Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh, alâ külli hâlin ve fî külli hîn.
Ves-salevâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedini'l Mustafa ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'd din.
Emmâ ba'd
Fa'lamû eyyühe'l-ihvân fe-inne efdale'l hadîsi kitâbullahi ve efdale'l-hedyi hedyü seyyidinâ Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem. Ve şerre'l-umûri muhdesâtühâ. Ve külle muhtesetin bid'atün. Ve külle bid'atin delâletün. Ve külle delâletin ve sâhibehâ fi'n-nâr ve bis-senadi'l muttasılü ilen-nebiyyü sallalahü aleyhi ve selleme ennehû kâl.
Kâne yahlifu lâ ve mukallibi'l-kulûbi.
Peygamber Efendimiz şu ibareyle yemin ederdi: Lâ ve mukallibi'l-kulûb.
Burada mukallibu diye ötre harekelemiş. Vav, yemin vavı olduğundan mukallibi kulûb olacak. Metni takip eden kardeşlerimizin dikkatini çekerim. Orası yanlış harekelenmiş.
Buharî ve Ahmed b. Hanbel rahmetullâhi aleyhimâ'nın kitaplarında var. Tirmizî ve Neseî'de de varmış. İbn Ömer radıyallahu anhümâ'dan.
Peygamber Efendimiz yemin ettiği zaman... Çeşitli yemin şekilleri var da... Bir tanesini hatırlarsınız, nasıl yemin ediyordu?
Ve'l-lezî nefsî bi-yedihî.
"Canım kudreti elinde olan, o Rabbü'l-âlemîn Allah'a and olsun." diye, bir yemin şekli bu.
Ve'l-lezî nefsî bi-yedihî.
"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun." diye tercüme ediyorlar.
Ama "yed'i kudret" deyince millet altıdan sonraki yedi rakamı sanıyor, yedi kudret sanıyor. Allah'ın kudretinin sonu mu var?
Yanlış bilgi [veriyorlar.]
"Nefsim yed'i kudretinde olan Allah'a and olsun."
Ne demek?
"Kudreti elinde" demek.
Yed, "el" demek. Oradaki yedi rakamı değil. Altı, yedi, sekiz dediğimiz yedi rakamı değil.
O karışıklık olmasın diye, "Ve'l-lezî nefsî bi-yedihî" sözünün tercümesini nasıl demek lazım?
"Canım kudreti elinde olan Allah'a yemin olsun."
"Dilerse yaşatır, dilerse öldürür, dilerse yükseltir, dilerse alçaltır, dilerse zengin eder, dilerse fakir eder... Her şey O'nun kudretindedir demek oluyor. Canımın akıbeti onun buyruğuna bağlı, ne dilerse öyle yapar." demek oluyor. Tabii imandan doğan güzel bir yemin şekli...
Burada da bir başka yeminini görmüş oluyoruz. Birisi bir şey söyledi;
"Şöyle mi bu iş, yâ Resûlallah?"
Lâ. "Hayır." Ve mukallibi'l-kulûb. "Gönülleri, kalpleri kılıktan kılığa, halden hâle çeviren Allah'a and olsunki öyle değil." diye böyle yemin ederdi.
Mukallibi'l-kulûb ne demek?
"Kalpleri, gönülleri istediği tarafa döndüren Allah" demek. Dilerse sevdirir, dilerse nefret ettirir.
"Falanca hoca efendiyi çok seviyorum."
"Mübarek, neden seviyorsun?"
"Vallahi bilmem, Allah bir sevgi vermiş içime, seviyorum."
İşte kalbi o tarafa döndüren Allah...
Allah bir kulu sevdi mi yakın meleklerine emreder ki; "Ben filanca kulumu seviyorum, siz de sevin." Onlar da semavât ehline seslenirler ki; "Allah filanca kulu seviyor, siz de sevin." Onlar da yerdeki varlıklara bildirirler ki; "Allah filanca kulu seviyor, siz de sevin." Böylece Allah'ın sevdiği bir insanı melekler sever, gök ehli sever, yer ehli sever, herkes sever.
Allah dilediğini de sevdirtmez. Nefret uyandırtır.
