan utanacağız, meleklerden utanacağız…
Hacı Bektâş-ı Velî'nin, kitabında güzel bir sözü vardır, hoşuma gider. Diyor ki;
"Sen yalnızken bazı kusurları yapıyorsun, onu insanların yanında yapmaktan sakınıyorsun. Onu insanların yanında yapmıyorsun ama yalnızken yapıyorsun. Halbuki sen yalnız değilsin ki!.. Yanında melekler var, omuzunda melekler var, içinde melekler var; gözünde, gözünü koruyan melekler var, ağzında melekler var!.."
Bunları hadîs-i şerîflerden biliyor.
Meleklere iman etmişiz. Âmentü billâhi ve melâiketihî; Allah'tan sonra meleklerine inandığımızı, âmentüde söylüyoruz. Şimdi haklı olarak söylüyor Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz. Diyor ki;
"Senin nerde kaldı meleklere iman ettiğin?"
İnsanların yanında işlemediğin kusuru yalnız kalınca işliyorsun, yalnız sanıyorsun sen kendini. Hâlbuki yalnız değilsin ki!.. Yanında melekler, meleklerin var. Senin vücudunda vazifeli melekler var, bir de senin dışında, çevrende vazifeli, çeşit çeşit melekler var, dünyanın her yerinde her işi gören Allah'ın vazifeli melekleri var. Yağmurun meleği var, rüzgârın meleği var, o işleri gören melekler var, şimdi o meleklere inanıp da o meleklerden utanmamak olmaz!
Demek ki hayâ kimden olacak?
Önce Allah'tan utanacak, "Allah'tan utan ya hu!" deriz birisine. Bir ihtar, ama kızgınlık anında söylüyoruz. Keşke yumuşak yumuşak güleç yüzle de söylesek.
"Kardeşim, Allah'tan utan. Çünkü her şeyimizi görüyor, her yerde hâzır ve nâzır…"
Allah'tan korkacağız, utanacağız, hayâ sahibi olacağız. Çünkü her şeyimizi görüyor. Onun için bazı büyük evliyâullah yatarken ayağını bile uzatmayı uygun görmemişler.
"Allah'ın huzurunda ben nasıl ayağımı uzatabilirim, büyüğümün yanında uzatmıyorum!.." diye bu kadar hassas, terbiyeli insanlar yaşamış bu dünyada. Allah bizi de böyle yüksek hayâya, terbiyeye sahip eylesin.
Meleklerden utanacağız, müslümanlardan utanacağız, haksız bir şey yapmaktan utanacağız. Allah bize nimet vermişken o nimetin gereği başkalarına yardım yapmamak bencilliğini, kalpsizliğini veya duygusuzluğunu yapmaktan utanacağız.
Hani evliyâullahtan bir zât sabırdan bahsediyormuş. Sabır etmek iyidir, sevaptır. "Allah sabredenlerle beraberdir…" âyetler, hadisler okuyormuş. Tam o sırada -demek ki toprak bir yerde oturuyorlardı, yani konforsuz bir yerde oturuyorlardı, mütevazı, dünya malına metelik vermeyen insanlar- akrep gelmiş, ayağını sokmuş. Acımış ayağı, gözünden yaşlar damlıyor. Yanındakiler diyorlar ki;
"Akrep geldi, ayağını soktu, ses çıkartmıyorsun…" Diyor ki;
"Sabırdan bahsederken sabretmemeye utandım. Ağzımla başkasına tavsiye ederken kendim sabretmemeye utandım!"
Kendilerini nasıl kontrol ediyorlar, ahlâklarını nasıl yönlendiriyorlar?.. Demek ki insan bazen tezada düşmekten de utanacak. Söylediğini yapmamaktan da utanır. İnsan duygulu oldu mu, bu hayâ duygusu onu ne kadar güzel noktalara götürür?..
Bu işin bütün sermayesi de dinî bilgidir, fıkıhtır. Dinî bilgi olmadan insan kaş yapayım derken göz çıkartır, iyilik yapayım derken kötülük yapar. Sevap kazanayım derken bid'at olduğu, günah bir şeyi yaptığı için günaha girer. Mükâfat beklerken ne olur? Azaba uğrar. Cahilliğinden, yanlış bir iş yaptığından dolayı yaptığı bütün ibadetler sıfırlanır; yaptığı ibadet boşa gider. Hacca gider, sevap almadan gelir. Zekât verir, sevap alamaz. Namaz kılar, boş eli… Oruç tutar, akşama aç ve susuz kalmış olur. Gece kalkar namaz kılmaya, elinde hiçbir kârı yok; gece uykusuz kalmaktan ibaret olabilir...
