Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî küllî hîn. Es-Salâtü ve's-selâmu alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve tâci ru'ûsinâ ve tabîbi kulûbinâ Muhammedini'l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahu bi-ihsânin ecmâine'ttayyibine'ttâhirîne ecmâin.
Bizi, her türlü hayrın, fütuhât ve füyûzâtın kaynağı olan İslâm dinine bağlı mü’min ve Müslümanlar eyleyen yüce Rabbimiz’e sonsuz hamd ü senâlar, nihayetsiz şükürler olsun.
Dileriz ki Rabbimiz bizi iman ve ihsan üzere yaşatsın; hak yolda mü’min-i kâmil olarak can verip, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı nasîb ü müyesser eylesin...
Âlemlerin Rabbi ulu Yaradanımız’ın en son resûlü, elçisi, en sevgili kulu, âhir zaman peygamberi, enbiyânın serveri, evliyânın rehberi, insanlığın önderi Muhammed-i Mustafâ Efendimiz hazretlerine ve onun yolunda yürüyen mübarek âline, ashâbına, etbâına, evliyâullah ve mukarrabîn ve sâlihînin cümlesine ve cümle mü’minîn ü mü’minâta sayısız, sınırsız salât ü selâmlar, candan tahiyyat ve ihtiramâtımızı, içten muhabbet ve meveddetlerimizi, muhlisâne ittibâ ve merbûtiyetimizi arz eder, cümlesinin şefaatleriyle inayetlerini, yüce himmetlerini talep ve niyaz eyleriz.
Birkaç misalle anlatmak istiyorum:
Mekke-i Mükerreme’nin fethi olmuş; fetih gecesinde şehre ashâb-ı kirâm tekbirlerle ve tehlil getirerek girmişler.
Kâbe-i Müşerrefe’yi sabaha kadar tavaf etmişler.
Fethin ertesi günü Hind, kocası Ebû Süfyan’a;
“Ben Muhammed’e gideceğim, beyat edeceğim, bağlanacağım!” demiş. O da;
“Ama sen İslâm’a karşıydın, inkâr ediyordun!” demiş.
“Şimdiye kadar öyleydi ama Allah’a yemin ederim ki bu geceden önce bu Mescid-i Haram’da, bu Kâbe’nin çevresinde Allah’a bu şekilde hakkıyla, samimiyetle kulluk ve ibadet edildiğini hiç görmedim. Şu samimiyete bak!..” demiş. Duygulanmış.
Halbuki başka ordular gelip bir şehri zapt etselerdi neler olurdu, bir düşünün!.. Olmuşlarla bir mukayese edin!.. Mübarekler aşk ile şevk ile sabaha kadar Kâbe’yi tavaf ediyorlar. Aşk ile şevk ile ibadet ediyorlar. O da hayran kalıyor;
“Ben de gideceğim, Muhammed’e bağlanacağım!” diyor. Gidiyor, bağlanıyor.
Ebû Süfyan da bağlanıyor; o da Müslüman oluyor. Geç Müslüman oldular.
Fatih Sultan Muhammed Han hazretleri İstanbul’u fethedip içeri girince şükür secdesine kapandı.
“Yâ Rabbi! Bana Peygamber Efendimiz’in müjdelediği, methettiği komutan, emir, subaşı olmayı nasip ettin.” diye, atından indi secdeye kapandı.
Secde kulun Allah’a en mütevazi, en güzel tavrıdır. Sonra Ayasofya’ya gitti, Ayasofya’da toplanan ahaliye konuşma yaptı:
“Müsterih olun, evlerinize gidin, size bir zarar olmayacak!” dedi.
İşte fatihlerin ahlâkları, zihniyetleri böyle...
Sa’d b. Ebî Vakkas radıyallâhu anh, Aşere-i Mübeşşere’den bir mübarek zât... Aşere-i Mübeşşere; Peygamber Efendimiz’in daha sağlığında, “Sen de cennetliklerden birisin!” diye açıkça yüzüne karşı ve başkalarına karşı söylediği, müjdelediği mübarek kimseler.
Camilerde isimleri yazılıyor: Allah, Muhammed, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Sa’d, Saîd, Talha, Zübeyr... İşte Aşere-i Mübeşşere onlar. Cennetle müjdelenmiş on kişi var. Cennetlik olduğunu hâl-i hayatında duymuş mübarekler. Ne güzel!
Hiç kimse yarın ne olacağını bilemez. Onun için Süleyman Çelebi;
Yâ İlâhî! Saklagıl îmânımız;
Verelim îmân ile tâ cânımız!
Diyor. Süleyman Çelebi; korkuyor. Korkacak ve korumaya dikkat edecek. Ne olacağı belli olmaz.
Sa’d b. Ebî Vakkas’a İran komutanı Rüstem;
“Niçin bize saldırıyorsunuz, niçin savaş oluyor?” demiş.
Bu Rüstem, Zaloğlu Rüstem değildir. Zaloğlu Rüstem, efsanevî bir şahıstır ve çok eskilerde yaşamıştır. İşte o çok meşhur olduğundan bunun babası, o efsanevî şahıs gibi olsun diye, buna da Rüstem adını vermiş. Zaloğlu Rüstem eski İran efsanevî pehlivanlarından biriymiş. Boyu şu kadarmış, eni şu kadarmış, bir oturuşta kaç tane kuzu yermiş. Böyle efsanevî bir kişi.
