Tahiyyât ve ikramlarımızı, salât u selamlarımızı arz ederiz. Allah-u Teâlâ hazretleri bizi rahmetine erdirdiği kullarından eylesin. Muhammed-i Mustafâ'sının öğrettiği yoldan, onun mübarek cadde-i kübrâsından, sünnet-i seniyyesinden bir göz yumup açıncaya kadar bizi ayrı düşürmesin. Yolunda dâim, zikrinde kâim eylesin. Ömrümüzü rızasına uygun geçirip huzûr-u izzetine sevdiği, razı olduğu kul olarak varmayı cümlemize nasîb-i müyesser eylesin.
Hocamız, cennet mekân, kutbu'l-âşıkîn ve gavsü'l-vâsilîn, es-Seyyid eş-Şeyh, el-Hâfız Muhammed Zahid Kotku ibn-i İbrahim el-Bursevî hazretleri ; Kasım'ın 13'üne rastlayan perşembe günü dünyasını değiştirmiş, dâr-ı bekâya irtihal eylemişti. Aradan geçen yıllarda aziz Hocamız'ı, başımızın tâcı, gözümüzün nuru şeyhimizi her sene bazı merasimler yaparak, hatimler okuyarak, büyük ilmî toplantılar, (sempozyum dedikleri) birçok alimin katıldığı, konuşmalar yaptığı, toplantılarla, çeşitli sevaplı faaliyetlerle ruhu şâd olsun diye anmaktaydık. Ona olan bağlılığımızı, müritliğimizi, sevgimizi, saygımızı ne yapsak tam ifade edemeyiz. Onun için ne yapsak bizim için kâfi olmaz. Onun şânına kâfi gelmez.
Vazifesinin bir kısmını Bursa'da ifâ etmiş. İstanbul'daki camilere naklen gelmesinden önce de en son, büyük mürşit Üftâde Muhiddin Muhammed el-Bursevî hazretlerinin mübarek camisinde vazife görmüş idi.
Zamanının kutbu Üftâde hazretleri nasıl Aziz Mahmud-i Hüdâ-i hazretlerini; "Evlâdım, bundan sonra seni İstanbul'a vazifelendiriyorum. Haydi bakalım, oraya git. İnşaallah padişahlar özengini tutar, bindiği atın yularını çeker, önünde yaya yürür, böyle izzete mazhar olursun." diyerek gönderdiği gibi, aradan asırlar geçmiş olmasına rağmen sanki yine Üftâde hazretleri bu sefer Muhammed Zahid Hocamız'ı öyle bir mânada, öyle bir şekilde göndermiş gibi, Hocamız Bursa'dan Üftâde camiinden gelmişti. Sanki Aziz Mahmud-i Hüdâyî hazretlerinin padişahlar gelip elini öptüğü, kendisine mürit olduğu gibi, atının özengisini tutup binmesine yardım ettiği gibi, önünde seyis gibi tevâzu ile yaya yürüyüp atının yularını çektiği gibi, Hocamız cennet mekân da buraya geldikten sonra devlet başkanları, başbakan yardımcıları, bakanlar onun müridi olmuştur. Parti başkanlarının hemen hepsi buraya gelmiş, elini öpmüş, duasını talep etmiştir. Mühim meselelerde kendisine danışmıştır. Mesele sorup, rızasını alıp öyle yapmaya gayret etmişlerdir
Fâil-i Mutlak, Fâil-i Hakikî Allahu Teâlâ hazretleridir, şekkimiz şüphemiz yok.
Yef'alu'llâhu mâ yeşâ'.
Yef'alu mâ yurîd.
"Lâ fâile illâ hû" dervişlerin ilk dersidir. Her şeyin müsebbibü'l-esbâb'ı Allahu Teâlâ hazretleridir. Her şeyi olduran O'dur.
Bu teveccühü de aradan 14 yıl geçtiği halde ihsan eden de O'dur. Hamd ü senâlar olsun!
Bu, Hocamız'ın uluvv-i şânına bir nişânedir. Hocamız'ın büyüklüğüne, makamının, mertebesinin büyüklüğüne evliyâullah büyük zatların şehadetleri vardır, sahih rüyaları vardır. Zamanının kutbu olduğuna dair rüyalarda işaretler vardır. Elhamdülillah...
O işaretleri görenler bilir de, meseleyi dışarıdan takip edenlerde [de] bir muazzam sevgi [vardır.] İzdihamını görünce oradan da anlaşılıyor. Her gittiğimiz yerde Hocamız için okunmuş olan hatm-i şerîflerin dualarını yaptık. 70 bin kelime-i tevhid bir hatim olur, binlerce Kur'ân-ı Kerîm hatmi, milyonlarca kelime-i tevhid, yüz binlerce salavât-ı şerîfe, binlerce süver-i Kur'aniyye ile her gittiğimiz yerde kardeşlerimiz bu hediye-i Kur'aniyyelerini Hocamız'ın ruhuna gönderdi. Muazzam bir bereket ile muhteşem bir şekilde elhamdülillah devam ediyor.