Allah dilerse insanın gönlünü hoş eder, dilerse boş eder, dilerse mutlu eder, dilerse mutsuz eder, dilerse mü'min eder, dilerse kâfir eder.
O Erhamü'r-râhimîn olan Allah-u Teâlâ hazretlerine, kulluğunun edebine riâyet etmedi de ondan tepetaklak gitti. Bu edepsizliğinin cezasıdır.
Edep bir tâc imiş, nur-u Hüdâ'dan
Giy ol tâcı, emin ol her beladan.
Edep, Allah'ın nurundan bir nurdur, insanın başında mânevî bir taçtır. İnsan edepli oldu mu Allah'ın lütfuna erer. Edepsiz oldu mu kahrına, gazabına uğrar.
Kalpleri çeviren Allah'tır. Hâkim olan Allah'tır. Halden hâle döndüren Allah'tır.
"O kalpleri, gönülleri oradan oraya çeviren, ters-yüz eden, aksi istikamete, farklı farklı hallere çevirmeye muktedir olan Allah'a yeminler olsun ki; mesele senin dediğin gibi değil, öyle değil, şöyle." diye, Peygamber Efendimiz'in yemininde bunu kullandığı olurdu.
Bundan sonraki rivayet:
Kâne yahmilu mâe zemzeme.
"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz zemzem suyunu taşırdı."
"Taşırdı" ne demek?
Yani hacdan, Mekke'den Medine-i Münevvere'ye gelirken taşırdı, isteyenlere ikram ederdi. Onun için hacılar böyle yapıyorlar. Gittikleri yerlerde bidonlara dolduruyorlar. İyi ki bu bidonlar çıktı. Eskiden ağzı lehimli galvaniz zemzem tenekeleri vardı. Daha eskiden kim bilir nasıl getiriyorlardı?
Eskiden herhalde zemzem suyu getirmek daha zordu. Zaten develerle sallana sallana üç ayda gidecek, üç ayda gelecek. İstanbul'dan hac yolculuğu üç ay gitmek, üç ay da gelmek altı ay. Üç ay da vaktini oralarda geçirse, Ramazan'ı orada yapar, iki bayram arasında oturur, haccı yapar, gelir; bir sene. Eskiden bir senelik nafakasını ailesine bırakacak da hacca öyle gidecekti.
Ellhamdülillah şimdi hacıları, umrecileri Yeşilköy havaalanına gidiyoruz, uçağa bindiriyoruz, "Hadi selâmetle!" deyipbuğurluyoruz. O Mekke-i Mükerreme'ye varıyor, biz burada trafikten daha karşı tarafa, Üsküdar'a geçemiyoruz evimize gidemiyoruz. O varıyor. Allah'ın büyük lütfu...
Eskiden zemzem suyunu görmek çok zormuş, şimdi damacanalarla [alıyoruz]. Bir arkadaşımız; "Elhamdülillah! Hocam, 27 bidon getirdim, iç içebildiğin kadar." diyor. Maşaallah, kalabalık aile hâlinde gitmişler, her birisi şu kadar getirmiş.
Peygamber Efendimiz zemzem suyunu taşırdı.
Zemzem suyu öyle sıradan bir su değildir. Zemzem suyu yeryüzünün en şerefli sudur. Hangi niyetle içilirse ona fayda verir, deva verir. Açlık gitsin diye içilirse insanı doyurur.
Ebû Zerr-i Gıfârî hazretleri müşriklerle bir inatlaşmaya girdi "Lâ ilâhe illallah" dedi, hücum ettiler, vurdular. Kâbe'nin örtüsüne saklandı. Ertesi gün yine "Lâ ilâhe illallah" dedi, yine kavga gürültü... Yine Kâbe'nin örtüsüne saklandı. Onu dışarıya da çıkartmadılar. Örtüye saklandı mı, Kâbe'ye hürmetlerinden vurmaya korkuyorlar. Örtünün altına saklanınca bir şey yapamıyorlar. Kapıyı da kilitliyorlar, dışarı çıkmak da yok. Kâbe'nin etrafında, tavaf yerinin çevresinde... Bir ay orada kaldı! Yemek yok, ekmek yok... Bir şey var; zemzem suyu var.