Bu Rüstem, İslâm ordularının karşısındaki Sâsânî ordusunun başkomutanı. Anlayamıyor. Bakıyor ki kılık kıyafetleri perişan fukaracıkların. Kumaş yok, süs yok, zînet yok, perişan... Ama Allah yolunda savaşıyorlar, kalpleri pırlanta gibi, içleri güzel... Sayıları da çok değil. Şaşırıyor:
“Bunlar herhalde bizim gücümüzü, kuvvetimizi bilmiyorlar. Nasıl böyle saldırabilirler?” diyor.
Mesela; ben şimdi kalksam, çok büyük bir devlete savaş ilan etsem, “Seni alaşağı edeceğim, sana harp ilan ediyorum!” desem; gülerler değil mi?.. “Neyin var? Topun mu var, tüfeğin mi var, zırhlın mı var, uçağın mı var, bomban mı var?.. Nedir bu?” derler.
O da şaşırmış. Kocaman Sâsânî İmparatorluğu’nun ordusu bir tarafta, burada da birkaç bin mücahit... Allah Allah!..
“Niçin böyle cesaret edip de saldırıyorsunuz?” demiş.
Aşere-i Mübeşşere’den olan o zât;
“Bizim arzumuz dünya değil, biz âhireti istiyoruz. Bizim dinimiz hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki zillete uğramasın; ona bağlanan hiç kimse yoktur ki izzete kavuşmasın!.. Gayemiz insanları kulların zulmünden kurtarmak; kulu kula kulluk etmekten kurtarıp, Allah’a kul ettirmektir.” demiş.
İşte “fetih ruhu” bu zihniyet!.. Allah’ın emrini yerleştirmek... Onun bir adı da “îlâ-yı kelimetullah”tır... Îlâ; âlâ etmek, yükseltmek demektir. “Allah’ın sözünü yüceltmek, buyruğunu saygınlaştırmak, tutulur hale getirmek” demektir. Bunun için çalışmışlar. İşte cihadın ruhu budur.
Arif Nihad Asya’ya Allah rahmet eylesin... Çok iyi ahbaplığımız oldu. Derviş insandı, Mevlevî dervişi idi. Çok güzel şiir yazmış. Diyor ki:
Sen niye hâlâ oyunda oynaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Fatih koşturmuş ama ülkeden ülkeye koşturmuş. Kaç tane ülke almış. Koşturma başka türlü olacak, Allah yolunda olacak!
Yavuz Sultan Selim vefat edeceği zaman sırtında çıban çıkmış, cerahatı gitsin diye sıkmışlar. Kan çıbanı gibi görünüyormuş ama kan çıbanı değil, kansermiş. Çıban iyi olmamış, ölümüne sebep olmuş.
Gittikçe fenalaşıyormuş. Yanındaki yakınları, daima sohbetinde bulunan kimselerden Hasan-ı Can diye birisi varmış.
“Sultânım! Şimdi Allah’la beraber olmak vaktidir.” Yani, “Kelime-i şehadet getir, ölmek üzeresin, Allah’la beraber olmak zamanıdır.” demiş.
Bunu söyleyene şöyle ters ters bir bakmış.
“Ya sen bizi kiminle beraber bilirdin?” demiş.
“Zaten Allah’la idik, zaten O’nu zikrediyorduk.” mânasına, “Hatırlatmaya lüzum yok!” demek istiyor.
Yaman adamlar, yavuz adamlar; işi biliyorlar.
Kosova’da düşmanlarla karşılaşmak kesinleşti. I. Kosova Savaşı, 1389. Savaş olacak. Ordusu çok az; karşı taraf çok kuvvetli... I. Murad dua etti;
“Yâ Rabbi! Ordum sayıca az, karşı taraf çok kuvvetli!... Eğer biz burada yenilirsek, bu diyarlardan bizim kökümüz silinir; artık buralarda bir daha sana ibadet edilmez, senin adın anılmaz!.. Beni mahcup etme, beni mağlup düşürme! Ordum galip olsun, ben şehit olayım yâ Rabbi!.. Yaşamak değil gayem ama Müslümanlık buradan silinmesin!.. Buralardan senin adın silinmesin, ezanlar bir daha okunmaz duruma gelmesin!” dedi.
Mehmed Akif boşuna demiyor:
Bu ezanlar ki şehadetleri dînin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim, inlemeli!
Oralardan İslâm dini silinip geri gitmesin, diye dua etmiş, şehit olmayı istemiş. Bunu tarihçi Solakzâde, Tarihi’nde nazmen şiir haline getirmiş.
Râh-ı dîn içre ben fedâ olayım,
Siper-i asker-i Hüdâ olayım!
Din yolunda beni şehîd eyle,
Âhirette beni saîd eyle!..[1]
“Din yolunda fî sebîlillah fedâ olayım! Hidayet yolunun askerlerinin paravanı olayım! Gelecek bana gelsin, onlara gelmesin. Din yolunda ben şehit olayım!” diyor. Hükümdar bu...
İşte fetih ruhu bu; ölümü seve seve istemek, Allah yolunda cihat etmek, rahatı düşünmemek...
Fatih’in mizacını, huylarını yazarken, kitaplar;
“Eğlenceye, zevke sefâya hiç meyli yoktu.” diyorlar.
İstanbul’un fethi olayı ve bu fethi yapan Fatih Sultan Muhammed Hân cennetmekân pat diye, zamanın akışı içinde, ortaya birden çıkıvermiş varlıklar değildir. Bunlar sürecin, bir devamlı oluşumun sonucudur.
“İstanbul’un fethi nasıl olmuştur, ne zamandan başlamıştır?..”
