Elhamdülillâhi Rabbi'l âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li azîmi sultânih. Ve's-selâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve tâci ruûsinâ ve kurreti uyûninâ ve tabîbi kulûbinâ Muhammedini'l Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaine't-tayyibîne't-tâhirîn.
Emmâ ba'd:
Çok sevgili, çok değerli kardeşlerimiz!
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı gönlünüzce dünyada âhirette üzerinize olsun. Allah cümlenizi iki cihanda umduklarınıza erdirsin, korktuklarınızdan uzak eylesin, kurtarsın.
Dünya üzerinde çeşitli toplumlar var, bu toplumların çeşitli inançları var. Siz yurt dışında çalışan kimseler olduğunuz için bu olayı Türkiye'dekilere göre daha yakından biliyorsunuz. Başka dinlere mensup insanlarla belki komşusunuz. Çinliler'den, Filipinliler'den, Malezyalılar'dan, Aborjinler'den, hristiyanlardan, yahudilerden haberdarsınız.
Dinler çok ama dinlerin çoğu batıl; yani boş, faydasız, insana maddî-mânevî, dünyevî-uhrevî bir kazanç sağlayamıyor; sağlayamaz, sağlayamayacak kadar boş.
Düşünün ki ineğe tapmakta ne fayda olur? Düşünün ki kobra yılanına tapınmaktan ne fayda olur? Düşünün ki haça tapmaktan ne fayda olur? Düşünün ki insanın kendisinin imar ettiği bir şeklin karşısında tapınmasından ne fayda olur? Konuşmayan, hareket etmeyen, iradesi olmayan, vursan vurulan, kırsan kırılan şeylerden ne fayda gelir?
Dinler çok ama çoğu batıl. Bir kısmı da fosil.
Fosil dediğimiz şey nedir? Neyi kastediyorum?
Bakıyorsunuz kumların, sert toprakların, hatta kayaların arasında taşlaşmış bir yaprak şekli görüyorsunuz. Yaprak fosili, yani taşların arasında kalmış, zamanla sıkışmış. Kumun, taşın içinde bilmem hangi devirden kalma bir böcek, bir hayvan görüyorsunuz. Fosil yani, canı yok. Bir zaman canlıymış ama şimdi taşın arasında sadece şekli kalmış.
Hak din İslâm!
Acaba ben anadan, babadan, dededen elhamdülillah müslüman olduğum için mi "Hak din İslâm!" diyorum?
Hayır, profesör olduğum için diyorum. Başka milletleri, başka dinleri tanıdığım, incelediğim için diyorum. Sadece ben demiyorum. Hristiyan olarak yaşamış, büyümüş, yetişmiş bir insan da diyor. Misal; Maurice Bucaile. Misal; Roger Garaudy; yahudi olarak yetişmiş, büyümüş, sonra müslüman olmuş, Mekke'ye gitmiş. Muhammed Esed, Yolların kesiştiği yerde İslâm kitabını yazan, yahudi, haham çocuğu, haham torunu, o söylüyor. Bir yahudi kızı olan Meryem Cemile söylüyor. Yahudi olarak çeşitli merhalelerden geçmiş, üniversitede okumuş, felsefe okumuş, dinler tarihini okumuş, müslüman olmuş. Ben söylemiyorum, herkes söylüyor. Aklı olan, araştırma yapan, konuyu merak eden, vicdanı olan, doğruyu söyleyen herkes söylüyor; hak din İslâm!
İsterse söylemesin, isterse cümle cihan halkı inkar etsin; Allah söylüyor.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
"İnne'd-dîne inde'llâhi'l İslâm."
Allah'ın kabul ettiği din İslâm!
"Ve men yebteği ğayre'l-İslâmi dînen fe-len yukbele minhü."
İslâm'dan başka din seçenlerin Allah o gayretini kabul etmeyecek!
Etmeyeceğini bildiriyor.
"Ve men yebteği ğayre'l-İslâmi dînen fe-len yukbele minhü."
O din ondan kabul olmayacak!
Hz. İsa'ya da tapılmaz. Hatta Hz. Muhammed'e de tapılmaz.
Âlemlerin Rabbine kulluk edilir!
İnne'd-dîne inde'llâhi'l-İslâm.
"Elhamdü lillâhi Rabbi'l-âlemîn." Hamd Allah'a aittir, âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır. İbadet O'na layıktır. Kulluk O'na yapılır. O'ndan gayriye yapılan saygılar, sevgiler, el bağlamalar, el pençe divan durmaların hepsi boştur, hepsi yanlıştır, hepsi yalandır...