Elhamdülillah. Elhamdülillah. Elhamdülillah hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh.
Muhterem kardeşlerim!
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurmuş ki;
"İnde külli hatmetin da'vetün müstecâbetün"
Allah'ın kelâmı Kur'ân-ı Kerîm bir kere bir hatmedildi mi, hatim edilip de sonuna gelindi mi, işte o zaman dualar makbul olur.
Neden?
Okunan Kur'ân-ı Kerîm olduğu için, Allah'ın kelâmı olduğu için onu okuyan kimseye Allahu Teâlâ hazretleri o Kur'ân-ı Kerîm'i hatmetmesinin bereketi olarak o anda yapacağı duaları müstecâb kılacağını Peygamber Efendimiz bildiriyor. Yani hatmin sonunda yapılan dualar müstecâbdır.
Şimdi kâğıtları sıraya diziyorum. Binlerce hatimler, yüz binlerce, milyonlarca zikirler, bunların hepsi... Bir hatmin sonunda bile yapılan dualar makbul iken arkasından bu kadar hatimler okunup herkesin hayretini çekecek kadar...
Bu, Hocamız'ın bereketidir, Allah'ın Hocamız'a ikrâmıdır. Kardeşlerimizin hediyesidir ama Allah'ın ikrâmıdır. (celle celâlühû) Çünkü onlara o sevgiyi veren de Allah'tır. Bunu okutan da Allahu Teâlâ hazretleridir.
Allah hepinizden razı olsun.
Bir şeyi söylemek gerekiyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Hocamız cennetmekân, rahmetullâhi aleyh, kaddesallâhu sırrahu'l-azîz, kendisi şeyh olduğu halde mürşid-i kâmil olduğu halde buyurmuş ki;
"Şeyhlik de boş, müritlik de boş, zenginlik de boş, mevki makam da boş. İşin aslı, asıl dikkat edilecek şey Allah'ın sevgili kulu olmaktır! Mühim olan budur. Hayatta asıl gaye Allah'ın sevgili kulu olmaktır."
Eğer bir insan bir makama çıkmışsa, bir makamın, üstüne rütbenin işaretini takınmışsa, üniformasını giymişse, giysin; ama Allah'ın sevgisini kazanamamışsa dışına üniforma giymenin faydası yoktur. Bu üniforma ister devlet başkanlığı üniforması olsun, ister askerî meraşallik rütbesi olsun, ister tasavvufî bir rütbeyi gösteren bir cübbe bir sarık olsun... Hocamız'ın çok sevdiği bir tasavvufî beyit vardı:
"Dervişlik olaydı taç ile hırka
Alırdık biz dahi otuza kırka"
Dervişlik çarşıdan pazardan alınan bir şey değil. Çarşıdan istediğin kadar büyük bir sarık temin edebilirsin. Parasını verirsin, yakışıklısını, güzelini, pahalısını alırsın. İhtişamlı da olur, sadrazam kavuğu gibi olur, padişah kavuğu gibi de olabilir. Çok güzel bir cübbe alabilirsin. Üzerine sırma bir şey takabilirsin, gösterişli olur. Arap diyarından gelen sırmalı abayeler gibi olabilir. Mühim olan post değil, postun içi. Mühim olan içindeki, insanın Allah'ın sevdiği kul olması. Gerisi boştur! İsterse bir kimse "şeyhim" desin, ortaya çıksın. Allah'ın sevgili kulu olamamışsa kıymeti yok!
Onun için, Hocamız cennetmekânın bir sözünü kulaklarımla duydum, hatırlıyorum, diyor ki;
"Şeyhlik yapmak mecnunluktur, deliliktir, divâneliktir. Ancak vazifeli olmak müstesna!"
Vazifeliyse, selâhiyetliyse, hakiki ise tamam. Ama hakiki değilse delilik divâneliktir. Öyle şey olur mu?
Dış şeklin kıymeti yok. Allahu Teâlâ hazretleri insanların sûretlerine, zâhirlerine, mallarına, mevkilerine, makamlarına bakmıyor.
"İnna'llâhe lâ yenzuru ilâ süveriküm ve ecsâmiküm velâkin yenzuru ilâ kulûbiküm ve a'mâliküm"
Gönüllerine bakıyor, yaptıkları amellere bakıyor, hangi niyetle ne amelleri yaptığına bakıyor.
"Yenzuru ilâ kulûbiküm"
Gönüllere bakıyor.
Kalp, "gönül" demek. Şu 'tık tık' atan kalp herkeste var. Kâfirde de var, münafıkta da var, cahilde de var, gafilde de var. Ama gönül, yani mü'minin gönlü, imanla nurlanmış olan gönül kıymetli.
Hocamız Allah'ın bize verdiği çeşitli nimetleri sayarken en çok; "Allah sana gönül gibi bir nimet vermiş kardeşim." derdi.