İstanbul’un fethi Peygamber Efendimiz’in;
“İstanbul fethedilecektir; İstanbul’u fetheden çok iyi bir komutandır.” diye müjdelemesinden başlamıştır. Onun için daha Hz. Osman zamanında İstanbul’a bir sefer düzenlenmiştir, gemiler Antalya’ya kadar gelmiştir.
Boğaza kadar gelemediler ama ondan sonraki devrede Emevîler birkaç sefer yaptılar, İstanbul’a kadar gelip kuşattılar. Hem de cami vesaire yaptırdılar. İstanbul fethedilmediği halde “Arap Camisi” diye, “Mesleme Camisi” diye camiler var.
Bir arzunun, bir ülkünün, bir gayenin olması için çalışıla çalışıla, bu öyle olmuştur... Şairin söylediği gibi iş Allah’ın lütfundandır, Allah’ın yardımındandır. Çünkü Allah’ın yardımı olmazsa, Peygamber ordusu bile galip gelemiyor.
Allah’ın yardımındandır. Peygamber Efendimiz’in duası bereketindendir, işaretindendir.
Fethi yapacak insanların mâneviyatının kaynağı İslâm dinidir. İstanbul’u fetheden İslâm’ın kendisidir, İslâm dinidir. İslâm dini fethetmiştir.
Eğer İslâm dini, İslâm inancı, ülküsü olmasaydı, bizim dedelerimiz Orta Asya’da dururlardı. Koskoca ülkeler... Orayı bırakıp, bu tarafa gelip de ne yapacak?.. Orası da bir yer, burası da bir yer; herkes oturduğu yerde otursun...
Ne Arap Endülüs’e giderdi, ne Türk Orta Asya’dan Balkanlar’a geçerdi, ne Sultan Mahmut Hindistan’a giderdi; herkes oturduğu yerde dururdu.
Bu, iyilik hakim olsun diye İslâm’dan ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden.
Araplar’ın, Selçuklular’ın seferleri var... Malazgirt zaferini kazandıktan, Romenos Diyojenes’i yok ettikten sonra, bizim ecdadımız o zamanlardan İstanbul’a kadar dayanmışlar. Ama 1071’den 1453’e kadar, kaç asır daha bu iş olmamış... Çalışılmış ama olmamış. Selçuklular çalışmışlar, olmamış.
Osmanlılar gelmişler, Selçuklular’ın hududunda bir yere yerleştirilmişler. Domaniç yaylası, Söğüt, Tunçbilek santralının olduğu yaylalar, Bursa’ya doğru yaylalar... Selçuklu sultanı oralara yerleştirmiş. Küçücük bir beylik...
Osman Gazi;
“Oğlum, ben buraya bir zayıf karınca gibi geldim.” diyor.
Mütevazi bir şekilde geldiler ama o fetih ruhu var ya, anlatmaya çalıştığım nasipleri çoktu.
Çok temiz, çok saygılı insanlardı. “Bu, Allah’ın Kitabı!” diye sabaha kadar el pençe divan durmuş, yatağa yatmamış... Evliyâullahın duasını almışlardır.
Öteki beylikler birbirleriyle çarpıştı, çarpıştı, çarpıştı; bunlar cihatla meşgul oldu. Müslümanın, Müslümanla çarpışması günahtır. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; ilginç bir hadîs-i şerîf:
“Müslüman, Müslümanla çarpışırsa, ölen de cehenneme gidecek, öldüren de cehenneme gidecek!”
“Yâ Resûlallah! Öldürenin cehenneme gideceğini anlayabiliyoruz ama ölen zaten ölmüş, mağdur duruma düşmüş. Bir de âhirette o niye cehenneme gidecek?” diye soruyorlar.
Peygamber Efendimiz;
“Niyeti ne idi?.. Onun da niyeti karşı tarafı öldürmekti ama o öldüremedi, bu öldürdü.” buyuruyor.[2]
Niyet öldürmek olunca, o zaman iyi olmuyor.
Fatih Sultan Mehmet Balkanlar’da gazâ ile meşgul iken, arkadan kendisine çok suikastler, aleyhte çalışmalar yaptılar Anadolu’nun beylikleri... Karamanoğulları, Zülkadiroğulları, Germiyanoğulları... vs. Bazı beyler anlayamadılar. Gittiler, Uzun Hasan’ın yanına yığıldılar, Uzun Hasan’la Fatih’i birbirine düşürdüler.
Sonunda Otlukbeli savaşında Uzun Hasan’la Fatih çarpıştı. Mecbûren... Venedikliler’le sulh akdetti, bu tarafa geldi bu fitneyi durdurmak için çarpıştı. Yendi ama zulüm yapmadı, affetti. Çünkü İslâm ordusu... Müslümanlara yumuşak davrandı.
Karamanoğlu’nu kaç defa affetti. Adamlar sözünü kaç defa bozdu; söz verdi, sözünde durmadı O affetti. Onun için Osmanlılar’da bereket vardı, Osmanlılar ilerlediler.
Osmanlılar İstanbul’un fethine yedi defa teşebbüs ettiler. Bunun dört tanesini Yıldırım Bayezid Han yaptı. Yıldırım Bayezid Han, yıldırım gibi, hareketli bir insandı.
Tavsiye ederim, Osmanlı tarihini çok güzel okuyun! Roman kadar heyecanlı ve çok ibretli... Dikkatli okuyun yalnız!
Bana kalsa, vaktim olsa, Allah imkân verse, ben bu kitapların hepsini yeniden yazarım. Hiç doğru düzgün yazmamışlar, gürültüye boğmuşlar. Asıl önemli noktalara işaret etmek, ibret derslerini çıkarmak lazım!..
