Allahu Teâlâ hazretleri kandilinizi mübarek eylesin. Gecenizi feyizli eylesin, hayırlı ibadetler yapmaya muvaffak eylesin. Hicret-i Nebeviyye’den bir sene sekiz ay kadar önce, daha Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Mekke-i Mükerreme’de iken; bir Receb ayının 26’sını böyle 27’sine bağlayan gecede Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi Allahu Teâlâ ve tekaddes hazretleri, her şeye kadir olan Mevlâmız, bir gecede Mekke-i Mükerreme’den Kuds-ü Şerîf’e götürdü.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذ۪ي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَ السَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ
Sübhânellezî esrâ bi-‘abdihi leylen mine’l-mescidi’l-harâmi ile’l-mescidi’l-aksellezi bâreknâ havlehû li-nüriyehû min âyâtinâ innehû hüve’s-semî’ul-basîr.
Biliyorsunuz; biz birşeye şaşırdığımız, hayret ettiğimiz zaman büyüklerimiz öyle öğretmiş, güzel öğretmişler, Allah hepsinden razı olsun, kabirleri pür nur olsun; “Sübhanallah, Allah Allah!..” diye şaşırırız, “Sübhanallah” deriz. Dikkat edilirse bu âyet-i kerîmede de sübhânellezî diye başlıyor; “Allahu Teâlâ hazretlerinin şânı her türlü noksandan münezzehtir.”
Allahu Teâlâ hazretleri her türlü kemâlat ile muttasıftır, her türlü gücün kudretin, her türlü ilmin sahibidir, her şeyden haberdardır, her şeyi bilir, her şeyi görür, her şeye gücü yeter, her şey O’ndandır, nasıl dilerse öyle yapar, kâdir-i mutlaktır, lâ yüs’elü ammâ yef’al'dir.
Hiç kimsenin hatırına hayâline gelmeyecek bir şekilde bir gecede Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i, Ebû Talib hazretlerinin mübarek kızı Ümmühânî radıyallahu anhâ’nın evinden veyahut Kâbe-i Müşerrefe’nin yanından bir gecede Mekke-i Mükerreme’den Kuds-ü Şerîf’e, binlerce kilometre mesafe öteye götürdü. Âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor;
Sübhânellezî. “O Allah’ın şânı her türlü noksandan münezzehtir, ne kadar şaşılcak şey de olsa hepsini yapmaya kadirdir ki.” Esrâ bi-‘abdihî. “Kulunu geceleyin seyahat ettirdi.” Geceleyin böyle bir recebin 26’sı gecesi seyahat ettirdi. Leylen. “Gece vaktinde.” Mine’l-mescidi’l-harâmi. “Mescid-i Haram’dan.”
Ya Kâbe’nin içinden demek ya da harem dairesi yani o ihramsız girilmeyen mıntıka, orası harem mıntıkası olduğu için böyle denilmiş olabilir. O mıntıkadan Kuds-ü Şerîf’in içinde bulunan Mescid-i Aksâ’ya, en uzaktaki, en şerefli, en itibarlı mescidlerden biri olan Mescid-i Aksâ’ya bir gecede götürdü.
Ellezî bâreknâ havlehû. O Kudüs müstesna, mukaddes bir yer. Adı bile kuds kelimesi kudsiyet kelimesinden geliyor. O mübarek yer ki peygamberlerin cevlangâhı, mübarek yer ki maddî mânevî kelimelerle tarifi mümkün olmayan kudsiyetlere sahip bir belde. O beldeye [Allah] Peygamber Efendimiz’i götürdü. Mescid-i Aksâ diye eskiden yapılmış, mübarek peygamberlerin yapılmasında çalışmış oldukları Davud aleyhisselam ve Süleyman aleyhisselam zamanlarına varan bir mescide götürdü. Kur’ân-ı Kerîm bunu böylece [bildiriyor.]
Allahu Teâlâ hazretleri neden Peygamber Efendimiz’i böyle bir gecede alıp Kuds-ü Şerîf’e götürdü?
Li-nüriyehû min âyâtinâ. “Âyetlerinden bir miktarını göstermek için.” Li-nüriyehû âyâtina. “Ayetlerimizi gösterelim” demiyor. Âyetleri sonsuz, sayısız, hadsiz hesabsız. O âyetlerinden o delillerinden bir nebze, bir miktar göstermek için Allahu Teâlâ hazretleri oradan aldı oraya götürdü.