"En-nâsu niyâmun izâ mâtû intebehû."
Millet, insanlar, beşeriyet uykudalar, uyuyorlar.
Bu uykudan uyanış ne zaman? Bu uyuyanların bu uykudan uyanması ne zaman?
"Ve izâ mâtû"
Öldükleri zaman.
" İntebehû"
O zaman uyanırlar ama iş işten geçer.
"Misali var mı hocam?"
Evet var. Tabi var.
"Ben Mısır'ın tanrısıyım" diyen Firavun...
"Eleyse lî mülkü mısra ve hâzihi'l-enhârü tecrî min tahtî"
Mısır'ın egemenliği, şu ayağımın dibinde akan nehirler benim değil mi?
Benden başkasını tanrı edinirseniz sizi parça parça parçalarım, kollarınızı keserim, bacaklarınızı keserim! diyen Firavun...
"Fe-kâle ene rabbükümü'l-a'lâ"
Ben sizin en yüce tanrınızım! diyen Firavun...
Çünkü başka tanrılar da var.
İnne'd-dîne inde'llâhi'l-İslâm! Allah'ın kabul ettiği geçerli din İslâm
Muhterem kardeşlerim Allah indinde makbul olan din İslâm!
İslâm oluşunuzun kıymetini bilin! İzzetinizi bilin! İslâm'ı korumanız gerekiyor, korumasını bilin! Kendinizi de korumanızı bilin, çoluk çocuğunuzu da korumanızı bilin! İslâm'dan ayağınızı kaydırmayın, doğru yoldan sapmayın. Hayatınız kaymasın, âhiretiniz mahvolmasın.
Allah indinde hak din İslâm da müslümanların çoğu İslâm'ı biliyorlar mı? Yaşıyorlar mı? İslâm'ın güzelliklerinden haberdarlar mı?
Maalesef değil!
Müslümanca yaşayan, İslâm'ı bilen, Allah'ı bilen, Kur'an'ı bilen, sünneti bilen, Allah'ın rızasına uygun yaşayan insanları çevrenizde gösterin. "Şu adam" deyin. "Şu adam mübarek adam." deyin. "Şu adam güzel adam." deyin. "Tahmin ediyorum ki şu adamı Allah sever." deyin, göreyim! Gösterin camilerde, gösterin İslâm ülkelerinde, gösterin Avustralya'da... Kaç tane? Kaç kişiyi göstereceksiniz? Vicdanınız el vererek, kâni olarak, "tamam, bu adam Allah'ın sevgili kuludur." diye kaç kişiyi gösterebilirsiniz?
Pek çok kimse İslâm'ın kıymetini bilmiyor. Müslüman ama İslâm'ın kıymetini bilmiyor. Hatta özür dileyerek söyleyeyim, biz bile bilmiyoruz. Çoğumuz İslâm'ın kıymetini bilmiyoruz. Onun için "müslümanım" diyen insanlar çeşit çeşit, farklı farklı... Zamâne Müslümanlığı çeşit çeşit...
Allah'ın bizden istediği Müslümanlık zamane Müslümanlığı mı?
Hayır!
İslâm'ı güzel yaşayan insanlar ashâb-ı kirâm idi, Peygamber Efendimiz idi, asr-ı saadetin mübarekleri idi. Dünyaya kıymet vermiyorlardı, geceleri uyku uyumuyorlardı, ibadet ediyorlardı, Allah yolunda cihat ediyorlardı, Allah'tan korkup tir tir titriyorlardı. Her işlerini Allah'ın rızası için yapıyorlardı. Sahabe-i kiram (rıdvânullahi aleyhim ecmeîn) bizden çok farklı insanlardı. Gerçek Müslümanlık onlarda, evliyâullahta. Herkes gerçek müslümanı bulamıyor, göremiyor.
Elhamdülillah ben âciz-nâçiz kardeşiniz ve benim emsalim, ihvânımız Hocamızı tanıdık.
Çok profesörler tanıdım, çok ünvanları şişirilmiş insanlar bilirim. Onlar da beni bilir. Yurt dışından başka kimseleri de bilirim. Kayınpederim olduğu, hocam olduğu için söylemiyorum. Özlediğiniz zaman, istediğiniz zaman "İyi bir müslüman görsem." diye, "Tam bir müslüman görsem, dört dörtlük, yüzde yüz sâfi, tam bir müslüman görsem." dediğiniz zaman bu işin ne kadar zor olduğunu anlarsınız ve öyle insanların ne kadar az olduğunu anlarsınız aziz ve muhterem kardeşlerim.