Fatih için doğru düzgün bir kitap yazmak, bu cihat ruhunu güzel anlatmak lazım! Bu insanları hep Batılıların yazdığı gibi entrika düşüncesiyle;
“Şöyle oldu da, böyle yaptı da, bilmem ne de, bilmem ne de...” diye yazıyorlar. Bunların fetih ruhunu pek çok kimse anlayamıyor...
Yıldırım Bayezid dört defa ciddi teşebbüs yaptı. Yıldırım çok ciddi idi, bayağı istedi fethetmeyi ama Allah ona nasip etmedi.
Lafların hepsi gelir geçer, şu sözü hiç unutmayın! Bu anlattıklarımdan bir bu kalsa yeter:
“Allah-u Teâlâ hazretlerine karşı kulluğu çok titiz yapmak lazım! Yapmadığı zaman insan bir şeyler kaybedebilir, nasip olmaz...”
Yıldırım dört defa teşebbüs etti, hem de çok da güzel tedbirler aldı. Boğaz’ın Anadolu yakasına Anadolu Hisarı’nı kurdu. Fatih de daha sonra karşı tarafa Rumeli Hisarı’nı kurdu. Böylece boğazı kilitlediler.
Anadolu Hisarı, “ben burayı fethedeceğim, burada askerlerim dura dursun, karşıya geçeceğim zaman kolaylık olsun” diye hazırlıktı. Edirne tarafından da fetihler tamamlanmıştı. Timur gelmeseydi, o işi yapacak gibi hazırlanıyordu ama Allah ona nasip etmedi, aksine Timur’u musallat etti.
Hani Nasreddin Hoca’nın fıkrası var. Timur’la Nasreddin Hoca’yı sanki beraber yaşamış gibi gösterirler ya, Timur soruyormuş ahaliye;
“Ben zalim miyim, mazlum muyum?..”
“Efendim, sen mazlumsun!” diyene;
“Sus, dalkavuk! Bu kadar astım, kestim, mazlum olur muyum; niye doğruyu söylemiyorsun?” diyormuş, cezalandırıyormuş.
Bunu gören bazıları de kendilerine sorulunca;
“Zalimsin efendim...” diyorlarmış.
“Vay küstah, bilmem ne!” diye onu da cezalandırıyormuş.
Aciz kalmışlar, ne cevap vereceklerini bilememişler. Nasreddin Hoca’ya gelmişler. Fıkra ama sonundaki cümle önemli...
“Hocam böyle diyor; zalimsin deyince de, mazlumsun deyince de cezalandırıyor. Bu adamın hakkından gelemedik, cevaptan aciz kaldık. Gel şuna bir çare bul!” demişler.
“Tamam, beni götürün o tarafa doğru...” demiş.
Onun geçeceği yola çıkmış. Hocayı görünce, Timur çağırmış;
“Gel buraya!.. Söyle bakayım, ben zalim miyim, mazlum muyum?..”
Nasreddin Hoca;
“Zalim biziz de, Allah seni bize musallat etti.” demiş.
Ne kadar güzel cevap... İşin doğrusu da bu... Mânevî, ilahî bakımdan, hakkâniyetli değerlendirme bu... “Cezâyı hak ettiğimiz için sen belasın!” diyor. “Zalimsin!” diyor ama “Zalim biziz ki Allah seni bize musallat etti.” diyor.
Yıldırım Allah taksiratını affetsin, kusursuz kul olmaz ama Timur da Osmanlı İmparatorluğu’nun gelişmesini elli sene, yüz sene geciktirdi. Timur’un darbesi Osmanlılar’ı çok perişan etti... Yoksa Yıldırım alabilecekti. Yıldırım’a nasip olmadı.
Yıldırım’dan sonra pehlivan yapılı gayretli hükümdar Çelebi Mehmed uğraştı, didindi, toparladı, II. Murad’a verdi. II. Murad Balkanlar’ı fethetti, hazırladı. Fatih hazır bir ortama geldi. Fatih hazır bir ortamda çok güzel çalışarak, güzel sonuçları aldı.
Böyle tarihî hazırlıkların, birikimlerin sonucu var, bir de bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum, benim çok önemli gördüğüm noktalardan birisidir bu:
Toplum, Fatih’in beraber çalıştığı toplum, Fatih’in çağındaki insanlar, Fatih’in çevresi, Fatih’in tebaası...Toplum tertemiz!.. Dindar, güzel ahlâklı… Maddî bakımdan da temiz; hamamlar her yerde var, Bursa’nın hamamları meşhur; Edirne’de, İstabul’da, her yerde var... Akîdeleri ehl-i sünnet akîdesi, pırıl pırıl, Kur’an yolu, hiç bozuk değil, çatlak şey yok!..
Rivayet ederler ki; Fatih Sultan Mehmet Edirne’de iken, Bursa’dan Edirne’ye başşehir nakloldu. Edirne’de daha iyi oluyor. Çünkü Balkanlar’a seferler daha kolay gidiyor. Hem de Balkanlar’dan İstanbul’a gelecek yardım da kesilmiş oluyor. O tarafa başşehir gitti Bursa’dan...
Fatih fethe hazırlanıyor. Şöyle bir teftişe çıkmış. Veziri ile beraber kıyafet değiştirmiş, kendilerini tanınmayacak hale getirmişler; çarşıya gitmişler.
Fatih, sabahleyin bir dükkâna girmiş;
“Bana buradan bir okka peynir ver!” demiş.
Dükkâna şöyle bakıyor, “Temiz mi, değil mi?” diye... Adama bakıyor, tartışına bakıyor. Adam güzelce tartmış, fazlasını koymuş, dirhemde hile yapmamış. Peynirin tadı çok güzel. Peynirde hile yok, sütte hile yok, yağı alınmamış...