Peygamber Efendimiz sordu:
"Yâ Ebâ Zerr, ne yedin, ne içtin?"
"Zemzem suyu içtim yâ Resûlallah."
Şişmanlamış, kilo almış.
Zemzem suyunun içinde her türlü mineral var. Şimdi tabii çok çekildiğinden bilinmiyor. Eskiden zemzemin üstünde bir de kaymağı olurmuş. Sabaha kadar çekilmeyip durdu da sabahleyin bir kovayı daldırdın mı zemzemin üstünde zemzem suyu kaymağı olurmuş. Eskiden kaymak tabakası da birikirmiş. Tabii şimdi boru suyun içine girdiğinden, motorla çalışıp çektiğinden o kaymağı yemek herkese nasip olmuyor. Ama eskiden öyle bir şey olurmuş.
Zemzem kuyusunun kendisi bir kuyudur. Fakat belli bir mesafesinden sonra yan tarafa doğru Hacer-i Esved'in olduğu köşeye doğru, Kâbe'ye doğru bir kolu gider. Ona "zemzemin kursağı" derler. Zemzem kuyusu aşağı doğru gider ama -içine dalgıç daldığı zaman- bir de Kâbe tarafına doğru bir kol gider, oradan şırıl şırıl su gelir. Suudlular içerisine dalgıç indirmişler, temizlemişler, birçok malzeme çıkartmışlar. Kim bilir neler çıkarttılar... Söylemiyorlar ama onun içinde neler vardır, ne tarihî malzeme vardır... Zemzem kursağını orada okumuştum; zemzemin içinde bir yol var, aşağıya insan dalgıçla dalsa, Kâbe'ye doğru bir yol gidiyor, onun altına doğru geliyor.
Allah o mübarek sudan yerinde kana kana içmeyi, maddî mânevî her türlü hastalıktan sâlim olmayı, ilm-i nâfi -faydalı ilme- sahip olmayı, geniş rızka sahip olmayı, her türlü hastalıktan şifa bulmayı nasip etsin.
Babamın kulağının üstünde el ayası kadar bir hastalık oldu. Deri kabarıyor, patır patır çatlıyor, kabuk gibi... Fakat acımıyor, sulanıyor, tatlı tatlı kaşınıyor. Doktorlar, ilaçlar; çare yok... Senelerce devam etti.
Mantar gibi bir hastalık. Geçmiyor da... Tabii ben Ankara'da oturuyorum, arada geliyorum, yine gidiyorum. Bir ara bir geldim, baktım, babamda o rahatsızlık yok.
"Ne oldu baba?" dedim.
"Onu Hicaz'da bıraktık." dedi.
"Nasıl bıraktın?"
"Geçsin diye zemzem suyu sürdüm, geçti." dedi.
Doktorların iyi edemediği, ilaçların çare etmediği rahatsızlık böyle gitti.
Bu zemzem suyu, Allah'ın mübareklik vermiş olduğu bir su! Ayrı! Şerefi hiçbir suya benzemez.
Kâne yahrucu ile'l-îdi mâşiyen ve yerciu mâşiyâ
İbn Ömer radıyallahu anhümâ'dan "hasen hadis" diye İbn Mâce rahmetullâhi aleyh rivayet eylemiş.
"Peygamber Efendimiz bayrama yürüyerek çıkardı, bayram namazı kıldıktan sonra yürüyerek evine dönerdi."
Bayram zamanı kalabalık çok oluyor. Bayram namazını dışarıda kılmak, "namazgâh" denilen açık yerde kılmak daha iyidir. Bazı mezhepler bu kanaate varmışlar. Peygamber Efendimiz'in zamanında da Medine-i Münevvere'nin etrafında -şark tarafında, yani Bakî kabristanı tarafında- bir kalesi, suru vardı, orada kılarlarmış. Bayram namazını şark kapısından çıktıkları zamanki meydanlık yerde kılarlarmış. Efendimiz yürüyerek gidermiş, yürüyerek gelirmiş.
Neden?
Sevabı çok.
Neden?
