Çok aziz, çok kıymetli, çok sevgili kardeşlerim!
Bugün baharın, Mayıs ayının sonu, 29 Mayıs 1995...
Bundan 542 sene önce yine böyle bir bahar gününde, yine böyle bir Mayıs ayında, bu mevsimde, güneşin bu grubda olduğu Şemsî yılın bu zamanında, şu oturduğumuz yerlerde Bizans'ın ahalisi oturuyorken; surların öbür tarafında Allah Allah diyen mücahitler, mübarek ecdadımız, mü'min-i kâmil, evliyâullah, ricâlullah, erenler sabırla Allah yolunda cihad ediyorlardı. Birbuçuk aydan fazla, iki aya yakın zamandan beri buralarda Allah rızası için, fîsebîlillah cihad eden müslümanlar, nihayet bu taş duvarların üstüne Lâ ilâhe illallah bayrağını diktiler. İmanı bu şehrin surlarının içine soktular. İslâm'ın bayrağını buraya yerleştirdiler.
Peygamber-i zîşân Efendimiz, o Sultânü'l-enbiyâ, o ekin bitmez Mekke kayalık dağları arasında dünyaya gelip peygamber olunca, o da Lâ ilâhe illallah bayrağını küfrün tepesine dikmek, küfrü müzmahil kılmak, küfrü yok etmek için aldığı emir icabı çalıştı.
Efdalü mâ kultü ene ve'n-nebiyyûne min kablî lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh.
"Benim ve benden önceki bütün peygamberlerin söylediği sözlerin en faziletlisi, en güzeli, en yücesi, en yükseği, Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh sözüdür."
Lâ ilâhe illallah "Allah'tan başka ilah yok, o var..." Vahdehû "O tektir. " Lâ şerîke lehû "O'nun mülkünde şerîki, ortağı, misli, dengi, küfüvvü, benzeri yoktur." Allah vardır, şerîki yoktur. Allah'tan sonrası mâsivallahın kıymeti de yoktur. Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh... En mühim söz, en yüksek hakikat, en kurtarıcı ip, en sağlam sarılacak kulp budur. Buna sarılan cennete gider, Allah'ın rızasına erer, iki cihan saadetine nâil olur.
Peygamber Efendimiz, hayatı boyunca bu uğurda çalıştı. Cezîretü'l Araptan -Arap Yarımadası'ndan- küfrü söktü. O zaman dünya üzerinde iki büyük merkez meşhur...
1. Sâsânî İmparatorluğu...
Ateşe tapıyorlar. Yezdan ve Ehrimen… Ateş, nur tanrısı ve zulmet tanrısı diye iki tanrı düşünüyorlar. Düalizm deniliyor.
Velem yekûn lehû küfüven ehad.
Allah'ın karşısında durabilecek dengi bir başka taraf var mı, karşı taraf var mı?.. Mümkün mü?.. Allahu Teâlâ hazretlerinin emrine, fermânına karşı çıkabilecek bir başka güç var mı?.. Öyle şey olur mu?..
Efendim işte, hani şeytan var, kâfir var...
Allah dilese kahreder ama imtihan olduğu için serbest bırakmış. Ondan yapıyorlar. Yoksa hiçbirisi de Allah'ın karşısında bir kuvvet değil...
İnnehû leyse lehû sultânün ale'llezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn.
Şu şeytan denilen mahlûkun saltanatı, gücü ve kuvveti yok. İman edenlere diş geçirecek, söz geçirecek bir hali yok. Rabbine tevekkül edenlere bir tesiri yok... Sadece söylüyor. Ancak vesvese veriyor, "Şöyle yap, böyle yap!" diye kandırmaya çalışıyor. Kanma!..
Allah ona da müsaade etmese, onu da yapamazdı. Ama;
Kâle rabbi feenzırnî ilâ yevmi yüb'asûn.
"Bana mühlet ver yâ Rabbi! Bu insanların ba'sü ba'de'l-mevt olup da tekrar huzuruna geleceği zamana kadar bana serbestlik tanı, ben de onları aldatayım!" dedi.
Allah fırsat verdiğinden şeytan o faaliyeti gösteriyor ama gücü yok!.. Kabahat şeytana uyanın, şeytanın vesvesesine kananın... Şeytan sadece vesvese veriyor. Allah;
"Bakalım, kulum şeytanın sözünü mü dinleyecek, Rahman'ın yoluna mı gidecek?.. Rahman'ın hizbine mi gelecek, şeytanın hizbine mi gidecek?.." diye konuşturuyor.
Bir Sâsânîler vardı, ateşe, nura, zulmete tapıyorlardı. Ahuramazda veya Hürmüz denilen tanrıları vardı. Ehrimen denilen cehennem tanrıları vardı.
2. Bizans vardı.
Ehl-i Kitab idi. Hz. İsa'ya tâbi insanlar idi ama imanlarını kaybetmişlerdi. İkona -put, heykel- yapıyorlar ve ona tapıyorlardı. Teslis'e kaymışlardı. İznik Konsili'nde oturmuşlar, kalkmışlar, konuşmuşlar, doğru akîdeyi bulamamışlar, yanlış inanca saplanmışlardı. İnançları bozuktu.