Acaba hocam uyku halinde olamaz mı? Uyukladığı esnada rüyalar görmüştür, oralara öyle gitmiştir olamaz mı?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Burak’a bindi gitti fakat etrafı göre göre gitti. Hatta öyle oldu ki havada giderken aşağıda filanca kabilenin kervanını gördü; onlar bir hayvanlarını kaybetmişler, hayvanın nereye gittiği bilmiyorlar. O yukardan görüyor, “şurdadır” diye onlara göstererek öyle gitti. Yani geçtiği yollarda[ki] şeyleri göre göre gitti. Sonra da ertesi gün müşrikler inat edince, inkâra kalkışınca; o olan şeyleri; “Şöyle olmadı mı, böyle olmadı mı, şöyle yapmadım mı, böyle yapmadım mı?” diye onlara hatırlattı. Anlaşılıyor ki bizim anlayamadığımız bir şekil ile ruh mea’l-cesed, -Allahu Teâlâ hazretleri[nin] uyku halinde yani bir iç âlemi, rüya göstermesi tarzında değil- Peygamber Efendimiz Kuds-ü Şerîf’e gitti.
Bu “İsrâ” denilen hadisedir ki isrâ demek “geceleyin bir kimseyi bir yere götürmek, gece seyahati yapmak” demek.
Niye gece seyahati oluyor?
Çünkü arapların diyârı gündüzleri çok sıcak olur, insanın gündüzleri yürümeye mecâli olmaz. Ayakları kumlara, yüzü terlere batar, mecâli kalmaz. Güneşin altında kurur kalır, ölür gider, güneş çarpar mahvolur. Araplar güneş battıktan sonra kervanlarıyla harekete geçerler, o gecenin serinliğinde tıngır tıngır develerin çanları çala çala kervanlarla, yollarını gece alırlar; kendileri “yâ leyl” diye türküler tuttururlar, develeri heyecanlandıracak kasideler okurlar; gecenin serinliğinde onları okuya okuya, yıldızları seyrederek, mehtap varsa mehtabı seyrederek seyahat ederler. Bu gece seyahatleri onlarda meşhurdur. Geceleyin seyahate isrâ diyorlar.
Allahu Teâlâ hazretleri Peygamber Efendimiz’i de geceleyin aldı ve Kuds-ü Şerîf’e görtürdü. Bu birinci merhalesi Kur’ân-ı Kerîm’de şu okuduğum âyet-i kerîme bildiriyor.
Kuds-ü Şerîf’ten Allahu Teâlâ hazretleri ona yedi kat semayı gösterdi. Yedi kat semadan geçirdi ki bu semaların [varlığını âyetlerden] biliyorsunuz. Tebâreke sûresinde buyuruluyor ki;
اَلَّذ۪ي خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ طِبَاقًاۜ
Ellezî haleka seb’a semâvâtin tıbâkâ. Yedi kat semâvât var, âyet-i kerîmelerden biliyoruz.
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَٓاءَ الدُّنْيَا بِمَصَاب۪يحَ
Ve lekad zeyyenne’s-semâe’d-dünyâ bi-mesâbîhâ. Allahu Teâlâ hazretleri; “En yakın semayı yıldızlarla donattık.” buyuruyor.
Buradan da anlıyoruz ki birinci sema yıldızların olduğu, yer aldığı semadır. Demek ki bu semalar, bu yıldızlar bitecek, bunların bitmesinden sonra ikinci sema başlayacak. Ondan sonra üçüncü sema başlayacak, ondan sonra dörtdüncü, yedinci sema; kürsü, arş, ondan sonra öteki muazzam varlıklar.
Dünya semaların yanında zerre kalır, kürsünün yanında yedi kat sema zerre kalır, arşın yanında kürsü küçücük bir dane gibi kalır. Böyle bir muhteşem kâinat, böyle bir muhteşem fezayı Allahu Teâlâ hazretleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e oraları geçirip gösterdi, cenneti cehennemi gösterdi. Sidretü’l-Müntehâ’ya kadar, Sidretü’l-Müntehâ denilen yere kadar ki Cebrail aleyhisselam kedisine mihmândarlık eyledi, [hadîs-i şerîflerdeki] haberlerden okuyoruz ki oralara kadar [arkadaşlık] yaptı. Fakat Sidretü’l-Müntehâ denilen yerde dedi ki;
“Yâ Resûlallah! Benim takâtim, benim müsadem buraya kadar. Eğer ben bu Sidre-i Müntehâ’dan biraz daha ileri gitsem yanarım, burdan öteye benim tahammülüm yok.” dedi. O meleklerin bile daha öteye gidemediği mesafeleri Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri aştı.
Geldi refref önüne virdi selâm.
Refref’e binip Allahu Teâlâ hazretlerinin huzûr-u âlisine vardı.
