es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri,
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak cumalarınızı mübarek eylesin... Nice mübarek günlere, aylara, gecelere, vakitlere ermeyi nasip eylesin... Sevdiği kul eylesin... Huzuruna sevdiği kul olarak varmayı nasip ve müyesser eylesin...
Sohbetime Tirmizî'nin, Ahmed b. Hanbel'in Abdullah b. Ömer radıyallahu anh'ten rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfle başlamak istiyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
Men serrehû en yenzura ileyye yevme'l-kıyâmeti ke-ennehû re'yü aynin felyakra' izeş-şemsü küvvirat ve izes-semâün fetarat ve ize's-semâün şakkat.
Sadaka Resûlullah, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
Kaynaklar; Taberânî, Tirmizî, Ahmed b. Hanbel gibi mâlum kaynaklar... Râvisi de, ikinci halife-i müslimîn Ömerü'l-Fâruk'un oğlu Abdullah.
Bu hadîs-i şerîften öğrendiğimize göre Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Men serrehû en yenzura ileyye yevme'l-kıyâmeti ke-ennehû re'yü aynin. "Kim sanki bu göz görüşüyle beni kıyamet gününde, o kadar aşikâr görmek istiyorsa, o kadar aşikâr görmek kimi sevindirirse; beni gözüyle ayan beyan, apaçık bir şekilde görmek kimi mutlu edecekse, sevindirecekse, neşelendirecekse; bu duruma nâil olmak isteyen kimse…" fe'lyakra'; "Okusun..."
Neleri okusun?
Peygamber Efendimiz üç tane sûre buyuruyor. Bunların hepsi Amme cüzünde...
Birisi: İze'ş-şemsü küvvirat sûresi.
Hemen onun arkasından ikinci sûre: İze's-semâün fetarat sûresi.
Üçüncü sûre de sonunda secde âyeti olan: İze's-semâün şekkat sûresi...
Bir insan bunları okursa Resûlullah Efendimiz'i kıyamet gününde görecek.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, "Bu görmeyi isteyen, görmekten mutlu olacak, sevinç duyacak kimse bunları okusun!" buyuruyor. Bu sûreleri okumayı teşvik ediyor.
Ben de bu sevinçli, güzel duruma nâil olmanızı istediğim için size bu hadîs-i şerîfi okuyorum, hatırlatıyorum.
Lütfen benim konuşmam bitince elinize Kur'ân-ı Kerîm'i alın! Son sayfalarda, Amme cüzünde İze'ş-şemsü küvvirat'i bulun! Hemen onun arkasındaki sayfada İze's-semâün fetarat'ı bulun! Biraz daha ilerde İze's-semâün şakkat'ı bulun!..
Bu üç sûreyi okuyun! Önce mealini okuyun!
"Bakalım Cenâb-ı Rabbül-âlemîn bu sûrelerde neyi inzal eylemiş, neyi öğretmiş, neyi ihtar eylemiş?.."
Güzelce okuyun! Mealini okuyun; ondan sonra tefsirini okumaya geçin, bu üç sûrenin tefsirlerini güzelce okuyun. Ondan sonra bu sûreler ezberinizde yoksa ezberlemeye girişin ki çok çok okuyup Resûlullah Efendimiz'i görmeye nâil olasınız.
Ezberlemeye girişin! Ondan sonra sûrelerin içindeki anlamları da hiç hatırınızdan çıkartmayın! O sûrelerin mealindeki mânaların mu'cebince hareket edin!
İlk hadîs-i şerîf bu. Bir Kur'an teşviki olmuş oldu. Herkes, inşallah, bu sûreleri ezberlemeye gayret edecek; yaşlısı, genci, ezberlememiş olanları... Ezberlemiş olanlar da bunları çokça okuyacaklar ki o devlete, nimete, saadete nâil olsunlar.
Diğer hadîs-i şerîf de sevinçli mânada, mânası sevinmekle ilgili…
Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten, Hâkim Müstedrek'inde kaydeylemiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
Men serrahû en yestecîballâhu lehû indeş-şedâidi vel-kürabi fe'lyüksirüd-duâe fir-rahâ'.