Müslümanlar Sâsânî İmparatorluğu'nu çatır çatır yıkıp geçtiler, ezip geçtiler. İran'ı geçtiler, Horasan'ı geçtiler, Mâverâünnehr'e girdiler, Mâverâünnehir'den öteye geçtiler. Hindistan'a gittiler, Çin'e ulaştılar... Kuzeylere, uçsuz bucaksız yerlere gittiler. Afrika'ya geçtiler. Afrika'da Atlas Okyanusu'na kadar uzanan bir İslâm imparatorluğu kurdular. Afrika'nın sahilleri Dârüsselâm gibi güzel isimlerle isimlenen İslâm şehirleri oldu. İslâm Hindistan'dan Hind-i Çin'e kadar uzandı.
O zaman, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem müslümanlara hedef gösterdi... Bir bilgi verdi, bir müjde verdi:
Letüftehanne'l-Kostantîniyyetü.
"Şu Bizans'ın merkezi olan, çok uzaktaki Kostantıniyye şehri var ya, mutlaka ve mutlaka müslümanlar tarafından fetholunacak!" dedi.
"Le" tekit edatıdır. "Tüftehu" "fetholunacak" demektir. Başına "le" gelince, "mutlaka; tekitli söylüyorum, gerçek söylüyorum, mutlaka fetholunacak" demektir. Sonra, sonuna "nûn-ı te'kîd-i sakîle", iki tane "nun" gelmiş.
"Bu ne demek?.."
"İstanbul şeksiz şüphesiz, mutlaka, muhakkak müslümanların eline geçecektir!" demek...
"Mutlaka fetholunacak! Olacak bu!.." dedi, Peygamber Efendimiz...
"Ne zaman söyledi?.."
Müşriklerin müslümanlara zulmettiği zaman söyledi. Kesin söyledi.
"Le tü'ftehanne'l Kostantiniyye"
Mutlaka ve mutlaka, muhakkak ki muhakkak o Kostantiniyye feth olunacak dedi. Doğru bir hadis-i şeriftir. Tahkik edilmiştir, doğrudur.
"Fe-leni'me'l-emîru emîruhâ." "Ne iyi komutandır, o ordunun komutanı..."
"Ve-leni'me'l-ceyşü zâlike'l-ceyş." "Ve o ordu ne güzel ordudur, ne mübarek ordudur."
Bu İstanbul'u fethedecek komutana sevgisini, methini söyledi.
"Ne iyi komutandır o komutan, ne iyi ordudur o ordu!.." dedi.
Resûlüllah bir iltifat etmiş, iltifatına canlar fedâ...
Herkes o nimete, o devlete, o saadete ermek için çırpındı.
Peygamber Efendimiz Hayber'in karşısında durdukları zaman da;
"Ben yarın sabah İslâm'ın sancağını içinizden bir şahsın eline vereceğim. Öyle bir şahsa vereceğim ki Allah onu sever, o Allah'ı sever!" buyurdu.
Gece herkes kıvrandı, uykusu kaçtı... Allah'ın sevdiği, Allah'ı seven bir insan şerefine ermiş olmayı herkes istedi.
Hz. Ömer;
"Ömrümde hiçbir şeyi o kadar arzu etmedim. 'Yarın sabah şu bayrağı Resûlüllah bana verse de, o iltifata ben ermiş olsam!' diye canım çok istedi." diyor.
Herkes gece heyecandan kıvrandı...
Ertesi gün şöyle bakındığı zaman, herkes, "Beni Resûlüllah kalabalıktan görsün, sen al bayrağı desin!" diye parmaklarının ucunda doğrularak kalkmış. Herkese baktı da Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem;
"Ali nerede?.." dedi.
"Yâ Resûlallah! Gözlerinde muazzam ağrı var, çok ağrıyor... Çadırda..." dediler.
"Çağırın onu!.." dedi.
Hz. Ali radıyallahu anh ve kerramallâhu veche'nin eline bayrağı verdi. Allah'ın sevdiği, kendisi de Allah'ın âşıkı olan Hz. Ali Hayber kalesini fethetti.
Perygamber Efendimiz, "İstanbul mutlaka fetholunacaktır. Ne iyi komutandır o komutan, ne iyi ordudur o ordu!.." buyurmuştu. Bu iltifata ermek için nice mücahitler canlarını verdiler.
Şu İstanbul, Resûlüllah'ın o iltifatına biz erelim diye 28 defa kuşatılmış... Emevîler zamanında kaç tane ordu geldi. Gemilerle denizden, karadan, çarpışarak, uğraşarak, didinerek İstanbul'a geldiler. Çarpıştılar olmadı. Karşı tarafta, Galata'da Arap Camii diye cami kurdular, koloni kurdular, uğraştılar, didindiler.
"Kime nasip oldu?.."