Çok çeşitli müslümanlar var; giyimleri farklı, hareketleri farklı... Öğleden önce, Hayreddin kardeşim Endonezya'ya gitmiş gelmiş, oradaki müslümanları anlattı. Ben iki hafta önce Mekke-i Mükerreme'deydim, orada çeşit çeşit müslümanları biliyorum. İran'ı biliyorum, Pakistan'ı biliyorum, vesaireyi biliyorum.
Hangi Müslümanlık en güzel?
Hiç şüphesiz, sahabe Müslümanlığı, sünnete uygun Müslümanlık, Kur'an'a uygun Müslümanlık en güzel Müslümanlık.
İşte bu güzel Müslümanlığın adı takvâ yoludur. Çok müslüman var ama müttakî müslümanlar güzel müslümanlardır. Yani takvâlı, takvâ ehli, Allah'tan korkan, vicdanlı, insaflı insanlar iyi müslümanlardır. Çünkü; "Re'sü'l-hikmeti mehâfetullah"
İyi insan olmanın kaynağı, başı; Allah'ı bilip, Allah'tan korkmaktan başlıyor. Çünkü "Rabbim beni hesaba çekecek." diyor insan, korkuyor. Korktuğu zaman müttaki müslüman oluyor. "Acaba benim halim nasıl olacak? Ben öldüğüm zaman ne olacağım acaba?.. Acaba Rabbim bana ne diyecek âhirette? Acaba 'Ben buyurdum da sen benim buyruklarımı niye tutmadın?' derse ne cevap vereceğim? Acaba 'Şu şu şu işleri de yapman gerekiyordu, niye tembellendin, yapmadın?' derse ne olacak?"
Herkes korkuyor. Yani korkan korkuyor, ayağını denk alıyor. "Yok kardeşim, ben o işi yapmam kardeşim. Yok, vazgeçtim kardeşim, ben o yola gitmeyeceğim." diyor. Yani Allah korkusu insanı iyi kul olmaya döndürüyor, fedakârlığa döndürüyor, hatta canını vermeye kadar götürüyor. Şehit olmaya kadar razı oluyor.
E biz niye toplandık, yani bir adam için toplanma olur mu?
Olur. Çünkü salih insanların anıldığı yere Allah'ın rahmeti iner. Buraya rahmet iniyor. Ağlamanız ondan. Ağlamam ondan. Ağlayamazsınız her zaman... Kalpler katı olduğundan insan kolay ağlayamaz. Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruyor ki;
"Vez'kür fi'l-kitâbi Meryem"
"Kitapta, Kur'an'da Meryem'i de an."
Meryem kim?
Meryem bir saliha hatun, cennet hatunu, cennetlik bir hatun. "An" diyor, neden?
Cennetlik, iyi insanlar anılır da ondan. Allah "an" diyor.
Ve'zkür. "Hatırla, an, zikret, yâd et.
Hatırlayacaksın, tanıyacaksın, seveceksin. Salihleri tanıyacaksın, seveceksin, yanlarında olacaksın. Salihlerle beraber olacaksın.
"Ve kûnû mea's-sâdikîn"
Sadık kullarla beraber olacaksın. Doğru sözlü, doğru özlü kullarla olacaksın. Arkadaş seçeceksin, temiz insanlarla arkadaş olacaksın. Vefat etmişlerin de iyilerini seveceksin.
Neden?
Kişi sevdiği ile beraber haşrolunacak. Yarın âhirette kim kimi seviyorsa Allah onu onun yanına götürecek.
"Mea men ehabbe"
Kişi sevdiği ile beraber yığınlanacak, harmanlanacak, haşrolacak, paketlenecek, onun gittiği yere gönderilecek.
İstersen salihleri, peygamberleri, evliyâullahı sev. O zaman da onlarla beraber olacaksın.
Sevban radıyallahu anh bir gün -beni çok duygulandırıyor, sizi de duygulandırır- Peygamber Efendimiz'in yüzüne bakıyordu. Peygamber Efendimiz dedi ki;
"Ne oluyor?"
Birisi hayran hayran yüzüne bakıyor. Herkes de bakamıyordu. Birçokları da Resûlullah'a saygısından başını kaldıramayıp böyle duruyordu. Mescide geldiği zaman herkes Resûlullah'ın yüzüne bakamıyordu ama o bakıyormuş.
"Ne oluyor Sevban?" diyor.
"Yâ Resûlallah, anam, babam, canım sana kurban olsun.
