Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh, alâ külli hâlin ve fî külli hîn.
Ves-salevâtü ves-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedini'l Mustafa ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'd din.
emmâ ba'dü
Fa'lamû eyyühe'l-ihvân fe-inne efdale'l hadîsi kitâbullahi ve efdale'l-hedyi hedyü seyyidinâ Muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem. Ve şerre'l-umûri muhdesâtühâ. Ve külle muhtesetin bid'atün. Ve külle bid'atin delâletün. Ve külle delâletin ve sâhibehâ fi'n-nâr ve bis-senadi'l muttasılü ilen-nebiyyü sallalahü aleyhi ve selleme ennehû kâl
Reeytü leylete usriye bî kusûran müsteviyeten ale'l-cenneti. Kultü: yâ Cibrîlu, li-men hâzâ? Fe-kâle: Li'l-kâzımîne'l-ğayza ve'l-âfîne ani'n-nâsi. Vallâhu yuhibbu'l-muhsinîn.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Peygamber aleyhi's-salâtu ve's-selam Efendimiz mirâcındaki bir müşahedesini bize naklediyor.
Peygamber aleyhi's-salâtu ve's-selam Efendimiz bir gece Mekke-i Mükerreme'den Kuds-ü Şerif'e naklolundu. Buna İsrâ denilir. Kuds-ü Şerif'ten de yedi kat semayı geçip Allahu Teâlâ hazretlerinin huzûr-u âlîsine urûc eyledi. Bu hâdiseye de Miraç deniliyor. İsrâ ve Miraç. Birisi Peygamber Efendimiz'in dünya üzerinde birbirinden fevkalâde uzak, bir gecede normal şartlar altında gidilmesi mümkün olmayan bir mesafede bir yerden bir yere gitme mucizesi; buna İsrâ diyoruz. Ondan sonra da Kuds-ü Şerif'ten huzûr-u Rabbi'l-âlemîne urûcu, buna da Miraç mucizesi diyoruz.
İsrâ, Kur'ân-ı Kerîm'deki âyet-i kerîme ile sabittir:
Estaîzu billâh. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Sübhâne'llezî esrâ bi-abdihî leylen mine'l-mescidi'l-harâmi ile'l-mescidi'l-aksâ. "Şânı her türlü noksandan münezzehtir o Zât-ı Celîl olan Allahu Teâlâ hazretlerinin ki, kulunu -yani Hz. Muhammed aleyhi's-salâtu ve's-selam'ı- bir gece Mescid-i Haram'dan -yani Beytullah'ın olduğu yerden- Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'nın olduğu yere götürmüştür." diye bu âyet-i kerîmede işaret ediliyor ki Peygamber Efendimiz bir gecede Mekke'den Kuds-ü Şerif'e naklolmuştur.
"Böyle şey olur mu?"
Olur. Niye olmasın? Bugün insanlar çeşitli teknik vasıtalarla uzak mesafelere nasıl gidiyorlar?..
Televizyonlarda birçok kimse seyretmiştir ki; "ışınlama" diyorlar, uzayla ilgili birtakım programlarda, bir yerden öbür tarafa gidiyor. İnsan atomun muazzam muhteşem nizamından; bu güneş sistemlerinin, kâinatın, gökyüzünün, muazzam sistemlerin işleyişinden; hayattan, canlı varlıkların o harika düzenlerinden ibret alır. "Bütün bunları var eden ve bu halde yürüten, yaşatan, her türlü şeye kâdir, her türlü ince bilgiye vâkıf, mühendislerin mühendisi, sanatkârların sanatkârı, kudretlilerin kudretlisi bir Zât-ı Celîl her şeyi yapabilir." diye, akıllı bir insan onu da kabul eder.
Küçücük bir tohum atıyoruz, topraktan kocaman bir ağaç, bir bitki çıkıyor. Sonra o bitki toprağın içinden suyu alıp kökleriyle süzüyor. Kaç metre yukarıya çıkartıyor? Bir kavak ağacının boyu kaç metredir?
Bugün siz her pompa ile suyu o kadar yüksek yere pompalayamazsınız. Su kolay kolay o kadar yükseğe -bir kavağın boyuna- çıkmaz. Hadi bakalım bir su pompası getir de o kadar yüksek yere o suyu bas. Uzun teknik tedbirler lazım geliyor. Ama Allahu Teâlâ hazretleri kökten suyu ta yukarıya çıkarttırıyor.
