Es-selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri ;
Regâib kandiliniz mübarek olsun...
Allahu Teâlâ hazretleri bunun gibi daha nice nice mübarek gecelere, aylara, yıllara, kandillere devletle, sıhhatle, afiyetle, saadetle, huzurla, imanla, ihlâsla ulaşmayı ve bu güzel gecelerin mânevî ikramlarından, nimetlerinden, rahmetlerinden hisseyâb olmayı nasip eylesin.
Allahu Teâlâ hazretleri dünya ve âhiretin hayırlarını gönlünüzce cümlenize ihsân eylesin.
Biliyorsunuz, çevremizdeki varlıklar eşit değil. Hepsinin değeri farklı oluyor. Mesela bir Arapça şiir hatırıma geldi. Şair şöyle söylemiş:
"Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri bir beşerdir, bir insandır, sizler bizler gibi Âdemoğludur, ama sanki bir insan gibi değil, insanüstü çok yüksek bir şey. Sanki taşlar arasında, -hani hepsi taştır ama- yakut taşı nasıl değerliyse pırlanta, zümrüt nasıl üstün değere sahipse öyle."
İkisi de taş diye anılıyor ama sokakta her zaman karşılaştığımız olağan bir taş ile bir mücevher aynı değil. Mücevher "kıymetli taş" diye adlandırılıyor. O da taş ama ne kadar büyük fark var.
Tabi etrafımızdaki varlıklar arasında böyle mânevî kıymet bakımından, kutsallık, mübareklik bakımından da farklılıklar var. Farklı değerde zamanlar, mekânlar, kişiler, varlıklar, nesneler var.
Mesela hiç itiraz edilemeyecek, herkesin ittifakla kabul edeceği örneklerle sözümüzü açıklayalım: Ramazan ayı. "Mübarek ve kutsal zamanlar" diye düşündüğümüz zaman hatırımıza gelen olağanüstü bir ay. "On bir ayın sultanı" diye karşılarız. Minarelerin mahyalarına nurlu kandillerle;
"Hoş geldin yâ mübarek Ramazan!" diye yazarız.
Bizim Türkiyemiz'e, İstanbulumuz'a mahsus böyle güzelliklerden belli ve bilinen delillerle, aşikâr ve sabit olan bir husus; Ramazan kutsal, olağanüstü bir ay.
Ramazan'ın içinde hepimizin tanıdığı, bildiği, duyduğu, özendiği, imrendiği, ihyâ etmek temennisinde bulunduğu gizli, saklı, örtülü "Kadir gecesi" var, biliyoruz. Hangi gece olduğunu bilmiyoruz ama Ramazan'ın içinde olduğunu biliyoruz. Kadir gecesinin de kıymetli olduğunu Kadir sûresinden, sûretü'l-kadr'den,
"İnnâ enzelnâhü fî leyleti'l-kadr" sûresinden biliyoruz ki olağanüstü bir gece, bin aydan daha hayırlı bir gece.
Bunun gibi Berat gecesi var. Bayram günleri var. Allahu Teâlâ hazretleri mü'minlere ihsân etmiş. Ramazan bayramı, Kurban bayramı var. Bunların arefeleri var. Arefe günleri sevap bakımından kıymetli. Haftanın günleri içinde, mübarek cuma günü var; geceler içinde mübarek cuma gecesi var.
İşte bunlar zaman dilimleri içinde, örnek olarak hemen hatırımıza gelen, her müslüman tarafından kabul edilecek olan, kutsal ve mübarek zamanlar.
Sonra mübarek mekân deyince hemen hatırlarız, gözümüzün önünde tüter: Mübarek Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere... Bu ikisine Haremeyn-i Şerifeyn diyoruz. Kuds-ü Şerîf, yani Kudüs şehri. Arafat... Yeryüzündeki Allah'a ibadet edilen bütün mescitler, ibadethâneler... Bunlar kutsal yerler. İçinde din öğretiliyor, iman öğretiliyor. Böyle mektepler, medreseler, kutsal mekânların misali.
Kutsal ve mübarek insanların örnekleri düşünüldüğü zaman, tabi başta peygamberler var. Peygamberlerin başında da server-i kâinât ve seyyidü's-sâdât ve eşrefü'l-mürselîn, peygamberlerin en şereflisi Peygamber-i zîşânımız aleyhi ve aleyhimü's-salavâti ve't-teslîmât hazretleri var. Evliyâullah var. İlmiyle âmil, mübarek, temiz, pâk ulemâ var, alimler var. Hak yoluna mallarını, canlarını feda etmiş şehitler var. Allah yolunda cihat etmiş mücahitler var. Aşk ile şevk ile lebbeyk çeke çeke yollara düşmüş olan hacılar var, umreciler var. -Mu'temirîn veya ummâr denilir umrecilere.-
Sonra Allah'ın âbid ve salih kulları var. Seyyidler, şerifler var. İnsanlara hayırları öğreten muallimler, mürebbîler var. Bunlar da mübarek insanlar olarak, mânevî değeri yüksek insanlar olarak, herkesin kabul ettiği, bildiği kişiler.
Ayrıca; çeşitli nesneler, varlıklar arasında kutsal neler var? diye düşündüğümüz zaman, hatırımıza Kâbe-i Müşerrefe'miz gelir. O siyah örtüsü -üstü siyah ama ipekten dokunmuş, hakiki altın ile yazıları yazılmış, nakışları yapılmış- mübarek Kâbe-i Müşerrefe'miz. Mescid-i Harâm, yani Kâbe'nin etrafındaki mübarek mescit. Mescid-i Nebî, Peygamber Efendimiz'in kabrinin bulunduğu mübarek mescit.
Sonra Kâbe-i Müşerrefe'nin bir köşesinde bulunan Hacer-i Esved veya Hacer-i Es'ad var. Renginden dolayı Hacer-i Esved diye adlandırılmış. Esved, "siyah" demek. Ama siyahlıktan, karalıktan onun şânına noksan gelmediğinin alâmeti olarak Hacer-i Es'ad yani "en kutlu, en saîd taş" diye Hacer-i Es'ad da denmiş. Ben kardeşinizin âciz, nâçiz ismi gibi; iftihar ediyorum.