Adamın karşılayışı güzel, “Hoş geldiniz efendim!” diyerek karşılamış. Karşısındaki müşterilerin kim olduğunu bilmiyor...
Fatih, her şeyi beğenmiş;
“Pekiyi, bir de şuradan iki okka un ver!” demiş.
Esnaf boynunu bükmüş;
“Efendim, size zahmet olacak ama siz bu alışverişi benden yaptınız, siftah ettim; karşı komşum henüz daha siftah etmedi; acaba zahmet olmazsa, unu oradan alsanız olmaz mı?” demiş, oraya göndermiş.
Oradan bir-iki şey almış. Bakmış yine tertemiz dükkân, mal temiz, katışık yok, hile yok...
Ben Ankara’dan Dış kapı pazarından yağ aldım. Baktım, köylü tereyağı getirmiş. Güzel; tadı da güzel, görünüşünden de insan anlıyor... Tereyağını aldım, şöyle bir topak, boncuk boncuk üstünde suları var. Tamam! Köylünün halis tereyağı... İnandım, aldım; eve geldim, içinden patates çıktı. Topak, patatesin etrafını yağla kaplamış; hile...
Fatih’in devrinde hile yok... Oradan da başka bir tarafa gönderilmiş;
“Efendim, öteki malı şuradan alın; işte o da siftah etsin!” demiş.
O zaman Fatih;
“Ben bu güzel ahlâka sahip milletle İstanbul’u değil, cihanı fethederim!” demiş.
Fatih tek başına ateş olsaydı, cirmi kadar yer yakardı. Fethin oluşmasında Fatih var, ordusu var, mübarek evliyâullah, onlara gerçekleri anlatan insanlar var, komutanların canla başla çalışması var... Çok şeyler var. Bütün ortam, hepsi müsait.
Ben Osmanlılar’ın Fatih’e kadar olan devrini, tamamen İslâmî, şeriata uygun, tasavvuf terbiyesi almış insanlardan müteşekkil tertemiz bir devre olarak tespit ettim, gördüm. O devrin edebiyatına, eserlerine baktığınız zaman öyle, her şeyiyle öyle... Padişah da derviş, asker de...
Ulubatlı Hasan’ı yaralamışlar, düşmüş. Fatih yanına gitmiş, kucaklamış. Sevgi ile “Yiğidim!” demiş. Tam ölmek üzere, şehit olmak üzere; surdan düşmüş veya yığıldığı yere varmış Fatih... Ulubatlı son sözünde;
“Müjde padişahım, Peygamber Efendimiz surların üstünde!” demiş.
Bir kitapta bunu okuyunca, çok hoşuma gitti.
Bizim fakültenin başkâtibi vardı, o anlatmıştı Elazığ’da bir zât, ölüm döşeğine yatmış, gözlerini kapatmış; konuşamıyor, gözlerini açmıyor, sorulara cevap veremiyor. Ölmedi, henüz daha hayatta ama ölmek üzere… Hâlet-i nezi’, vefatına yakın, koma hali dedikleri hal...
Tam öyle iken birden ayaklanmış, canlanmış, yatağın içinde doğrulup oturmuş. Edeple;
“Zahmet buyurdunuz yâ Resûlallah!” deyip ruhunu teslim etmiş.
Demek ki koma halinde Resûlullah Efendimiz’i gördü...
“Olur mu?..”
“Olur.”
Almanya’da bir kardeşimizin akrabası yatağa yatmış, ölmek üzere...
Hastanın durumu belli.
“Geçmiş olsun, inşaallah iyi olursun, geçer, düzelirsin...” demişler.
“Yok, sağ olun ama ben öleceğimi biliyorum. Bu hastalıktan öleceğimi, bu yataktan kalkmayacağımı biliyorum. Biraz sonra şeyhim gelecek, onunla zikrede zikrede ruhumu teslim edeceğim!” demiş.
Arkadaş anlatıyor; ismiyle, cismiyle tanıdığı bir kimse.
“Biraz sonra kapı çalındı, mübareğin şeyhi çıktı geldi. Başına oturdu. ‘Hadi evlâdım, kelime-i şehâdet getir!” Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Resûlullah...’ vesaire derken, can kuşu ten kafesinden uçtu gitti, adam ölüverdi.” diyor.
Bak, gelmeden, “Şeyhim geliyor, yolda, gelecek!” diyor. Böyle şeyler olabilir, diye düşünüyorum. Bazısı böyle şeylere inanmaz ama ben kitaplarda böyle şeyleri görünce, hoşuma gidiyor.
Toplum temiz, asker temiz, padişah temiz, ulemâ da vakarlı...
O devir, ulemânın topluma, padişahlara, yöneticilere hakim olduğu bir devir; ulemâ saltanatı devri... Fatih’e kadar. Ondan sonra iş değişmiş. Mesela Yavuz Selim’den şeyhülislâmlar filan korkmuş. Ama Fatih devri alimleri, Fatih’ten korkmamış.
Karşı gelmişler. Karşı gelenlerden birisi, benim doktora tezime konu olan Hatiboğlu Muhammed’dir. O çok dindar bir adam. Onun oğlu... Fatih’e dobra dobra neler söylediyse, Fatih kızmış, makamından azletmiş. Fatih genç, kızabilen bir insan, sinirli; kızmış, görevinden almış.
Ötekisi Hatibzâde Muhiddin Muhammed, dobra dobra, biliyorum, aileden huyları öyle... Molla Gürânî Fatih’in karşısına çıkmış;
“Ey Padişahım! Görevden aldığın bu adamı görevine iade et; haksızsın!” demiş.