"Etemetteu bi'n-nazari ileyke yâ Resûlallah"
"Senin gül cemaline bakarak zevkten zevke giriyorum, nemalanıyorum, istifade ediyorum, nimetleniyorum yâ Resûlallah." diyor.
Yüzüne bakmak, gül cemaline bakmak bir devlet, bir saadet...
"Ama yâ Resûlallah, şimdi bakabiliyorum da ölünce, âhirette sen Makâm-ı Mahmûdun sahibi..."
Beşeriyetin en yüksek insanının en yüksek makamı, Makâm-ı Mahmud.
Cennette en yüksek makam neresi?
Makâm-ı Mahmud.
Sahibi kim?
Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem.
"Sen Makâm-ı Mahmud'un sahibisin yâ Resûlallah, bense bilmem ki cennete girecek miyim? Girsem bile sen nerede, ben nerede yâ Resûlallah... Orada göremeyeceğim diye onu da düşününce üzülüyorum yâ Resûlallah." dedi.
O zaman Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurdu ki;
"Ya Sevban, âhirette Allah kişiyi sevdiğinden ayırmayacak, kişi sevdiği ile beraber olacak. Kimi seviyorsa onunla beraber olacak. Sen de benimle beraber olacaksın" dedi.
Bütün sevenler sevdikleri ile beraber olacak, müjdeler olsun!
"Ve beşşiri'l-mü'minîn."
Müjdeler olsun ki eğer Allah'ı seviyorsan Allah'la olacaksın, Resûlullah'ı seviyorsan Resûlullah'la olacaksın, evliyâullahı seviyorsan evliyâullahla beraber olacaksın.
"E onun mertebesi yüksek, benimki aşağı..."
Allah çıkartacak yanına, getirecek yanına, beraber edecek. Peygamber Efendimiz'in müjdesi var, öyle olacak.
Onun için salih kimseleri sevmemiz lazım. Sevmek için de anlatmak lazım. Ya göreceksin, seveceksin, ya da görmeyince ballandıra ballandıra birisi anlatacak da sen de ağzını şapırdatacaksın.
Öyle bir insandı. Yanında durulmaya doyulmayan bir insandı. Yüzüne bakılmaya doyulmayan bir insandı. Sohbetinin tadına doyulmazdı. Konuştuğu zaman tüylerimiz ürperirdi. Hutbe okurken başımızı kaldıramazdık. Öyle heybetliydi ki sanki İslâm ordularının başkomutanı gibiydi hutbedeyken. Kağıt mağıt olmazdı elinde; kağıt mağıt olmadan, irticalen, yani hemen o anda öyle konuşurdu, mest olurduk, mahvolurduk, mum gibi erirdik, herkes erirdi.
Ali Rıza Sağman vardı. Meşhur Sağman tecvidini yazan, sesi güzel, hafız bir zat, Allah rahmet eylesin. Ziyaretine gitmiştik de, "Ben Mehmed Zahid Efendi'nin damadıyım..." İlk söylediği, yani en kendisini etkileyen şey;
"Mübareğin hutbeleri ne celalli olurdu, ne kadar haşmetli, ne kadar tesirli olurdu..." dedi.
Konuşmaları öyleydi. Sonradan okudum ki kitaplarda, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de hutbelerde öyleymiş. Yani tam Resûlullah gibi, hutbesinde de öyle.
Vız vız vız vız, vır vır vır vır, dır dır dır dır...
"Ne dedi hoca efendi?"
Cuma günü oldu mu cemaat imam hutbeye çıktı mı uyuyor. Şeytan uyutuyor. Şeytan dolaşmıyor mu? "Hadi uyu" diyor. Rahat bir yere otur, arkanı direğe veya duvara yasla, yanındaki dirsek vurmasa horultusundan cemaat rahatsız olacak, uyuyor. Uyumuyor mu, görmüyor muyuz? Kendimize de gelmiyor mu uyku? Ama gel de bakalım Hocamız'ın hutbesinde uyuyun! Tüylerimiz diken diken olurdu, bakamazdık. Sanki bize kızıyor gibi gelirdi. Öyle celalliydi.
Ama lokum gibiydi. Turkish delight, lokum gibi bir insandı. Pembe lokum gibiydi, o kadar yumuşaktı. Hiç kimseye kırmazdı, üzmezdi, çok tatlıydı. Ama rahmetullahi aleyh hutbesinde öyleydi. Evliyâullahın her hâli Resûlullah'ın hâline uygun hâle geliyor. Yani sünnet-i seniyyeye uygun.
Diyebilirim ki; "Takvâ yolunun sultanı idi." Kesin!