Sonra sular içinde; zemzem-i Şerîf müstesna. Mesela kitaplar içinde, üzerine Kur'ân-ı Kerîm yazılmış olan sayfalardan müteşekkil Mushaf-ı Şerîfler müstesna.
Sonra Peygamber-i zîşânımızın yadigârı, hatırası, Hilye-i Saadet. Yani Peygamber Efendimiz'in sakalının yadigârı, numunesi. Peygamber Efendimiz'in Topkapı Sarayı 'nda ki emanetleri -emânât-ı mukaddese dairesi- diyoruz onunla iftihar ediyoruz. "Efendimiz'den kalma eşyalar" diye ziyaret ediyoruz.
Kâbe-i Müşerrefe'nin örtüsü. Çeşitli ölçülerde kesiliyor, kıymetli şahıslara dağıtılıyor. Elhamdülillah bizim fakirhânemizde de bir numune var, çerçeveli, duvarımızı şereflendiriyor.
Peygamber Efendimiz'in mübarek türbesinin örtüsü, o da öyle bütün olarak veya kesilip yadigâr olsun, diye böyle dağıtılmış. Sonra üzerine âyet, hadis yazılı kâğıtlar, kitaplar, defterler...
Sonra Allah'ın nimetleri, yediğimiz mübarek ekmek... Üzerinde namaz kıldığımız seccade... Allah'ı yâd ettiğimiz tesbihler...
İşte bütün bunlar; kutsal varlıklar olarak hatırımıza gelebilen misaller. Demek ki bazı zamanlar, mübarek ve kutsallıkta üstün, bir nurâniyete sahip; bazı mekânlar üstünlüğe sahip, bazı kişiler nurlu ve mübarek, bazı varlıklar, nesneler mübarek.
Bunları niçin sayıyoruz?
İşte gecelerin içinde de mübarek geceler var. O gecelerden birisi de bu bizim "Regaib gecesi."
Kimler için mübarek bir gece?
Kim biliyor bu gecenin kıymetini?
Güzel, kıymetli taşın kıymetini kuyumcunun bildiği gibi, erbâbı bildiği gibi; bu güzel, kutsal gecelerin, zamanların, ibadet fırsatlarının da kutsallığı kimler için?
Mü'min kullar için. Mü'min olup da Allah'tan korkup Allah'a kulluk etmek isteyip de bu güzel vakitleri Allah'ın rızasına uygun, ibadetle geçiren kimseler için. Yoksa o geceye hiç yakışmayan nahoş işlerle, günahlarla, gafletle yaşayanlar, o mübareklikten hiç bir şeyi tatmıyorlar.
Allahu Teâlâ hazretleri gafletten uyandırsın. Şaşıranları doğru yola sevk eylesin. Hakkı hak olarak görecek göz nasip eylesin. Hak sözü işitip kabul edecek kulak nasip eylesin. Güzel duyguları yakalayabilecek, anlayabilecek anlayış, gönül, ilim, irfan nasip eylesin cümleye. Allahu Teâlâ hazretleri, doğru yolda yürüyenlere de mükâfâtlar ihsân eylesin...
Regaib gecesi hangi gecedir?
Receb ayının ilk perşembesini cumaya bağlayan gecedir. Özelliği perşembeyi cumaya bağlayan gece olması. "Receb'in birinci gecesi, ikinci gecesi, üçüncü gecesi..." diye söylenmiyor. Receb ayı ne zaman girerse ona göre kaçıncı gece olduğu yıldan yıla değişebilir ama değişmeyen bir özelliği var. Receb'in ilk perşembesini cumasına bağlayan geceye "Regaib gecesi" diyoruz, "Regaib kandili" diyoruz. Kandiller asılıp her taraf bayram havası içinde ışıl ışıl ışıdığı için, ecdadımız böyle günlerin kıymeti bilinsin diye, böyle güzel süslemelerle, kandillerle onların şânını görülür hâle getirdikleri için "kandil gecesi" deniliyor. İlk cuma gecesi.
İki yönden kutsal oluyor, iki yönden mübarek oluyor, iki yönden çok kıymetli oluyor:
Bir; cuma gecesi olduğundan. Yani perşembeyi cumaya bağlayan her gece, zaten hafta gecelerinin en kıymetlisidir. Peygamber Efendimiz, "Leyle-i Garrâ'dır" diye buyuruyor. "Garrâ" ne demek? "Nurlu" demek. "Şaşaalı, etrafa nur saçan, pırıl pırıl" demek. Cumanın gündüzü nurlu bir gündüzdür. Cumanın gecesi -ki perşembe akşam ezanından başlar, sabah namazına kadar devam eder- o da nurlu bir gece. Bir, her cuma gecesindeki fazilet, güzellik, mübareklik var. Bir de, Receb ayının ilk cuma gecesi olmasından, Receb ayı olmasından dolayı bir mübareklik var.
Receb ayı da aylar içinde müstesna, önemli, kıymetli, mübarek, kudsî olan aylardan birisidir. Haram aylardandır. Haram aylar veya Arapça çoğuluyla söyleyecek olursak eşhur-u hurum. Eşhur, "şehir" yani "ay"" kelimesinin çoğulu; hurum da "haram" kelimesinin çoğulu, cem'i. Eşhur-u hurum, "haram aylar."
Bu, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen bir tabir, anlatım, söyleyiş. Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelime geçiyor. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
İnne iddete'ş-şuhûri indallahi'snâ aşera şehran fî kitâbillâhi yevme haleka's-semâvâti ve'l-arda minhâ erbaatün hurum.
"Allahu Teâlâ hazretlerinin takdiriyle, mukadderâtıyla bir yıl içindeki ayların sayısı oniki tanedir. Allahu Teâlâ hazretleri semâları, yeri yarattığı zamandan beri bu böyledir. Onikili bir taksimat olarak, bir yıl oniki aydır. Bunlardan dört tanesi haram aylardır."
"Haram" sözü burada ne demek?
"Muhterem" demek, "hürmetli" demek. "İçinde fısk ü fücûrun, ceng ü cidâlin, günahın, kavganın, kan dökmenin, can yakmanın, insanları üzmenin yasak olduğu; saldırmanın, vuruşmanın, dövüşmenin yasaklandığı aylar" demek.