Tabii bunları bilmeyen bir insana, gözü görmeyen bir insana yeşil ile kırmızının farkını nasıl anlatırsın?! “Yeşil renk diye bir renk vardır, bir de kırmızı vardır, bir de sarı vardır.” Ama anadan doğma kör bir insan bunları nasıl anlasın?
Anlayamaz!
Tatlı yememiş bir insana, hiç ekşi bir şey yememiş bir kimseye; “Bizim dünyamızda tatlı diye bir şey vardır, ekşi diye bir şey vardır.” diye ikisinin farkını nasıl anlatırsın? Yani damaktaki lezzetin farkını nasıl anlatırsın? Göremeyene nasıl anlatırısın? Tatmayana nasıl anlatırsın? Bilmeyen nasıl anlatır?
Kelimelerin hepsi bu dünyadaki hayatımız için kullanılan kelimeler. Biz bir şey görüyoruz, “masa” diyoruz. Bir başka şey görüyoruz “kitap” diyoruz. Bir başka şey görüyoruz “defter” diyoruz, “gözlük” diyoruz, “mikrofon” diyoruz, “cami” diyoruz, “kubbe” diyoruz. Hep kelimeleri bu dünyamız için seçmişiz.
Bu dünyanın ötesinde görmediğimiz şeyleri hangi kelimelerle anlatalım?
Onun için Süleyman Çelebi rahmetullahi aleyh rahmeten vâsiaten çok güzel, çok zarif, çok ârif kimseymiş. Mevlid yazarı Süleyman Çelebi diyor ki;
Şeş cihetten ol münezzeh zülcelâl
Bî kem ü keyf âna gösterdi cemâl.
Şu beytin manasını yani bir tarafına altınları, elmasları koy, bir tarafına bu beyti koy bu beyit ağır gelir. O kadar güzel söylemiş.
Şeş cihetten ol münezzeh zülcelal hazretleri. Yani sağda, solda, yukarda, aşağıda, önde, arkada değil mekândan münezzeh.
Mekândan, altı cihetten münezzeh olan Allahu Teâlâ hazretlerini Peygamber Efendimiz gördü ama ne gördü, neye benzer, nasıl anlatalım?
لَيْسَ كَمِثْلِه۪ شَيْءٌۚ
Leyse ke-mislihî şey’ün. “Allah gibi bir şey yok ki biz ona benzeterek şöyle şunun gibi bir şey diyelim. Leyse ke-mislihî şey’ün.
Bî kem ü keyf âna gösterdi cemâl. Kemiyetsiz ve keyfiyetsiz.” Bî kem, bî keyf, bu iki tabir şöyle demek ki yani miktara sığmaz, kalite ve kuantite denilen şeyle anlatılması mümkün olmayan, tarif ve tavsifi mümkün olmayan bir tarzda “Allahu Teâlâ hazretleri ona cemâlini gösterdi.”
Gösterdi, nasıl gösterdi?
Her şeye kâdir olan Allahu Teâlâ hazretleri bizim de anlayamayacağımız bir tarzda gösterdi, [Peygamber Efendimiz de] gördü.
Gel habîbim sana âşık olmuşam
Cümle halkı sana bende kılmışam.
Diyerek sevdiği kulunu kendi huzûr-u âlîsine kabul eyledi, konuştular.
Mevlid o [sahneleri] çok güzel anlatıyor; gayet edeb, tevazu, terbiye ile anlatıyor. Sonra tabii;
Bilirim görmeye doymassın beni.
Tabii o safâya erdikten sonra insanın gözü dünya mı görür, dünyaya dönmek mi ister? Ama vazifesi var, daha peygamberliği tamam olacak. Bu miraç hadisesi hicretten evvel oldu, geri döndü. Yani lûtf ile kerem ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz geri döndü.
Süleyman Çelebi, Allah rahmet eylesin, diyor ki;
Sen ki mîrâc eyleyip kıldın niyâz,
Ümmetin mîrâcını kıldım namâz.
“Ey Resûlüm! Sen ki nasip oldu mirac ettin. Benim huzuruma kadar geldin, meleklerin geçemediği yerleri geçtin. En yüksek makama erdin, Benim senin ümmetinin miracını da namaz kıldım. Namazı senin ümmetinin miracı olarak tayin eylediğini buyurdu.” diyor, Süleyman Çelebi böyle anlatıyor.
Biz Peygamber Efendimiz’in büyüklüğüyle, şerefiyle iftihar ederiz. Ona ümmet olmaktan şeref duyuyoruz. Bu şerefi hiçbir şeyle almak mümkün değil. Eski peygamberler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in ümmeti olmaya can atıyorlardı. Eski insanlar; “ah n’olaydı onun zamanında yaşasaydım da ona ümmet olsaydım, onun tebliği esnasında ona yardım edebilseyim.” diye ümmeti olmaya herkesin can attığı bir peygambere elhamdulillah, eş-şükrü lillah. Allahu Teâlâ hazretleri bizi ümmet eylemiş.