Çünkü görevden attığı kimse o devrin en büyük müderrislerinden biri.
“Ya onu tekrar görevine geri getirirsin, ya da biz bütün alimler senin ülkeni terk ederiz, alimin kıymetini bilen bir sultanın diyarına gideriz!” demiş.
Padişah geri almış.
Molla Gürânî vesaire öyle insanlar...
Akşemseddin?!.
Akşemseddin için Fatih;
“Başka hocalar beni görünce dizleri titrer; bu zâtı görünce, karşısında benim dizlerim titriyor, dermanım kalmıyor, ne yapacağımı şaşırıyorum.” diyor.
Tasavvuf heybeti var, evliyâlık heybeti var. Allah’tan korkan insandan herkes korkar. Devir Hak alimlerinin, Hakk’ı bilen evliyâullahın hakim olduğu devir.
Peygamber Efendimiz durup dururken metheder mi?..
Sadece Fatih methedilmiyor, ordu da methediliyor... “O ordu ne güzel ordudur.” deniliyor.
Hatta kolay değil, 6 Nisan’da hücum başladı; cuma namazını bir gün önce kıldılar, cumartesi günü başladı. İki aya yakın, 53 gün o duvarları toplar dövdü. O toplar, beş yüz-altı yüz kiloluk taş gülleler atıyor. Şâhî topları; bilmem kaç metre boyunda, bilmem ne kadar eninde, bilmem kaç tane mandanın çektiği alamet şeyler. Hepsinin teferruatı var.
“Gümmm... Gümmm...” diye kocaman, masa kadar kaya şu duvara gelirse ne olur?.. Topkapı’yı, Edirnekapı’yı gördünüz; duvarlar nasıl çatlamış, nasıl yıkılmış?.. Öyle usturuplu atmışlar ki bir oraya atmış, bir oraya atmış. Büyük bir kütüğü, oduncu kıracağı zaman nasıl belli yerlerine vurur; öyle ustalıkla suru yıkmışlar. Topçuların atışı da bir ustalık...
Surların geçilmesi kolay değil!
Surların önünde 25 metre su hendeği var. Nehir gibi su havuzları yapmışlar. Surun dibine kolay gidemiyor. Onu geçtikten sonra, bilmem kaç metre yüksekliğinde birinci suru geçecek. Onu geçtikten sonra 20-25 metre tekrar yürüyecek, birinci surlardan çok daha yüksek ikinci surlar geliyor; onları geçecek...
Kaç defa muhasara edilip de fethedilememesi, alınamaması, İstanbul’un surlarının çok mükemmelliğinden... Bir de “Rum Ateşi” denilen bir silahları var; attıkları zaman yapıştığı yerden çıkmıyor, yakıyor, suyla da sönmüyor.
Fatih o surlara hücum edebilmek için hareketli, tekerlekli kuleler yaptırmış. Mûcit, icatçı Fatih... Hareketli kuleler yaptırmış, adı “kişver küşâ”; “ülke açan” ... Kuleleri ittiriyor, düşmanlar da ateş atıyor; kuleler surlara öyle yanaşıyor.
Muazzam şeyler yapmış. Haliç’in bir tarafından öbür tarafına kayıklardan, bilmem kaç askerin yan yana geçebileceği köprü yapmış. Karadan gemileri götürmesi mâlum... Muazzam işler.
O surlardan öylece geçmek ve İstanbul’u fethetmek nasip olmuş. Kuşatma 53 gün sürmüş. O 53 gün içinde eğer Avrupa’dan bir ordu gelseydi, onunla savaşmak zorunda kalacaktı. Ama Allah-u Teâlâ hazretleri nasip etmiş.
“Fatih Sultan Mehmet, altı yaşında Amasya’ya vali olarak gönderilmiş” diye bir rivayet var. Tereddütlü olsa bile, 1443’te 11 yaşında iken Edirne’den Manisa’ya vali olarak gönderiliyor. 11 yaşında...
Erken yetişiyor. Osmanlılar, ilk devirde insanların yetişmesini çok güzel başarıyordu. Küçük çocuk, daha 11 yaşındaki çocuk...
Tabii yanına bilginleri katıyor. Bilginlerin eğitiminde uygulamalı yönetim. 11 yaşında vali. Nasıl oturacağını, nasıl konuşacağını, nasıl sabredeceğini; lalaları kendisine her şeyi öğretiyorlar, hocaları, öyle yetişiyor.
11 yaşında vali... Sonra 12 yaşında ilk hükümdar... Babası, “Gel evladım, seni seçtim; ben çekilmek istiyorum!” demiş.
Babanın tahtı ona bırakması dünya tarihinde pek görülmüş bir olay değil. Baba çok mükemmel bir baba da ondan. II. Murad’ın çok güzel ahlâkı var... Çok halim selim, çok iyiliksever, çok güzel meziyetlere sahip, çok dindar, sofu bir insan olduğunu, kendisini ibadete vermek için savaştan nefret ettiğinden tahtı bıraktığını söylüyorlar.
Tarihte tahtı bırakan bazı insanlar var. En meşhurlardan bir tanesi İbrahim b. Ethem’dir. Belh sultanı imiş. Sarayı bırakmış, derviş olmuş.
Bunun babası da derviş, öyle bir eğitim almış.
Tabii vaziyet sıkışınca babasına;
“Gel tekrar tahta geç!” diyor. Babası da;
“Sen padişahsın, ülkeni koru!..” diye cevap veriyor.
Çocuğuna, başarsın diye salahiyet veriyor.
“Baba bak! Padişah bensem, emrediyorum gel ordunun başına! Yok padişah ben değil, sensen; gel, ülkeni kendin koru!” demiş.
12 yaşındaki çocuğun zekâsına bak!.. Buna “dilemma”, “ikilem” diyorlar; iki ihtimale göre de sonuç aynı. Mantık oyunu...
Çok güzel tahsil görmüş; o çağa göre en çağdaş olan ilimleri okumuş. Kütüphanesi elimizde; haritaya, coğrafyaya, matematiğe dair eserler var... Yedi dil biliyor: Sırpça (Balkanlar’da geçerli dil), Yunanca, Latince, Arapça, Farsça, Türkçe... Çok iyi yetişmiş.
Bir Yunanlı bir kitap yazıyor. Fatih Sultan Mehmet’i, “O devirlerin en büyük Yunanca bilen alimi durumundaydı.” diye anlatıyor.
18 yaşındayken Edirne’de parlak bir düğünle evlendi. Babası ölünce, 19 yaşında tekrar padişahlık tahtına oturdu. 1451’de tahta geçti, bir sene sonra, Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı inşâ etti. İstanbul’u alacak; aklı, fikri İstanbul’u almak... Rumeli Hisarı’nı 1452 yılında yaptırdı. Sonra 1453’te, padişahlığının ikinci senesinde, 21 yaşında İstanbul’u fethetti. 857 Hicrî tarihinde, Cemâziyelevvel ayının 20’sinde, Salı günü içeriye giriş oldu.
Milâdî, 29 Mayıs 1453...
Gevher Sultan adlı bir kızı olmuş. Mustafa adında bir oğlu olmuş, hayatında ölmüş. Bayezid’le Cem’in mücadelesi, kendisinden sonra acı bir macera olarak ortada, bilinen olaylar.
Fatih Sultan Mehmet, tarihte bir çağı kapatıp, bir çağı açacak olan büyük bir iş yaptı. İki tane imparatorluğu, dört tane krallığı, on bir tane prensliği, yani on yedi devleti yıktı, aldı. İki yüz küsur şehir ve kale zapt etti. Bir şehrin, bir kalenin zaptı çok zor bir iş.
19 yaşındayken padişah oldu, 49 yaşında öldü. 30 senede 25 büyük askerî sefer yaptı. Balkanlar’da muazzam seferler yaptı. Seferlerin bizzat içinde bulundu, komuta etti. Çok cesur, çok atılgan bir insandı. Ben huylarını dedesi Çelebi Mehmet’e benzetiyorum ama asıl Yıldırım Bayezid’e benziyor.
“Yıldırım ne yapmış?..”
Haçlılar Niğbolu kalesini muhasara etmiş, Doğan Bey kaleyi savunma tedbiri almış. Geceleyin bir ses duyuyor:
“Bre Doğan, bre Doğan!..”
Doğan Bey, bu kalenin muhafızı. Adıyla hitap ediyor birisi.
“Allah Allah, ben bu sesi tanıyorum!..”
Sura gitmiş, bakmış, aşağıda padişah;
“Korkmayasın, geliyorum imdadına... Dayan bre Doğan!” demiş.
Cesarete bak!.. Yıldırım Bayezid, muhasara edilen bir kaleye yıldırım gibi geliyor.
Fatih’in huyları onun huylarına benziyor ve onun yolunu izlemiş.
Fatih padişah olduğu zaman, ülke 900 bin kilometrekareymiş. Şimdi Türkiye’nin yüzölçümü 776 bin kilometrekaredir. Şimdiki Türkiye’den büyükmüş. Tabii Karamanoğulları’ndan Adana tarafı filan o zaman Mısırlılar’ın. Mısırlılar Suriye’yi, Adana’yı ellerinde tutuyorlarmış... Vefatında 2 milyon 214 bin kilometrekareye, yani iki buçuk misline çıkarmış.
İtalya’nın güneyinde bulunan Otranto kalesini aldı, asker çıkarttı, orada kale yaptı. Oradan İtalya’nın yukarısına doğru gidip Roma’yı da alacaktı. Vefat eder etmez, Otranto kalesindekiler oradan bu tarafa geçtiler, kaleyi teslim ettiler. Fatih, kendisinin zamanında böyle bir düşmana kale teslim eden askerlerin yedi yüzünü birden, hepsini “Teslim etmek var mı?” diye kesmiş.
Çok meziyetleri var. Onun hayatını, yetişme tarzını ve hayatında uyduğu kuralları, ahlâk kurallarını, çalışma kurallarını çok iyi öğrenmeliyiz.
Kendisini çok iyi yetiştirmiş.
Her gün kitap okurmuş. Her gün kitap okumak, çok çağdaş bir şey!
Alimlerle düşer kalkar, onların meclislerine katılır, onları meclisine davet edermiş.
Çok az gülermiş, mütemadiyen çalışırmış, çok cömertmiş, çok atılgan ve cüretliymiş.
Bunları düşmanları söylüyor.
Avrupa’nın mukadderatı üzerinde Türklere asırlarca süren bir üstünlük kazandırmış. Düşmanları söylüyor:
“Tahta çıkar çıkmaz kendisi ve milleti hakkındaki Peygamberinin müjdesini tahakkuk ettirmek için harekete geçti.” diyorlar. Nasıl biliyor Avrupalılar? Gayet iyi biliyorlar.
Türk tarihinin gelmiş geçmiş, en renkli ve en büyük şahsiyeti. O kadar geniş bir kültürü var ki icatlar yapmış. Matematiği çok iyi biliyor, topçulukta, askerlikte keşif sahibi... Yunanlı Kritovulos, Fatih’in çok keskin zekâlı bir filozof olduğunu söylüyor. Ulemâyı, şairleri çok kollamış.