"Allah sana bir gönül nimeti vermiş, niye bu gönlü nurlandırmıyorsun, çalıştırmıyorsun? Niye gönül gözünü açmıyorsun? Niye kalbini sâfîleştirmiyorsun? Niye Allah'ın sevgili kulu olmaya çalışmıyorsun? Bu imkân sana verilmişken niye böyle olmaya çalışmıyorsun?" diye söylerdi.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Biliyorsunuz ve görüyorsunuz, hayat kimseye kalmıyor. Ne padişahlara kalıyor, ne reisicumhurlara kalıyor, ne evliyâullaha kalıyor, ne enbiyâullaha kalıyor... Her şey boş! Hocamız da böyle söylemiş:
" Her şey boştur. Bütün iş, Allah'ın sevgili kulu olmaktır!"
İnsan Allah'ın sevgili kulu oldu mu o zaman işler değişiyor. İnsan Allah'ın sevgili kulu olunca Allah; -hadîs-i kudsîde- "Onun gören gözü olurum, işiten kulağı olurum, söyleyen dili olurum, tutan eli olurum, yürüyen ayağı olurum. O kulum benimle görür, benimle işitir, benimle söyler, benimle elini uzatır, işini yapar, benimle varacağa yere varır."
İnsanlar, bu hadîs-i kudsînin üzerinde ne kadar düşünse yeridir. Allah'la gören bir kula gizli kalır mı? Allah her şeyi bilmiyor mu?
"Allâhu bimâ ta'melûne basîr"
Allah her şeyi görmüyor mu? Her yerde hâzır ve nâzır değil mi? Her şeyi bilmiyor mu?
O zaman Allah'la gören kul, her şeyi bilir. Allah'ın bildirmesiyle bilir. Hocamızda bunu görürdük.
Misallerini anlatacağım.
Allah'la duyan bir kul başka kulların duymadığı şeyi duyar. Allah'la konuşan, yani dilinde Allah'la konuşan söyleyen kul ârifâne söz söyler. İnsanların gönüllerine hitap eder. İnsanların gönüllerinde ki sorularına sormadan cevap verir. Allah'la varacağı yere varan kul için mesafe bahis konusu olmaz. Tayy-i zaman olur, tayy-i mekân olur. Mekân ve zamanın önemi kalmaz, bir yerden bir yere tarfetü'l-aynde gider. Allah'la olunca bir kul çok muazzam ikrâmlara, çok değişik hallere nâil olur. Bu hadîs-i kudsîdir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuştur. Bu haller Hocamız cennetmekânın üzerinde hepsi zâhirdi.
Birkaç misal;
Sami Efendi'nin ihvânından bir zât, kendisi anlattı. Fatih camiinde ikindi namazını kılmış. Cenaze de varmış. Allahu ekber, cenaze namazını kılmış. Ama cenaze namazında yanlışlık yapmış. Ondan sonra namaz bittikten sonra artık ne yapsın, yalan yanlış da olsa cemaatle kılındı, "Hadi, ne yapayım? Pazar günü İskenderpaşa'da hadis dersi var." Buraya gelmiş. Hocamız'ın hâli öyleydi. Başka şeyhlere müntesip insanlar da çok teveccüh eder, gelirlerdi, evlerinde misafir ederlerdi, baş tâcı ederlerdi. Hocamız'ın dikkatle takip edilecek bir hâli vardı. Buraya gelmiş oturmuş, -Hocamız şu karşıda minberde dersi anlatırdı- Dersten zevk almamış.
Muhterem kardeşlerim!
Feyiz olduğu zaman insan her şeyin tadını duyar. Hasta olduğu zaman ağız hiçbir güzel yemeğin tadını almaz. Hastaya yemek yediremezsin, hasta "Canım istemiyor." der. Ama sıhhatli olduğu zaman tadını duyar.
Bu hadîs-i şerîflerin tadına doyum olmaz.
Neden?
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in kelâmıdır. Bu hadîs-i şerîflerin içinde kimisi namaza ait hadis, kimisi taharete ait, kimisi abdeste ait, kimisi gıybete ait, kimisi zekâta ait, çeşitli hadîs-i şerîfler gelir, hepsi heyecanlı bir hikâye gibi olmaz ki... Bu hadîs-i şerîftir. "Efendimiz böyle buyurmuş." diye dinimizi öğreneceğiz.
"Dersten hoşlanmadım. Hadisler bana tatsız geldi. Hocamız'ın anlatması tatsız geldi." diyor, kendisi anlatıyor bana. İsmi yanımda, yani bildiğim bir isim. Hocamız dersi kesmiş;
"Allah Allah, bu zamâne insanları ne acayiptir. Cenaze namazını doğru düzgün kılmaz, hata eder, burada kendisine vaaz beğendiremezsin."