Bu umumi bir kuralı, kaideyi, esası, usulü bize bildiriyor, öğretiyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Men serrahû en yestecîballâhu lehû inde'ş-şedâidi. "Şiddetli, belalı, musibetli, afetli durumlarda dua ettiği zaman Allah'ın, duasına icabet etmesinden kim mutluluk, sevinç duyacaksa, kim bunu istiyorsa; o zaman" fe'lyüksirüd-duâe fir-rahâ'; "o belalar, musibetler gelmeden, rahatlık, genişlik, bolluk, nimet zamanında duasını çok yapsın!"
Başı sıkışınca yapmasın, başı sıkışmadığı zamandan, evvelden duaya düşkün olsun!
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Duanın önemini belki bazı kimseler anlayamıyorlardır. Kimseye suizan etmek doru değil ama davranışlarından öyle sezinliyoruz. Mesela namazı kılıyor; kalkıp gidiyor, duaya beklemiyor veyahut duada gözü, aklı başka yerde. Alışmış olduğu tekerlemeleri, alıştığı duaları söylüyor, mânasını da bilmiyor…
Hâlbuki dua, insanın Cenâb-ı Hak'tan bir şey istemesidir. İnsanın, ne istediğini bilmesi uygun olur. Eğer dua Arapçaysa, mânasını bilmeli! Eğer Arapça değil de kendisi bir arzusunu, niyetini, dileğini Cenâb-ı Hakk'a bildirmek istiyorsa onu da aklını başına toplayarak düşüne taşına, esaslı bir şekilde ifade etmesi lazım!..
Bakıyoruz da kimileri önemini anlamadıkları için duayı çalakalem, olmuş olsun diye, çok önem vermeden yapıyorlar.
Bu yanlış, çok yanlış!
Bir kere; dua Cenâb-ı Hak'tan bir şey istemek, Cenâb-ı Hak'la hitaplaşmak oluyor; çok önemli bir olay, ciddiye alınması lazım.
İkincisi; dua bir ibadettir, namaz nasıl, oruç nasıl ibadetse dua da ibadettir. Çok önemli! Allahu Teâlâ hazretleri dua eden kulu sever.
Sonra; dua, mü'minin korunması için aynı zamanda bir alettir, vasıtadır, adetâ korunma silahıdır. Çünkü dua gelecek olan belayı gelmekten vazgeçirtir, durdurtur. Cenâb-ı Hak duası berekâtına o belayı ona uğratmaz. Gelmiş, o anda üzerinde bulunan belayı, sıkıntıyı, afeti, musibeti de kaldırır, def eder.
"Dua sadece sözden ibaret değil, ruhsal bir eylem... İşte insan bunu yaptığı zaman, ruhu rahatlıyor... vs."
Bu materyalist bir izah! Mü'minin inancı ve izahı böyle değil! Dua gelecek olan belayı getirtmeyip def etmeye de, belayı üzerimizden savmaya da fiilen müessir olur. Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor.
Yeri göğü yaratan ve olayları olduran, kaderin cilvelerini insanın başına getiren hep Cenâb-ı Hak'tır. Yerin göğün idaresi, tasarrufu Allahu Teâlâ hazretlerinindir. İnsan ona dua edince Cenâb-ı Hak kulunun duasına icabet edeceğini; kabul edeceğini, karşılık vereceğini, duasını boş bırakmayacağını bildiriyor.
O bakımdan duayı özene bezene, seve seve ve Rabbiyle bir münâcâtlaşma, bir konuşma, huzurunda bir şey isteme olduğunu bilerek edeple, güzel bir şekilde yapması lazım!
Bazıları duayı yapmıyor yapmıyor da başı sıkıştığı zaman - halk arasında ‘yumurta kapıya geldiği zaman derler' - artık en son anda, o zaman dua etmeye kalkıyor.
Allahu Teâlâ hazretleri bu durumda olanların dualarını belki kabul etmez. Kabul etmesi için kişinin geniş zamanında, rahat zamanında dua etmesi lazım! Burada onu bildiriyor.
Şedâid; insanı üzen, sıkan şiddetli olaylar demek.
Küreb; kürbe kelimesinin çoğuludur, o da ‘insanın başına gelen sıkıntılar' demek.
"Şiddetli ağır ve can sıkıcı olaylar başına geldiği zaman Allah onun duasını kabul etsin isteyen, böyle bir durumu seven, temenni eden, böyle bir durumdan memnun olacak olan kimse; o anda değil, genişlik zamanında Cenâb-ı Hakk'a duayı çok etsin!"