O yapraklarda öyle büyük bir sanat var ki kökten alınan su ile güneşin enerjisinden faydalanarak o incecik yaprak odun yapıyor, şeker yapıyor, yaprak yapıyor, lif yapıyor, daha bilmediğimiz veyahut bildiğimiz bitkilerin her şeyi o yaprak laboratuvarında oluyor. Küçücük bir toplu iğne kadarcık bir klorofil hücresi bir laboratuvarın bugün başaramadığı işi yapıyor.
Ne kadar kolay; su var, güneş de var... Hadi bakalım, sen yap! Bu kadar tekniğin ilerlemiş; uzaya roket fırlatıyorsun, her şeyi yapabiliyorsun; hadi bakalım, buyur! İşte güneş ışığı, işte su... Suyu sen yaratmadın, hazır buldun. Güneşi de sen yaratmadın, o da hazır. Hadi bakayım, göreyim seni; şu yaprağın içindeki küçücük toplu iğne başı kadar laboratuvarın yaptığı o işi sen yap! İkisini birleştir; şeker yap, odun yap, yaprak yap, ağacın diğer malzemesini yap... Ne kadar büyük bir sanat!
Ne kadar bitmez tükenmez bir sanat çeşitliliği ki bir yaprak aynı vazifeyi görüyor. Suyu alıyor, suyun içindeki maddelerle bu dediğimiz işleri yapıyor.
Kaç çeşit yaprak var... Deve tabanının yaprağı kocaman. Kuşkonmazın yaprağı kıl gibi. Çınarın yaprağı el gibi. Kaktüsün yaprağı bir başka türlü. Ne kadar bitmez tükenmez bir çeşitlilik var. Bir böcek; ayakları, gözü, anteni var, binlerce çeşidi var. Bir balık, binlerce çeşidi var. Yani Allahu Teâlâ hazretlerine zor gelmiyor. Bunca çeşidi, bunca sanatı icrâ etmek -ne kadar büyük kudret sahibi ki- O'na hiç zor gelmiyor. Biz bir tane bir şeyi zorlukla yaparız; "Aman!" deriz.
Akıllı bir insan, fenne vâkıf bir insan, alim bir insan kâinata baktığı zaman hayranlık içinde mest olur. Cahil, kâinatın nizamındaki inceliği anlamaz. Bugün atom alimleri, büyük fizikçiler, büyük tabiatçılar, büyük kimyacılar hayranlık duyuyorlar. Bir çınar ağacı bir dalını 30 metre öteye uzatıyor. 30 metre bu kadar ağırlık nasıl durur? Bu ağırlık niye 'çatırt' diye kırılmıyor? Nasıl tertibat alıyor o ağaç, kendisini nasıl koruyor?
Ne kadar büyük şeyler...
O halde bunca sanata, kudrete sahip olan Allahu Teâlâ hazretleri kulunu Mekke'den Kudüs'e götüremez mi?
el-Cevap: Götürür! Amennâ ve saddaknâ. Götürmüştür.
Peygamber aleyhi's-salâtu ve's-selam Efendimiz diyor ki;
Reeytü leylete usriye bî... "Benim götürüldüğüm o gecede, yani Miraç'ın başladığı o gecede, Miraç'a çıktığım zaman..."
"Cennetin üzerinde, cennete hâkim bir yerde düzgün köşkler gördüm."
Demek ki manzarası safalı, intizamlı ve yüksekte köşkler...
Fe-kultü: Yâ Cibrîlu.
Mihmandar kim? Resûlullah'ı kim götürüyor?
Meleklerin büyüklerinden Cebrail aleyhisselam götürüyor.
Dedim ki;
"Yâ Cebrail, bu köşkler kimin? Yeri güzel, kendileri fevkalâde süslü, müzeyyen, mükemmel..."
Fe-kâle. "Cebrail aleyhisselam cevâben buyurdu ki;"
Li'l-kâzimîne'l-ğayza. "Kızgınlığını yutanlar ve tutanlara."
Kızdı, âsâbı bozuldu, rengi değişti, yüzü kıpkırmızı oldu ama kızgınlığın gereği olan fevrî hareketi yapmıyor, kendisine hâkim olabiliyor. Birisine kızmış, ondan intikam almıyor.
"Kinini kızgınlığını dizginleyebilen, yutabilen kimseler içindir."
Başka kimler içindir?
Ve'l-âfîne ani'n-nâsi. "İnsanları affedenler içindir."