Bir taraftan burada hadis dersi okuyor, bir taraftan da cemaatin gönlünden geçenlerle alâkası var. Bu beşerî bir tâkatle yapılmaz, muhterem kardeşlerim! Allah yardım ederse olur. Bu, Allah'ın sevgili kullarına has bir özelliktir.
İnsan kuru kuruya ilm-i zâhiri öğrenirse iş tamam olmaz. İlm-i zâhiri kuru kuruya öğrense, diplomaları alsa, duvara assa iş bitmez. Mühim olan Allah'ın sevgili kulu olmak, takvâ ehli kulu olmak, Allah'ın sevdiği kul hâline gelmek.
Onu anlatmak istiyor. Ve orada en çok söylenecek söz de o zaten.
Yüksek İslâm Enstitüsü'nü kuranlara, orada okuyanlara ve çıkanlara söylenecek en büyük nasihat ne?
"İlm-i zâhirle iş bitmez. Kalbini nurlandırmaya bak. Allah'ın sevgili kulu olmaya bak."
Bundan başka söz söylenir mi?
"Gafil olma! Sen biraz din ilimlerini öğrenmiş, öğrenecek insansın. Gafil olma da Allah'ın sevgili kulu olmayı başar." demekten başka nasihat mı olur?
Abdülhâlık-ı Gücdüvânî Efendimiz kendisinden sonra makama geçecek olan Hâce Evliyâ-ı Kelâl hazretlerine nasihatinde ne buyuruyor?
"Evlâdım, ilim öğren ama ilmin yanında takvâyı da öğren. İlim yetmez."
İlim müsteşrikte de var, Avrupalı alimde de var, mütekebbir alimde de var, imanı zayıf alimde de var, içki içen alimde de var.
Ben İlâhiyat fakültesinde de hocalık yaptım. Benim fakültemde, İlâhiyat fakültesinde içki içen biliyorum!
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nice okumaktır
Yunus'un böyle sözü var; çok doğru.
İlim öğrenecek, takvâyı öğrenecek, Allah'ın sevgisini kazanacak, rızasını kazanacak. Kazanamadı; rütbelerin hepsi boştur, muhterem kardeşlerim! Doktorluklar, doçentlikler, profosörlerler, ordinaryüslükler, hepsi mezarın kapısında biter, hepsi orada kalır. Ondan sonrasında insanın kabrinde, âhirette amel-i sâlihi yoldaş olacak, takvâsı yâr ve yâver olacaktır. Hocamız onu söylemek istiyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Misalleri çoğaltmak mümkün. Zaten çoğaltmak da istiyorum. Birkaç tane daha söylemek de istiyorum.
Hocamız fenne de âşinâ bir insandı. Saat tamir ederdi. Mesela gittiği evde bozuk bir saat varsa; "Verin şunu, ben tamir edeyim." derdi. Başkalarının çalıştıramadığı saati eve alırdı. Sanki Hocamız'ın salonu saat hastanesi kliniği gibiydi. Eski yazılı, rakamlı, 50 yıllık, 80 yıllık, 100 yıllık, 200 yıllık saatler orada öyle duvarda... Hepsi çalışır. Hepsine bakar. Bir merak tabii bu, kendisinin merakı...
Ön taraftaki evde otururken, ev düz ayaklı, salon bahçeyle hemzemindi ve camları çıplaktı, yani demir filan yoktu. Biz Ankara'dayız tabii, her zaman her şeyin ne olduğunu bilmiyoruz. Ama birisi gelmiş, demiş ki;
"Hocam burası cam, buraya demir yapalım."
Demir yapmışlar. Birer parmak kalınlığında kalın demirleri koymuşlar, camları sağlamlaştırmışlar. O gün salona hırsız girmiş! O güne kadar hiç hırsız girmeyen salona hırsız girmiş, saatleri toplamış gitmiş. Saatlerin belki kimisi antikadır, kıymetlidir... Ama kimin saatini alıyorsun ya? Sen kimin evinden kimin saatini alıyorsun?
Horhor yokuşundan aşağı inerken aşağıdan yukarıya doğru da elinde bir cop bir polis memuru geliyormuş... Yukarıdan gelen adama bakmış. Kravatlı, fötr şapkalı, ütülü, güzel giyimli bir insan. Bir dikkatli bakmış, "Kim bu?" diye. Sabıkalı birisi, hırsız. Elindeki copu kafasına fötrüne bir tane patlatmış; "Sen beyefendi mi oldun ya!" demiş. Eski sabıkalı ya... Fötre bir tane patlatınca hırsız zor tutmuş fötrü... Meğer bütün saatleri içine doldurmuş, başına geçirmiş. Yani üstünü arasan bulamayacaksın. Saatler fötrün içindeymiş. Tabii böyle tutunca; "Gel bakalım, bunu nereden aldın?" Saatler tekrar Hocamız'ın evine geri gelmiş.