Bu işlerin böyle olmaması için sermayen ne?
Sermaye; dinî bilgi. Dinde fakih olmak, fıkıh sahibi olmak. İmanın sermayesi, malı, fıkıhtır.
O halde burada ne çıkıyor karşımıza?
Hem kendimiz bilgili olacağız, metotlu olarak İslâm'ı güzelce öğreneceğiz hem çoluk-çocuğumuzu öğreteceğiz. Benim birkaç haftadır zihnimde çok yer tutan bir şey var. Çocuklara yaşları çok küçük olduğu için bazı şeyleri söylemiyoruz. Doğru, pedagojide yaşın önemi vardır. Yaşa göre eğitim olur. Bazı şeyleri çocuklar belli yaşlara gelmeden anlayamaz diye geciktiririz, tehir ettiririz. Bazı şeyleri öne aldırırız. Onların seviyesinde hafif hafif, basit basit şeylerle anlatırız. Birtakım sıralamalar yaparız. Fakat şimdi benim zihnime takılan önemli gördüğüm nokta; ben bunu bir makalemde yazdım…
Sevgili dinleyiciler.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Bir insana yedi yaşındayken namaz kılmasını emredin, on yaşındayken "Niye kılmıyormuş bakayım haylaz?.." diye. Demek ki on yaşında namaz kılması lazım. Büluğa erdiği zamanda -âkil bâliğ olduğu zaman diyoruz, bizim halkımızın eskiden beri bildiği kelimeler bunlar.- bütün sorumluluklar başlıyor. Günaha girecek veya kazanacak; yapması gereken şeyleri yapacak, yapmaması gereken şeylerden kaçınacak.
Bu çağa gelmiş bir insan -diyelim 12-13-14 yaşında- bu çağı yakalamış, bu çağa girmiş bir insan dinî bilgisi yoksa ne olacak?
Farzları bilmiyor, haramları bilmiyor, sorumluluğu yüklenmeye hazırlıklı değil… Buradan şu çıkıyor ortaya…
Bizim eğitimcilerin arasında çeşitli görüşler var:
"Bırakalım dinî bilgiyi, çocuk kendisi yetişsin, kendi aklıyla sezsin…"
Olmaz! O zaman çok geç olmuş oluyor, sorumluluk çağına girmiş oluyor, sorumluluk çağından da aylar yıllar geçmiş oluyor.
Neden?
"Sonra üniversitede kendi aklıyla bulacak!.."
Herkes filozof değil ki… Onları düşünecek vakti bile olmuyor. Günün hay u huyu içinde, geçim mücadelesi içinde dinî bilgi kazanamadan yaşlanıp ölüp gidiyor. Yaşlı oluyor, 60'a, 70'e geliyor, dinî hiçbir şey bilmiyor. Yani onların umduğu güzel tercihi hiç yapamıyor. Kötü tercihler, kötü alışkanlıklar yerleşiyor ama iyi alışkanlıklar yerleşmiyor. Onun için iyi alışkanlıkların da küçüklükten verilmesi lazım. İyilikleri, kötülükleri anlamak o kadar zor değil ki! Beşerin, tecrübesi var, yüzyılların tecrübesi var... Yalan söylemek iyi değil. Çocuğa bunu öğreteceksin, temizliği öğreteceksin…
Allah'ın önem verdiği şeyler nedir?
Yapılması gereken şeyler farzlardır.
Önem verdiği yasaklar nelerdir?
Haramlardır.
Çocuk farzları ve haramları sorumluluk çağına gelmeden öğrenecek ki o çağa geldiği zaman o bilgisini kullanabilsin. O bilgiler ile o çağa hazırlıklı girmiş olsun. O olmadan olmaz. Görülüyor ki çocuğumuzu pedagojik şartlara uygun olmak üzere -onun aklının anlayabileceği, kapasitesini, üslubunu biz seçeceğiz, bunu kabul ediyorum- dinî esasları, dinin güzel faziletlerini, emirlerini, yasaklarını daha önceden öğretmeliyiz.
Çünkü imanın malı, sermayesi bilgi. Sonunda da o bilgiye dayanarak çocuk veya kişi iş yapacak, işleri ona göre yapacak, işlerin güzel olması için bilginin olması lazım ve doğrunun eğrinin ona öğretilmesi lazım. Çocuğumuza öğretiyoruz, "Burnunu karıştırma! Şöyle yap, böyle yap…" diyoruz. Sofrada "Yemeği şöyle ye!" diyoruz. Bazı şeyleri öğretiyoruz. Çocuğu o kadar kendi bildiğine bırakmıyoruz.