İstanbul'u fethetmek Fatih Sultan Muhammed cennetmekân hazretlerine nasip oldu.
"Nasıl bir insan?.."
Resûlüllah'ın methettiği, "ne güzel komutan" dediği insan... Asırlar önceden iltifat ettiği kişi... Yirmi iki-yirmi üç yaşında bir genç...
Siz kendi yaşınızı düşünün, kaç yaşında olduğunuzu düşünün; ondan sonra Fatih'i öyle düşünün...
Sahabeden nice insanlar fethetmek için buraya geldi. En meşhurları Hâlid b. Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri... Eyüb semtine adını veren, camisi olan, Peygamber Efendimiz'in mihmandârı, ev sahipliği yapmış, misafir etmiş; kurrâ hafız, Medine'nin camiinin imamlığını yapmış, Medine'nin valiliğini yapmış, büyük mücahit, vahiy kâtibi, Resûlüllah'a vahiy geldiği zaman vahiy yazmış insan...
Ebû Eyyûb el-Ensârî... Bizim başımızın tacı, bulunmaz insan...
O da bir efsâne... O da ciltlere sığmayan meziyetleri olan muazzam bir insan...
Fetih Fatih Sultan Muhammed Han'a nasip oldu.
"Neden?.."
Çünkü buraya bizim dedelerimiz zaten Allah'ın dinine hizmet için gelmişlerdi. Yerleri yurtları vardı. Senin yerin yurdun varken başka yer yurt arar mısın?.. Horasan vardı, Buhara vardı, Semerkand vardı, İran vardı... Bütün buralar onların yerleriyken, kefeni başına sarık diye dolayıp;
"Ölürsem beni buna sarsınlar!" diye, "Savaş olmadan emr-i Hak vâki olur, ölürüm, kefen lazım olur." diye, kefenini başına sarık diye sarıp, eşle dostla helâlleşip buraya cihada geliyorlardı.
Öyle geldiler buraya... Ahmed-i Yesevî hazretleri gönderdi.
"Gidin Anadolu'ya, oraları fethedin!" dedi. Dervişleri gönderdi, halifeleri gönderdi, şeyhleri gönderdi. Onların talebelerileri bayrakları ile geldiler.
Muazzam yıllar,muazzam zamanlar geçti. Buranın ahalisi de buraları hemen teslim etmedi... Ama müslümanlar cihad ede ede, anlata anlata, çalışa çalışa; kale kale, şehir şehir, belde belde fethettiler.
Rumeli'ye geçtiler, Rumeli'yi fethettiler. Ta ileriye kadar gittiler, burası kaldı. Çünkü kalın duvarları var... Duvarların önünde hendekler var... Hendeklerin içinde su var... İç duvarlar var... Öteki ordular fethedememiş.
Bunların enteresan ziftli bir ateşleri vardı. Yaklaşanların üstüne kazanla döküyorlardı, suda sönmüyordu. Suda sönmeyen "Rum Ateşi" denilen ateşleri vardı. Yanıyorlardı, kaleye tırmanamıyorlardı.
"Fatih Sultan Mehmed Han kaç tane yabancı lisan biliyordu?"
Türkçe, Arapça, Rumca, Bulgarca, Latince vs. vs. Çalıştı, düşündü, plan yaptı, proje yaptı. "Ben bunların tepesinden topları nasıl aşırtırım?" diye usta buldu, uzun toplar döktürdü. Ne kadar uzağa, kimbilir, ne kadar ağırlıktaki gülleleri atacak muazzam toplar döktürdü. Gidin, Ayasofya Camii'nin arkasında meydandaki topları görün!
O topları yaptı. Onlar için barutlar biriktirdi. İçine kürek kürek barut atıyorlar. Bu taraftan tutuşturuyorlar, öbür taraftan muazzam bir gümbürtüyle, çatlamadan patlamadan koca gülle gidiyor; surlara güm diye vurduğu zaman, duvarlar çatır çatır çatlıyordu. Koca surlar sallanıyor, çatlıyordu. "Evet müslümanlar kahramandır, mücahittir, çarpıştılar yendiler..." Fakat bu iş o kadar kolay değil...
"Çanakkale harbi nasıl oldu?" diye oradaki bir köylüye sorduk... Savaşa katılmış. Hocamız'a anlatırken;
"Ben de katıldım. Tariflere sığmaz Hocam!" dedi... "Düşmanla gırtlak gırtlağa geliyorsun, sarılıyorsun birbirinle mücadele için... Ya sen onu öldüreceksin, ya o seni öldürecek!.. Ölüm kalım mücadelesi... Korkunç bir şey, tariflere sığmaz!" dedi.
Bir savaşın kazanılması kolay olmuyor. Varna'da, 1444 tarihinde, II. Murad zafer kazanmış. Bin dört yüzlü yıllarda I. Kosova, II. Kosova zaferleri... Zafer kolay kazanılmıyor. Şimdi de öyle! Uğraşıyorsun kolay değil ama mühim olan hedef.