O zaman hem dua eder hem de şükreder. Peygamber Efendimiz: "Yâ Rabbi! Ben bol nimetler içindeyim, neler neler ihsan etmişsin, çok şükürler yâ Rabbi!.. Bu nimetlerini üzerimde daim et yâ Rabbi!.." filan diyerek "Şükürle, hamd ile, Cenâb-ı Hakk'a güzel güzel duaları çok yapsın!" diyor.
Genişlik, rahatlık zamanında, bela, musibet yokken, başkalarının dua etmeyi düşünmediği sırada dua eden kimsenin Allah dar zamanında da duasını kabul eder. Bela, musibet geldiği zaman, sıkıntı, üzüntü, şiddetli, müthiş olaylar karşısında da duasını kabul eder.
Onun için, insanın Cenâb-ı Hak ile irtibatını önceden güzelleştirmesi, kulluğunu düzeltmesi lazım! Duanın kıymetini öğrenmesi, tadını tatması lazım ve onu yapıyor olması lazım!
Ülke olarak başımıza bir zelzele felaketi geldi. Ondan sonra çeşitli sıkıntılarımız var: Kur'an kurslarımızla ilgili, camilerimizle ilgili... İmam-Hatip okullarımızın öğrencileri azaldı. Kalbimiz fevkalâde perişan, kırgınız, üzgünüz… Çeşitli sıkıntılar var. Bazıları bizim inancımızı zedeleyecek, bizim kalbimizi kıracak sözler söylüyorlar, sataşıyorlar, hücum ediyorlar. Bazıları bizim mânevî dünyamıza, inancımıza müdahele ediyorlar, karışıyorlar. Biz de efendi efendi, sakin sakin duruyoruz.
Ne yapmak lazım?
Dua etmek lazım! Dua mü'minin güzel bir hazzı. Bugünler de güzel günler; üç aylar gelmiş, Receb ayı girmiş.
Bir mübarek hava, mevsim, zaman dilimi... Burada artık duayı çok çok yapmaya kendimizi alıştıralım!..
Kur'ân-ı Kerîm'e kendimizi verelim! Bir önceki hadîs-i şerîfteki sûreleri öğrendiğimiz, ezberlediğimiz ve sık sık okuyacağımız gibi duaları da sık sık yapalım! Bir sıkıntımız, ihtiyacımız yokken dahi yapalım! Sıkıntı geldiği zaman, "Ne oluyor, şimdi mi aklın başına geldi?!.." gibi bir durumla karşılaşmayalım.
Aziz ve sevgili, değerli kardeşlerim!
Diğer bir hadis-i şerife geçmek istiyorum.
Men serrahû en yühibballâhe ve resûlehû ve yuhibbuhullâhu ve Resûlühû, fe'lyasduk fî hadîsihî izâ haddese, ve'lyüeddi emânetehû ize'tümine ve'lyuhsin civâra men câverahû.
Men serrahû en yühibballâhe ve resûlehû ve yuhibbuhullâhu ve resûlühû. "Kendisinde aşkullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Resûlullah olması kimi sevindirecekse, içinde Allah sevgisi, Resûlullah sevgisi uyanmasından memnun olacak olan ve bir de Allah'ın ve Resûlü'nün de kendisini sevmesinden memnun olacak olan..."
Sevmez miyiz?.. Allah bizi sevecek, Resûlullah bizi sevecek!.. Bütün mü'minler canını verir!
"Allah'ın ve Resûlü'nün kendisini sevmesinden ve kendisinin içinde de Allah ve Resûlullah sevgisi hasıl olmasından sevinç duyacak olan, mutlu olacak olan, memnun olacak kimseler varsa…"
Ne yapsın?
1. Fe'lyasduk fî hadîsihî izâ haddese. "Konuştuğu zaman sözünü dosdoğru, dürüst konuşsun! Yalan söylemesin, hilâf-ı hakîkat beyanda bulunmasın, karşı tarafı kandırmasın, sözünde dürüst olsun!"
Allahu Teâlâ hazretleri bunu çok seviyor ve çok büyük mükâfatlarla mükâfatlandırıyor. Resûlullah Efendimiz de çok seviyor. Onun için sözümüze çok dikkat edeceğiz. Ölçerek, düşüne taşına konuşacağız. Ağzımızdan -şaka bile olsa, şaka yollu bile olsa- yalan söz çıkartmamaya dikkat edeceğiz. Her sözümüz doğru olacak.
Söylemek istemediğimiz bir şey varsa, susabiliriz. Peygamber Efendimiz bazen susardı, cevap vermezdi. Susabiliriz ama konuştuğumuz zaman mutlaka doğruyu söylememiz lazım! Asla yalan söz ağzımızdan çıkmamalı!..
Hele hele bir de yalan sözün adaleti saptıran yalancı şahitlik tarafı var, yalan yere yemin etmek var… Onlar daha korkunç! Yalan yere yemin, yalanına Allah'ı şahit göstermek oluyor ki o çok daha büyük bir küstahlık...
Bir kere yemin etmekten kesinlikle vazgeçmeye çalışmalı! O alışkanlığı edinmiş kimseler varsa kurtulmaya çalışmalı! Kötü bir alışkanlık... Yemin etmemeye çalışmalı! Hele yalanı yalan yeminle desteklemek çok büyük bir vebal; bunu bilmeli, bundan titremeli, korkmalı! Konuştuğu zaman doğru konuşmalı!
Neyi isteyen?..
"Allah ve Resûlullah sevgisi kalbinde hâsıl olsun, Allahu Teâlâ hazretleri ve Resûlullah Efendimiz de onu sevsin isteyen…"
İki taraflı; Allah ve Resûlü'nden kendisine sevgi, kendisinin içerisinden de Allah ve Resûlü'ne karşı aşkullah, muhabbetullah, muhabbet-i Resûlullah hâsıl olsun diye isteyen ne yapacak?
Konuştuğu zaman doğruyu söyleyecek, yalan söylemeyecek. Hilâf-ı hakîkat konuşmayacak, gerçek dışı söz söylemeyecek, gerçekleri konuşacak.
Hadîs-i şerîflerde yalan olmasın, katışıklık olmasın diye alimlerimiz nice nice, binlerce, yüz binlerce sayfa eserler yazmışlardır. Sözün doğrusunu söylemek, oradan bizim prensibimiz olmalı!
Resûlullah Efendimiz'den hadis rivayet eden râviler, "Acaba sözü biraz eksik, biraz fazla söyler miyim?" diye korkusundan bildiği hadisi rivayet etmekten bile çekinmişler.
Neden?
Yalan olmasın diye, Resûlullah'a yalan bir söz isnad etmiş olmayayım diye. Doğru sözlü olacağız, dosdoğru konuşacağız.
2. Ve'lyüeddi emânetehû ize'tümine. "Kendisine bir şey emanet edildiği zaman, emanete riayet edecek."
Olur ya, bazen birisi, "Al, şu senin yanında kalsın, ben falanca yere gideceğim; gelince alırım!" diyebilir. Veyahut "Al şu parayı, sende dursun. Emanet olarak veriyorum, zamanı gelince alacağım. Falanca yerde atıl duracak yerde, bankada duracak yerde senin işini görsün diye veriyorum..." dedi, emanet olarak verdi. Para olur, mal mülk olur, söz olur. "Bak bu sözü sana emanet olarak söylüyorum, kimseye ifşa etme, açıklama!" diye bir hakikati söylemek olabilir.
Her ne ise, güvenildiği ve kendisine bir şey emanet edildiği zaman, o emaneti sahibi geri isteyince, onu verecek.
Ne olabilir, bazısı ne yapabilir? Tarih boyunca ne yapmışlar?
Mesela adam savaşa gitmiş. Savaştan dönmüş bakmış ki mallarını, mülklerini başkaları almış. Veyahut ticarete gitmiş, seyahate gitmiş, dönmüş;
"Hadi ver bakalım sana emanet bıraktığım paraları, keseleri, malları!"
"Sen bana bir emanet vermedin, bunlar benim..."
Böyle şeyler oluyor. Ortaklık yapıyorlar, ortaklıkta sözlü anlaşma yapıyorlar. Yazıya geçirmemek doğru değil, ortaklıkların yazılı anlaşma olması lazım! Sonra da ortak inkâr ediyor:
"Hayır, ben öyle bir şey demedim!"
"Demiştin, Allah şahit..."
"Başka?.."
"Başka şahit yok..."
"Yazılı belge?.."
"Maalesef yapmadık."
Hata etmişsin, işte adam şimdi hakkını inkâr ediyor, vermiyor...