Diyebilirim ki;
"Asrımızda sünnet-i seniyye-yi nebeviyyenin ihyâ edicisi idi."
Çünkü pek çok sünnetler unutulmuştu, biz ondan gördük. Belki içinizde benim yaşımda olanlar azdır. Ben bayağı yaşlandım, yıllar hızlı geçiyor.
Hangi camide sabah namazından sonra işrak vaktine kadar beklendiğini gördünüz?
Soruyorum, yaşlılar düşünün. Hangi camide sabah namazından sonra camiden çıkılmayıp, pabucu kapıp kaçmayıp... Gel buraya yahu, nereye kaçıyorsun? Yallah, işim var, okul var, mektep var, yatak var, yorgan var, istirahat var, yastık var...
Hangi camide sabah namazından sonra camiden dışarı çıkılmayıp oturulduğunu gördünüz?
Allah aşkına yaşlılardan birisi kalksın, söylesin. Gördünüz mü? Hiç görmemiştir kimse. Ben daha parmak kaldırmadan söyleyeyim, Hocamız'dan öğrendik.
Hocamız'dan öğrendik ama Hocamız yeni bir şey mi çıkarttı?
Hayır!
Nereye getirmek istiyorum sözü?
Sünnet-i seniyyeyi dirilten, canlandıran bir kimse. Sabah namazı kılanı görmüşsünüzdür. Hocamıza kadar ben hiç görmemiştim. Hocamız'ın sabah namazından sonra işrak vaktine kadar durup işrak namazı kıldığını gördük, öğrendik ve âdet olarak Türkiye'nin her tarafına yayıldı.
İmam Tirmizî ne diyor:
Arapçasını söyleyelim, Arap kardeşlerimiz de bilsin.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kâle'n-nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem kemâ revâhu't-Tirmiziyyu an Enes radıyallahu anh ve hassene:
"Men salle'l-fecre fî cemaatin sümme kaade yezkürüllah hatta tatlau'ş-şems. Sümme sallâ rek'ateyn kânet lehû ke-ecri haccetin ve umretin tammetin tammetin tammetin."
"Kim sabah namazını camide cemaatle kılarsa, sonra oturup Kur'an'la, zikirle, ilimle, irfanla meşgul olup vaktini geçirirse, sonra güneş doğup da kerahat vakti geçtikten sonra kalkıp camide iki rekat namaz kılarsa, o zaman tam tam tam bir hac ve umre sevabı kazanır." diyor Peygamber Efendimiz.
Diyor ama kim yapıyordu?
Hiç kimse yapmıyordu. Hocamız yapıyordu. Yapmayı bize öğretti ve yaydı. Şimdi pek çok camide yapılıyor. Hatta Coburg Fatih Camii'nde...
Bu nedir?
Bir sünneti ihya etmektir, yani unutulmuş bir sünneti tekrar yapmaktır.
Peki sünneti ihya etmenin mükâfatı nedir?
Ümmetin bozulduğu zamanda bir sünneti ihya edene şehit sevabı veriliyor. Hocamız çok sünnetleri ihya etmiştir.
Tasavvuf yolunun sultanı idi.
Tasavvuf İslâm'ın özüdür. Tasavvuf İslâm'ın yaşanmasıdır, lafı değildir. İlm-i kâl, laf ebeliği değildir. İlm-i hâldir. Yani hâlini müslüman yapmaktır. Hocamız işte bize onu öğretti. O yolun büyüğüydü.
Ben çok profesör gördüm ama böylesini görmedim. Ama profesör değil! Çok profesör gördüm ama sünneti ihya eden, İslâm'ı yaşayan ve yaşayarak başkalarına öğreten hakiki bir mürşit, hakiki bir mürebbi, hakiki bir eğitici, yetiştirici. Kısaca böyle anlatabilirim.
Kendisi dervişken, O'nun dervişliğini anlata anlata bitiremiyorlar.
Kim anlatıyor?
Kendisinden tarikate giriş icazeti aldığı Ömer Ziyâeddîn-i Dağıstânî hazretleri var ya, silsilede, Dağıstanlı Ömer Ziyâeddîn Efendi hazretleri, Gümüşhânevî dergahının postnişinlerinden... Onun oğlu Prof. Dr. Yusuf Ziya Binatlı; Bursa İlahiyat Fakültesi'nin dekanlığını yapmış olan hukukçu, arif, zarif, kâmil, tatlı, hafız bir profesör. Hem hafız hem de profesör. Hafız profesör. Yaşlı başlı şeyh efendinin, Ömer Ziyâeddîn Efendi'nin oğlu, Prof. Dr. Yusuf Ziya Binatlı.