Peygamber Efendimiz, "Adana'yı, Antakya'yı, Halep'i fethedeceksiniz." demedi, "İstanbul fetholunacaktır!" dedi.
Fatih Sultan Mehmed'in yapamadığı ikinci bir gayesi vardı. İkinci gayesi, küfrün öteki merkezi olan Roma'yı fethetmekti. Roma'yı fethedecekti, onun hazırlığını yapıyordu. İstanbul'u fethetti, Roma'yı fethetme hazırlığına geçti. İtalya'nın güneyinde Otranto kalesini almıştı. Asker göndermişti, donanma göndermişti. İtalya'nın çizmesinin topuk kısmı Osmanlılar'ın eline geçmişti. Toranto veya Otranto kalesi müslümanların eline geçmişti, hazırlık yapıyorlardı.
Hayatının son emeli, yapmak istediği ikinci iş, Roma'yı fethetmekti. Roma'yı fethetmek için hazırlanırken zehirlendi, şehit oldu, vefat etti. O nasip olmadı.
Ondan sonra gelenlerin hayatları da ibretli...
Oğlu Sultan Bayezid, öteki oğlu Cem Sultan... İhtilâfa düştüler vs.
Burada küfrü yenmek için, Allah rızası için cihad ettiler. Korkuyorlardı, kolay değildi. Avrupa ondan önce, kaç sefer Haçlı ordusu tertip etmişti. Selçuklular zamanında, kaç defa Anadolu'yu çiğneyip, Adana'dan, Antakya'dan geçip Kudüs'ü, Urfa'yı almıştı. Antakya'da, Kudüs'te krallık kurmuşlardı. Urfa'da hristiyan krallığı kurmuşlardı.
Kolay değil... Koca Avrupa, kalabalık nüfus, toplanıp geliyorlardı. Yine gelebilir diye korkuyorlardı. Ama müslüman mücahittir, ölümden korkmaz!.. Korkmaz ama tedbir var... Çanakkale Boğazı'nda tedbir aldı. Çanakkale Boğazı'na giderseniz, Çanakkale şehrinin orada, Anadolu tarafında Fatih Sultan Mehmed Han'ın yaptırdığı bir kale var... Karşısında da Kilitbahir var... Kilid-i Bahir; denizi kilitleyen kale... Bu tarafta bir kale, öbür tarafta bir kale...
"Kim yaptırmış?.."
Fatih Sultan Muhammed Han yaptırmış.
"Niçin yaptırmış?.."
Çanakkale Boğazı'ndan düşman gemisi geçemesin; geçerse bombalansın, bu tarafa yardım getiremesin diye...
Sonra, Anadolu Hisarı'nın karşısında, üç ayda üç paşaya taksimat yapıp "Burada kale yapacaksınız!" dedi, Rumeli Hisarı'nı yaptırdı. Orayı üç ayda yaptılar... Birbiriyle yarıştılar, üç ayda o koca kaleyi yaptılar. Boğazın iki tarafından geçen gemilere dur dedikleri zaman, duruyordu. Bir tanesi durmak istemedi, denemek istedi, bir şey yapamayacaklarını sanıp geçmeye kalktı. Bir top attılar, batırdılar. Anlaşıldı ki bu kalelerin önünden düşman askeri geçemez!
O tedbirleri aldı, topları döktü, çalışmaları yaptı, uğraştı, didindi.
"Gaye ne?.."
Resûlullah'ın iltifatına ermek...
Resûlullah'ın emrini, İslâm'ın hedefini bilen ulemâ teşvik etti. Kaç sefer;
"Olmuyor, bak aylardır muhasara ediyoruz, fethedemiyoruz!" diye bu muhasarayı kaldırmak istedikçe, Akşemseddin diretti;
"Kaldırmayacaksın, devam edeceksin! Fetih olacak, korkma, müjde var, sana nasip olacak!.." diye söyledi.
Ve 29 Mayıs 1453 senesinde, 857 Hicrî yılında İstanbul'u "Allahu Ekber" sesleriyle, tekbirlerle, Lâ ilâhe illallah'larla Allah'ın mü'min, muvahhid, mücahit, mübarek, cennetlik kulları fethettiler.
Vur pençe-i Alî'deki şemşîr aşkına
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına
Bak, İslâm'ın ruhunu bilen şair, nasıl ifade ediyor. Yeniçeri'ye gazel yazmış. Şair ama kalbi çalışıyor. Müslümanın hedefini, halkın nereden gelip nereye gittiğini biliyor. Orta Asya'dan gelmişiz, mü'miniz, ehl-i tevhidiz.
Ta Arnavutluk'a kadar gitti.
Fatih Sultan Mehmed zamanında Belgrad'a kadar Balkanlar fetholdu.
Bütün bunlardan bizim çok ibret almamız; bu olayları, hadiseleri unutmamamız, gayeyi şaşırmamamız lazım!..