Çok misalleri var... Vakkasoğlu kardeşimiz geçen seneki sene-i devriyede çok enteresan bir tanesini anlattı. Son devrin din alimleri hakkında bir kitap yazmaya karar vermiş. İsimleri tespit etmiş, "Şu alimi yazacağım, bu alimi yazacağım, şu alimi yazacağım, bu alimi yazacağım..." diye. Mehmed Zahid Kotku hazretlerini de yazacak. O da artık herkesin bildiği bir kimse diye onu da yazmaya karar vermiş. Bunun bu niyetini bir arkadaşı -Alemdağ füze taburunda vazife gören bir astsubay arkadaşı- duyunca demiş ki;
"Güzel bir şey, ben de sana yardımcı olurum. Daireden izin alırım, ben de senin bu eserinin daktilo edilmesinde sana yardımcı olurum."
Fakat o gün gelmiş, komutan birlikte izinleri kaldırmış. Bu astsubaya izin yok. Astsubay gelmiş, demiş ki;
"Kusura bakma, ben sana söz vermiştim, daktilo etmene yardımcı olacaktım; ama bizim füzelerde arıza oldu. Bu rampalar atom başlıklı füze atıyor, önemli cihazlar..."
Arızayı giderememişler. Teknisyen çağırmışlar, giderememişler. Amerikalılar'ı çağırmışlar, giderememişler. Fakat o sırada da teftiş olacak. Komutan çok kızmış ve çok üzülmüş, telaşlanmış. Teftişte arızalı [füzelerle] yakalanacaklar. Tabii o komutan için sicile kötü bir yazı yazılacak. İzinleri meğerse ondan kaldırmış.
"İzinler kalktığı için ben de gelemiyorum, senin daktilo etmene yardımcı olamayacağım." demiş.
Bakın ne kadar enteresan bir hadise, muhterem kardeşlerim! Ne kadar ibretli bir hadise.
Astsubay geceleyin rüyasında aksakallı, pembe yanaklı, nurânî mübarek bir zât görmüş. O mübarek zât astsubaya demiş ki;
"Evlâdım, sizin füzenin bulunmayan arızası -teknisyenlerin bulamadığı, Amerika'dan mütehassıs getirilmesine karar verilen esrarengiz arıza, büyük arıza, bulamamışlar- o arıza füzenin şurasındadır." diye rüyada söylemiş.
O da ertesi gün gitmiş, komutana demiş ki;
"Ben arızayı bulursam benim iznim vardı, verir misin?"
"Sen arızayı bul, ben sana iki misli izin veririm."
Gitmiş, rüyada tarif edilen yerde arızayı aynen bulmuş, muhterem kardeşlerim! Ve füze -füzenin cihazı, atma rampası diyelim- tamir olmuş. Komutan da buna iki misli izin vermiş.
Artık daha başka kerâmetler var... Araba tutup daktilo yapacağı yere gelecek, orada kerâmet var. Başka şeylerde kerâmet var, onları anlattı. Fakat sonradan, Hocamız'ın bir anılma merasiminde bir güzel boy resmi vardır, karşıda incirin altında çekilmiş güzel bir boy resmi vardır, onu görünce;
"Rüyada bana füzenin hatasını söyleyen zât-ı muhterem buydu!" demiş.
Allahu ekber! Gelin bakalım, bunu izah edin, ilericiler! Gelin bakalım devrimbazlar, gelin bakalım fizikçiler, kimyacılar; bu işi izah edin!
Bu işi siz izah edemezsiniz. Bu işin bir tek izahı var; Allah bir kulunu sevdi mi füzenin arızasını bile buldurtacak kabiliyet veriyor, kavuklu hoca bile olsa!
Allah'ın sevgili kulu olmak lazım, muhterem kardeşlerim, başka çare yok!
Böyle bir kimseyi tanımayan kimseler tabii bilemiyorlar. Ben Hocamız'ın hayatı ile ilgili birkaç satır yazdım, kitaplarının evveline koydum. Bizim radikal arkadaşlarımız var. Herkesi beğenmezler, herkesi küfürle itham ederler...
"Tasavvuf ayrı bir din, İslâm değil." diyor mesela, iddiası böyle.
"Kerâmet yok." diyor.
Kardeşim sen "Kerâmeti ben görmedim." de, doğrusu o! Sen görmemiş olabilirsin ama biz bin tane kerâmet gördük! Bizim de aklımız senin aklından eksik değil, tahsilimizle de seni üçe beşe katlarız. Bizim de bilgimiz var. Senin bilginden fazla teknik bilgimiz var. Bizim de ihvânımız var, Teknik üniversitede profesör olan kaç tane ihvânımız var. İşte bu öyle değil. Bu iş senin sandığın gibi değil. Bu iş başka türlü bir iş!
Rüyalara tasarrufu olur muymuş, bu şirkmiş.
Niye şirk olsun?
Allah sevdiği kula selâhiyet veriyor. Hadîs-i şerîfte yok mu?
Sevdiği kula ikramda bulunuyor. İşin esrârını söylemek de mümkün değil, "Tadan bilir." diyeceksin, o kadar. Kör renkleri bilemez, gören bilir. "Sen bu işi anlayamazsın, tadan bilir." diyeceksin.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Tabii olan oluyor, göçen göçüyor, ölen ölüyor.