Böyle şeyler olabiliyor. Bunlar çok büyük günahlar, çok büyük veballer...
Onun için; Allah ve Resûlü kendisini sevsin, kendisinin içinde de Allah ve Resûlullah'a karşı aşkullah, muhabbet-i Resûlullah hâsıl olsun diye isteyen insan, emanete hıyanet etmeyecek; kendisine verilen emaneti, istendiği zaman geriye verecek. Bu da çok önemli bir husus...
Emanet kelimesi çok yaygın anlamlara kadar genişleyebilir: Bu din ve şeriat de bize bir emanettir, onu da korumamız lazım! Bu vatan, millet, bu topraklar bize emanettir, onu korumamız lazım! Ecdadımızın vakıfları emanettir, onları korumamız lazım! O vakıflara çok büyük haksızlıklar yapılmıştır, onların devlet tarafından giderilmesi lazım! Vakıflar idaresinin arkasına düşüp bunları toparlaması lazım!..
Emanete riayetin zıddı emanete hıyanettir. Emaneti güzel korumuyor, çarçur ediyor, yok ediyor. Vakıf mallarına el koyuyor, delilsiz olduğu zaman, kendisinin olmayan malı mülkü, parayı, hakkı kendisi üstleniyor, yutuyor… Ama âhirette büyük cezaya çarpılacak, onu düşünmüyor. Demek ki imanı zayıf, ondan korkmuyor. Maalesef pek çok insan,dünyanın pek çok yerinde bu gibi haksızlıkları yapıyor.
"Emanet olunduğu zaman emaneti sahibi isteyince geri verecek."
3. Ve'lyuhsin civâre men câverahû. "Kendisinin çevresinde bulunan insanlarla, komşuluğunu güzel yapacak."
Yanına birisi gelmiş, ev yapmış; ev komşuluğu... Birisi gelmiş, beraber seyahat ediyorlar; seyahat komşuluğu... Dükkân var, dükkânın yanında dükkân komşuluğu...
Hayatın akışı içinde insanlar bazı insanlarla bir arada olurlar. Bir arada olmak icap ediyor, mecburiyetten oluyor. Çevresi -ister istemez- boş olmuyor. Çevresinde kendisine yakın insanlar, komşuları oluyor. İşte o komşuların haklarına riayet edip onlara iyi muamele etmesi, komşuluğu güzel yapması lazım! Komşuluk hukukunu kollaması, komşuyu üzmemesi, eza cefa etmemesi lazım! Komşuyu üzecek işleri yapmaması lazım…
Mesela adam, çıkartıyor pis suları, şarr diye döküyor. Oradan komşusunun arazisine gidiyor. Veyahut çöpleri rastgele atıyor; rüzgâr savuruyor, bütün torbaları, kâğıtları komşusunun bahçesine götürüyor. Bahçesine bakmıyor, pislik birikiyor, komşusu rahatsız oluyor... Bunların hepsi, komşuluğu iyi yapmamak misalleri oluyor.
Komşuluğu güzel yapacak, komşusunu üzmeyecek, komşusuna eza cefa vermeyecek, komşusunun hukukunu çiğnemeyecek, komşusuna haksızlık yapmayacak. Komşusunun ırzını, namusunu koruyacak… Bu da en önemli şeylerden birisi. Pencereler pencerelere bakar, komşu komşusunun evini, arazisini görür. Bunu kötüye kullanmayacak.
Kendisi çok yüksek ev yapıp komşusunun havasını kesmeyecek. Peygamber Efendimiz'in bir tavsiyesi de bu! İşte evler yüksek yapılınca, felâketler de büyük oluyor!
Niye böyle yüksek yapıyorsunuz? Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinde evin pek yüksek yapılması tavsiye edilmez; şan şöhret olacak diye...
"Yedi zirâdan daha yukarıya doğru çıktığı zaman, ‘Nereye doğru gidiyorsun ey zalim?' diye kendisine seslenilir!" diye rivayetler var. Onun için mütevazı olması lazım!
Bakıyorum, Avustralya'da evlerin çoğu tek katlı ve toprağa yayılmış durumda, geniş... Sıkışık olan yerlerde şehirler büyüdüğü için mecburiyetten yukarı doğru katlar yapılabiliyor. Ama mecburiyet olmayan yerde mümkün olduğu kadar tek katlı yapmalı! Bence kendisi de tercih edeceği zaman apartman dairesi yerine kırsal kesime doğru bahçeli yerlerde oturmalı!