Çok güzel! Mademki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri böyle mirac gibi büyük bir nimete mazhar olmuştur, mademki bizim namazımız da böyle bir miractır. Allah bizim bu miracımızın da kadrini kıymetini bilmeyi bize ihsân eylesin.
Geçen gün bir başka şehirde konuşuyoruz, [arkadaş]; Avrupalı kardeşlerimiz müslüman oluyor, namaz zor geliyor” diyor. “Ondan sonra biraz müslüman oluyorlar, biraz şey yapıyorlar, günde beş vakit her zaman namaz kılmayı yapamıyorlar.” diyor.
Eh namaz bir angarya gibi düşünülürse, angarya gibi olursa yapılmaz. Her gün her gün aynı angarya olmaz. Namazın güzelliğini sezip sevebilmek lazım. Namazın güzelliğini sezip sevebilmek lazım ki o iş yürüsün.
Allahu Teâlâ hazretleri o lezzeti, o güzelliği, o şahâne ibadetin inceliklerini anlamayı, sezmeyi, yaşamayı öyle ibadet etmeyi bizlere nasip eylesin.
Beş vakit namaz bu mirac gecesinde Rabbimiz tarafından bize ikram olunmuş, vazife olarak verilmiş. Çok şükür yâ Rabbi! Bize namaz gibi ibadeti nasip eylesin. Sıdk ile beş vakit namazı eda edince 50 vakit sevabı da ihsan ediyor. Elli vakit kılmış gibi Allahu Teâlâ hazretleri o sevabı da cümlemize ihsan eyleyecek.
Rabbimiz Peygamberimiz Efendimiz’e layık, has ümmet olmayı cümlemize nasip eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in mübarek hadîs-i şerîflerinden mirac ile ilgili bir iki hadis-i şerifi teberrüken okuyuveriyim.
Mirac hakkında bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
رَأَيْتُ لَيْلَةَ أُسْرِيَ بِي قُصُورًا مُسْتَوِيَةً عَلَى الْجَنَّةِ. قُلْتُ: يَا جِبْرِيلُ، لِـمَنْ هٰذَا؟ فَقَالَ: لِلْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ. وَاللهُ يُحِبُّ الْـمُحْسِنِينَ
Raeytü leylete üsriye bî kusûran müsteviyeten ale’l-cenneti kultu yâ cibrîlü li-men hâzâ? Fe-kâle li’l-kâzimîne’l-ğayze ve’l-âfîne ani’n-nâsi vallâhu yuhibbü’l-muhsinîne.
Peygamber Efendimiz bu bir hadîs-i şerîfi Hz. Abdullah b. Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilmiş. Türkçe olarak ifadesi şu;
“Beni Rabbim geceleyin isrâ mucizesiyle şerefyâb edip de miraca celb ettiği zaman cennette bir seviyede yapılmış muhteşem köşkler gördüm.”
Peygamber Efendimiz cenneti gezdi, gördü, gökleri gördü. Vakit de [uzadı,] zaten bildiğiniz şeylerle [vakti] doldurmayayım diye uzun anlatmıyorum. Orada, cennetin üzerinde çok güzel köşkleri gördü. Müsteviyeten ale’l-cenneti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz cennetin üzerinde bir seviyede muhteşem köşkler gördü. “Gördüm” diye kendisi söylüyor.
Yanında Cebrail aleyhisselam var, mihmândar; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e “şurası şöyledir, burası böyledir” diye bildiriyor. Peygamber Efendimiz;
Kultü yâ cibrilü li-men hâzâ? “Kimin için bunlar, bu köşkler kimin, sahibleri kim bunların?” diye sormuş, [Cebrail aleyhisselam] buyurmuş ki; Li’l-kazimîne’l-ğayze. “Gayzını yutanlar için.” Ve’l-âfîne ani’n-nâsi. “İnsanları affedip bağışlayanlar içindir.” Vallâhu yuhibbü’l-muhsinîne. “Allah iyilik yapan kulları sever.”
Muhterem kardeşlerim!
Cennete iyi huyla gireceğiz, huylarımızın güzel olması lazım.
İyi huy nedir?
Bu iyi huyu öğrenmeden, iyi huyu kendimize hal edinmeden bu iş olmayacak. Peygamber Efendimiz Ebû Hüreyre radıyallahu anh’a söylüyor ki iyi huy;
تصل من قطعك
Tasilü men kata’ake. “Seninle alakayı koparana sen münasebetlerini devam ettirirsin, ahbaplığını kesmezsin, sürdürürsün.”