Peygamber-i zîşânımız sallallahu aleyhi ve sellem çok vefalı bir insandı. Çok hatır-nüvaz, hatır kollayan ve kendisine yapılan iyilikleri daima iyilikle karşılayan, devam ettiren bir insandı. Medine'ye geldiği zaman Kuba köyünde gecelemiş, ondan sonra Medine'ye gelmiş… Her cumartesi Kuba'ya ziyarete giderdi. Mekâna bile vefası var...
Hz. Hatice'nin dostlarını daima kollardı. Kendi süt annesini daima arardı. Akrabalarını arar sorardı. Böyle iyi şeylerin hatırasını canlı tutardı. Bizim de mâzimizi unutmamamız lazım!..
"Biz kimlerin evlatlarıyız, biz neyiz, Allah'ın nasıl bir kuluyuz?.. Müslümanız, Müslümanlığın hedefi ne?.. Biz buraya niye gelmişiz, burada nasıl yaşıyoruz?.. Biz bu topraklarda doğduk ama bu topraklar eskiden bizim değildi; nasıl bizim oldu?.."
Gidin Fatih Sultan Mehmed Han'ın kabrine bakın! Fatih Camii'nin önünde… Bakın, görün, başka yerlerle mukayese edin!..
Bizim vefa göstermemiz lazım!..
Ahmed-i Yesevî hazretlerini su gibi bilmemiz lazım!.. Hikmetlerini herkesin okuması lazım!.. Dedelerimizi buraya Ahmed-i Yesevî hazretleri göndermiş. Hedefi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem göstermiş; onlar da, "Cihad edin!" diye halkı, müridlerini, kendisinin sözünü dinleyen insanları bu tarafa yöneltmişler. Evliyâullah, ulemâ devletin ricâlini, askerin başındaki komutanları, "Şunu yapacaksınız! Şu tarafa gideceksiniz! Bunu yapmanız lazım!" diye öğretmişler, sevk etmişler, yöneltmişler, hedef göstermişler. Allah'ın dinine hizmet etmeyi gaye bilmişler. Şimdi biz onların o sözlerini hiç unutmamalıyız.
I. Murad, Murad-ı Hüdâvendigâr, Kosava'da elini açmış;
"Yâ Rabbi! Beni bu diyarda, bu kâfirlerin karşısında mağlup düşürme!.. Eğer askerim bu düşmanın karşısında mağlup olursa, bir daha buralarda sana ibadet edilmez, Lâ ilâhe illallah denmez. Bu adamlar haça taparlar, puta taparlar; sana ibadet edilmez. Ordum galip olsun, ben can derdinde, şan derdinde, ganimet derdinde değilim canım fedâ olsun!" demiş.
Böyle dua etmiş. Bu duayı unutmamamız lazım!.. Dünya saltanatı peşinde olan insan, bu sözü söylemez. Bu sözün üstüne bastırmamız, bu sözü çerçeveletmemiz lazım!..
"Benim canım fedâ olsun, yeter ki müslümanlar galip olsun!.. Burada 'Allah' denilsin, Lâ ilâhe illallah denilsin!.."
Mehmed Âkif'in;
Bu ezanlar ki şehadetleri dînin temeli
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli dediği gibi.
"Bu Lâ ilâhe illallah burada söylensin, sönmesin!" diye dua etti. "Canım fedâ olsun!' dedi, Allah duasını kabul etti. Savaşı kazandıktan, savaş bittikten sonra, otağında, birisi ustalıkla, hainlikle, "Bir şey söyleyeceğim." diyerek yanına yanaşıp ani hareketle onu yaraladı, şehit etti, öldürdü.
Adamların gayesi saray değildi. Arazi, hazine, para derdinde değillerdi. "Canım fedâ olsun, yeter ki ben Allah'ın dinine hizmet edeyim!" düşüncesi içindeydiler.
Bu sultanların unvanlarını söylemiyorlar.
"Sultânü'l-guzâti ve'l-mücâhidîn." Bunların unvanı bu... Bunlar gazilerin, mücahitlerin sultanı... Buraya gelmişler, burada Allah yolunda gazâ ediyorlar, cihad ediyorlar. Onların başkanı bunlar... Osman-ı Gazi, Orhan-ı Gazi diyorlar.
Gazi, "gazâ edip Allah yolunda cihad etmiş insan" demektir... Unvanları buydu. Bunlar bununla iftihar ediyorlardı.
Bak bu sultanın ismi de Fatih... Sultan Muhammed demiyor, Fatih diyor. "Fetheden, İstanbul'u alan..." Bunların gayeleri dünya değildi.
İmtisâl-i "Câhidû-fi'llâh" olubdur niyyetim
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim
Fazl-ı Hakku himmet-i cünd-i ricâlullah
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim. diye.
Ondan sonraki Avcı Mehmed'in şiiri olduğu söyleniyor.
Câhidû fillâhi
"Allah'ın yolunda cihad edin diye Allah emretmiş. Bende namaz kıldırırken size okudum.
Öldüren, hayatı bitiren Allah; hayatı veren Allah... Hayatın miktarını da alnına yazan Allah...
"Hz. İbrahim'i Nemrud öldürebildi mi?.."