Hocamız'ı sevmekten maksat nedir?
Hocamız'ı sevmekten maksat; nasihatlerini tutmaktır, onun büyük makamından istifade etmektir, kendimize çekidüzen vermektir, bizim de Allah'ın sevgili kulu olmak için gayrete gelmemizdir.
Büyüklerin hayatlarını Allah-u Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'inde bildiriyor:
"Ve'zkur fi'l-kitâbi Meryem"
Meryem'i kitapta yâd et, an, zikret, ey Resûlüm!"
"Vezkur fi'l-kitâbi İsmâîl"
"İsmail'i kitapta anlat, ey Resûlüm!" diye büyük zâtların, enbiyâullahın, evliyâullahın hallerini Kur'ân-ı Kerîm'de Allah bildiriyor.
Neden bildiriyor?
Bizim büyüklerimiz kısaca söylemişler. İnsanın kıssadan hisse çıkarması lazım.
Hocamız'ın yine çok sevdiği bir söz var, o da kayda geçsin:
Bir göz ki anın olmaya ibret nazarında
Ol sahibinin düşmanıdır baş üzerinde
Sözün güzelliğine bak! Söz Niyazî-i Mısrî'nindir ama Hocamız çok beğenirdi ve bu sözü daima söylerdi. Bununla temessül ederdi, yani misal olarak zikrederdi.
"Bir göz ki ibretle etrafa bakmıyor, böyle bir alışkanlığa sahip değil; o göz sahibinin başı üzerinde sahibinin düşmanıdır."
Neden?
İbretle bakmasını bilmeyen günaha bakar. İbretleri görmeyen, hisse çıkartamayan kendisini yola getiremez, ondan. Bu göz ibret alsın diye, etrafa baksın, Allah'ın kudretini görsün diye verilmiş. Güzel bir yönde kullanılması lazım, kötü yönde kullanılmaması lazım, yanlış yalan yolda kullanılmaması lazım.
Allahu Teâlâ hazretleri böyle nasip edince sevgili kulları böyle oluyorlar. Füzecinin bilemediği teknik şeyi biliyorlar.
Şu karşıda bazıları oturmuşlar da; "Hocamız iyidir hoştur, evliyâdır ama..." evliyâlığını da kabul etmişler. Çünkü halvetlere girdiler çıktılar, kerâmetlerini her zaman görüyorlar, "İyidir güzeldir de siyaseti anlamaz." demişler.
Vay şaşkın vay! Vay zavallı vay! İşin önünü sonunu gören, Allah tarafından kendisine gösterilen insanın sen ayağının tozu olamazsın! O, on sene sonrasını görür, 20 sene sonrasını görür. İleride evliyâ olacak çocuğu küçüklüğünden sezer. Ve bunlar ispat edilmiş hâdiselerdir.
Bütün mesele Allah'ın sevgili kulu olmaktır. Kur'ân-ı Kerîm'e yapışmaktır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine yapışmaktır, bid'atlerden uzak durmaktır, güzel ahlâka sahip olmaktır.
Muhterem kardeşlerim!
Tasavvuf nedir?
Bir; nefsi terbiye etmek, kötü huyları atmak, iyi huyları almaktır.
İki; kalbi tasfiye etmek, gaflet perdelerini yırtmak, gönül gözünü açmak, mârifetullaha ermektir.
Üç; Allahu Teâlâ hazretlerine mutî bir kul olmaktır, emirlerini tutmak yasaklarından kaçmaktır. Allah'ın sevdiğini sevmektir, sevmediği sevmemektir.
Onun için, evliyâullah her zaman melek gibi değildir. Hocamız şu minbere çıktığı zaman, minberde hutbe okurken biz korkumuzdan yüzüne bakamazdık. Burada öyle celalli hutbe okurdu ki başımızı kaldıramazdık.
Neden?
Kızılacak yerde kızmak kemâldir. Kızılacak yerde yumuşaklık da zaaftır.
Kızılacak yerde, kızılacak insana kızmak lazım, eğri insana eğriliğini zamanında söylemek lazım. Doğru insanı da çamurların içinde bile olsa elinden tutup kaldırmak lazım.
Evliyâullahın işi budur; Allah'a itaat etmek, emirlerini tutmak, yasaklarından kaçmak, Allah için sevmek, Allah için kızmak.
Biz Hocamız'ın bütün hallerini, -hafızamızı yokluyoruz- elhamdülillah, sonra kitapları okuduğumuz zaman görüyoruz ki Hocamız cennetmekân tamamen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnet-i seniyyesi yolunda.
Hz. Âişe-i Sıddîka validemize Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in ahlâkını sordular:
"Resûlullah'ın ahlâkı nasıldı?"
Böyle bir soruya bir cümlede cevap verilir mi?
Ey anamız, ey mü'minlerin annesi, yâ ümme'l-mü'minîn, yâ Âişe-i Sıddîka! Resûlullah'ın ahlâkı nasıldı?" diye sordular.
Ne cevap verdi?
"Sen Kur'ân-ı Kerîm okumaz mısın?"
"Kâne hulukuhu'l-Kur'ân"
Sen Kur'ân-ı Kerîm'i okumaz mısın? Resûlullah'ın ahlâkı Kur'ân-ı Kerîm idi.
Neyse o! Allah neyi emretmişse o! Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem peygamberlerin serveri, kâinâtın önderi, ekremü'l-halk, insanların, mahlukâtın, cinlerin en şereflisi, eşref-i mahlukât...Hem çok merhametli, hem de çok celâdetli ve kahraman. Denge var. İkisi de var. Harpte en önde en kahraman, sulh da en merhametli, fakirlere fukarâya iyilik yapan, elindekini sonuna kadar veren... Mesele, ahlâkı her yönüyle almak, bir tarafını alıp bir tarafını bırakmak değil. Bir tarafını alıp bir tarafını bırakırsa yarım ahlâk olur.
İslâm ahlâkı nasıldır?
"Müsamahadır."
Şimdi "hoşgörü" diyorlar. Hoşgörü, hoşgörü, hoşgörü... Yunus Emre hoşgörülüymüş. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hoşgörülüymüş.
Vallâhi de billâhi de değil! Ya bunlar Yunus Emre'yi okumuyorlar, Mevlânâ Celâleddîn'i tam okumuyorlar, ya da yalan söylüyorlar! Çünkü Yunus'un öyle celalli şiirleri var ki... Kaddesallâhu sırrahü'l-azîz... Öyle de olması lazım! Celâl zamanında celâl lazım, cemâl zamanında cemâl lazım.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî müsamahalıymış. Öyle şey olur mu?
Öyle celalli halleri var ki...
Vezirin birisi gelmiş; kelime konuşmamış, "hoşgeldin" dememiş. Vezir, yani bakan... Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî konuşmamış. Hani Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî müsamahalıydı?
Yalancılar! Tanımıyorsunuz veya saklıyorsunuz!
Sonra durmuş durmuş, koca vezir geldi bir hocanın ayağına; hoca iltifat etmiyor, kapısını açmıyor, buyur etmiyor, "Nasılsın?" demiyor, ötekiler önünde dokuz takla atarken, eğilirken bu kaşlarını çatmış karşısında duruyor. Durmuş durmuş... Ötekisinin mânevî heybeti var.
"Efendim, bana nasihat eylesene." demiş.
Vezir, Mevlânâ hazretlerinden nasihat istiyor. Şöyle dönmüş;
"Ben sana ne diyeyim evlâdım? Seni Allah sultan yaptı, sen şeytana kulluk ediyorsun! Seni sultan yapan Allah, sen Allah'a kulluk etmiyorsun, şeytana kulluk ediyorsun. Sana Allah kullara merhameti emretti, sen kullara zulmediyorsun. Ben sana ne diyeyim!" demiş.
Adam başlamış hüngür hüngür ağlamaya... Kazık gibi dost doğru söz!
Evliyâullahın hâli budur. Yani susulacak zamanda susar, konuşulacak zamanda konuşur.
Ali Yakup Cenkçiler Hoca, zamanın çok yüksek mevkiide olan, onun da âmiri olan birisi gelmiş, hastanede [onu] ziyaret etmiş. Ali Yakup Hoca hoşuma gidiyor, mert insan... "Sen çok akıllı bir insansın, bir de bu aklını hayra kullansana." demiş.
Bak nasıl söylüyor; "Şerre kullanıyorsun!" diye nasıl dobra dobra söylüyor.
Hocamız da ameliyat olduğu zaman kendisini bazıları -yüksek mevki makam sahipleri- ziyaret etmişlerdi, onlara bir güzel nasihat etmişti.
Hocamız cennetmekân, "kâne hulukuhu'l-Kur'ân" dediği gibi Hz. Âişe'nin, radıyallahu anhâ, Peygamber Efendimiz'i anlatırken öyle dediği gibi... Resûlullah'ın hadîs-i şerîflerini okuyorum da, sevgili kardeşlerim, bakıyorum ki "Aaa! Hocamız da tam böyleydi! Aaa! Hocamız da tam böyleydi!" diyorum. Kendisini Resûlullah'ın ahlâkına benzetmiş.
Muhterem kardeşlerim!
Tasavvufta fenâ fi'r-Resûl ne demek?
Resûlullah'ın içinde fâni olacaksın, bedavadan çıkacaksın... Öyle şey olur mu? Resûlullah'a âsi olarak, Resûlullah'ın sünnetini çiğneyerek, Resûlullah'ın sünnetini tutmayarak fenâ fi'r-Resûl olur mu?
Olmaz!
Bir insan Resûlullah'a uymuyorsa o hiçbir şey olmaz! "Allah bid'at ehlinin namazını, haccını, orucunu, farzını, zekâtını, nafilesini kabul etmez." diyor Peygamber Efendimiz. Sünnet-i seniyyeye sımsıkı sarılacak.
Hocamız melek gibiydi, minbere çıktığı zaman konuşmasından ödümüz patlardı. Okuduk. İşte bu Râmûz kitabının sonuna geldiğimiz zaman okuduk; Resûlullah Efendimiz de minberdeyken celâlliymiş. Aynen Resûlullah Efendimiz'in yolunda gidiyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ev halkına müşfik imiş ve ev halkıyla biraz da şakacıymış. Hocamız da ev halkıyla şakacıydı. Aynen!
Hocamız'ı ne tahmin edersiniz?
Kaşları çatık, içeri girecek, herkes elini öpüyor, eteğini öpüyor...
Hayır! Latifeciydi, şakacıydı, tatlıydı. Çünkü Efendimiz'in ahlâkı...
Allahu Teâlâ hazretleri bize dinimizin hakikatlerini görmeyi nasip etsin. Hakikatleri görmeyince insanın unvanı, doktoraları, ihtisasları para etmiyor. Allah-u Teâlâ hazretleri hakikatleri göstersin, yolunca yürütsün.
Yolunca yürüyene de makama çıkarttığı zaman öğretiyor, muhterem kardeşlerim!
Onun için, büyüklerden birisi buyurmuş ki;
"Me'ttaheza'llâhu min veliyyen câhilin" "Allah hiç cahil velî edinmemiştir."
Evliyâullah cahil değildir. Eğer bir cahili kendisine velî etmişse, sevmişse...
"Velev ittehazehû le-allemehû"
O zaman öğretir. Cahil olmaz. Allah'ın sevgili olduktan sonra cahillik kalmaz. Şeriate aykırı iş yapmaz. Fakihler soru sorarlar da onlara öyle cevap verir, fakihler bile ağzı açık kalır.
Neden?
Okumadı ama; "Bana medresede hocam öğretti." değil; "Eddebenî rabbî" Allah öğrettiği zaman her şeyi bilir. Gözünden perdeler kalkıp; "Şu şöyledir, şu şöyledir, şu şöyledir, şu şöyledir..." sayar.
Allah-u Teâlâ hazretlerinin sevgisini kazanmaya çalışmak lazım!
Süleymaniye kütüphanesinde çalışıyordum... Çok güzel kitaplar var. Ben de kitapları, yazma eserleri seviyorum. Güzel notlar aldım. Hoşuna gider diye de geldiğim zaman bazen okuyorum. Defterimde var, birisi Arapça bir şiir yazmış:
"Yâ Rabbi! Her ne kadar günahkâr bir kulsam da yine günahı isteyerek yapmadım, sana imanım tamdı." diye, böyle bir şiir yazmış.
Ben bunu okudum, Hocamız hoşlanacak sandım. Kaşlarını çattı; "O teselli. Öyle şey olmaz!" dedi.
Böyle sapasağlam takvâsı var. Hiç hoş görmedi. "Günah işledim ama yine sana inanarak işledim, affedersin..." Oradan bir müsamaha[ya geçit vermedi;] "Öyle şey olmaz!" dedi.
Büyükler diyorlar ki;
"İşlediğin günaha 'küçük' deme."
"Küçük, basit bir günah işledim."
"Sigarayı içmek mekruh." diyorsun. Herkes müttefik. "Haram" diyenler var. En aşağısı "mekruh" diyor. Doktorlar "yasak" diyor, "kendini zehirliyorsun" diyor. Mekruh, mükeyyefât. "Mühim değil." diyor, önemsemiyor, içiyor.
Böyle evliyâlık olur mu? Böyle şeyhlik olur mu? Böyle tasavvuf olur mu?
"Efendim mekruh, haram değil ki, mekruh..."
Günaha küçük diye bakma, günahı küçük görme; günahı kime karşı işlediğini düşün, cürmünün büyüklüğünü oradan anla!
Kime karşı işliyorsun bu küçük günahı?
Rabbine, Allahu Azîmuşşân'a karşı işliyorsun. Allah'a karşı işlenen suçun küçüğü olur mu? O makama o saygısızlık olur mu?
Küçük de olsa yapmayacak. Çünkü makam büyük, makam yüce, aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allahu Teâlâ hazretleri bizleri kusurlarımızdan kurtarsın. Bizde sevmediği ne gibi hal, huy ve sıfat varsa bizi onlardan pak eylesin. Bizi sevdiği sıfatlarla sıfatlandırsın. Sevdiği amellere muvaffak eylesin. Sevdiği ilimlerle gönlümüzü doldursun. Sevdiği yollarda yürütsün. Sevdiği kullarıyla dost eylesin. Ömrümüzü sevdiği bir şekilde geçirip huzuruna sevdiği razı olduğu bir kul olarak varmayı nasip eylesin.