وتعطي من حرمك
Ve tu’tî men harameke. “Senden esirgeyen, vermeyene sen bahşedersin, ihsan edersin, verirsin.”
وتعفو عمن ظلمك
Ve ta’fû ammen zalemeke. “Sana zulmeden, haksızlık eden, seni ezalandırana sen affedici olursun, bağışlarsın.” buyuruyor.
Muhterem kardeşlerim!
Güzel huy denilen şey karşılıksız olan bir şey. Yani o bana bir hediye vermiş, ben de ona bir hediye veriyorum. O bana bir iyilik yapmış ben de ona iyilik yapıyorum. O beni seviyor ben de onu seviyorum. Bunlar karşılıklı. Güzel huy denilen şey karşılıksız olan bir şey. Karşılıksız yapabiliyorsa insan hakiki güzel huylu işte o zaman olacağız ve bizim bu dertlerimiz[in birçoğunun sebebi güzel huylu olamayışımızdadır.] Bizim biribirimizin dertlerimizi bitmesi mümkün değil. Derviş olsak da bitmesi mümkün değil.
İnsanların içinde bu nefis bulunduğu müddetçe, insanların damarlarında dolaşan kan gibi şeytan dolaştığı müddetçe, bu huylar düzelmediği müddetçe, huylarımızı İslâm huyları, İslâm ahlâkı etmediğimiz zaman bu tehlike her zaman, her yerde var. Aynı ailenin içinde bile olur. Karı ile koca arasında bile olur. İki kardeş arasında bile olur. Camide de olur; imamla müezzin arasında da olur. Müftüyle imamlar arasında da olur. Herkesin arasında olur.
Huyumuzun güzel olması lazım. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurdular ki; “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için peygamber gönderildim.” Dinimizin hedefi güzel huylu olmaktır.
Ele geleni yersin,
Dile geleni dersin.
Böyle dervişlik mi olur?
Sen derviş olamazsın.
Yine Yunus Emre’nin sözü. Ele gelen yenmeyecek dile gelen söylenmeyecek. Tutacak insan kendisini, sabredecek, boynu bükük olacak, gülüp geçecek, kötülüğe iyilikle muamele edebilecek. O zaman [insan güzel huylu olur.]
Bak Peygamber Efendimiz cennetteki o güzel köşklerin sahibini sorduğu zaman Cebrail aleyhisselam cevabı nasıl vermiş?
Li’l-kâzimîne’l-ğayz. “İçinde gayzı, kızgınlığı kabarmış, yüzü kıpkırmızı olmuş çok kızgın. Tamam, eyvah, kinleri, kızgınlığı taştı ama onu yutuveriyor, yutuyor, kendisine hâkim oluyor, dizginleyiveriyor.
Hz. Ömer radıyallahu anh’a birisi gelmiş; “Hiç de bize adaletle muamele etmiyorsun!” dememiş mi! Hz. Ömer’e! Sübhanalah! Yani bu insanların da diline gem vurulmuyor. Hz. Ömer’e deme bari.
Hz. Ömer radıyallahu anh dünyada adaletiyle tanınmış, namı geçmiş bir kimse. “Hiç de bize adaletli hükmetmiyorsun!” demiş.
Hz. Ömer şöyle yerden bir doğrulmuş, dövecek yani. Pestilini çıkartır ya. Ondan sonra İbn Abbas radıyallahu anhümâ varmış yanında demiş ki;
“Yâ emire’l-mü’minîn! Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ hazretleri ‘cahillerden yüz çevir’ buyuruyor, bu da cahildir.” demiş. “Bu da cahildir” demiş. Öyle deyince Hz. Ömer, koca babayiğit, üç beş tane insan zaptedemez, güçlü kuvetli, oturmuş; susmuş, oturmuş. Yani kinini, kızgınlığını tutuvermek, kendine hakim olmak: Kâzimîne’l-ğayz. Bu misal böyle hatırıma geldi.
Ve’l-âfîne ani’n-nâsi. “İnsanların da kabahatlerini, kusurlarını affeden, affetmek.” Şimdi ortada bir kabahat olacak ki, hakîkaten yapılmış bir kabahat olacak ki affetmek olsun ve onun sevabı olsun.
“Efendim o bana şöyle etmişti, böyle yapmıştı.”
Ya hiç lüzumu yok! Tamam, öyle de yapmıştır, daha fazla da yapmıştır.
Yaptığı halde affedebiliyor musun?
İş bu!
Yani tamam o yaptı hatta senin bilmediğin daha başka şeyleri de yaptı ama yaptığı halde affedebiliyor musun?