Vallâhu yuhibbu'l-muhsinîn. "Allahu Teâlâ hazretleri muhsinleri yani güzel hareket edenleri sever."
Bu hadîs-i şerîfte ne var? Peygamber Efendimiz'in bu müşahedesinden çıkan ders nedir?
Demek ki müslüman, tepesi attığı zaman aklının kontrolünü bir tarafa bırakmayan kimse demek. Kızdığı zaman; "Gözüm karardı, sinirlenivermişim, ondan sonra ne yaptığımı bilmiyorum..."
Mesela bir adam, mahkemeye çıkartılıyor, eli kelepçeli, hâkimin karşısında, hâkim soruyor:
"Evlâdım, sen bu adamı niye öldürdün?"
"Efendim, işte şöyle oldu da böyle oldu da... Birden bana küfretti de... O anda ben sinirleniverdim. Ondan sonra ne yaptığımın farkında değilim."
Demek ki bu, kâzımîne'l-ğayz zümresinden değil. Yani gayzını, kızgınlığını, kinini tutabilen bir insan değil. O kızgınlığını tutamaması onu nereye götürdü?
Mahkemeye getirdi, mahkemeden hapse götürecek, hapisten belki ceza olarak darağacına götürecek.
İnsan kendisini tutamadığı, kendisine hâkim olamadığı zaman felaketten felakete sürüklenir.
İnsan ne zaman insandır?
İçinden gelen arzulara dizgin vurabildiği zaman, onları kontrol edebildiği nispette mükemmel insandır.
Bilmiyorum, hiç dağ kenarında oturdunuz mu?
Dağ kenarındaki kasabalarda, mesela Bursa gibi yerlerde, bakarsınız ovada kocaman taşlar var. Nereden geldi bu taşlar buraya?
Bir kere bir yağmur yağdı, bir büyük sel oldu; bu kocaman adam boyundan büyük taşı sel yuvarladı buraya getirdi. Birden kopar gelir. Yukarıda yağmur yağar, ondan sonra yokuş aşağıya bütün gücüyle paldır küldür yuvarlanır, önüne ne gelirse sürükler götürür.
İnsanın içinden arzular sel suyu kopar gibi dağdan kopar gelirse, ona dizgin vurulmazsa ne olur?
İnsan felaketten felakete sürüklenir.
Demek ki o köşkler madem kinlerini, kızgınlıklarını tutabilen insanlarınmış, o halde biz de sinirlendik mi sinirimize hâkim olacağız.
Bundan bize çıkan ders: O köşklere sahip olabilmek için sinirlenmeyeceğiz. Sinirlendiğimiz zaman sinirimize hâkim olacağız.
Araplar'dan bir zât varmış. Aynı zamanda Resûlullah'ın sahabelerinden birisi... Bir grup mücrim huzuruna getirilmiş. Suçlu insanlar, onları cezalandırması lazım. Getirilenlerden açıkgöz bir tanesi söz alıyor, diyor ki;
"Efendim ben bu suçu, bu edepsizliği halim-selimliğiyle tanınmayan bir kimseye yapsaydım beni ne yapardı?"
"Cezalandırırdı."
"Siz halim-selimliğinizle şöhret bulmuşsunuz, sizin bir farkınız yok mu?"
Onun üzerine; "Hadi, sizi bağışladım. Bir daha böyle bir şey yapmayın." diyor, salıveriyor.
İnsanların kızgınlığına sahip olması lazım, bir.
İkincisi; ve'l-âfîne ani'n-nâs. "İnsanlardan sudûr etmiş olan suçları, kusurları, günahları, hataları, kendisine karşı işlenmiş olan şeyleri affedenler."
Bir hadîs-i şerîfte Ebû Hüreyre radıyallahu anh Peygamber Efendimiz'e soruyor;
"Yâ Resûlallah, güzel huy nedir?"
Yani "Hangi insan güzel huylu sayılır?" demek istiyor.
Diyor ki Peygamber Efendimiz;
Tasilu men kataake. "Senden alâkayı kesmiş olan arkadaşına alâkanı sen devam ettirirsin."
"O bana küstü, ben de ona küseyim." demezsin. "O küstü ama ben yine gideceğim. O beni ziyaret etmiyor ama ben yine onu ziyaret edeceğim. O benden ilgiyi kopardı ama ben onunla bağlantımı devam ettireceğim."
Tu'tî men harameke. "Seni mahrum bırakan, senin istediğin, ihtiyacın olan şeyi sana vermeyene sen verirsin."