Bunlar, haccın îfâ edilmiş olduğu üç ay; yani Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem. Zilhicce ayı içinde hac görevleri yapılıyor. Zilkâde'de hac yapmak için ta uzaklardan oraya gelinecek bir ön zaman, fırsat olmuş oluyor. Muharrem de, hac yapıldıktan sonra dönmeyi sağlayan bir ay. Bir sulh u sükûn, huzur ve barış ayı, kavgasız, gürültüsüz, çekişmesiz durulması gereken ay olmuş oluyor.
Böylece hacılar hacca giderken ve hacdan dönerken -töreye göre- "kimse onlara dokunmasın" diye bu aylar içinde kan dökmek, kan davası gütmek vesaire gibi şeyler asla yapılmıyor. Herkes için selametle uzun yollardan, çöllerden, dağlardan, derelerden geçip haccını yapıp dönebilecek bir fırsat meydana gelmiş oluyor. Zilkâde, Zilhicce, Muharrem.
Zilhicce; Kurban bayramının olduğu, hacıların Arafat'a çıkıp hac vazifelerini yaptığı ay. Bir önünden, bir sonundan üç ay haram aylardan, muhterem aylardan.
Ama bir de bunlardan ta uzakta Receb ayı var. Bu da haram aylardan birisi.
Ne kadar uzakta?
Sayalım: Muharrem, birinci ay. Hicrî takvimin, yılın oniki ayından birincisi Muharrem.
Safer ikinci; Rebîülevvel, Rebîülâhir, üçüncü, dördüncü; Cumâde'l ûlâ, Cumâde'l âhire veya Cemâziye'l evvel, Cemâziye'l âhir demiş ecdadımız. Arap kaidesine pek uygun değil ama böyle tanınıyor, altı. Ondan sonra Receb geliyor, yedinci ay.
Receb, Şaban, Ramazan aylarına da "Üç aylar" deniliyor. Receb, Şaban, Ramazan, üç mübarek ay, 'Üç aylar' deniliyor. Bunlar da ibadet bakımından, içinde ibadet yapmak bakımından, dinî yönden, İslâmî bakımdan önemli olan üç ay oluyor. Receb, bu üç ayın başlangıcı oluyor.
Demek ki yılın aylarına şöyle baktığımız zaman özetleyecek olursak haccın yapıldığı "Zilkâde, Zilhicce, Muharrem" ayları var. Onlarla beraber, onlardan ta uzakta yedinci ay olan "Receb ayı" var, dört ay. Üç hac ayı ve bir de uzaktaki ayrı olarak bulunan Receb ayı, dört ay, eşhur-u hurum, "haram aylar" olmuş oluyor.
Bu Receb ayı, öteki birbirine yakın, peş peşe olan aylardan uzakta, yedinci ay olduğundan ona Recebü'l-ferd, yani "tek başına olan ay" denmiş. Receb ayının böyle bir sıfatı var. Ferd -ötekiler gibi grup halinde değil, peş peşe değil. Onlardan uzakta, ayrı- Recebü'l-ferd. Yılın aylarından dördü haram aylar.
Bunlardan ayrı bir de, 'Üç aylar' dediğimiz mübarek aylar var. Bunlar da "Receb, Şaban, Ramazan" oluyor. Ramazan'ın kutsallığı içinde Kadir Gecesi olmasından, oruç tutulmasından, teravih namazı kılınmasından... Ondan evvelki Receb ve Şaban ayları da, bu Ramazan'a doğru insanları hazırlayan bir kutsal, mânevî mevsim olmuş oluyor. Yılın içinde bir de, 'Üç aylar' denince bunları bilmemiz lazım.
"Haram aylar" deyince, birisi ayrı, üçü beraber olan, o saydığımız Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve bunlardan uzakta Receb ayını düşüneceğiz. 'Üç aylar' dediğimiz zaman da, -bu terimlerden, tabirlerden ne anlamamız gerekiyor?- "Üç aylar" dediğimiz zaman da, Receb, Şaban ve Ramazan'ı anlamamız lazım.
"Ramazan ayı zaten farz. Sıhhati, durumu müsait olan herkes oruç tutacak da, ' Üç aylar'ın tamamında 'Üç aylar' orucu tutmak, hepsini oruçla geçirmek nasıl oluyor, neden oluyor, böyle bir şey var mı?"
Hayır, Ramazan'ın dışında Peygamber Efendimiz hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmemiş. Sevap kazanmak için zaman zaman tutmuş, canı istedikçe tutmuş. Farz olmadığı halde, sevabını bildiğinden, Allah'ın oruçluyu çok sevdiğini bildiğinden, zaman zaman Efendimiz oruç tutmuş. Ramazan'dan sonra, en çok oruç tuttuğu aylardan birisi Receb ayı. Ramazan farz, onun tamamını tutuyor, onun dışında en çok oruç tuttuğu, nafile oruç tutuğu, severek, sevap kazanmak için oruç tuttuğu aylardan birisi Receb ayıdır.
"Bazı insanlar Receb ayını da tam tutuyor, Şaban ayını da tam tutuyor, Ramazan'ı da tutuyor. Bu neden?"
Bazı ibadet hatalarından dolayı, insanların bazen iki ay peş peşe oruç tutması gerekir. Bunu her zaman tutsa olur. Ama onlar, "Bu üç aylar mübarektir." diye bu aylarda tutuyorlar.
Receb ayından başlayınca ne oluyor?
Receb, Şaban iki ay kefaret orucu oluyor. Böyle kefaret orucu tutmak isteyenler, isterlerse bu aylarda tutarlar, isterlerse başka aylarda tutarlar ama Receb ayında tutunca böylece 'Üç aylar'ı oruçlu geçirmiş olabiliyorlar. İşin sebebi bu olmuş oluyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Receb ayında çok oruç tutarmış. Bu arada hadîs-i şerîflerden, rivayetlerden bunu öğrenmiş oluyoruz.
Neden?..
Çünkü Receb ayında yapılan ibadetlere Allahu Teâlâ hazretleri kat kat, çok çok, bol bol mükâfât veriyor. Peygamber Efendimiz de, Allah'tan en çok korkan, O'nun en mübarek kulu olduğundan, en müttakî kulu olduğundan, en âbid, en zâhid, en fedakâr, her şeyi en güzel kulu olduğundan, bu ayda çok oruç tutarmış.