İşte o zaman bak cennetin o yukarısındaki sıralanmış o güzel köşklere Allahu Teâlâ hazretleri o kimseleri sokacak.
Vallâhu yuhibbü’l-muhsinîn. “Allah iyilik yapan kulları sever.”
İşte biz bu iyilik yapıcılık halini elde edeceğiz. Elde edebilirsek, huyumuzu güzelleştirebilirsek, kötülüğe iyilikle muamele edebilirsek, ahlakımızı güzelleştirebilirsek çelik gibi iradeli olabilirsek, Eyyûb aleyhisselam gibi sabırlı olabilirsek, İbrahim aleyhisselam gibi gözü yaşlı olabilirsek o zaman güzel huylara sahip olduğumuz zaman cennetini, cemâlini hak edeceğiz. Bu güzel huyları elde etmek için çalışalım. Bu güzel huyları elde etmek için çalışalım!
Muhterem kardeşlerim!
Bir aya yakın, 25 gün önce Regaib kandili oldu. Üç aylar girdi Regaib gecesi oldu, ilk Cuma gecesi oldu dedik. O zamandan başladı. Peygamber Efendimiz Receb ayında çok oruç tutardı. Receb ayında, Şaban ayında çok oruç tutardı. Bu Receb ayında çok oruç tutardı. Oruç insanın ahlakını güzelleştirmek için en güzel vasıtalardan biridir. Oruç tutuyorsun ama bizim milletimiz orucu sadece yemek yememek diye sanıyor. Böyle değil! Peygamber Efendimiz böyle tarif etmemiş ama öyle sanıyorlar.
Peygamber Efendimiz diyor ki; “Gıybet orucu bozar.” E herkes gıybet ediyor, oruçları gidiyor. Dedikodu orucu bozar.
Peygamber Efendimiz; “Gözler zina eder.” diyor. E zina edince oruç kalmaz ki! “Eller zina eder” diyor. Zina edince oruç kalmaz. Yani oruç tutmak demek, güzel huylu olmaya diş sıkıp sabretmek demek. Harama bakmayacaksın, kötü söz söylemeyeceksin. Kimseyle kavga etmeyeceksin, sövüşmeyeceksin, dövüşmeyeceksin, oruç öyle olacak. Efendimiz böyle oruç tuta tuta demek ki anlıyoruz ki öyle güzel Regaib gecesinin gelişinden, Recebin 27’sinde, daha bir aya varmamışken, mirâc-ı güzîn nasip olmuş. Allahu Teâlâ hazretleri huzûr-u izzetine habîb-i edîbini lütfen ve keremen kabul eylemiş.
Biz de böyle oruç tutarak, kendimize hâkim olacağız, bu güzel huyu, bu güzel ahlâkı elde edeceğiz. Ondan sonra o lütuflara nâil olacağız.
Peygamber Efendimiz; “Haklı olduğu halde münakaşayı terk edene cennetin avlusunda bir köşkü garanti ederim.” buyuruyor. Haklı iken, haklı tamam, bu taraf doğru, o yanlış. “Haklı olduğu halde münakaşayı terk edene cennetin avlusunda bir köşkü nasibederim.”
Bütün bunların hepsi neden?
Güzel huy dediğimiz şey ne işe yarar? Yani tamam hocam, güzel huylu oldum. Güzel huyun faidesi ne?
Güzel huy güzel geçim sağlar. Müslümanlar biribiriyle geçimli olur, iyi kardeş olurlar. Esas olan kardeşlik. Esas olan müslümanın müslümanı sevmesi, kardeş olması, yek vücud olması. İşte onu sağlıyor bu güzel huy. Güzel huy olmayınca ahbablık olmuyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz.” Tamam, çok hadisler var, çok deliller var. Biliyoruz ki; imansız cennete girmeyecek; isterse omzu kalabalık olsun, isterse rütbesi yüksek olsun, isterse herhangi bir hazinenin sahibi olsun, bir devletin reisi olsun, bir ordunun komutanı olsun, değişmez. Cennete imanlı girecek. Tamam.
İkincisi, hadîs-i şerîfin devamında buyuruyor ki; “Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” Haydi buyurun gelin de ağlayalım şimdi!
Biz hepimiz kendimizi mü’min saymıyor muyuz?
Hepimiz “elhamdülillah Müslümanım” diyoruz, “mü’minim” diyoruz ama gel bakalım Resûlullah’ın terazisinde bir dirhem çekecek miyiz?
Bak Peygamber Efendimiz ne buyuruyor;
“İnanmadıkça cennete girmezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de inanmış olmazsınız.” Bu hadîs-i şerîf de sıhhatli hadîs-i şerîf. Böyle buyuruyor...