"Ben geçen gün ihtiyacım olmuştu, 10 bin lira para istedim, parası da vardı, vermedi. Şimdi başı epeyce sıkışmış, ben de ona vermeyeceğim." derse insan, kötülüğe kötülükle mukabele etmiş oluyor.
"O bana vermedi ama ben vereceğim." [derse], mahrum bırakana aksine iyilik yapıyor, veriyor.
Ve ta'fû ammen zalemeke. "Ve sana zulmedeni affedersin." diyor, Peygamber Efendimiz.
Sana haksızlık etmiş, karşı gelmiş, seni üzecek bir şey yapmış; onu affedersin.
"Güzel huy budur." diyor.
İnsanları affetmek de böyle. Hatası var, sana kalmış; istersen onun karşılığını verirsin, cezalandırırsın, istersen affedersin. Affedersen, işte o köşkler affedici kimselere veriliyor.
Bir de bir başka mâna olma ihtimali var. Buradaki affetmekten maksat, borçluya borcunu affedivermek. Yani vadesi gelmiş, borcu ödemesi lazım ama adamın durumu müsait değil. "Ver bakalım, vakti geldi!" diye aldırmadan bastırıp parayı almaya çalışmak şekli var. Bir de; "Hadi seni affettim, biraz daha sonra, geniş zamanda verirsin. Hadi sana bunu bağışladım." diye borcu affetmek mânasına gelebilir, diye şerhte bir izah var.
Demek ki öyle de olsa öyle de olsa, insan karşılıksız bir iyilik yapıyor. Onun için, büyüklerimiz; "İyiliğe iyilikle mukabele etmek herkesin kârıdır, herkes bunu yapar. Ama kötülüğe iyilikle mukabele etmek, o er kişinin kârıdır." demişler. Onu herkes yapamaz. Mert adam olacak. Bayağı yiğit bir kimse olacak, babayiğit olacak ki kötülüğe karşı iyilik yapabilsin.
Karşılıksız olduğu zaman Allahu Teâlâ hazretleri o köşkleri ihsan ediyor.
Demek ki, biz insanlarla muamelemizde dengi dengine, mukabele bil-misil yapabiliriz belki; ama affedici olursak, sevabı Allah'tan bekleyip bağışlama, lütuf, fazilet tarafını tercih edersek cennette ona mukabil herkesin gıpta ettiği o köşkler, o nimetler insanlara gelebiliyor.
Vallâhu yuhibbu'l-muhsinîn. "Allahu Teâlâ hazretleri muhsin kulları sever." diyor Resûlullah Efendimiz, arkasından ekliyor; "İyilik yapan, iyi olan kimseleri sever."
Muhsin ne demek?
"İhsan eden" demek. İhsan etmek de her şeyde câri olabilir. Mesela bir insan marangoz olur; eline verilmiş, kendisine tevdî edilmiş olan parçayı en mükemmel yaparsa o marangozluğunda ihsan yapmıştır. Yani marangozluğunu güzel yapmıştır. Süpürgeci adam, süpürdüğü yeri en iyi şekilde süpürmüşse o süpürmede ihsan yapmıştır. Hoca, en iyi şekilde hocalık yapmışsa hocalıkta ihsan yapmıştır. Asker, en iyi şekilde askerlik yapmışsa askerlikte [ihsan yapmıştır.]
İbadette ihsan nedir?
İbadette ihsan da;
En ta'buda'llâhe ke-enneke terâhû. "Allahû Teâlâ hazretlerine O'nu görüyormuşça ibadet etmektir."
Fe-in lem tekün terâhû fe-innehû yerâke. "Çünkü her ne kadar sen O'nu görmüyorsun ama O senin yanında, seni görüyor."
Sen O'nu göremiyorsun, göremezsin ama O seni görüyor.
Onun yakınlığını hissedip, bilip;
Ve hüve meaküm eyne mâ küntüm. "Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir." âyet-i kerîmesini düşünerek;
Ve nahnu akrabu ileyhi min habli'l-verîd. "Biz insanoğluna şah damarından bile daha yakınız." âyet-i kerîmesinin mânasını düşünüp;
"Mevlam benim yanımda, Allahu Teâlâ hazretleri benim her yaptığımı görüyor, benim yaptığıma şahit." diye düşünmek.
İbadette ihsan odur.