Dağlar, taşlar, ağaçlar, yerler, hepsi; "Evet yâ Rabbi! Bu benim üzerimden geçti, camiye gitti, namazı kıldı." diye şahit olur.
Onun için camiye gelen kimsenin bir yoldan gelip öbür yoldan gitmesi daha iyidir. Caminin çeşitli yerlerinde namaz kılması daha iyidir. Sünneti şurada kılar, farzı öbür tarafta kılar, ondan sonra geriye gelir... Allah'a çok şahit topluyor.
Peygamber Efendimiz oradaki insanlarla bayramlaşmak, görüşmek, onlara iltifat etmek, güzel cemâlini göstermek bakımından böyle yapardı. Binekle gitmezdi. Binekle gidilebilir. Kalabalık, izdiham olduğundan haccı binekle yaptığı var. Ama yürüyerek giderdi. O da her attığı adımda sevap olduğundandır.
Ankara'da çok sevgili bir kardeşimiz var, Cuma vaktinde ziyaretine gittim. Cuma'ya bir saat kadar var. Ben arabamla gittim, bir kenara park ettim, dükkânına girdim. "Selâmun aleyküm" Hemen kocaman, içi çubuklu bir hacı misi çıkardı. İyi, kuvvetli bir şekilde üzerime, her tarafıma elhamdülillah o güzel kokudan sürdü. Cuma günü güzel koku sürünmek sünnet sürünmüş olduk. Hemen ondan sonra kapıyı kapattı, dükkânın kapısına kilidi asmaya başladı. Daha öğlene bir saat var. "Benim araba şurada." dedim. "Yok, yürüyerek gidelim hocam, sevabı çok." dedi. Biz hocayız ama o da sevap tüccarı maşaallah...
Efendimiz de bayram namazına nasıl gidermiş?
Yürüyerek gidermiş. Başka bir yoldan yürüyerek gelirmiş. Bir devesi vardı isteseydi binebilirdi. O yürümenin fazileti var.
Hani camilere, cemaatlere yetişeceğiz diye yürümeleriniz var ya, onlardan ne sevaplar kazanıyorsunuz, bir bilseniz! Her adımına bir hasene veriyor, bir seyyiesini siliyor, bir derecesini yükseltiyor, insan nice nice hayırlara nâil oluyor.
Diğer hadîs-i şerîflerden iki tanesi de aynı konuyla ilgili, onları da okuyalım.
Kâne yahrucu ile'l-îdeyni mâşiyen ve yusallî bi-ğayri ezânin ve lâ ikâmetin sümme yerciu mâşiyen fî tarîkin âhare.
Ebû Râfi'den hasen olarak rivayet edilmiş. İbn Mâce rahmetullâhi aleyh rivayet etmiş.
"Peygamber Efendimiz her iki bayrama da -Müslümanların iki bayramı var; Ramazan bayramı, Kurban bayramı- yürüyerek giderdi ve namazı ezan okumadan, ikâmet getirmeden kılardı."
Öteki namazlarda ezan ve ikâmet getiriliyor ya, Cuma'da oluyor, öyle değil. Bayram namazlarında ezan ve ikâmet olmadan bayram namazını kıldırırdı. Dönüşte de ayrı bir yol kullanırdı.
Üçüncü hadîs-i şerîf:
İbn Ömer radıyallahu anhümâ'dan;
Kâne yahrucu fi'l-îdeyni râfian savtehû bi't-tehlîli ve't-tekbîri.
"Peygamber Efendimiz her iki bayramda namaza çıkarken, yolda yürürken sesini "Lâ ilâhe illallah, Allahu ekber diyerek, lâ ilâhe illallah" ve tekbir sözlerini hızlı hızlı söyleyerek giderdi, gelirdi."
Biz de bu namazlara giderken ne yapacağız?
Tekbir getireceğiz."Allahu ekber, Allahu ekber, lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber, Allahu ekber ve li'llâhi'l-hamd" diyoruz ya, işte onu söyleye söyleye gideceğiz, geleceğiz. Efendimiz öyle yaparlardı.
Kâne yahtubu kâimen ve yeclisu beyne'l-hutbeteyni ve yakrau âyâtin ve yüzekkirü'n-nâse.