"Hadi kendisi yemek yemeyi öğrensin!.."
Böyle demiyoruz. Elini yüzünü yıkarken, dişini fırçalarken, banyoda vesairede her şeyi öğretiyoruz da dinî bilgiyi öğretmezsek, sorumluluk içinde büyütmezsek sonuç fena olur. Bundan en çok çocuklar rahatsız olur ve âhirette annesinden babasından şikâyetçi olur, olacak da. Kur'ân-ı Kerîm'de bildiriliyor, hadîs-i şerîflerde bildiriliyor.
Ben hacca gittiğim zaman hatırlıyorum. Bazı yüksek şahsiyetlerin hatıralarını naklettiler oradaki arkadaşlar. Hiçbir şey bilmiyorlar; ihram sarmayı bilmiyor, haccın nasıl yapılacağını bilmiyor… Birbirlerine de hayıflanıp söylüyorlarmış, "Bunları bu yaşa gelmişiz, öğrenmedik!.." filan diye. Bunlar Küçükken öğrenilir, büyüyünce öğrenilmesi de artık zor olur, utanır. Öyle gelir, öyle gider.
Demek ki dinin esası iman. İman, kendisi çıplaktır. Bunun güzel elbisesi takvâdır. Bunun süsü hayâdır, utanmaktır. Sermayesi dinî bilgidir, fıkıhtır, dinde derin sezgi, anlayış ve kavrayıştır, dinin özünü, kökünü ve ruhunu iyi bilmektir. Ama semeresi, meyvesi, sonucu, mahsulü de güzel bir şeyler yapmaktır. Bir insanın bilgisini uygulamasıdır. Yalan söylemek günahsa yalan söylemeyecek, doğru söylemek iyi ise doğru sözlü bir insan olacak, vefalılık güzelse vefasını gösterecek, başkalarına merhamet etmek iyi ise merhameti hareketlerinde gösterecek, kimseyi üzmeyecek, adalet güzelse adaletli olacak...
İcraat çok önemli sevgili ve değerli kardeşlerim.
Bu hadîs-i şerîf çok kısa bir hadîs-i şerîftir, ezberleyebilirsiniz. Abdullah b. Mes'ûd da bizim Hanefî fıkhı bakımından çok önde gelen bir sahabî ismi, radıyallahu anh. Ashabın fakihlerinden, kadılarından; bilgisi çok yüksek olan bir zât. O rivayet etmiş.
Bizim için çok önemli. Ramazan geçti, dini öğrendik. Ramazandan sonra bırakmayacağız, Ramazanda takvâyı öğrenmemiz lazımdı. "Benim kalbim temiz!" demek yeterli değil. Takvâya sahip olacağız; bu bir. Hayâya sahip olacağız; iki. Dinî bilgimizi artıracağız. Ramazanda da arttı, bazı şeyler öğrendik.
Ama icraat?..
Şu günden sonra, Ramazandan sonra icraat devresindeyiz. Ramazan bir kurs devresi idiyse, bir eğitim devresi idiyse Ramazan bitti. Tamam, diplomaları aldık. Ondan sonra on bir ay bu diplomalara göre güzel güzel çalışmaları yapmak devrindeyiz. Onun için bunu hatırlatıyorum.
Aman Ramazandaki güzel vasıflarımızı, kazandığımız güzel alışkanlıkları, ibadetleri devam ettirelim. Ramazandaki melek gibi duygularımızı, hallerimizi koruyalım, geliştirelim ve uygulayalım, tatbik edelim.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi güzel bilgilerle bilgilendirsin, bildiğimizi uygulamayı, yaşamayı, tatbik etmeyi nasip etsin. Hepimizi takvâ ve hayâ sahibi eylesin. Allah, imanı pırıl pırıl olan ama üstü giyimli; en güzel, en görkemli, giyinme ile ziynetli, kıymetli imana sahip eylesin. Hem dünyada bahtiyar eylesin, hem âhirette.
Hepinize içten dileklerimi sunuyorum. İki cihanda mutlu olmanızı Allah'tan diliyorum. Allahu Teâlâ hazretleri sizleri hem dünyada hem âhirette bahtiyar eylesin. Dünyada elem, keder, acı, ıstırap, musibet, bela göstermesin, hastalıklarla inletmesin; sıhhat, âfiyet ve saadet üzere yaşatsın. Âhirette de cehenneme düşmeden Allah'ın kahrına, gazabına uğramadan, cennete girenlerden eylesin. Cennet nimetlerinden mütena'im olmayı ve Peygamber Efendimiz'e cennette komşu olmayı nasip eylesin.
Hepinizi sevgi ile saygı ile selamlarım.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh