Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bizi yaratan, yaşatan, sayısız nimetlerine garkeden, doğru yolu bilmemiz, hidayete ermemiz ve cennetine girmemiz için engin rahmetinden ve fazl u kereminden bizlere peygamberlerin ekmel ve âzam ve efdal ve ahsen ve âlâsı, Ahmed ü Mahmûd u Muhammed-i Mustafâsı'nı gönderen; I Resûl-i Ekrem'e sözlerin en yücesi ve en güzeli olan Kur'ân-ı Kerîm'i indiren, bizleri ümmetlerin en büyüğü ve en şereflisi kılan Ulu Rabbimiz'e sonsuz hamd ü şükr ü senâlar olsun.
Allah'ın hak Peygamberi, iki cihan serveri, mü'minlerin önderi, insanlığın rehberi, âsilerin melcei, çaresizlerin eşfaı, Livâü'l-Hamd'in mâliki, Makâm-ı Mahmûd'un sahibi, başımızın tâcı, dertlerimizin ilacı, gözümüzün nûru, gönlümüzün sürûru, Cenâb-ı Hakk'ın Habîb-i edîbi, enbiyânın hâtemi ve resûllerin ekremine ve onun temiz âline, pak ashabına, mübarek ahfâdına ve cümle etbâına ve hâssaten verese-i enbiyâ, hulefâ-i rusül, ümenâ-i ümmet olan ulemâ-i âmilîn, meşâyih-ı vâsılîn, sâdât-ı kâmilîn ve esâtize-i mükemmilînimize ve onlara bağlı ariflere, halifelere, salihlere ve müridlere hadsiz hesapsız salât ü selâm olsun!..
Emmâ be'd
Ebü'l-gazavâti ve'l-fütuhât,
Sâhibü'l-hayrâti ve'l-hasenât,
Sultânü'l-guzâti ve'l-mücâhidîn,
Nâsıru'l-İslâmi ve'l-müslimîn,
Kâhirü'l-kefereti ve'l-mütemerridîn,
Mazharu medhi'n-Nebiyyi'r-rahîmi'l-ümmî bi'l-hadîsi'ş-şerîfi'l-kerimi'n-nebevî,
Fâtihu'l-buldâni ve'l-memâliki'l-kesîra ve'l-Kostantîniyye,
Ve nâilü'l-makâmâti ve'd-derecâti'l-aliyye;
es-Sultânü'l-a'zam ve'l-hâkânü'l-muazzam,
el-Gâzî ve'l-mukâtil ve'l-mücâhid ve's-saîd ve'l-kâid vle'l-müsâfir e'l-mürtahil ve'ş-şehîd,
Cennet-mekân, firdevs-âşiyân, âb-rûy-i saltanat-ı Osmânî,
Es-sultân Muhammed Hân-ı Sânî İbni Sultân Murad Hân İbni Sultân Çelebi Muhammed -aleyhimü'l-afvü ve'l-gufrân ve'r-rahmeti ve'r-rıdvân- hazretlerinin ve O'nun mübarek ordusu mensupları şehitlerin, gazilerin vesâir din büyüklerimizin ve mevtâmızın ve cümle mü'minîn ü mü'minât ve müslimîn ü müslimâtın ruhları için; el-Fatiha!..
Bu hatırası üzerine toplandığımız Fatih Sultan Muhammed Han kimdir?
Nice nice orduları yenen, beylikleri, devletleri, imparatorlukları yıkan, çağ kapayıp çağ açan, ülkeler fetheden, tarihe nice şerefli sayfalar ekleyen zât-ı muhterem...
Bize içinde yaşadığımız şu dünyanın en güzel şehrini, iki kıtanın birbirine yanaştığı, iki deryanın birbirine kavuştuğu tarih ve tabiat hazinesi, hasnâ ve müstesnâ, bî mislü bahâ beldeyi hediye eden; ama bizim türbesine bile doğru-düzgün, temiz-pâk bakamadığımız şehinşâh-ı mükerrem...
Bir bayram hatıramı nakletmek istiyorum. Yıllar önceydi. Bir dinî bayramımızda "Çocuklarımı nereye götüreyim?" diye düşünürken, Fatih Sultan Mehmed Han aklıma geldi. Küçüklerin ellerinden tuttum. Bu şehri bize miras, hediye ve yâdigâr bırakan o muazzam Sultan'ın ziyaretine götürmeyi ilk vazifemiz bildim. Fatih Camii'nin avlusuna, haziresine geldik; türbe kapalıydı. Camlarından içerisini göstermek istedim; camlar kapalıydı. Çevresine baktık; çevresi tozlu, topraklıydı. Saçaklarına baktık; yağmur almış, ahşapları çürümüş, sarkmıştı. Oğlum dayanamadı, dedi ki:
"Baba, büyüdüğüm zaman ilk işim, Fatih Sultan Mehmed Han'ın türbesini tamir etmek olacak!"
O bize beldeler bağışlamış, biz onun türbesini korumaktan aciz; süslemekten, ziyaretçilere açık tutmaktan gafil torunlar...
Bundan 537 yıl önce, yine böyle bir 29 Mayıs'ta ve ne garip tesadüf ki yine böyle bir Salı günü, uzun, azimli, sabırlı ve inatçı bir muhasaranın sonunda, kat kat müstahkem surları parçalayarak, derin hendekleri aşarak, şairin dediği gibi;
"Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile" tekbir ve tehlillerle, mansur ve mesrur, şâkir ve muzaffer olarak bu şehre girmeye muvaffak olan o eşsiz serasker! Bembeyaz atı üzerinde, ak yüzlü, şahin bakışlı, yiğit komutan. Şahin bakışlı, genç, yiğit komutan!..
Bazı tarihçiler O'nu dünyanın en büyük siyasî şahsiyeti olarak ileri sürmüşler. İskenderler'den, Roma imparatorlarından, Dârâlar'dan üstün tutmuşlar. Osmanlı hükümdarları içinde şeksiz şüphesiz en büyük asker, en büyük devlet ve siyaset adamı, en büyük alim ve hatta mucit... Yaptığı, başardığı ve ortaya koyduğu akıl almaz işlerle, Osmanlılar'ın asırlarca sürecek olan refah ve saadetini hazırlamış bir müstesna şahsiyet…
Yirmiye yakın devleti ve bu arada iki imparatorluğu tarihten, coğrafyadan silmiş bir şahsiyet… Otuz yıldan fazla süren saltanatında zevke sefaya dalmamış, seferden sefere koşmuş bir mücahit...
Arkadaşlarım beni Karadeniz'in müstesna güzellikte bir beldesi olan Amasra'ya götürmüştü.
"Ne kadar güzel Hocam, değil mi?" dedi.
Götüren mühendis kardeşimiz, tepeden muhteşem manzaraya bakarken;
"Evet, çok güzel!" dedim.
"Fatih Sultan Mehmed burayı fethettikten sonra, bir nefes alımı dahi durmamış, sefere devam etmiş." dedi.
Güzelliklerin kendisini bağlayamadığı bir kimse. Dağları aşmak için eteklerini beline bağlayıp şahin burnundan ve sakalından ter damlayıncaya kadar yaya, yokuşları tırmanan bir kişi. Bir azim timsâli...
Trabzon seferinde, yolları gerçekten sarp ve aşılmaz bir dağa gelmiş. Atla da gitmek mümkün değil.
Atından inip eteklerini beline sokup dağa yaya olarak tırmanmış. Öyle yorulmuş ki alnından akan terler burunları ucundan ve sakallarından nisan yağmuru gibi yere dökülmüş.
Fatih'in bu halini gören, kafiledeki Sâre Hatun;
"A sultanım! Trabzon nedir ki savaş meydanlarının şehsuvârı attan inerek yaya yürüsün ve yorulsun?" demiş.
Fatih Sultan ona şöyle derin derin bakıp;
"Bizim buralara gelişten maksadımız kale fethetmek ve servet kazanmak değildir. Buraları müslümanlara açmak, vatan yapmaktır. Allah'ın rızasını ve cihadın sevabını kazanmaktır. İslam'ın kılıcı bizim elimize emanet edilmiş. Eğer bu zahmeti çekmez isek, bize ‘Gazi' demek yalan olur; bundan dolayı çektiğimiz sıkıntılardan, daha çoğunu da çeksek yine azdır." diye cevap vermiş.
Kaleler fethetmiş, surlar yıkmış ama şehirler yapmış. İktisada büyük önem vermiş. Osmanlı hazinesini görülmemiş seviyelere yükseltmiş. Büyük bayındırlık hamleleri gerçekleştirmiş. Hayatında 308 cami inşa etmiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin hadîs-i şerîfi mâlumunuzdur:
"Kim Allah rızası için bir mescid bina ederse, Allah da ona cennette bir köşk ihsan eder." Ya da diğer rivayetlerde; "Emsalini ihsan eder." diye müjdelemişti.
Sahabeden bir zât kalktı;
"Yâ Resûlallah! Yol güzergahındaki o çardakçıklar da, o hurma direklerinden, dallarından yapılan mescidcikler de bu hükme dahil midir?" diye sordu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
"Evet dahildir. Onların süpürülmesi, süprüntülerinin bir kenara toplanması, içlerinin temiz tutulması cennetteki hûri kızlarının mehirleridir." buyurdu.
Bir mescid için böyle olursa, 308 cami inşa etmiş bir sultanın âhiretteki mükâfâtı ne olur?
Ege'yi ve Karadeniz'i bir Türk iç denizi haline sokmuş. İstanbul ve Çanakkale boğazlarının rejimini kurmuş, kalelerle iki tarafını tahkim etmiş.
Çok geri seviyede iken aldığı Türk donanmasını, denizciliği ile meşhur Venedik'i de geçerek o devrin bir numaralı deniz kuvveti haline getirmiş. İtalya yarımadası çizmesinin ökçesini, Osmanlı toprağına katmış.
Devlet teşkilatında büyük hamleler yapmış. İstanbul Üniversitesini kurmuş! Devrinin birçok ilmini hızla öğrenmiş; bir çoğunda gerçek alim payesini ihraz etmiş. Hatta dehâ eseri göstermiş, buluşlar yapmış. Uçan füzeler, şâhî toplar, havadan, tepelerden gülle aşıran havan topları icat etmiş. Gemilerini, tarihin görmediği bir şekilde dağ ve tepe dalgalarından aşırmış.
Arapça ve Farsça'dan başka Türkçe'nin oldukça değişik bir lehçesi oluşuna rağmen Çağatay lehçesini, tebaasının dilleri olması hasebiyle de; Yunanca'yı, Latince'yi, Sırpça'yı, İtalyanca'yı, İbranice'yi öğrenmiş.
Hocalarına sonsuz hürmet göstermiş, daima ellerini öpmüş. Molla Gürânî kendisinden 12 yaş büyük, Akşemseddin kendisinden 42 yaş daha büyük.
Yılmaz Öztuna'nın iddiasına göre Mevlevî tarikatına müntesip imiş. İntisap ettiği çelebi; Emir Âdil Çelebi, 1461'de âhirete irtihal etmiş olan postnişin.
Şiir ve sanata çok önem vermiş. Şaşılacak bir şey ki divanı sadece âşıkâne şiirlerle dolu. İnsan başka şey tahmin ediyor, başından sonuna tarıyor. Demek ki delikanlılık çağında yazdı ve öteki şairlerin yaptığını yapamadı. Bazı şairler delikanlılık çağında yazdığı şiirlerini imha etmiş; Mehmed Âkif mesela ve daha başkaları da imha etmiş, o imha edememiş.
Şiirleri âşıkâne, garip... Şiirde mahlası Avnî... Allahu Teâlâ hazretlerinin avn ü inayetine mazhariyyet temennisiyle olsa gerek. Çok dillerde dolaşan;
İmtisâl-i "Câhidû-fi'llâh" olupdur niyyetim
Dîn-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim
şiiri galiba onun değil. Çünkü şair bu şiirin sonunda Avnî mahlasını kullanmamış, Muhammed mahlasını kullanmış.
Ey Muhammed, mu'cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile
Umaram gâlib ola a'dâ-yı dîne devletim
demiş. Demek ki Avnî mahlasını kullanmadığına göre, Fatih değil. Bir başka Fatih Muhammed. Belki Haçova zaferinin galibi III. Mehmed, belki IV. Mehmed; ben III. Mehmed olduğunu sanıyorum.
Bu muhteşem şahsiyet, bu eşsiz, emsalsiz insan, bir başka milletin büyüğü olsaydı; cihanı hatırası için velveleye verirlerdi yıkarlardı.
Fatih'i benim övmem gereksiz; öven övmüş, asırlar önceden Peygamber Efendimiz'in övmesi mazhariyetine erişmiş bir kimse.
Şair;
Hâcet-i meşşâta nîst rûy-i dilârâmrâ
"Güzel yüzün süsleyiciye, süse ihtiyacı olmaz!" diyor. Çünkü zaten güzel.
Bizim için Fatih'in nasıl yetiştiği büyük önem taşıyor. Çünkü Fatih bir meyvedir. Meyveyi bir ağaç hasıl eder. Ağacı da çevresi, toprağı, iklimi besler. Fatih'i de devri, muhiti ve etrafındaki mübarek insanlar yetiştirdi ve geliştirdi. Bu dehayı yetiştiren kültür muhiti, eğitim ve ahlâk sistemi bizim için son derece önemli. Fatihler yetiştiren bir vasat, Fatihler yetiştiren bir çevre…
Fatih, çeşitli kültürleri tanıdığı; Rum'u, İtalyan'ı, Boşnak'ı, Rus'u, Gürcü'yü, Trabzonlu'yu… daha başka nice insanları tanıdığı halde, hatta gayrimüslim hocaları ve sanatkâr dostları olduğu halde, diyar diyar gezdiği halde, niçin dejenere olmadı, niçin bozulmadı?..
Niçin zaferden ve saltanattan başı dönmedi? Niçin zenginlik ve ihtişamdan şımarmadı? Niçin bazı halef ve selefleri gibi ıyş ü nûşa dalmadı? Zevk ü sefâya kapılmadı? Kendinden önce, (isimlerini zikretmeyelim de gıybet olmasın) bazı alimlerin tariz yollu, "Bari caminin dört köşesine de dört tane meyhane yaptırsaydın!" diye tarizde bulunduğu ecdadı gelmiş-geçmiş. Kendinden sonra hareme kapanıp ömrünü, hiç sefersiz, zevk ü ıyş ü nûş ile geçirmiş, şiirle, şarapla tüketmiş selefler yaşamış. Niye Fatih, onların hiçbirisinin durumuna niçin düşmedi?..
Çünkü çok sağlam hocalarda, çok takva ehli alim ve fazılların elinde yetişti. Bir insanın asıl mayasını veren hocadır.
Herhalde bir de, ana babasının ve ecdadının en temiz kazanç yollarından biri olan gazâ yoluyla elde ettikleri helâl rızıkla beslenmiş olmasından...
Tekniğinden, teknolojisinden, ilminden, irfanından, uyanıklığından, zekâsından, dehâsından... Muvaffakiyeti için sebepler bulunabilir ama o sebeplerin hepsi daha fazlasıyla Huneyn'de, kâfirlerin önünde yenilen sahabe ordusunda yok muydu?..
Bir takva kusuru, bir benlik duygusu, bir gönlü Allah'tan gayrı başka şeye bağlamak, bir fethin ve nusretin ancak Allah'tan geldiğine olan inançtaki küçük tezelzül, başında Peygamber bulunan bir sahabe ordusunun müşriklerin karşısında yenilmesine sebep olabiliyor.
Zaferin bir tek sebebi var: Ahlâk-ı İslâmiyye! Sabır, takva ve daha nice mezâyâ-yı İslâmiyye...
Bu vasıfları Fatih Sultan Mehmed cennetmekân, Molla Gürânî hocasından alarak eğitime başladı. Onun zamanına kadar, zekâsının ifratından dolayı, hocalara râm olmamış, diz çökmemiş, söz dinlememiş; naz etmiş, niyaz etmiş, kaytarmış, okumamış. Hocalar da "Padişah şehzadesidir, sultan çocuğudur." diye yüklenememişler.
Sultan II. Murad Han aleyhi'r-rahmetü ve'l-gufrân üzgün;
"Şehzadem beş yaşına geldi, hâlâ okuyamadı, Kur'ân-ı Kerîm'i sökemedi; bu ne haldir?" diye telaşta. Evladını has müslüman yetiştirememenin endişesi yüreğine düşmüş, dertleşiyor. Hacdan dönen Molla Yegân rahmetullâhi aleyh;
"Efendim, Mısır'da bir alimle tanıştım, emsali yok. Takva ehli, dünya malına karşı müstağni, ciddi, derin, bilgili. Onu tavsiye ederim, şehzademizi o yetiştirebilir." diyor.
II. Murad, Molla Gürânî isimli bu mübarek zâtı çağırıyor;
"Şehzadem Kur'an'ı sökemedi; size tevdî eylesek lütfeder misiniz?" diyor.
"Hay hay! Kur'an'ı öğretmek en şerefli şey;
Hayruküm men tealleme'l Kur'âne ve alleme
Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenen ve öğretendir. Ama ben talebemin sultan çocuğu olduğuna bakmam; hak ederse cezayı verir, döverim." diyor. II. Murad;
"Ellerin dert görmesin; nur ol, istediğini yap!" diye izin veriyor.
Molla Gürânî, yanında sopayla Manisa sancağında bulunan beş yaşındaki Fatih Sultan Mehmed Han'ın yanına varıyor.
"Yeni hocan geldi." diye haber veriyorlar.
Küçük şehzade, çıtı pıtı, ateş gibi, cin gibi, civa gibi. Hocasının karşısına geliyor, elini öpüyor, kaşını şöyle kaldırıp;
"Hocam bu yan taraftaki asa veya sopa ne ola?" diye soruyor. Molla Gürânî;
"Bu te'dib sopasıdır. Seni okutmaya geldim. Eğer okumazsan, tembellik edersen, seni bu sopa ile te'dib edeceğim, niyetim budur." diyor.
Fatih Sultan Mehmed gene kaşını kaldırıp; başı önünde ama meydan okurcasına;
"Lala, Hocam! Ben ki bir sultan çocuğuyum, beni böyle sopayla te'dib etmek ne mümkün?" derken ilk sopayı o zaman yiyor ve anlıyor ki bu hoca öteki hocalar gibi değil…
Kısa zamanda Kur'ân-ı Kerîm'i de söküyor; öteki ilimleri de söküyor ve ilimde o eşsiz mertebelere doğru yürüyor.
Yalnız şehzadeliğinde beş yaşında bir çocukken değil, Molla Gürânî sultanlığında da ona karşı çıkmıştır. Fatih, Molla Gürânî'nin yanına geldiği zaman sultanken de elini öpmüş. Bir keresinde, Honaz kalesinin yetiştirdiği büyük fazıl, Tâceddin Muhammed İbni İbrahim Efendi'nin oğlu, Fatih devrinin en büyük dört meşhur müderrisinden biri Hatipzâde Muhiddin Efendi'yi azlediyor.
"Seni müderrislikten azlettim. Çık git, ne yaparsan yap!" gibi bir muamele...
Molla Gürânî Padişah'ın karşısına dikiliyor;
"Ya o azli geri alırsın, ya da biz bütün ulemâ senin ülkeni terk ederiz. Alimin kadrini bilen bir başka hükümdarın diyarına gideriz." diyor.
Fatih, azlini geri alıyor. Yani devir; sultanların hüküm sürdüğü devir değil, alimlerin hüküm sürdüğü devir...
Fatih Sultan Mehmed Han, Fatih Camii'ni yaptırdıktan sonra, sekiz tane medrese yapıyor, çevresine; dört tane Karadeniz tarafında, dört tane Marmara tarafında, sekiz medrese yapıyor. Herbirine en büyük alimleri tayin ediyor ve;
"Buraya ancak müstehak olanları, istidatlı olanları, imtihanı kazananları yerleştirin. Medrese odalarını lâlettayin insanlara vermeyin, yüksek talebelere verin!" diyor. Ortaya bir nizamname koyuyor.
Bir zaman sonra da medresenin yönetiminden talepte bulunuyor:
"Ben de merak ediyorum, burada okunan ilimleri, dinlemek istiyorum; acep bana da bir oda verir misiniz?" diye müracaat ediyor. Onlar da;
"Senin koyduğun kaidelere göre imtihan olman lazım. Kabiliyetli değilsen, sana odayı veremeyiz." diyorlar.
Şahsiyetlerin büyüklüklerine bakın!.. Yani sadece Fatih büyük değil, devrin adamları da büyük, hepsi büyük...
Hızır Çelebi, İstanbul'un ilk belediye reisi, ilk kadısı. Karşı taraftaki Kadıköy kendisinin mukâtaası olduğu için ismini oradan almış. Ama Hızır Çelebi'nin kim olduğunu, Kadıköy'e o ismin niçin verildiğini Kadıköylüler'in hiçbiri bilmez.
Hızır Çelebi'nin huzuruna Fatih Sultan Mehmed Han sanık olarak çıkıyor. Mimarla başı derde girmiş. Mimarı, kubbeyi Ayasofya'dan küçük yaptı diye, cezalandırdığı için mimar devrin hükümdarını, sultanını dava ediyor. Devir kapatmış, orduların başbuğu, astığı astık kestiği kestik sanılan insanı dava ediyor.
Hızır Çelebi'nin yanına geliyorlar. Geçiyor sedire oturuyor; sedir var, arkasında minder var, yastık var, şilteler var; yaslanacak, oturacak padişah; öyle alışmış. Hızır Çelebi;
"Sultanım, burası adalet divanıdır. Sanık mevkiindesin, in şuraya otur!" diyor.
Diz çöktürüyor, karşısına oturtuyor. Mimar Rum; sanık Sultânü'l-guzâtı ve'l-mücâhidîn Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul Fatihi!.. Dava görülüyor. Fatih Sultan Mehmed haksız, mahkum oluyor. Hızır Çelebi, Fatih Sultan Mehmed Han'ı mahkum ediyor. Var mı böyle hakimler şimdi?..
Sanık (Fatih) dava bittikten sonra kalkıyor;
"Çelebi Efendi! Allah senden razı olsun. Eğer ben sultanım diye bana meyletseydin, adaletten inhiraf eyleseydin, seni kılıcımla te'dib edecektim." diyor.
Mahkum edilen Sultan, mahkumiyet kararı veren hakimi tebrik ediyor.
Hızır Çelebi oturduğu minderini kaldırıyor, altından eğri bir hançer çıkartıp padişaha gösteriyor. Padişah;
"Bu hançer ne ola, Çelebi Efendi?.." diye soruyor. Hızır Çelebi;
"Ben sultanım diye şeriatın hükmüne rıza göstermeseydin, seni bu hançerle hançerleyecektim." diye cevap veriyor.
Hakime bak! Rahmetullâhi aleyh, Allah şefaatlerine erdirsin...
Akşemseddin'in hiçbir ümidin kalmamış gibi göründüğü günlerde; gün görmüş, umur görmüş, savaşlara girmiş-çıkmış sadrazamların, vezirlerin, seraskerlerin;
"Aman sultanım! Bu İstanbulla pek oynamayalım! Avrupa'nın bütün düveli karşımıza düşman gelir, her taraftan saldırırlar, başımızı beladan belaya atarız. Vazgeçelim bu fetihten; şöyle kuvvetlice bir vergiye bağlarsak muhasarayı kaldıralım!" dedikleri zaman, Akşemseddin hazretleri ısrar ediyor:
"Hayır! Daha şiddetli olarak muhasaraya devam edilsin!" diyor.
Venedik'ten ikmal geliyor. Gemileri Türk donanması karşılayacak ama onların gemileri dev gibi, bunların gemileri onların yanında kayık gibi, mavna gibi kalıyor. Silah eşitliği yok, sataşması, savaşması mümkün değil. Allahu alem aralarındaki fark herhalde bir tırla, küçük bir Anadol marka araba gibi. Gemiler geri kaçıyorlar. Fatih Sultan Mehmed hırsından kendini kaybediyor, denize atını sürüyor! Hemen kaptan-ı deryâsını azlediyor. Başarı kazanamamış, başarısızlığı sabit olana, göreve devam yok! Emanetler ehillerine veriliyor, nâehilden hemen alınıyor. Prensibin güzelliğine bakın!..
Fetih gününü Akbıyık Sultan'a ve Akşemseddin'e, iki ak, iki mübarek kimseye sormuş. "Akbıyık Sultan meczub bir kimse idi, gün vermedi." diyor menkabeler. Akşemseddin gün vermiş ve mekân tayin etmiş; şuradan ve şu günde fetih olacak diye mekân vermiş.
"Neden?.."
Neden olacak; o kadar sene önce fethi müjdeleyen Peygamber'e hüsn-i ittibâdan... Fatih Sultan Mehmed fetih gecikince, günler uzayınca her çareye baş vuruyor.
"Ordunun içinde haram yemiş, harama bulaşmış olanlar varsa, para vereceğim, lütfen çıksınlar, ayrılsınlar, gitsinler! Darılmayacağım, takibat yapmayacağım." diye yalvarıyor.
Fethin gecikmesi bir şomluktan, bir uğursuzluktan, bir haramlıktan olmuştur diye, ordusunun içinde öyle kimseler varsa, ayrılmasını istiyor. Daha fazla insan olsun, kuvvet gelsin diye düşünmüyor.
Neden?..
İnnemâ turzakûne ve tunsarûne biduafâiküm.
"Zafer, zayıf, güçsüz sandığınız, Allah indinde kavî olan Allah erleri sayesindedir, Allah'ın lütfuyladır." Haramdan, zalimden, haramzâdeden hayır hasıl olmaz diye, onları ayıklamaya çalışıyor.
Asırlar boyu bu böyle devam etmiş. Kânûnî Sultan Süleyman, Süleymaniye Camii'ni yaptırdığı zaman;
"Namazını hiç terk etmemiş bir insan varsa, açılışını o yapsın!" demiş, öyle devam etmiş.
Kerâmet gösterip halka, suya seccâde salmışsın;
Yakasın Rumeli'nin dest-i takvâ ile almışsın!
diyor şairler. O mücahitler, fütuhât'ın takva ile olduğunu biliyorlar. Onun şuurundalar, can pazarındalar, hergün ölümle karşı karşıyalar. Oyuncak değil ki insan her an ölebilir, murdar da gidebilir.
Onlar bizim gibi yaşamadılar; onlar ölmek için savaşa girdiler. Her gün yeniden ölmek niyetiyle, her gün yeniden şehit olmak azmiyle yaşadılar. O insanlarda gıll ü gîş olur mu? Bu muzafferiyetin sebebi o takva, o güzel ahlâk, o helâllik.
Fatih Sultan Mehmed Han, fetih gecikince, Akşemseddin hazretlerine sordurmuş;
"Ne zaman, nasıl olacak bu? Olmadı, olmuyor..." gibilerinden.
Rivayete göre, Akşemseddin'in oğlu, babasının çadırına gidiyor. Başka bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmed gitmiş ama Hocaefendi çadırın kapısına nöbetçi koymuş;
"Kimseyi içeri almayasın!" demiş. Çelebi içeri girmek isteyince;
"Baban böyle emretti, alamam!" diyor.
Çelebi dolaşıp, çadırın örtüsünü kaldırıp, oradan bakmış.
Fatih'in olduğu rivayette, Fatih hançerini çekmiş, hışmıyla, "Bana vaadetti de olmayacak bu." diye, çadırı cart yırtmış, öyle bakmış.
Kupkuru, tamtakır, süssüz, ziynetsiz bir çadır… Secdeye kapanmış, secde çevresi göz yaşlarıyla ıslanmış, başından serpuşu düşmüş ötelere gitmiş, "Aman yâ Rabbi!.." diye dua ediyor.
Sonra başını secdeden kaldırıyor;
"Elhamdülillâh, elhamdülillâh, niyazımız kabul oldu; fetih müyesser oldu." diyor.
O anda da, münâdîler Ulubatlı Hasan'ın ve askerlerinin surlara çıktığını bağırmaya başlıyorlar. O secdede anlıyor.
Buna benzer bir hikâye de Şemseddîn-i Sivâsî ile III. Ahmed arasında olmuştur. Şemseddîn-i Sivâsî, Halvetiyye meşâyihinin ulularından; kutb-u zamân; Kara Şemsî lakabıyla mâruf büyük veli; kerametleri zahir mübarek zât. Sivas'ta, Tokat'ta, Amasya'da bulunmuş. Menâkıb-ı Çâr-Yâr-ı Güzîn'in müellifi. Âşıkâne, müessir şiirlerin nâzımı, şairi.
Rüya görmüş. Ertesi sabah yaşlı ihvanından birine;
"Bir rüya gördüm, bize sefere çıkmak, Allah yolunda savaşmak işaret olunuyor." diyor. O yaşlı mürid;
"Efendim, siz zaten cihadın en büyüğünü yapıyorsunuz. İnsanın nefsiyle cihad etmesi, cihadın en büyüğüdür. Yaşlısınız, vücudunuz dayanmaz; sefer uzundur, meşakkatlidir, zordur." diyor.
"Yok." diyor. "Evet nefisle cihad, cihâd-ı ekberdir ama bu rüyanın alâmeti oldur ki bir sefer-i hümâyuna da katılmamız gerekir."
Sivas'ta kılıç, ok, yay ve kalkan yaptırmaya başlıyorlar.
III. Ahmed Avusturya'ya karşı, bir sefer düzenlemeyi irad buyurmuş. O şiirin de sahibi. İzin verirseniz o şiiri de izah edeceğim.
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,
İki şeye dayandırıyor:
1. Fazl-ı Hak: Allahu Teâlâ hazretlerinin fazlı, ikramı, ihsanı...
2. Allah erlerinin himmetleri...
Fazl-ı Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim!
Baştan aşağı kâfiristanı kahretmek düşüncesindeyim; ama neyle?.. Allah'ın fazlıyla, erenlerin himmetiyle...
Ona niyet etmiş, onun için civardaki mazanne-i kirâma, evliyaullah olarak hüsn-i zan beslenen kimselere, meşâyiha haberler gönderiyor.
"Seferimiz olacak, siz de lütfedip katılın. Bizleri irşat buyurun, seferlerimizi mübarekleştirin!" diye ulak salıyor.
Ulak İstanbul'dan Sivas'a geliyor, Şeyh'e Padişah'ın fermanını, nâmesini öpüp, başına koyup sununca; Şeyh Efendi;
"Zaten biz bir senedir hazırlık yapmaktaydık." diyor.
Bu haber Padişah'a götürülünce, Padişah mânevî tebşirâtı sezdiği için sevincinden uçuyor.
Şemseddîn-i Sivâsî merhale merhale Sivas'tan İstanbul'a gelirken, Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî İstanbul'dan üç konak mesafede, İzmit'te onu karşılamaya gidiyor.
"Neden?"
Kadr-i zer zerger şinâsed, kadr-i gevher gevheri
"Altının kıymetini kuyumcu, mücevherin kadrini cevherci bilir."
O gelenin kim olduğunu biliyor da, üç konak ileriye hoş geldin demeye gidiyor.
Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri hemen saraya filan gitmemiş. Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî hazretlerinde, Üsküdar'da misafir olmuş. Padişah haber gönderiyor, kendisine soruluyor:
"Acaba, savaş için hazırlık kendisine işaret edildiğine göre, savaşın âkıbeti hakkında da bir beşaret var mı? Bir zafer ihtimali, alâmet görülmüş mü?" diye soruyor.
Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri;
"Evet Sultanım, vardır. İnşaallah zafer âlem-i İslâm'ındır." buyuruyor.
Sefere çıkıyorlar. Kimbilir ne tatlı, ne ilahî sefer, ne mübarek yolculuk!.. Düşmanın çeşitli zulüm haberleri geliyor. Kâfirler falanca kaleyi teslim şartlarıyla almışlar ama kadın-kız dememişler, kılıçtan geçirmişler, şöyle yapmışlar, böyle yapmışlar. Bunlar hınçlarını artırıyor. Nihayet iki ordu Haçova'da karşılaşıyor.
Düşman pürsilah, teknolojisi ilerlemiş. Zırhlı, toplu, tüfekli... Yani eskisi gibi bilek gücüyle iş bitmiyor. "Delik demür çıktı, mertlik bozuldu." Eski bilek gücünün, pehlivanlığın değeri gerilerde kaldı. Adam yanına yanaştırmıyor ki tutup yere çalasın, sırtını yere yapıştırasın; uzaktan endaht ediyor.
Haçova meydan savaşında Avusturya ordusu, Haçlı kuvvetleri pür-pulat tepeden tırnağa demirli, çelikli. Birçok yerden kuvvet toplamışlar, 200 bin kişi Osmanlı ordusuna saldırıyor. Bir iki diretme, Osmanlı ordusu çöküyor; Yeniçeriler geriye doğru kaçmaya başlıyor. Düşman o kadar ilerliyor ki padişahın otağ-ı hümayûnunun yakınına kadar geliyor. Bolulu aşçılar, et doğramak için kullandıkları satırlarla düşmanla çarpışmaya başlıyorlar.
O arada, padişah düşmanın eline geçmeyeyim diye atına binip geriye gitmek istiyor. Hoca Sâdeddin derler, büyük tarihçi, padişahın dizginine yapışıyor;
"Gidemezsin Padişahım! Sen gidersen bu ordu darmadağın olur; gidemezsin!.." diyor.
Padişah kızgın, üzgün, hayrette, dehşette. Şemseddîn-i Sivâsî hazretlerine;
"Hoca Efendi, Hoca Efendi! Hani zafer âlem-i İslâm'ın olacaktı? Bu ne haldir?.." diyor.
Hiç fütur yok... Davranışlar birbirlerine o kadar benziyor ki… Akşemseddin seferde nasıl;
"Yılma padişahım, durma padişahım, daha gayretli çalış padişahım, zafer müslümanlarındır." demişse; Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri de;
"Biraz bekle!.." diyor. Bunu hezimet anında, vaziyet vahim iken diyor... Biraz bekliyorlar. Hakikaten, o Bolulu ahçıların külahlarıyla, pala bıyıklarıyla düşmana saldırması acayip bir manzara... Himmet-i cünd-i ricâlullah, gayb erenlerinin, bilmediğimiz kuvvetlerin, melâikenin imdadı yetişiyor. Düşman ordusu geri çekilmeye başlıyor. Sesler, bağırışlar nida oluyur.
Düşman ordusu geri çekiliyor!" filan diye… Yeniçeriler de tekrar geri dönüyorlar. Bir hücum ediyorlar, 200 bin kişiyi Haçova bataklıklarında mahvediyorlar.
Ama hak etmişler. Çünkü zulm ede ede gelmiştir, Allah onların alınlarına, o zulümlerinin cezasını orada makhûren vermelerini yazmış. Hepsi orada bataklıkta helâk oluyor ve Şemseddîn-i Sivâsî ile beraber padişah İstanbul'a revan oluyorlar. Seferden dönüyorlar. Padişah mahcup, binbir rica minnetle;
"Efendim İstanbul'da kalsanız..." filan diyor. Şeyh Efendi;
"Hayır! Bizim âhiret seferimiz de yakındır. Vatan-ı aslîmize avdet etmemiz daha uygundur." diyor. Sivas'a gidiyor.
Akşemseddin hazretlerinin yanına Fatih Sultan Mehmed bir ara girmiş, menâkıbda yazıyor. Akşemseddin hazretleri uzanıyormuş. Padişâh-ı âlem, sultân-ı devlet geliyor; yerinden kıpırdamıyor. Terbiye var, maksat var. Sultan kibir ve ucuba düşmesin diye itibar etmiyor.
Vezirler, maiyetindeki kimseler;
"Padişah yanına gelmiş, o istifini bozmuyor, yatıyor. Bu nasıl iştir, nice haldir?" diye şaşırıyorlar.
"Padişahım sen de onu otağa çağır, sen de ona kalkma; mukabele bilmisil olsun!" filan diyorlar. O da bir ara;
"Efendim, üstadım, şeyhim! Bizim otâğ-ı humayûna teşrif buyururlar mı?" diye haber gönderiyor. Fakat Akşemseddin çadırın kapısından girerken mümkün mü direnmek? Ayağa kalkıyor. Ayağa kalkmamak mümkün mü? İstikbale varıyor ve elini öpüyor. Gittikten sonra vezirleri;
"Sultanım! Hani kalkmayacaktın, mukabele bilmisil yapacaktın?" diyorlar.
"Bu başka başka hocalara benzemiyor. Onu görünce dizlerimin dermanı kesiliyor, karşısında dayanamıyorum, duramıyorum." diyor.
Mâneviyatın kuvveti...
İstanbul'u Fatih Sultan Mehmed fethetmiştir ama;
Bir erenler ordusuyla fethetmiştir.
Bir eşsiz, emsalsiz İslâm ahlâkıyla fethetmiştir.
Bir sâfi, pak, temiz tasavvuf ile fethetmiştir.
Biz bu fetihten ibret almalıyız.
Fatih'i bu ahlâka sahip kılan eğitimden uzak kalamayız; gafil ve cahil kalamayız. Ondan ibret ve örnek almalıyız.
İstanbul'un fethini ve fatihlerini iyi tanımak, bizim neslimiz için hayati öneme sahiptir. Milletimizin ve gençliğimizin istikbali buna bağlıdır.
Ey yaşlı, olgun, imkânlara sahip Müslüman kardeşlerim! Gençlerimizi yeni Fatihler olarak yetiştirmek için tüm gayretimizi sarf etmeli, her türlü maddî ve mânevî fedakârlığı yapmalıyız. Bunun için Amerika'dan yardım gelecek değil!
Ey Fatih'in akranları olan genç kardeşlerim!
Allah fethinizi size mübarek eylesin!..