Öyle anlaşılıyor ki, benim bu hadislerden çıkarttığıma göre o halde bizim ilk yapacağımız iş, sevmeyi öğrenmek. Bir mektebi olsa da gitsek şunun alfabesinden başlasak, ilkokulunu, ortaokulunu, lisesini, üniversitesini bitirsek de şu sevmek denilen şeyi öğrensek. Sevmeyi bilmiyoruz. Biribirimizi sevmeyi öğrenememişiz. Ahbaplığı devam ettirmeyi, candan kardeşliği, biribirimiz için fedakârlık yapmayı bilmiyoruz. Eskiler biliyordu, eskiler biribirleri için canlarını verirlerdi. Böyle bu hususta çok fıkralar, hikâyeler, ibretli şeyler vardır.
Eskiler eskide kalmış, biz şimdi biribirimizi o muhabbetle sevemezsek hakîki iman etmiş olmayacağız. Hocamız burada bizden önce, Allah razı olsun, biz de böyle diz çöktük dinledik hep anlatır dururdu; bu sevgi, bu muhabbet olmadıktan sonra bir netice yok.
Biz şimdi düşüneceğiz, taşınacağız, biribirimize karşı hislerimizi nasıl düzeltebiliriz, biribirimizle nasıl hakîki dost ve ahbab olabiliriz, birbirimizi hakikâten nasıl sevebiliriz, onun çaresine bakacağız.
Onun çarelerinden bir tanesi Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; “Size yaptığınız zaman aranızda muhabbetin oluşacağı bir şeyi tavsiye edeyim mi?”
“Buyur yâ Resûlallah” diyorlar.
“Selamı aranızda yayın.” diyor.
“Selamı aranızda yayın” Arapça ifadesi şöyle;
أَفْشُوا السَّلاَمَ بَيْنَكُمْ
Efşü’s-selâme beyneküm. “Selamı aranızda ifşâ edin.” Yani “selam verin” demiyor da “selamı aranızda ifşâ edin” diyor. “İfşâ” sözünde bir sır var.
Niye selam verin dememiş de “selamı ifşâ edin” demiş?
Selam insanın karşısındakine esenlik, rahatlık, güzellik, hoşluk temenni etmesi demek. Ama bu dille söylendiği zaman olmuyor. Sen ona hakikaten esenlik diliyorsan, o hâlinden de belli olacak. Ona esenlik dilediğin hâlinden belli olacak. Birçok insan yüzüne karşı gülüyor [arkasından alay ediyor.]
Bir ülkedeyiz, ben telefonda duyuyorum, mesela birisi ötekisine telefon açmış; “Allah'a ısmarladık. Kusura bakmayın, Allah’a ısmarladık, gidiyorum.” diyor, öbür taraftan başkası öteki odadan alay ediyor. Yani karşı tarafın odasından birisi “kah kah” gülüyor, bu tarafla alay ediyor. Ama telefonda o karşı tarafın duyduğunu bilmiyor tabii. O alay ediyor, telefonda da bir sürü tatlı söz söylüyor. Kıymeti yok, başına çalınsın! Tatlı sözler başına çalınsın! Çünkü aslında alay ediyor. Buna derler münafıklık. Buna mü’minlik demezler, buna münafıklık derler! Seviyorsan erkekçe seviyorum de sevmiyorsan da yiğitçe “seni sevemedim kardeşim.” de bitsin. Yüzüne gülüp arkasında kuyusunu kazmak, “eyvallah” deyip ayağının altına eğilip selam veriyor gibi karpuz kabuğu yerleştirmek, “Allah ömürler versin.” deyip arkasında ölümünü temenni etmek filan bunlar münafıklık işi...
Biribirimize samimi, candan dost olacağız. Biribirimize hislerimizle, davranışlarımızla, hareketlerimizle esenlik dileyeceğiz. Selamın ifşâsını ben öyle anlıyorum. Yani selam temenni ettiğin senin üzerinde zâhir olacak. Selam verdiğin kimsenin iyiliğini istediğin gözünden belli olacak, elinden belli olacak, hareketinden belli olacak, davranışından belli olacak.
Camide namaza duruyor adam; böyle kısıyor omuzlarını, dirseğini öbür tarafa dayıyor. E daha muhabbeti olmamış, ufak tefek şeylerden kızıyor. Olmaz! Hakikaten sevecek, “Gel kardeşim, sen benim yerime dur, ben geride durayım, sen halıda dur ben taşta durayım, sen sevab kazan ben kenarda şey yapayım” diyebilecek hâle geleceğiz. Tercih hâline gelebileceğiz.