Öldürmek istedi. "Öldürün bunu!" dedi.
Harrikûhu ve'nsurû âliheteküm.
"Bu madem putları kırdı. Yakın bunu da tanrılarınıza yardım etmiş olun!" dediler. O kadar odunları yığdılar, tutuşturdular. Hz. İbrahim'i içine attılar. Yakamadılar. Allah öldürmeyince, bir insan ölmez. Allah bir insanın ölmesini yazdığı zaman da, öleceği zaman da, cümle tabîbân-ı cihân başına toplansa, onun ömrünü uzatamaz; o zaman da ölür. Öleceği zaman, vâdesi yettiği zaman;
Fe izâ câe ecelühüm felâ yeste'hirûne sâaten ve lâ yestakdimûn.
Biraz geriye gitmez, biraz öne gelmez; o anda ölür. Bu bizim Kur'ân-ı Kerîm'den gelen inancımız...
Allahu Teâlâ'nın Esmâ-i Hüsnâsı'ndan birisi "Muhyî"; "hayatı veren, yaşatan..." Bir tanesi de "Mümît"; "ölümü nasip eden, öldüren..." Ölüm Allah'tan, hayat Allah'tan... Ölüm Allah'ın emri, Allah'ın tayin ettiği zamanda...
Bizim dedelerimiz bu hakikatleri bildiklerinden ölümden korkmamışlar. Zaten ölümden korkmanın ölmemeye bir yararı yok, ölmemeyi sağlamıyor. Ölümden korkuyorsun, öleceksen yine ölüyorsun. Adam falanca yerden ölümden kaçıyor, filanca yerde ölüyor. Ecel geldiği zaman çare yok...
"Bu mübarekler ne yaptılar?.."
Allah yolunda cihad ettiler.
"Biz şimdi kimiz?.."
Biz de Ahmed-i Yesevî hazretlerinin, İstanbul'u fetheden Fatihler'in, şehitlerin, gazilerin torunlarıyız. Ama İslâm'ı, hayatın gayesini, hayatta yapmamız gereken hedefi unutmuşuz. Üzerimize düşen vazifeyi yapmıyoruz.
Ölmüş, şehit olmuşlar. Cennetlik olmuşlar. Şehit, daha kanının ilk damlası yere damlarken gözünden perdeler kaldırılır, cennetteki makamı kendisine gösterilir. Şehit, hem kendisi cennetliktir hem de ehl-i beytinden, etrafından nice tanıdığına şefaat eder. "Yâ Rabbi, bunları da cennete dahil eyle!" diye şefaat edip, onların da cennete girmesine vesile olur.
Şehit olmak büyük bir nimettir. Şehit olmak büyük bir devlettir. Şehit olmak bir gayedir. Şehit olmak müslüman için bir idealdir. Onun için İmam Câfer-i Sâdık hazretleri şöyle dua ediyor:
Allahümme ahyînî saîden ve emitnî şehîden.
"Yâ Rabbi! Sen beni said bir kul olarak; sana mutî, mü'min bir kul olarak yaşat! Şehit olarak öldür!.." Şekâvet ehlinden, eşkıyâ zümresinden değil de, süedâ zümresinden, said bir kul olarak yaşat! Bana sevdiğin bir kul olarak, cennetlik olarak ömür sürdür!.. Said olarak yaşat, şehit olarak öldür!..
Şehitlik bir gayedir. Şehit olmak bir idealdir. Şehit olmak herkesin arzusunun ana gayesi olması lazım!..
Bu mübarekler bunu bildiler, bunun için çalıştılar. Ehlullah, evliyâullah, ricâlullah olarak... Her birisi mübarek insanlar olarak... Bir vakit namazını kazaya bırakmamış insanlar olarak... Gusülsüz, abdestsiz gezmemiş insanlar olarak...
Düşmana saldırırken "Allah Allah Allah Allah" diye zikir ede ede yürümüş olan insanlar... "Zikrederken canımı vereyim, Allah derken ruhumu teslim edeyim!" diye çalışmış insanlar...
Tabii onlar en yüksek makamı buldular. Onların bize ihtiyaçları yok...
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve lâ tahsebenne'llezîne kutilû fî sebîlli'llâhi emvâten.
"Allah yolunda savaşırken öldürülen kimseleri ölü sanmayın!
Bel ahyâün inde rabbihim yürzakûn. "Bilakis onlar hayattadır, diridir. Rablerinin huzurunda, Rableri tarafından kendilerine nimetler verilip, nimetlenip duruyorlar"
Yestebşirûne bi-ni'metin mina'llâhi ve fadlin.
"Allah'tan kendilerine verilen nimetleri, fazlı, ikramı, ihsânı arkadakilere söylemek istiyorlar."