Hesap gününü ve ahireti hatırından çıkarmadığı için mesuliyetini üzerine aldığı gazâ vazifesinin ağırlığını müdrik bir insan olarak yaşamış. Bunun için hayatını ve sıhhatini dahi hor görerek çalışmış.
Çok mütevazi ve münzevi bir hayat geçirmiş. Hayâ ve vakar sahibi olduğundan kimseyle yemek yemezmiş. Fazla yüz-göz olmak istemiyor.
Kitap mütalaasından ve tefekküründen çok büyük zevk alırmış.
Mu’tekif gibi ömür sürermiş.
Mu’tekîf ne demek?
Ramazan’da itikâfa giren demek.
İnsan camide itikafa girince nasıl mahrumiyetli yaşıyor biliyorsunuz.
300 küsur tane cami yaptırmış.
Peygamber Efendimiz;
“Allah rızası için bir cami yaptırana, Allah cennette bir köşk ihsan eder.”[3] buyuruyor.
Hukukî düzenlemeler yapmış. “Fatih Kanunnâmeleri”ni koymuş. O zamanın üniversitesi olan Fatih medreselerini yaptırmış. Ayasofya Medresesi’ne en büyük matematikçi Ali Kuşçu’yu tayin etmiş. Devlet adamlarının iyi yetişmesi için çok müesseseler kurmuş.
“Onun saltanatı, adaletin, doğruluğun, hakkın ve ilmin saltanatıydı.” diye bildiriliyor.
En sonunda da, sefere çıkmışken vefat etmiş.
Biz şimdi dua ediyoruz, camilerde namaz kıldıktan sonra;
“Yâ Rabbi! Şu bizim canımızı ibadet üzereyken, abdestliyken, oruçluyken, hak yoldayken, hac yolundayken, umre yolundayken, cihat yolundayken al!.. Yanlış yolda, günah yolundayken olmasın...” filan diye dua ediyoruz.
Fatih Sultan Mehmet de orduyu hazırlamış, cihada giderken; İstanbul’dan çıkmış, Gebze’ye gelmiş. Orada hünkâr çadırındayken vefat ediyor. 1481 yılında, cihat yolundayken ruhunu teslim etmiş oluyor.
Kânûnî Süleyman da öyle. O’da Avrupa’ya askerî bir sefere gittiği sırada ruhunu teslim etti. Şair Bâkî onun için yazdığı mersiyede diyor ki:
Minnet Hudâ’ya kim dû cihanda kılıp saîd,
Nâm-ı şerîfin eyledi hem gâzi, hem şehîd.[4]
“Gazâdayken öldüğü için şehit rütbesiyle, gazi ama şehit rütbesiyle ruhunu teslim etmiş oldu.”
Fatih’i önce kendimiz iyi öğrenelim! Tabii, iyi öğrenmek için de ben kendimi sorumlu hissediyorum. Fatih’i çok güzel anlatan bir kitap yazmak lazım!..
Çocuklarımızı Fatih gibi yetiştirmeye özen göstermeliyiz! Fatih nasıl 11 yaşında sorumluluğu almış, belki 6 yaşında almış, vâli olmuş. Bu çok önemli... Çocuklara sorumluluk vererek ama büyüklerin yanında, böyle yetiştirmek lazım! Hocaların yanına çocukları alması lazım! Biraz böyle asistan gibi yetiştirmesi lazım!
Çocuklara dinî ruhu, fetih ruhunu çok güzel öğretmemiz lazım! Fatih gibi çalışkan olmayı öğretmemiz lazım! Okuyan, yazan, çalışan, düşünen, güzel ahlâka sahip bir insan olacak tarzda yetiştirmeye gayret etmemiz lazım!
Kendimiz de, silkinmemiz lazım! O güzel hasletlerden ibret alarak, Fatih gibi hayat sürmeye zorlamamız lazım!..
Allah-u Teâlâ hazretleri ruhunu şâd, makamını âlâ eylesin. Bizlere de rızasına uygun, onun gibi o yolda güzel çalışmalar yapmayı nasip eylesin. Nice güzel hizmetler yapmayı nasip eylesin. Nice füyûzât ve fütuhât, bizlere, çocuklarımıza ihsân eylesin.
Sübhâne rabbinâ rabbi'l-izzeti ammâ yasifûn ve selâmun alâ cemîi'l-enbiyâi ve'l-mürselîn ve âli küllin ecmaîn. Ve'l-hamdü lillâhi rabbi'l-âlemîn.
El-Fâtiha!
[1] Bk. Solakzâde Tarihi (haz. Vahid Çabuk), I, 63.
[2] Ebû Bekre’den nakledilen hadis için bk. Buhârî, “Îmân”, 12; “Diyât”, 1; Müslim, “Fiten”, 14.
[3] مَنْ بَنَى مَسْجِدًا لِلَّهِ عَزَّ وَجَلَّ بَنَى اللَّهُ لَهُ مِثْلَهُ فِي الْجَنَّةِ .
Buhârî, “Salât”, 65; Müslim, “Mesâcid”, 24-25; “Zühd”, 43-44; Tirmizî, “Salât”, 120, hadis no: 318; İbni Mâce, “Mesâcid”, 1, hadis no: 736; Dârimî, “Salât”, 113, hadis no: 1392; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 61, hadis no: 434; I, 70, hadis no: 506.
[4] Bk. Bakî Hayatı ve Şiirleri: Divan, s. 79.