Çok kaynaklardan, Câbir ibni Semûre radıyallahu anh'ten rivayet olunmuş.
"Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hutbe okurken ayakta okurdu. Oturarak konuşmazdı, ayakta konuşur öyle hutbe îrad ederdi. Konuşmasını iki hutbe hâlinde yapardı. Birinci hutbeyi bitirdikten sonra otururdu. İkinci hutbeden önce, iki hutbe arasında bir oturma yapardı. Hutbelerinde Kur'an'ın âyetlerinden okurdu ve insanlara nasihat ederdi."
Tabii hatipler hem Cuma hutbelerinde hem bayram hutbelerinde Efendimiz'in hareketine uygun tarzda hareket ederek hutbeyi öyle îrad ediyorlar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hem Cuma'da, hem bayram günlerinde, hem de önemli olaylar olduğu zaman minbere çıkıp öyle hutbe îrad ederdi. Başka vesilelerle de hutbe îrad ederdi, hutbe okurdu.
Kâne yahtubu bi-kâf küllü cumuatin.
"Her Cuma'da; Kâf. Ve'l-kur'âni'l-mecîd sûresinin içindeki âyetlerden okuyarak cemaatine onlardan vaaz ederdi, nasihat ederdi." diye, bu rivayet hutbenin muhtevâsı hakkında da bilgi veriyor.
Bundan sonraki rivayette konu değişiyor. Şimdiye kadarki rivayetler hutbe ile ilgiliydi.
Kâne yahtubu'n-nisâe ve yekûlu: leki kezâ ve kezâ ve cefnetu Sa'din tedûru maî ileyki kemâ dâret.
Peygamber Efendimiz bildiğiniz üzere evlendi, çeşitli hanımları oldu. O hanımlarla nikâh için konuşma esnasında; "Sana nikâhın karşılığında mehir olarak şunları vaad ediyorum, bunları vereceğim" diye söylerdi.
Ve cefnetu Sa'din.
"Sa'd'ın sinisi..."
Tedûru maî ileyki kemâ dâret
"Ben nereye gidersem benden sana o gelir. Sana böyle ziyafetler de vereceğim." mânasına mehir meselesini söylerdi.
Mâlum nikâhta kadının bir hakkı var. Evleniyor; erkek bir taraf, kadın bir taraf, ikisi arasında bir anlaşma oluyor. Buna "nikâh" diyoruz. Nikâh akdi... Bu sosyal ve resmî mâhiyeti olan bir akittir. Kadının hakkı var. O hakkı nedir?
Nedir o hakkı? Mehir. Kadına bu hakkının verilmesi lazım. Bu hak kadının babasının değildir, başlık parası değildir. Babası kızı satar gibi damada veriyor, parayı cebine indiriyor. Hayır! Bu hak kadının kendisinin hakkıdır ve istemesi lazım, alabilir. Kocanın da vermesi lazım. Ya muaccel olarak verir, ya tehirli olarak, "Münasip bir zamanda, ileriki zamanda vereceğim." diye vaad eder ve öyle verir.
"Nikâh yaparken bir mehir miktarı konuşulmadı hocam."
O zaman mehr-i misil dediğimiz şey lazım olur. O asalette bir hanımefendi o ülkede, o beldede ne kadar mehir takdir edilip alıyor ise o kadar kendisine mehir vermek gerekir. Konuşulmamış olsa bile, mehr-i misil deniyor. Emsâlinin aldığı kadar ortalama mehir almak hakkıdır. Bu mehrin hikmetleri çoktur. Kadın o mehir sayesinde mâlî bakımdan güçlü olacak.
Suudi Arabistan'da hoşuma giden bazı güzel şeyler var. Mehir son derece gerçekçi miktarda. İstersen kadını boşa, mehrini ver; ama o mehirle kadın rahat yaşayacak kadar bol bir para...
Bizde mehir ne kadar?
Sembolik! Nikâh kıymak için.
Dinî nikah kıyılacak ben tarefeynin isimlerini yazıyorum.
"Mehir konuştunuz mu?"
"Bilmem."
"Ne kadar olsun?"
"Bilmem, siz bilirsiniz."