Sesleniyorlar;
"Yâhu, çok güzel bir şeymiş bu şehitlik!.. Biz şehit olduk da Allah'ın rahmetine erdik; Allah'ın fazlına, ikrâmına mazhar olduk. Siz de korkmayın, mahzun olmayın, ölümden çekinmeyin!.. Allah yolunda gevşemeyin, Allah yolunda malınızı, canınızı esirgemeyin!.. Bu şehitlik çok güzel! Çok büyük mükâfâtlar var!.." diye bizi müjdelemek istediklerini Kur'ân-ı Kerîm bildiriyor... Müjdeliyorlar ama duyacak kulak lazım!..
Bedir harbinden sonra kâfirlerin ölülerini bir kuyuya attılar. Peygamber Efendimiz o kuyunun başına geldi;
"Ey kâfirler!.. Biz Allah'ın bize vaadettiği mükâfâtları bulduk, gördük, erdik. Siz de Allah'ın size söylediği azaplara daldınız mı, mâruz kaldınız mı?.. Siz de o azapları tattınız mı, söyleyin bakalım!.." diye ölmüş insanların leşlerine, cesetlerine seslendi.
Sahabe-i kirâm meraklandılar;
"Yâ Resûlallah! Duyar mı bu adamlar?.." dediler.
Ölmüş, kurumuş, kaskatı kesilmiş, üst üste yığılmışlar, atılmışlar, kuyunun içindeler.
"Sizden iyi duyarlar ama cevap veremezler! Cevap verse de siz duyamazsınız." buyurdu.
Arada bir perde olduğundan duyulmaz ama duyan duyar. Evliyâullah duyar, bilir, görür ama herkes görmez, duymaz.
Aziz ve muhterim kardeşlerim!
Şehitler müjdeliyor, bizleri sevdikleri için geride kalan bizlere, evlatlarına;
"Korkmayın, müjdeler olsun! Şehit olursanız, Allah yolunda çalışır, çarpışır, cihad ederseniz, Allah'ın dinine hizmet ederseniz nimet var, ikram var, ihsan var... Mahzun olmak yok, korkuya uğramak yok... Bu tarafta korkulu bir durum yok… Korkmayın, gayret!" diye sesleniyorlar ama onu duyacak kulak lazım!..
Muhterem kardeşlerim!
"Hayatımı koruyacağım" diye bütün gayeniz yaşamak olmasın!.. Çünkü zaten yaşamak ve ölmek elinizde değil... Gayeniz Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını, Allah'ın sevgisini kazanmak, Allah'ın dinine hizmet etmek olsun!.. Gayeniz iman bayrağını burçlara dikmek olsun... Emeliniz Ulubatlı Hasan olmak olsun... Allah'ın emrini herkese tebliğ etmek, Allah'ın emrini tutturmak olsun!..
Dedelerimiz buralarda şu yüksek surların üstünden merdiven dayayarak, ip kanca sallayarak, tırmanarak, topa tutarak, yarıklardan, yıkıklardan geçerek buraları fethettiler.
Şimdi İstanbul'un nüfusu 11,12 milyon, 12 küsür milyon. 12 milyon insan Fatih Sultan Mehmet Han'ın, Fatih Sultan Mehmet Han'ın ordusundaki; mücahitlerin, şehitlerin gazilerin isteğine göre, arzusuna göre yaşıyor muyuz. Yaşıyor musunuz. Yaşıyor muyuz...
Şimdi bu diyarda yaşayan insanlar imana göre yaşıyor mu?.. İstanbul'un nüfusu Fatih Sultan Mehmed Han'ın ve ordusundaki mücahitlerin, şehitlerin, gazilerin isteğine, arzusuna, idealine göre yaşıyor mu?.. Yaşıyor musunuz, yaşıyor muyuz?..
Bu kimin sorumluluğu? Bundan kim sorumlu? Bu vebal kimin?
Bizi! Neden? Bu diyarların sahibi biziz.
İstanbul'un sahibi kim? Hepimiz!
Parça parça, şu kadar şu kadar, hisse hisse İstanbul'un sahibi, Anadolu'nun sahibi biziz.
İslam Diyarı; Maveraünnehr'e kadar uzanmış, Seyhun Nehri'nin ötesine gitmiş. Öbür tarafta düşmanlar hücum etmiş. Bir kısmı budist, bir kısmı hristiyan.
Hristiyanlık neredeydi? Suriyedeydi. Nazirat Kasabasındaydı. Nasrâni diyoruz ya! Hz İsa nerede yaşadı? Filistin'de, o civarda yaşadı. Müslümanların Diyarı'nın öbür tarafından ta Moğolistan'a, Sibirya'ya hristiyanlık ne zaman gitmiş. Hiç merak ettiniz mi, araştırdınız mı, incelediniz mi? Bizim Çinliler kadar bir gayret-i diniyyemiz yok mu. O bozkırlardan gelen insanlar, şehirlerimize zarar vermesin diye dağların tepesinden, vadilerin içinden, öteki dağların üstünden, öteki dağın ötesine kaç bin kilometre Çin Seddi yapmışlar. Kaç bin kilometre, kolay mı...
Selâhaddin-i Eyyubi başına siyah sarık sarmış, gülmemeye azmetmiş. Gülmeyeceğim! Kudüs fethedilinceye kadar gülmeyeceğim demiş, gülmemiş. Yüzü asık, kaşı çatık durmuş. Neden!