İmam Gazzâlî kardeşliğin üç merhalesi var diyor; “En aşağı derecesi kardeşliğin, Müslüman kardeşliğinin; kardeşinin yemesi, ihtiyacı ve hayati ihtiyaçlarını gidermektir.”
Bu neye benzer?
Evinde beslediğin hizmetçiye, kâhyaya bilmem akrabaya şuna buna yemek çıkartman, yatacak yer göstermene benzer. “Arkadaşlığın en aşağı mertebesi, arkadaşının ihtiyaçlarını böylece görmektir.” diyor. Orta derecesi, vasatî yani eh şöyle böyle orta derecesi, “neyin varsa bölüşmendir.” diyor. “Al kardeşim yarısı senin yarısı benim.” Elman var ortasından yarısı sana yarısı bana. Buna da “orta derece” diyor. Yüksek derecesinde; “al kardeşim elmayı sen ye ben yine yerim sen şey yapma.” filan deyip hepsini ona vermek, çoğunu ona vermek kendisine tercih etmek.
Eski zamanda bir grup [halinde] dervişleri yakalamışlar, “Siz hırsızsınız galiba veyahut bozuk akideli insanlarsınız galiba, sizi zındıklar sizi, vurun boynunu!” filan demişler. Bunların hepsini cellata teslim etmişler. Gençlerden bir tanesi cellatın önüne koşuyor;
“Önce beni kes!”
“Dur be adam çekil kenara!”
Ötekisini kesmek için şey yapıyor genç delikanlı yine geliyor;
“Önce beni kes!”
“Ya git kenera!” Tekrar geliyor, [cellat];
“Niye bu kadar ısrar ediyorsun? Diye soruyor. Niye önceden?
“Ben” diyor, “kesilirken sen benimle üç beş dakika meşgul olacaksın ya, kardeşlerim üç dakika daha fazla yaşamış olurlar.” diyor. Ölürken bile kardeşlerim üç dakika daha yaşasınlar diye kendisinin kesimiyle meşgul olurken ötekiler üç dakika daha çok yaşasın diye öne gidiyor. Cellatın elinden balta düşüyor. Gidiyor padişaha diyor ki;
“Efendim bunlar, bunlar yanlış anlaşılmış, bunlar kötü insanlar değil. Böyle böyle yaptılar” diyor. Hakikaten tahkik ediliyor, anlaşılıyor ki hepsi hakikaten derviş insanlar ama o devirde tabii derviş dediğin insan, üstü başı eski püskü, yoldan gelmiş belki tozlu topraklı dilenci mi haydut mu şey mi anlayamamışlar; basiretleri kapanmış, kötü insan sanmışlar. Yani kardeşleri biraz daha yaşasın diye kendisinin boynunu öne koyuyor. O kadar böyle şey yapmışlar. Buna da îsâr derler, tercih derler.
Muhterem kardeşlerim!
Eğer biz bu muhabbetle birbirimizi sevsek bize Dünya hepsi bir araya gelse zarar veremez. Bizim çektiğimiz, kendimizin biribirimizden. Bizim Müslümanların çektiği biribirindendir.
Bak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz mirac münasebetiyle bize yapılan kusurları affetmeyi emretti. İnşaallah bu akşam dargın olduğumuz kardeşlerimizle barışalım. Barışık olduğumuz kardeşlerimizle bilişelim. Bilişik olduğumuz kardeşlerimizle de sarmaş dolaş, samimi hakiki dostluğu öğrenelim de Allahu Teâlâ hazretleri biribirini Allah için seven kulları arşının gölgesine gölgelendirecek.
Allahu Teâla hazretleri Kuran-ı Kerimleri tekrar tekrar hatmetmeyi nasip eylesin. Ama içindeki manaları anlamayı nasip eylesin. Ve o ahkâmı hayatımızda yaşamayı nasip eylesin. Böylece Kuran-ı Kerim’i hayatımıza rehber eylesin, Kuran-ı Kerim’in şefaatine ermeyi cümlemizi nasip eylesin. Sâir ibadet ve taatlerimizi Rabbimiz kabul eylesin. Dünyanın ve ahiretin bildiğimiz bilmediğimiz bütün hayırlarına nail eylesin. Şöyle mübarek gecelere sıhhat ve afiyetle vâsıl olup bu gecelerin hayrından, feyzinden, bereketinden tam manasıyla en yüksek derecede istifade etmeyi nasip eylesin. Rızasına uygun şekilde yaşayıp ahirette de cennetine cemaline nail olmayı cümlemize nasip eylesin. Allahu Teâla hazretleri cümlemizden razı olsun
Bi hürmeti esmâike'l hüsnâ ve habibikel mücteba Muhammedini'l Mustafa ve bi hürmeti esrâri sûreti'l fatiha.