Yıllar yılı yaptığımız bütün çalışmalarda arkadaşlara bunu söyledim, "Aman evler bahçeli olsun!" dedim. Ama nerede toplu konut çalışması yaptıysak maalesef arkadaşlar gene şöyle dediler, böyle dediler; olayların sürüklemesiyle, kimi yerde onbir katlı evler oldu… Mesela Özelif Sitesi'nde... Kimi yerde -bu havaalanına giderkenki Gümüşköy'de olduğu gibi- "Yollar kazılacak, kotlar değişti, bilmem ne..." derken, iki katlı evler üç kata dört kata çıktı, istenmeyen şeyler oldu.
Komşusunun havasını, ışığını kesmemek de bir komşuluk âdâbı oluyor. Kendisi burada bir şeyler pişirip kokusunu, dumanını komşuya göndermek, o da komşuyu dumanla rahatsız etmek oluyor.
Peygamber Efendimiz, "Buna benzer şeylerin hepsine dikkat ederek komşusuyla komşuluğunu güzel yapsın!" diyor.
Demek ki zor şeyler değil!
Doğru konuşacak, emanete riayet edecek, istendiği zaman verecek, komşusuyla komşuluğunu iyi yapacak.
Böyle olursa ne olurmuş?
Allah ve Resûlü kendisini severmiş. Kendisinin içinde de bir nuraniyet, bir temizlik, Allah sevgisi, Resûlullah sevgisi hâsıl oluyormuş.
O halde bu doğru sözlülüğe, emanete riayete ve komşuluğu güzel yapmaya çok dikkat edelim!
Başka insanlarla bir arada bulunulduğu zaman o insanlara güzel muamele etmek, onları üzmemek, kırmamak, geçimli olmak çok önemli bir husus oluyor.
Diğer hadîs-i şerîf:
Râvisi Hz. Ali radıyallahu anh Efendimiz hazretleri:
Men serrahû en yemüddallâhu lehû fî umrihî ve yüvessia lehû fî rizkıhî ve yedfeu anhü miyteti's-sûi, fe'lyettekıllâhe ve'lyasil rahimehû.
Peygamber Efendimiz bu mübarek hadîs-i şerîfine yine aynı kelimelerle başlamış:
Men serrahû en yemüddallâhu lehû fî umrihî. "Allah'ın kendisinin ömrünü uzatması kimi memnun edecekse, mutlu edecekse, sevindirecekse" ve yüvessia lehû fî rizkıhî; "Allah'ın kendisinin rızkını bol, geniş yapması kimi memnun edecekse..."
İstemez miyiz?.. Ömrümüz uzun olsun, rızkımız bol olsun isteriz.
Ve yedfeu anhü miytetis-sûi; "Allah'ın, onun üzerinden sû-i hâtime ile kötü bir şekilde ölümü def etmesini kim istiyorsa..."
Bu üç şeyi hepimiz isteriz. Uzun ömürlü olmayı isteriz, rızkımız bol olsun isteriz ve hüsn-ü âkıbet ile hüsn-ü hâtime ile güzel bir ölümle âhirete göçmeyi isteriz. Kötü ölümle, kötü bir durumda, kötü bir hal üzere ölmekten hepimiz Allah'a sığınırız.
Kim bunları elde etmekten memnun olacaksa, sevinç duyacaksa, bunları istiyorsa…
Ne yapsın?
Ve'lyettekıllâh; "Allah'a tevekkül etsin!", ve'lyasil rahimehû; "Akrabâ-u taallûkatına sıla-i rahim yapsın!"
Bir: Allah'a tevekkül etmek.
İki: Sıla-i rahim yapmak.
Allah'a tevekkül etmeyi çok kimse bilir de belki gençlerden bu kelimeleri artık bilmeyenler vardır.
Allah'a tevekkül etmek ne demek?
Allah'a güvenmek, Allah'a dayanmak, Allah'ı kendisine destek edinmek, Allah'ı vekil edinmek demek...
Bu ne zaman olur?