Ben Pazar dersi vermek için merdivenlerden camiye çıkıyorum, o da yandan geldi, "Selamun aleyküm hocam." dedi. Nur içinde yatsın, Allah cümle geçmişlerimizle beraber ona da çok büyük lütuflar, rahmetler, ikramlar, ihsanlar eylesin. Ruhu şâd olsun. "Hocam" dedi, kendisi yetmiş küsur yaşında, ben de işte gördüğünüz kimseyim, camiye ders vermeye gidiyorum. "Hocam biliyorsunuz ben de sizin ihvânınızım." dedi, mütevazı insan. İnsan derviş oldu mu güzel insan olur. Derviş olamadığı zaman bir yerleri sivridir, sağa sola oraları batar. Dervişlikte o sivrilikler törpüleniyor da güzel insan oluyor. Talaşlar, çıkıntılar kalıptan artıklar..
onlar düzeltildiği zaman insan güzel insan oluyor. "Hocam biliyorsunuz ben de sizin müridinizim." demişti, iltifat ediyor yani. "Dalga geçiyor" demiyorum, zarif insan, iltifat ediyor. "Estağfirullah" diyorsun ama doğru da söylüyor, bir taraftan da doğru söylüyor, yanlış değil. Çünkü kendisi şeyh oğlu ama şeyh değil. Tekke adabını biliyor.
Yusuf Ziya Binatlı babası şeyh efendi iken tekkede yetişmiş, hafızlığı orada yapmış. O anlattı.
Hocamız rahmetullahi aleyh nasılmış?
Dal gibiymiş, saz gibiymiş, otuz küsur kiloymuş. O heybet sonradan. Dervişken öyleymiş Hocamız. Herkes çok severmiş. "Bursalı Mehmed", "Derviş Mehmed". Çok severmiş. Yusuf Ziya Binatlı, ârif insan olduğu için çok tatlı anlatıyor. Derviş iken Hocamız'ı tekkenin aşçısı da severmiş. Çünkü sevimli insan. Allah güzel yaratmış, sevimli, zayıf.
Tekkede pilav kocaman pilav lengerine -tepsiye- konuluyor. Bir tarafına bir yumuk et koyarmış, üstünü de pirinçle örtermiş. Tekkenin aşçısı yapıyor bunu.
"Götürün bunu sofraya koyun ama şu eti sakladığım kısmı o derviş var ya, onun önüne koyun."
"Derviş, fukaracık, çok zayıf, yesin de biraz kilo alsın." diye tekkenin aşçısı sevdiğinden O'na pilavın içinde, pirinçlerin altında saklı özel et gönderiyor. "Bak tepsinin şurasını o Derviş Mehmed'in önüne koyacaksın." diye tembih edermiş. Ondan sonra da tekkenin aşhanesinden bakarmış, seyredermiş vaziyet nasıl gidiyor, talimat nasıl uygulanıyor diye.
Tamam, tepsi gitti, sofraya kondu. Bursalı Derviş Mehmed'in önüne doğru etli kısım geldi. Hocamız kaşığı aldı, tekke adabına göre -büyük başlayacak, besmeleyle yenilecek- herkes bir kaşık attı, kaşık takıldı. Nereye? Ete takıldı. Aşçı merakla seyrediyor, tamam eti buldu, şimdi yutacak diye... Et gelince Hocamız eti yandaki ihvâna itivermiş. "Hay Allah yahu!.." Aşçıbaşı mutfakta hoplayıp zıplarmış sinirinden, "Yahu yine yan tarafa verdi, yine yemedi kendisi."
Çünkü dervişlikte kardeşini sevmek ve onu tercih etmek var. "Rabbenâ hep bana", o dervişlik değil. "Hepsini bana ver yâ Rabbi. Onlara bir şey istemem. Ben yaşayayım, onlar ölsün. Ben doyayım, onlar aç kalsın." Bu materyalist insanların düşüncesi.
Derviş Mehmed öyle itiverirmiş kenara...
Hocamız hakiki mürid idi, hakiki şeyh idi, hakiki mürşid idi, mürşid-i kâmil idi. Hocasının yanına bir gidermiş, sohbet bitip kalkıncaya kadar bir diz çökermiş hiç ayağını değiştirmezmiş. Biz duramıyoruz; bir ayak değiştiriyoruz, öbür ayağı değiştiriyoruz, sırtımızı dayıyoruz, kıpırdıyoruz, bilmem ne yapıyoruz, duramıyoruz. Terbiye... Tabii insan ne ekerse onu biçiyor. Sevgiden sevgiyi görüyor, feyiz alıyor. Sevgi ve saygıdan.