İslam'ın üçüncü mukaddes şehri Kudüs hristiyanların emrinde diye. Gülmek bana yakışmaz demiş. Biz ne biçim Müslümanız ya. Bizim kendimizi düzeltmemiz lazım muhterem kardeşlerim
Bizim böyle mübarek günlerde meseleyi enine boyuna düşünmemiz lazım.
Ölebiliriz, ölüm Allah'ın emri. Biz ölmeyecek olduktan sonra onlar bizi öldüremez. Biz er gibi durduğumuz zaman; Fatih Sultan Mehmet Han gibi çalıştığımız zaman hiçbir şey yapamazlar. Fatih Sultan Mehmet Han gibi hem Müslüman ol, hem de Fatih Sultan Mehmet Han'ın hazırlandığı gibi -teknik yönden- hazırlan!
Burada bir kızcağız kurslara gitmiş, computer kullanmayı öğrenmiş . Hoşuma gitti. Bir işe girmiş, aferin dedim kendi kendime. Sen de computer kullanırsan, sende çalışırsan, sende uğraşırsan, çabalarsan sende ilerlersin.
Japonlar, Amerikalılar'ın memleketlerine geldiği zaman; hükümdarlarının yanına sürüne sürüne, eteğini öpen, dizini öpen insanlardı. Medeniyetleri yoktu, kamıştan evleri vardı.
Baktılar ki pabuç pahalı. Baktılar ki o gidişle olmuyor, uğraştılar, çalıştılar çabaladılar. İmparator, Japon gençlerini seçti, Avrupa'ya Amerika'ya ihtisasa gönderdi.
Göndereceği gün hepsine ucu kıvrık hançer hediye etti. Hepsine birer tane hançer hediye etti. Dedi ki:
Gittiğiniz yerde öğreneceğiniz ilmi tam öğrenin, imtihanları başarın, öğrenemezsiniz Japonya'ya gelmeyin. Bu hançeri size verdim ya hançeri saplayın bağrınıza, cart yırtın ölün!
Bizimkiler ne yaptılar. Senin Fransa'dan, İngiltereden, Almanyadan -teknoloji bakımından-öğreneceğin bir şey yok muydu. Memleketin böyle mi kalması lazımdı.
Devlet-i Âliye'yi Osmaniye bu ya!
Yedi düvele tir tir titretiyordu bu devlet-i Osmaniyye. Senin bu devletin küçük bir devlet miydi. Gidenlerin her birisi alim olarak dönecekti, her birisi fabrika kuracaktı.
Memleket ne oluyor, sanayi ne oluyor, silah sanayi ne oluyor. Memleketi korumak nasıl olacak. Aletler, edevat hepsi Japonya'dan geliyor.
Bak işte Çine giden heyet Çin'e hayran kalmış. Şanghay'ı görünce ağzı açık kalmış. Allah Allah 21. yüzyıla girmiş demişler.
Ben geçen sene, bu adamlar 21. yüzyıla girmişler, bizden çok ileride ler -ilk defa Singapur'a gidip geldiğim-zaman dedim. Millet uyuyor.
Afrikalılar bizi geçti küçük küçük devletler bizden ileri duruma geldi.
6 milyon, 8 milyon nüfusu olan İsveç; uçak yapıyor, kamyon yapıyor, her şeyi yapıyor. Atom santrali ile ülkesinin enerjisini sağlıyor. Bizde hiçbir şey yok!
Bu neden!
Kanımızın donmasından, şehit evladı olduğumuzu unutmamızdan, müslümanlığımızın- imanımızın gerekliliğine göre yaşayamamızdan, islamı doğru anlayamamamızdan, Fatih Sultan Mehmet Han gibi iyi bir müslüman neler yapmalıymış, nasıl olmalıymış diye düşünüp de doğruyu bulamamamızdan.
Millet sanıyor ki; iyi müslümanlık sarık sarmak, cübbe giymek. Sarık modası cübbe modası!
İyi güzel kardeşim ama sen Amerikalıyı yenecek çalışma yapıyorsan o zaman iyi.
Bak Fatih Sultan Mehmet hem müslüman, hem de teknolojide birinci. Öyle çalışmış, öyle çalışıyorlar. Çin öyle çalışıyor, başka milletler öyle çalışıyor.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim; şehitlerimizden şefaat isteyelim. Onlar imtihanları başardılar, Allah'ın rahmetine erdiler, cennetlik oldular, ahirete gittiler.
Tabii biz de onların evlatlarıyız. Yaşayan insan ne yapar? Kur'an-ı Kerimler hediye eder, dualar eder. Onların ihtiyacı yok. Onlar zaten cennetlik. Bizim onları sevmemiz, onları örnek almamız, onların yolundan gitmemiz lazım!
Allah onların şefaatlerine bizleri nail eylesin.
Allah hepinizden razı olsun.
Selamün aleyküm ve rahmetullah ve berekatuhu