Receb ayının sıfatlarından bir tanesi, Receb el-Esabb'dır. Esabb, b harfi iki tane. Esabbü.
Receb ayı neden bu sıfatla anılmış?
Çünkü; yağmur nasıl bardaktan boşanırcasına yağarsa öyle şakır şakır, dökülüyorsa; gökten Allah'ın rahmeti âbid kullarına, iyi kullarına, iyi işler yapan, ibadet eden kullarına bardaktan boşanırcasına rahmet geldiğinden dolayı, Receb ayına Receb el-Esabb sıfatı da verilmiş. El-Esabb.
Receb el-ferd denmiş, tek olduğundan. Receb el-Esabb denmiş, sevabın bol bol, bardaktan boşanırcasına verildiğinden dolayı. Güzel sevaplardan, o bol sevaplardan istifade etmeyi Allah bizlere de nasip eylesin.
Bir de Receb el-Esam diye isimlendirilmiş.
"Niye bu sıfatla isimlendi?" diye onun da çeşitli yorumları var. Birbirine düşman olan, birbiri hakkında dava güden, birbirini takip eden insanlar "İşte senin kızdığın, yakalamak istediğin filanca adam şuradan geçiyor!" diye haber verilse bile, duymamış gibi olacak. 'Üç aylar'a hürmeten ona saldırmayacak, yolunu kesmeyecek. Hacca gidiyorsa yolunu engellemeyecek. Veyahut "Haram aylar içinde bu işleri yapmak yasak olduğundan, duymazlığa geliniyor." diye, Receb ayına Receb el-Esam diye de söylenmiş. Başka sıfatları var.
Hâsılı Receb ayının kutsal bir ay olması önemli. En önemli sıfatlarından birisi Receb ayının, "tevbe ayı" olmasıdır. Tevbe Arapça'da "dönüş" demek. "Kulun yanlış yolu bırakıp günahı, haramı, isyanı bırakıp Cenâb-ı Hakk'ın yoluna dönmesi, hak yola girmesi, cennet yoluna teveccüh etmesi, dönüş yapması" demek.
Biz "dönüş yaptı" diyoruz. "İşte filanca kul, -Allah ıslah etsin- şöyleydi, böyleydi; sonra dönüş yaptı, iyi bir kul oldu." diyoruz. "Öyle bir dönüşle döndü ki imrenirsin kardeşim!" diyoruz. "Bir zamanlar nasıl insandı, şimdi nasıl insan, görsen şaşırırsın. Melek gibi oldu." diyoruz.
Mesela ben evvelki gidişlerimde Amerika'da rastlamıştım. Bir yerde cuma namazı kıldığımız zaman, bizi davet ettiler, bırakmadılar. Kafile olarak öğle yemeğinde topluca yemek verdiler, ziyafet verdiler. Mescidin, namaz kılınan binanın bir yerinde, uzun bir sofrada bize öğle yemeği ikram ettiler.
Bir ihtiyar hizmet ediyordu; boylu poslu, siyahî, yani Afrika'dan gelme, o kökenden. African American diyorlar, yani Afrika'dan gelme Amerikalılar'dan... Esmer bir kimse, ihtiyarlamış, bir omuzu hafif çökmüş ama boylu poslu.
Bir zamanlar nasıl levent olduğu, nasıl fidan boylu olduğu, güçlü kuvvetli olduğu seziliyor. Genç gibi hizmet ediyor; çevik, hareketli. Kaşık gelecek, ekmek gelecek, meşrubat getirilecek. Herkesten önce kalkıyor, gidiyor, getiriyor. Amerikan kökenli, Amerikan vatandaşı, müslüman olmuş.
Dediler ki;
"Hocam bunu tanıyor musunuz?"
"Tanımıyorum." dedim.
Tabi zaten tanımadığımı bilirler, soranlar da bilirler, çünkü ben oraya misafir gittim, cuma namazını kıldırdım, oradan yine ayrılacağım. O şehri tanıyan bir insan değilim. Türkiye'den oraya gitmiş insanım, tanımam zaten ama merakımı tahrik için soruyorlar:
"Tanıyor musun bu insanı?"
"Tanımıyorum." dedim.
"Bu kimse, bir zamanlar bu şehrin mafya çetesinin reisiydi." dediler.
Çete reisiyken, eli silahlıyken, kim bilir ne gibi kusurlar işlemişken, Allah İslâm'ı nasip etmiş. Çetecilikten dönmüş, haramdan, günahtan uzaklaşmış, iyi bir kul olmuş. Şimdi nasıl iyi bir insan haline gelmiş, nasıl hizmet ediyor, nasıl hayra koşuyor... Tabi insan imreniyor, dua ediyor, temenni ediyor: Allah bütün şaşıranlara böyle doğru yolu göstersin. Hakk'a dönüşü nasip eylesin.
İşte tevbe ve Hakk'a dönüş ayı.
"Peki hocam, böyle tevbe eden bir insanın eski günahları ne olur?" diye sorulursa bir kere şunu müjdeleyelim ki; bir insan müslüman değilken, gayrimüslimken, "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" der de imana gelirse, İslâm'a girerse,
hidayete ererse bütün eski günahları silinir. İslâm, eski günahları siler. Müslüman oluş, Allah'ın yoluna giriş, eski günahları siler. Hepsi silinir; o küfür devrinde kaldı, imansız olduğu devrede kaldı. Hani tarihte milattan önce, milattan sonra dediğimiz gibi, veyahut bizim hicrî tarihimizde hicretten önce, hicretten sonra denildiği gibi; cahiliye devri, devr-i saadet, asr-ı saadet diye ayrım yapıldığı gibi, o kafir insanın, eski cahiliye devrinde yaptığı hataları, günahları tamamen siliniyor. Allah; "O imana geldi." diye, onu annesinden doğmuş, taptaze bir insan gibi, günahsız hâle getiriyor.
Bu zamanın insanına; bilgisayarın üzerinde bir sürü işlem yapılmış, bir sürü kayıtlar var, bir sürü suçlar yazılmış. Düğmesine basılıp hepsi silinince hiçbir şey kalmıyor gibi anlatalım. Bilgisayar her eve girdi artık, çağın aleti oldu. Bilgisayardaki bütün bilgiler sıfırlandığı, silindiği gibi; günahla ilgili kayıtlar da insan müslüman olunca siliniyor. Çok güzel!
Demek ki yanlış inançta olanların İslâm'a gelmesi lazım! Tabi onlar yanlış inancın içindeyken, İslâm'ın güzelliğini bilemezler. Nereden bilsin fukarâcık, zavallıcık? İslâm'ı bilmediği için zaten o yanlış yolda.
O halde müslümanlara bir büyük görev düşüyor:
Bilmeyenlere İslâm'ı anlatmak.
"Ben anlatırım; ya kabul eder ya kabul etmez!"
Zaten öyle. Zaten senin yaptırım gücün yoktur. Vicdanlar hürdür, akıllar gönüller hürdür. Ya da, Allah'ın takdirine kalmıştır, hâli Allah'ın dilediği gibidir. Dilerse hidayet verir. " Hidayet Allah'tandır!" diyoruz onun için. Dilerse. Allah sevmezse kulu istemezse hidayet vermez. Hidayet Allah'tan. Peygamber Efendimiz bile buyuruyor. O peygamber olduğu halde, server-i kâinat olduğu halde, Habîbullah olduğu halde, Halîlullah olduğu halde, Safiyyullah olduğu halde diyor ki;
"Ben ancak tebliğ ederim. Hidayet Allah'tan."
Tebliğ ederiz. Biz müslümanlar da İslâm'ı anlatırız. Yazıyla, sözle, radyoyla, televizyonla, dergilerle, kitaplarla, vaazlarla, konuşmalarla, toplantılarla; halka, gençlere, kadınlara, erkeklere, büyüklere, her türlü iletişim aracıyla, her vasıtayı kullanarak İslâm'ı anlatmaya çalışıyoruz:
"Allah'ın emri budur.
Taşa tapmayın! Yıldıza, aya, güneşe tapmayın! Öküze, buzağıya, ineğe tapmayın! Elinizle yaptığınız taşlara, ağaçlara, şekillere, heykellere, putlara tapmayın! Allah buna razı gelmez. Allah, şirk koşanları, kâfir olanları sevmez. Onlar cehennemde ebedî kalacaklar. Gelin, kâinatı yaratan, âlemlerin Rabbi olan Allah'ın varlığını, birliğini siz de görün, siz de anlayın, imana gelin! Bakın İslâm ne kadar güzel, iman ne kadar tatlı! Mü'minin hayatı ne kadar hoş! Tattığı, yaşadığı haller, duygular ne kadar derin! İmrenilecek kadar güzel. Gelin görün." diye İslâm'ı anlatmak lazım.
Nasip olursa ne mutlu! İşte o kurtulacak. Günahları silinecek, sıfırlanacak. Nasip olmazsa küfürde kalırsa Allah'ın sevmediği işleri yaptığından cehenneme atılacak, hiç çıkmamak üzere cehennemde ebedî yanacak. Ne kadar kötü! Şu iki paralık fâni dünyada, gerçekleri göremediği için âhiretteki sonsuz azaba giriftâr olmak, cehenneme düşüp sonsuz azap görmek bir kul için ne kadar kötü bir akıbet!
Allah cümlemizi, evlâtlarımızı, nesillerimizi, kıyamete kadar zürriyetlerimizi, kardeşlerimizi korusun. Şaşıranlara da doğru yolu göstersin.
Göstersin ama tabi bir insanın doğru yola girmesine, hak yolu bulmasına, imana gelmesine biz vesile olursak onun ömrü boyu yaptığı bütün ibadetler, hayırlar, kazandığı bütün sevapların bir misli, aynısı biz yapmışız gibi bize verilecek.
Onun için en sevaplı çalışmalardan birisi; yani bir müslümanın, âşık müslümanın, akıllı müslümanın, sevap arayan, "Ben ne yaparsam Allah'ın en sevgili kulu olurum? Yaptığım işlerin en sevimlisi, en sevgilisi, Allah indinde en makbulü, en sevaplısı hangisidir acaba?" diye düşünen bir insan için, en sevaplı iş; bir insanın, onun sözleriyle, çalışmalarıyla hidayete ermesidir.
O halde hak yola çağırmak, İslâm'ı anlatmak, tebliğ ve irşad çalışması en şerefli, en kıymetli, en önemli, en sevaplı çalışma oluyor. Ne mutlu bu yolda yürüyen, bu yolda gayret eden, ömrünü böyle geçiren o mürşid-i kâmillerimize, o evliyâullah büyüklerimize! O mübarek hocalarımıza, alimlerimize, mürebbîlerimize, annelerimize, dedelerimize, hocalarımıza ne mutlu! Allah hepimizi öyle eylesin.
Tamam, bir insan kâfirken müslüman oldu mu, günahları siliniyor. Peki müslüman doğmuş da, ailevî sebeplerden, çevredeki olaylardan, kötü arkadaşlardan dolayı İslâm'ı tanıyamamış; annesi babası yok, öksüz büyümüş; veyahut annesi babası cahil ve gafil olduğundan İslâm'ı anlatmamış, öğretmemiş. Tahsil yaptırmış, yetiştirmiş ama iman bilgilerini vermemiş. Büyümüş, yaşamış, hatalar işlemiş; kulaktan dolma biraz bilgisi var. Kendisinin nüfus kâğıdında da müslüman olduğu yazılmış, o kadar. Fazlaca bir şey yok. Hatalı, günahlı ömür geçirmiş.
Bu insanın hali ne olacak?
Bu insan da tevbe ederse aşk ile sıdk ile bir daha işlememeye azm u cezm u kast ederek, niyet ederek pişmanlık duyar, Rabbine pişmanlığını bildirir; "Affet beni yâ Rabbi!" diye tevbe ve istiğfar ederse Cenâb-ı Hakk'ın yoluna dönüş yaparsa onun da günahları silinir. Allah günahlarını siler. Yani günahkâr yaşamış bir müslüman da hatasını anlayıp hayatının bir noktasında dönüş yaptı mı onun da günahlarını siler.
Günahtan sonra sözünde durmayıp tevbe ettikten sonra tekrar hatalara, günahlara düşerse o zaman silinmiş olanlar tekrar canlanır, o eski günahları sonradan işlediği günahlarla birleşir. Onların hesabı âhirette kendisine sorulur.
Onun için tevbe ettikten sonra bir daha gaflete, cahilliğe, dalâlete düşmemeye, fısk u fücûra düşmemeye çok dikkat etmek lazım! Ateşe atılmaktan korkar gibi korkmak lazım!
Bu korkuya rağmen insan zayıf olduğundan, nefsi olduğundan, iradesine bazen hakim olamayıp hatalar işlediğinden günah işlerse ve yine tevbe ederse ne olur?
Allah yine tevbesini kabul eder. Ancak;
"Ben tevbe ediyorum da ileride yine günah işlerim, yine tevbe ederim!" diye düşünürse olmaz. Tevbe ederken bir daha günah işlememeye niyet edecek, iyice kararlı bir şekilde günahı bırakacak. Ama yine ayağı kayarsa yine Allah affediyor. Yüz defa tevbesini bozsa yine tevbe etse tevbesini kabul ediyor. Bu inceliği anlamak lazım. Tevbede aşk ile sıdk ile ısrarla, kesin kararla Cenâb-ı Hakk'ın yoluna dönmek lazım.
İşte bu dönüş herkese lazımdır, gafil müslümana da lazımdır. Hayatında gafil değil, karınca kararınca Cenâb-ı Hakk'a ibadet etmiş, ama yine de eksiksiz, kusursuz değil. Her müslümanın kusuru vardır. Tamam, onlar için de yine tevbe etmek iyidir.
"Yâ Rabbi! Eğer benim elimden, dilimden, gözümden, kulağımdan, her çeşit âzâmdan, mesul olduğum, sinn-i bülûğa eriştiğim, artık sorumluluk çağına girdiğim, ergenlik çağına girdiğim yaştan bugüne kadar, bilerek bilmeyerek, kasten veya hatâen bir günah vâki olduysa işlemişsem bilerek bilmeyerek bir hatam olduysa ben onlara pişman oldum, şu anda kesin kararlıyım, bir daha işlememeye karar verdim, beni affeyle!" dediği zaman Allahu Teâlâ hazretleri Gaffârü'z-zünûb olduğundan, Settârü'l-uyûb olduğundan, Afüv olduğundan, Affedici olduğundan, affetmeyi çok sevdiğinden, affeder.
Erhamü'r-râhimîn olduğundan, merhametlilerin en merhametlisi olduğundan, kulunu affeder ve kulunun dönüşünden çok memnun olur, hoşnut olur. Cenâb-ı Hakk'ın rızası olur. Cenâb-ı Hak tevbe eden kulunu çok sever. Hak yola dönen kulunu çok sever, çok razı olur, çok memnun olur. Bunu bilmek lazım ve bunu herkese söylememiz lazım.
Hem kendimiz hayatımızın muhasebesini yapalım, kendi günahlarımıza tevbe edelim hem de etrafımıza; "Tevbe ayı geldi, gelin tevbe edelim!" diye tevbeyi anlatalım, hak yola girmeyi tavsiye edelim. Tevbenin nasıl olacağını öğrenelim, öğretelim.
Gusül abdesti alarak, tepeden tırnağa yıkanıp; "Yâ Rabbi! Ben vücudumu yıkadım, temizledim. Sen de benim kalbimi, gönlümü temizle!" diyerek, abdest alarak, iki rekât namaz kılarak güzelce tevbe edebilir. Tabi bunlar olmasa da olur. "Tevbe yâ Rabbi!" demekle de tevbe olur da, böyle olunca âlâ olur.
Fukarâya sadaka verip onların duasını kazanarak; "Artık bundan sonra tam ve kâmil, salih ve hâlis bir müslüman olmaya niyet ettim!" demeliyiz. Samimi bir niyetle tevbe etmeliyiz. Başkasını da tevbeye teşvik etmeliyiz.
Çünkü tevbe ayına geldik. Çünkü Receb-i Şerîf tevbe ayıdır. Receb-i Şerif'in hilâli göründü, gökteki ay neredeyse o hâle geldi. "Tevbe ayının bir haftası neredeyse tamam oldu." demek. Onun için bu tevbe ayında tevbeye niyet edelim, tevbe edelim.
Tevbe Cenâb-ı Hakk'ın yoluna giriştir. Tevbe hak yolun, tasavvufun, evliyâ olmanın kapısıdır. Cennete giden yolun ilk adımıdır. Tevbe ile kulda günah kalmaz. Tevbe güzel bir şeydir. Kul tertemiz olur.
Bazı insanlar diyebilir ki;
"Benim günahım çok, hem de ben büyük suçlar işlemiştim. Allah acaba beni affeder mi?"
Affeder.
Lâ kebîrete mea'l-istiğfâr.
"İstiğfar ile büyük günahlar afvolunur."
Aşk ile sıdk ile benim anlattığım hâlet-i rûhiye ile ruhsal duygularla, gönülden tevbe edenin günahları silinecek. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz müjdeliyor. Bu kesin bir şey!
Tevbe edeceğiz. Tevbede de sebat edeceğiz, sabır göstereceğiz. Cenâb-ı Hakk'ın yolunda durmaya sabır göstereceğiz. Sabır çok güzel bir duygudur. Devamlılık ifade eden, tahammül ifade eden, azim ifade eden bir duygudur.
Sabır üç şeye gerekli oluyor:
1. İbadetlere devamda sabırlı olmak lazım. Sabah namazı zor gelmemeli, yatsı namazı zor gelmemeli. Abdest almak zor gelmemeli, namaz kılmak zor gelmemeli. Cumaya gitmek zor gelmemeli. Oruç tutmak zor gelmemeli. Zekât vermek zor gelmemeli. Boynuna borç olduysa hacca gitmekten kaçınmamalı.
İbadetlerin her çeşidine karşı, eğer şeytan onu içinden kandırmaya çalışıyorsa, zor gösteriyorsa, caydırmaya uğraşıyorsa sabretmek lazım. İbadetlerin meşakkatine, sıkıntılarına sabretmek lazım. Çünkü o meşakkatin arkasında hayır var. Hani imtihana sıkı çalışan bir öğrencinin, uykusuz gecelerinin sonunda başarıyla imtihanı bitirince, okulu bitirince, diplomayı alınca sevinci nasıl yüksek oluyor. Sabrın sonu da selamet olduğundan, ibadetlerde sabır lazım.
2. İşin kötü tarafı günahlar da caziptir, tatlıdır, zevklidir, keyiflidir, eğlencelidir, fıkır fıkırdır. İnsan günahlara da cezb olur, çekilir. "Nasıl tutayım kendimi, tutamıyorum!" falan diye zorlanır. Demek ki günaha düşmemek için, günahın cazibesine kapılmamak için, o akıma takılmamak, o akıntıya kendisini kaptırmamak için de bir direniş lazım. O da bir sabır.
Bir; ibadetleri yapmaya devam etmeye sabır lazım, bir de günahların çekiciliğinin karşısında direnmeye sabır lazım.
3. Tabi bir de insanın hayatı acı ve tatlı günlerle geçer. İyi ve kötü olaylar olur.Sağlık olur, hastalık olur, üzüntü olur, sevinç olur. Bunların hepsi birer imtihandır. Üzüntü olunca, hastalık olunca, keder olunca, acı olunca, kul Allah'a isyan etmemeli, kadere karşı gelmemeli. Bunların hepsinin imtihan olduğunu bilip imtihanı güzel atlatmaya bakmalı, sabretmeli.
Bir de böyle iptila ve imtihanlara, kaderin cilvelerine, acılıklarına tahammül etmek, dişini sıkmak, "Ne yapalım, bu bir imtihandır." diye sabr-ı cemil göstermek lazım. Mesela insanın çok sevdiği bir yakını vadesi yeter, ölür. Gözyaşlarını tutamaz, günlerce ağlar, üzülür. Ama ne yapalım, Allah'ın takdiri; sabretmek lazım.
Demek ki çeşitli olaylara karşı da sabretmek gerekiyor, sebat etmek gerekiyor, sağlam durmak gerekiyor. Sallanmamak, yıkılmamak, kapılmamak, kaymamak gerekiyor.
Evet, tevbe ettik, Cenâb-ı Hakk'ın yoluna girdik.
Sonra bu ayı ve bundan sonraki ömrü nasıl geçirmek lazım?
Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmak için üç anayol, üç çeşit yol vardır:
1-Allah; ibadet edenleri, emrini tutanları, sözünü dinleyenleri sever. Bir, ibadetleri yapmamız lazım. Allah namaz kılanı sever, oruç tutanı sever büyük mükâfât verir. Hacca gideni sever, zekât vereni sever. Cami yaptıranı, çeşme yaptıranı, yol yaptıranı, hayır işleyeni, ibadette taatte olan kullarını sever. O halde ibadet ve taati îfâ etmeliyiz, yapmalıyız. Kul olarak bu vazifeleri yapmalıyız.
Bir insan yapmazsa ne olur?
Namaz kılmıyor, cumaya gelmiyor, oruç tutmuyor, zekât vermiyor, hacca gitmiyor. Allah'ın emrettiği hikmetli, ibretli, önemli, faydalı olan ibadetleri yapmıyor.
Ne olur?
Tabi o zaman Allah sevmez. Emiri tutmayanı, ibadet etmeyeni, âsi olanı, mâsiyete düşeni Allah sevmez. Onun için ibadetlere devam edeceğiz.
Onun için ibadetlere devam edeceğiz. "Dinî görevlerim nelerdir?" diyeceğiz, ibadetleri öğreneceğiz, onları yapacağız.
İbadetlerin içinde namazı biliyoruz, orucu biliyoruz, zekâtı biliyoruz, haccı biliyoruz. Bir de zikir ibadeti var. Zikir, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından çok tavsiye edilmiş olan bir ibadet.
Yüzlerce hadîs-i şerîf topladım, kütüphanemde var. Namazların arkasından, 33 Sübhânallah, 33 Elhamdülillah, 33 Allahu Ekber diyoruz. Peygamber Efendimiz'in, hadîs-i şerîflerinde tavsiye ettiği diğer zikirler var. Onlardan da gafil olmayalım. Dilimiz de Cenâb-ı Hakk'ın zikriyle meşgul olarak ibadet etsin.
İbadetlere devam edeceğiz. Tevbeden sonraki ömrümüzde, üç ana konudan birisi ibadetlere devam. Böylece Allah'ın rızasını kazanmak. İkinci ana konu, günahlardan kaçınmaktır.
Buna ne diyoruz?
"Meâsîden ictinâb etmek, kaçınmak."
Evet, günahlardan kaçınmamızda lazım. Günah olan şeyler nelerdir öğrenmemiz ve onlardan kaçınmamız lazım. Onlardan kaçınmayan bir kulu da, Allah sevmez. Günahları işleyen, isyana devam eden, hırsızlık yapan, can yakan, kan döken, yalan söyleyen, zararlı işler yapanı, insanlar da sevmiyor, kanunlar da sevmiyor. Cezalar geliyor.
Demek ki dikkat edeceğimiz ikinci husus; günahlardan sakınmak, kaçınmaktır. Buna kısaca "takvâ ehli olmak" deniliyor. Sakınmak, takvâ, ittikâ. Sakınan kimseye "takî kul, muttakî kul" deniliyor. "Takî" diye de söylenir, "muttaki" diye de söylenir.
Ne demek?
"Günahlardan sakınan, Allah'ın kahrına, gazabına uğramamaya dikkat eden, cehenneme düşmemeye gayret eden, cehennemi düşünüp "Aman ben cehenneme düşmeyeyim!" diye, yapacağı işi düşünen; haram olan, günah olan işleri yapmayan kimse" demek.
Hayatta bir de buna dikkat etmemiz lazım; ibadetlere devam, günahlardan kaçınmaya dikkat etmek.
Üçüncü Allah'ın rızasını, sevgisini kazanmanın yolu vardır, konusu vardır; o da ahlâktır. Yani insan ibadet edince Allah'ın rızasını kazanır, günahlardan kaçınınca Allah'ın rızasını kazanır. Bir de, ahlâkı güzel olunca Allah'ın rızasını kazanır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz kesin olarak bildiriyor:
"Bir insan güzel huylu oldu mu, geceleri sabahlara kadar ibadet eden, gündüzleri akşamlara kadar oruç tutan bir insanın kazandığı sevaplar kadar sevapları güzel huyundan dolayı kazanır."
Demek ki "İbadetlerden de sevap kazanılıyormuş, güzel huylardan dolayı da sevap kazanılıyormuş." diye, huylarımızı güzelleştirmeliyiz. Kötü huylarımız varsa bunları atmalıyız.
Bu bir çalışma konusudur, bilgi konusudur, öğrenme konusudur. Güzel huylar nelerdir, kötü huylar nelerdir, bunları öğrenmek lazım! En kolayı, Hocamız cennet-mekân, rahmetullahi aleyh Mehmed Zahid Kotku Efendimiz'in beş ciltlik Tasavvufî Ahlâk kitabı var tatlı, sevimli. O kitabı okursunuz, hangi huylar güzel hangi huylar kötü, öğrenirsiniz.
İmam Gazzâlî'nin İhyâ-u ulûm'u var. İmam Birgivî'nin Tarîkat-ı Muhammediyye'si var. Böyle güzel ahlâkı, kötü huyları anlatan kitaplar var, Kimyâ-ı Saadet kitabı var. Bunlar tekrar tekrar basılmıştır. İyi huyları, kötü huyları topluca orada görebilirsiniz.
Ya da Riyâzu's-sâlihîn gibi İmam Buhârî'nin Sahih'i gibi, diğer hadis alimlerinin güzel eserleri gibi, Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini okursunuz. Topluca bir kitabı baştan sona okuduğunuz zaman, o kitabın içinde çeşitli konular geçecek. Bu konuların arasında güzel huylar nelerdir, kötü huylar nelerdir, onları da anlayabilirsiniz.
Kur'an'ı okuduğunuz zaman da, ahlâkın iyilerini, kötülerini gösteren âyet-i kerîmelere rastlarsınız. Oradan da anlaşılabilir. Ama bu konuları toplu olarak bir yerlerde görmek istiyorsanız o söylediğim eserler gibi güzel huyları, kötü huyları anlatan kitapları okuyun, öğrenin.
İyi insanları, onların hayatlarını okuyun. İyi huyları onların davranışlarından, yaşam tarzlarından da anlayın!
Sonuç itibariyle, ahlâkı güzelleştirmiş olmak lazım ki Allah'ın rızası kazanılsın. Kötü huylardan kurtulmak lazım ki o kötü huylardan dolayı bir cezaya, belaya uğranılmasın. Çünkü bir insan namaz kılsa, oruç tutsa bile diyelim ki hacca gitmiş olsa bile zekât vermiş olsa bile huyu kötü olunca günaha girebilir. Kötü huyluluğundan, kötü davranışlarından dolayı günahlara girer de onun cezasını çekebilir. Evet, namaz kılmıştır, oradan bir sevap alır, ama kötü huyundan dolayı daha çok günaha girdiğinden, o onu götürdüğünden, kıldığı namaz onu kurtarmaz. Kötü huyundan dolayı cezaya uğrayabilir, -Allah saklasın- cehenneme düşebilir.
Demek ki ahlâkımızı düzeltmeye de çok dikkat etmeliyiz. İyi huyları, kötü huyları öğrenmeliyiz.
Tabi iyi huyların, kötü huyların öğretildiği müesseseler, tasavvuf ocakları idi. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî hazretleri, Yunus Emre hazretleri, Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Hacı Bektaş-ı Velî hazretleri, Eşrefoğlu Rûmî hazretleri, İsmail Hakkı-i Bursevî hazretleri, İbrahim Hakkı-ı Erzurûmî hazretleri vesaire, ne kadar güzel kitaplar yazmışlar, tatlı tatlı okuyoruz, anlıyoruz...
İşte onları örnek alarak, iyi kulları, evliyâullahı, enbiyâullahı, salihleri tanıyarak, bizim de iyi huyları bunlardan öğrenmemiz mümkün olur. İyi bir insan olarak yaşamak için iyi örnekleri önümüze koyarsak, örnek alırsak, pîşvâ edinirsek, onların arkasından gidersek, biz de inşaallah onlar gibi, Allah'ın rızasına eren kişilerden oluruz, erenlerden oluruz, evliyâdan oluruz. Evliyâullahtan, Allah'ın sevgili kullarından oluruz; Allah'ın peygamberleri, salih kulları gibi...
Sevgili Akra dinleyicileri;
Allahu Teâlâ hazretleri, şu güzel mübarek gecede duaları kabul eder. Cuma geceleri güzeldir, bu geceler güzeldir, dualarımızı kabul eylesin. Bizi de salihler zümresine, sevdiği kullar, iyi kullar zümresine dâhil eylesin. Başka kulların iyiliği için de çalışan, güzel huylu, verimli, olumlu, hayatı faydalı, yararlı işler yaparak geçmiş kullardan eylesin. Tertemiz eylesin. Melekleşmiş insanlardan olmayı nasip eylesin.
Uzun ömürle yaşamayı nasip eylesin. Sıhhat, afiyet üzere, elden ayaktan düşmeden, erzel-i ömre uğramadan, aklını, şuurunu, sıhhatini, âfiyetini kaybetmeden yaşamayı nasip eylesin. Ve bu yaşam içinde de, çevremizde mutlu günler görmeyi, mutlu olaylar görmeyi, insanların iyi insanlar olduğunu, cihanın düzeldiğini görmeyi nasip eylesin. Müslümanların mutluluğunu göstersin. Mutlu bir şekilde yaşayıp huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varalım. Dileriz ki öyle olalım, öyle varalım...
Allah cümlemizi huzuruna sevdiği kul olarak varıp rızasına erenlerden eylesin. Cennet evine girenlerden eylesin. Cennet içre cemâlini görenlerden eylesin. Ve Peygamber-i Zîşânımız'a, salih büyüklerimize, evliyâullaha Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin. Adını duyup yüreğimizde sevgi beslediğimiz din büyüklerimize cennette kavuşup onların sohbetlerine ermeyi nasip eylesin.
Daha daha aklımıza gelmeyen nice dünya ve âhiret hayırlarını Rabbimiz biliyor. Biz bilmesek unutsak da O biliyor. Bizlere her türlü dünyevî, uhrevî hayırları ihsân eylesin. Her türlü dünyevî, uhrevî şerlerden, zararlardan, ziyanlardan cümlemizi korusun. Nice nice mutlu kandillere erdirsin. Sevdiklerinizle cümlenizi aziz ve bahtiyar eylesin aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Es-selamü aleyküm ve rahmetüllâhi ve berâkâtüh