Hocamız rahmetullahi aleyh böyle bir mürşid-i kâmil idi.
Mürşid-i kâmil-i mükemmil ne demek?
Hem kendisi kâmil adam, hem de etrafındaki insanları terbiye edip de kemâle erdirmesini başaran usta terbiyeci demek.
Mürşidi kamil-i mükemmil... Yazar, müslüman, mücahit, gayretli, hayır hasenat sahibi Raif Cilasun. İslâmî çocuk romanları filan yazar, rahmetli bizim ihvânımızdan idi, İzmirliydi, vefat etti. İzmirli olanlar bilirler, İstanbullu olanlar da bilirler.
Hasan Basri Çantay'a, Raif Cilasun gitmiş.
Hasan Basri Çantay kim?
Allah hepsine rahmet etsin, hepsinin kabri nur dolsun, hepsinin ruhu şâd olsun, hepsinin makamını Cenâb-ı Hakk daha yükseklere çıkartsın, sizin mevtânızla beraber, onlarla beraber hepimizin... Âmin.
Hasan Basri Çantay, Mehmed Akif'in ahbabı, arkadaşı, mecliste zabıt katipliği yapan insan. Edib, şair, hoca, Kur'ân-ı Kerîm'in mealini hazırlayan bir kimse, tanınmış bir isim Türkiye'de. Raif Cilasun Hasan Basri Çantay'ın yanına gitmiş.
"Hocam, ben sana intisap etmek istiyorum, ben sana mürit olmak istiyorum, sana bağlanmak istiyorum." demiş.
Eski insanlar ciddi insanlardı, bu işin şakası yok, oyuncak değil. Hasan Basri demiş ki;
"Benim öyle bir icazetim, selahiyetim yok."
Takarız bir kavuk, alırız bir sarık, giyeriz bir cübbe, kurarız bir tekke, gel keyfim gel...
Öyle demiyor.
"Benim öyle bir selahiyetim yok..."
Dervişlik olaydı tac ile hırka,
Alırdık biz dahi otuza kırka.
Dervişlik öyle değil. Şeyhlik hiç öyle değil. Abdülaziz Hocaefendi; hocamızdan önce postnişin amma "Bu Bursalı Mehmet Zahid Efendi yok mu" dermiş. Bunun makamı çok yüksek." dermiş. Abdulaziz Bekkine, bu Râmuzü'l-ehâdîs'in meallerini not aldıkları şeyh efendi.
Ali Haydar Efendi, yaşlıydı. Ayakları biraz iyi tutmuyordu, yatalak gibiydi. Kalkabiliyordu ama zorlanıyordu. Hocamız 1952 yılında Bursa'dan vazifeye tayin olup geldi. Tabi o zaman daha genç. 80'de vefat etti, vefatından 28 yıl önce genç durumdayken Ali Haydar Efendi'yi ziyarete gitti. Babamla beraber Hocamız ziyarete gitmişler. Ali Haydar Efendi yatalak hâliyle yataktan kalkmış,Hocamız'ı karşılamak için merdiven başına kadar gelmiş. Hocamız'ın yaşı Ali Haydar Efendi'den çok küçük. Müridler demişler ki;
"Efendim kalkmayın, o gençtir, işte gelsin yanınıza, yatakta..."
"Bu zâta mı kalkmayacağım? Bu zâta mı kalkmayacağım? Bu zâta mı kalkmayacak mışım?!"
Babam bu hadiseyi yaşamış bir kimse olarak anlatıyor.
Şeyh Ziyâeddîn Efendi vardı. Ben Gölcük'te konuşma yaparken gelmişti, ilk defa orada tanıştık. Gürsel'in babası Kazım Yavuz getirmişti. Bu Mardin mi oluyor, orası nereye bağlıysa, Savur filan tarafları, orada şeyh. Şeyh Ziya Efendi rahmetullahi aleyh, kaddesallahu sırrahu'l-azîz, o anlattı. Ben söylemeden kendisi anlattı. Mübarek benden yaşlı. Biz Gölcük'te konuşmayı bitirdik, musafaha ederken benim elimi öpmeye kalkıştı. Mütevazı, dervişlik terbiyesi almış bir insan. Ben söylemeden o anlattı. Aynen mahallî dil ile ifadesi şöyle;
"Vallah ki ilk görüşmemde daha iki kerametini görmüşem."