İnsan elinden gelen her türlü çalışmayı yapar. Sonra bekler; "Yâ Rabbi, sen bana yardım et, işimi rast getir, bu yaptığım çalışma güzel bir sonuca ulaşsın, hayırlı faydalı olsun!" diye Allah'a tevekkül eder. Yani tarlayı sürer, tohumu eker; sonra Cenâb-ı Hakk'a, "Yâ Rabbi, ben elimden geleni yaptım, sen bana yardım eyle!.. Şu tarlamdaki mahsûlümü güzelce bitir, afetlerden koru... Güzel yağmurlarla sula. Mahsûlü bol eyle, bereketli eyle; afetsiz bir şekilde güzelce devşirmeyi nasip eyle..." diye boynunu büker, bekler.
Elinden geleni yapar, elinden gelmeyen hususta Cenâb-ı Hakk'a tevekkül eder. Allah tevekkül edenleri seviyor. Kendisine dayanan, güvenen, kendisinden isteyen, boynunu büküp "Yâ Rabbi, sen bilirsin!" diyenleri seviyor. Onun için tevekkülü öğrenmemiz lazım!
Ama tevekkülün birinci şartı, şeksiz şüphesiz, tereddütsüz, Peygamber Efendimiz'in, sahâbe-i kirâmın ibarelerini iyice okuduğumuz zaman ortaya çıkan husus, kul elinden geleni kesinlikle yapacak. Yani bir insan kenara yatmış, yaslanmış. Bacak bacak üstüne de atmış. Ensesine de elini koymuş… Ne çalışıyor, ne gayret gösteriyor... Ondan sonra, "Ben Allah'a tevekkül ediyorum, Allah bana versin!" diyor.
Olmaz! O tembellik oluyor, başkasının çalışmasından istifade etmek oluyor, sömürmek oluyor. O doğru değil!
Tevekkülle ilgili bir hadîs-i şerîf var:
İbn Abbas radıyallahu anh rivayet etmiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
Men serrahû en yekûne akven-nâs fe'lyetevekkel alellâhi azze ve celle. "Kim insanların en kuvvetlisi olmaktan mutlu olacaksa pek aziz, pek celil olan Allahu Teâlâ hazretlerine tevekkül eylesin!" buyuruyor.
Demek ki tevekkülü öğreneceğiz ve hayatımızda uygulayacağız. Daima Allah'a dayanacağız, güveneceğiz. Allah'tan korkacağız, Allah'tan gayriden korkmayacağız. Allah'ın huzurunda hesaba çekileceğimizi bileceğiz, ona göre hayatımızı süreceğiz; güzel işler yapacağız, kötü işler yapmayacağız.
Sonuncu hadîs-i şerîf:
Âişe-i Sıddîka Vâlidemiz'den. Efendimiz buyuruyor ki;
Men serrahû en yelkallâhe azze ve celle gaden râdıyen, fe'lyüksirus-salâte aleyye.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
"Kim yarın rûz-i mahşerde, pek aziz ve pek celil olan Allahu Teâlâ hazretleri kendisinden razı olarak Allah'a kavuşmaktan memnun, mutlu olacaksa, bunu istiyorsa"; fe'lyüksiru's-salâte aleyye; "Bana salât u selâmı çok eylesin!"
es-Salâtü ves-selâmü aleyke yâ Rasûlallah!
Veyahut:
Allâhümme salli âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sellim.
Veyahut salât-ı münciye, salât-ı tefrîciyye veya salât-ı ümmiye... Çeşit çeşit salât u selâmlar, ibâreler, ifadeler… Hepsi Peygamber Efendimiz'e salât u selâmı ifade ediyor.
Peygamber Efendimiz'e salât u selâmı çok yapın! Her yerde, her zaman, yolda giderken… diliniz, gönlünüz zikirle, salât u selâmla meşgul olsun! Bu durumlara nâil olun!
Ne olacakmış?
Salât u selâmı çok eden, Allahu Teâlâ hazretlerine kavuştuğu zaman, Allah kendisinden hoşnut ve razı durumda kavuşacakmış. Resûlullah Efendimiz de hoşnut ve razı olarak onun karşısına gelir. Resûlullah'ın huzuruna gittiği zaman da; "Bu bana dünyada salât u selâmı çok eden filanca kimse..." diye tanır ve Resûlullah Efendimiz de sever.
Allahu Teâlâ hazretleri bu hadîs-i şerîflerde bildirilen güzel sonuçlara ulaşmayı cümlemize nasip eylesin. Allah hepinizden razı olsun...
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!