"Ben akit yapmıyorum ki, ben sadece yazıyorum. Siz söyleyin bakalım..."
"Üç olsun, beş olsun..."
Bizde sembolik; onlarda gerçekçi! Kadının işine yarayan bir miktarda yapılıyor. O güzel bir şey. Çünkü kadının hakkı, kadının ihtiyacı olabilir.
Kâne yehîtu sevbehû ve yahsefu na'lehû ve mâ ya'melu'r-ricâlu fî buyûtihim.
Sonun hadîs-i şerîfi okudum, bitiriyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem nasıl bir peygamberdi?
Çok mübarek, çok mütevâzı. Allah'ın en yüksek mertebeli kulu fakat son derece mütevâzı bir kul idi. Kendi elbisesini diker, yamardı. Söküğü filan olduğu zaman dikerdi. Papucunu yamardı. Bir yeri sökülürse -pençe yapılıyor, dikiş dikiliyor- papucunun tamirini yapardı. Adamlar evlerinde ne gibi işler yaparsa Peygamber Efendimiz onları yapardı. Bir aile reisi ya... Bir adam evinde neler yaparsa onların hepsini yapardı. Tevâzuundan, hanımlara şefkatinden, hanımların hukukuna riâyetten ve bize örnek olsun diye...
Bizim de evlilik konusunda iyi bir eğitim görmemiz lazım. Hatta bazen hatırama geliyor ki;
" Evlilik Kursları" diye kurs açalım.
"Allah Allah, o da nereden çıktı?.."
Millet bilmiyor. Hem kadınlar, hem erkekler evliliğin ne kadar kutsal, sevaplı bir iş olduğunu bilmiyor. Kadın vazifelerini bilmiyor, koca vazifelerini bilmiyor. Birbirine karşı saygı ve sevgi bağlarından haberleri yok. Töresel olarak bir evleniyorlar; "Anam istedi, babam istedi..." ondan sonra bir ihtilaf; karşımıza geliyorlar, ayrılmaya kalkıyorlar.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki;
Ebğadu'l-halâli ila'llâh et-talak. "Allah'ın en sevmediği helal boşanmadır."
Boşanma Allah'ın en sevmediği [helaldir.] Evet, helaldir, tamam, olabilir. Zamanı gelir, bazı insanlar için lazım olabilir, tamamen o yolu kapatmamak lazım, gerekebilir. Ama en sevmediği helal boşanmaktır. Boşuyorsun; karşıdaki adamın, kadının morali sıfıra iniyor. Zavallı ondan sonra bir daha evlenir mi, evlenmez mi, çeşitli [sorunlar] çıkıyor. Allah'ın sevmediği bir şey. Oyuncak değil, ciddi bir şey. Millet bunu bilmiyor.
Koca, bakıyorsun boşamaya karar vermiş.
"Niye boşuyorsun? Gel konuşalım."
Utanıyor, benim yanıma gelmiyor.
Allah her işimizi güzel yapmayı nasip etsin.
Aile çok önemlidir. Önemli olduğundan sözü biraz uzattım.
Aile; cemiyetin temel taşıdır, çocuklarımızın yetişme yeridir. O bakımdan, ailelerimize sahip olalım. Ailemizin sorumluluğu sizlerin, bizlerin üzerinedir. Ailenin Allah'ın rızasına uygun yönetilmesiyle mükellefiz. Onları günahlara düşürmemekle, korumakla, onlara Allah'ın emirlerini öğretmekle vazifeliyiz. O bakımdan, aman aile içinde çok dikkatli olalım. Allah'ın rızasını kazanmaya gayret edelim. İki cihanımız hoş olsun, bahtiyar olsun.
Allah-u Teâlâ hazretleri sizi sıratı müstakimden ayırmasın. Sevdiği kul eylesin. Marifetullah’a erdirsin. Aşkullahı muhabbetullahı gönlünüze yerleştirsin. Sevdiği işleri yapmanızı nasip eylesin. Huzuruna sevdiği razı olduğu kulları olarak varıp cennetiyle cemaliyle müşerref olmayı nasip eylesin. Peygamber efendimize komşu eylesin.
Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti’l Fatiha.