İnsan o zaman iyi kulluk yapar. Çünkü yalnız olmadığını bilir. Allah'ın kendisini murakabe ettiğini, kontrol ettiğini, her yaptığını gördüğünü, her söylediğini işittiğini bilen bir insan kendisine çekidüzen verir. Bir odada bir insan varken başka türlü otururuz, yalnız olduğumuz zaman daha başka türlü otururuz, elimizi ayağımızı uzatabiliriz. Ama içeriye hürmet ettiğimiz büyüğümüz, babamız gelse ne yaparız?
Hemen ayağa kalkarız, toparlanırız.
İnsan Allahu Teâlâ hazretlerinin kendisiyle beraber olduğunu bildiği zaman ne yapar?
O zaman kulluğu iyi yapar.
Onun için, "İhsan nedir?" diye sorduklarında Peygamber Efendimiz'e, ibadetteki ihsanı tarif etmiş; "Allah'ı görüyormuşça ibadet etmek."
Bir büyük velî varmış. Sehl b. Abdullah Tüsterî'nin kitabında okumuştum. Onun kendisi olabilir. Dayısı geceleyin ibadet ediyor. O kendisi küçücük çocukmuş. Dayısını hayranlıkla seyredermiş. Gözyaşı ile, boynu bükük, tevâzu ile Allah'a ibadet ediyor. Dayısı başını okşamış, kendisine hayran hayran sevgiyle baktığını görünce...
"Sana üç şey öğreteyim. Buna devam eder misin?" demiş.
"Devam ederim dayıcığım." diyor.
Üç şey öğretiyor:
Allâhu rabbî. "Allahu Teâlâ benim rabbimdir."
Allâhu maî. "Allahu Teâlâ hazretleri benimle beraberdir."
Allâhu şâhidî. "Allahu Teâlâ hazretleri beni daima kontrol etmektedir, müşahede etmektedir. Daima ben O'nun gözü önündeyim."
Bu üç cümle. Küçücük çocuğa; "Sen bunu günde on defa söyle." diyor. O çocuk o küçük yaştan itibaren bu sözleri söyleye söyleye yetişiyor, sonra büyük velîlerden birisi oluyor.
Bu duyguyla yetişen bir insan iyi kul olur. Allah'ın kendisini daima bildiğini, gördüğünü, yanında olduğunu düşünen insan...
Onun için, Allah muhsinleri sever.
Ne olursa olsun, hangi işi yaparsak güzel yapacağız. Yazı yazarken güzel yazın. Yani kargacık burgacık yazmayın. Yazının dahi özenerek güzel yazılmasına dikkat edin. Hangi işin sahibiyseniz o işi baştan savma değil, güzel yapın.
Hatta bir keresinde Peygamber aleyhi's-salâtu ve's-selam Efendimiz'in mübarek yavrusu âhirete irtihal etti. Bakî kabristanına gömecekler. Kabrin başına geldiler. Peygamber Efendimiz kazılmış küçük kabre baktı; kenarı eğri. Kazan şahsı çağırdı;
"Bunun burasını mübarek, niçin eğri yaptın? Allahu Teâlâ hazretleri yaptığı şeyi güzel yapanları -yani muhsinleri- sever." dedi.
Hangi işi yapıyorsa güzel yapanı sever.
Müslüman kardeşler!
Onun için, yaptığınız şeyi, her ne ise, hangi işe sahipseniz güzel yapın. Onun ustası olun. İbadet olsun, okumak olsun, konuşmak olsun, yazmak olsun, sanat olsun, her ne ise onu en mükemmel şekilde yapmaya çalışın ki vallâhu yuhibbu'l-muhsinîn, "Allah muhsinleri, güzel yapanları sever."
Her işte güzel yapmaya gayret edelim.
Bu bir âyet-i kerîme meâlidir. Bu hadîs-i şerîfin sıhhatine Kur'ân-ı Kerîm'den de şahit var. Kur'ân-ı Kerîm'de bir âyet-i kerîmede buyuruyor ki;
Ellezîne yunfikûne fî's-serrâi ve'd-darrâi ve'l-kâzımîne'l-ğayza ve'l-âfîne ani'n-nâs vallâhu yuhibbu'l-muhsinîn.
Bu âyet-i kerîmenin kelimeleri aynen bu hadîs-i şerîfte de var. Demek ki bu hadîs-i şerîf sahihtir, sağlamdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm gibi bir kitâb-ı sahîhin âyetleri dahi teyid ediyor.
O halde bu hadîs-i şerîfin mânasına göre kendimizi ayarlayalım, her işimizi mükemmel yapmaya çalışalım inşaallah.