Hocamız'ın iki kerametini anlatıyor bize.
Kim anlatıyor?
Şeyh Ziyâeddîn.
İki kerameti ne?
İlk defa Mehmed Zahid Hocaefendi'yi ziyarete gittim, ilk tanışmamız, ilk karşılaşmamız. Kapıdan içeri girdim "selamun aleyküm" dedim. Hocamız, Mehmed Zahid Kotku hazretleri baktı "aleyküm selam" dedi.
Hocamız "Ooo hem şeyh hem seyyid" demiş.
Ziyâeddîn Efendi seyyitti. Peygamber Efendimiz'in evladından, evlâd-ı Resûl (sallallahu aleyhi ve sellem) Hem seyyid olduğunu söylemiş, hem de şeyhlik yaptığını söylemiş. Daha tanışmadılar ki! Daha kapıdan girdi "selamun aleyküm" dedi.
Bu nedir?
"Vallah ki ilk görüşmemde iki kerametini görmüşem."
Keramettir bu. Allah bildiriyor işte.
Allah sevgili kullarına karşısındakinin ciğerinin köşesini bildirtir. Ne mal olduğunu da bildirtir, ne cevher olduğunu da bildirtir.
Hocamız sünnetin ihyacısı idi, sünneti uygulardı ve icrâ ederdi. Giyimiyle kuşamıyla, şalvarıyla, sakalıyla hâzâ müslüman alim. Tam kıyafeti şalvar. "Bu şalvar iyidir evladım" derdi. "Bu tarafı eskirse bu tarafı çevirirsin, diz yapmaz yırtılmaz" derdi.
Evde entari giyerdi. Yani gecelik olarak, ev kıyafeti olarak pijama değil, entari. İslâmî. Öyle giyerdi. Ben de heves ettim, bir entari yaptırdım, giyeyim dedim. Olmuyor yahu, alışmamışız, ayağını atamıyor insan. Ama o öyle, yani İslâmî kıyafet. Takke giyerdi. Sakalı vardı. Sakalı da teşvik ederdi.
Hocamız çok zarif insandı, ehl-i haldi, çok arif insandı.
Bir hatıramı anlatayım.
Camiden -İskenderpaşa Camii- çıktık, biz arkasında el pençe divan müridân. Hocamız çıktı, birileri avludan el öptüler. Heybetli, göbekli, benden uzun boylu bir şahıs.
"Sen kimsin evlat?" dedi.
"Ben falanca yerin müftüsüyüm." dedi o zat, el öpen şahıs.
Müftü ama traşlı! Kazâra sinek buraya konarsa, buraya kadar kayar. Zızzt, çeneden aşağı düşer ama kanatları var. Bir şey olmaz korkmayın. Adam traşlı, müftü.
Hocamız hiçbir şey demedi. Karşıda bir kişi daha vardı. Kısa boylu, güzel siyah sakallı, beyaz yüzlü, hoş bir insan. Seka, İzmit Seliloz Kağıt Fabrikası genel müdürüydü.
Hocamız dedi ki;
"Bu da Seka Genel Müdürü."
Yürüdü, gitti.
Hocamız sünneti ihya ediciydi.
Ne demek istedi?
"Sen müftüsün, traşlısın. Halbuki din adamısın. Bu da Seka Genel Müdürü, dünya ehli bir fabrikanın genel müdürü, siyasilerle ilişkili bir insan ama bu sakallı. Olmaz böyle şey." demek istedi.
Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna, top tüfek az, o kadar.
Evet, sünneti ihyâ ediciydi.
Mürşid-i kâmil-i mükemmildi.
Dünyayı terk etmiş bir insan da değildi. Bu çok önemli! Çünkü Peygamber Efendimiz öyle yapmadı.
Peygamber Efendimiz devlet kurdu.
Kurmadı mı?
Kurdu.
Elçi göndermedi mi?
Gönderdi.
Elçi kabul etmedi mi?
Kabul etti.
Kanun koymadı mı?
Medine'nin çarşısına pazarına, Medine'nin ilk anayasası diye -erbabı bilir içinizden- koydu.
Çarşı, pazarda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz teftişler yapmadı mı?
Yaptı.
Bir keresinde çarşıyı gezerken bir çuvala baktı, üstü güzel, elini soktu çevirdi, alt tarafı ıslak, bozuk. Malın üstü mostra, gösteriş, alt tarafı ıslak, bozuk.
Ne dedi Peygamber Efendimiz?
Men gaşşenâ fe leyse minnâ. "Müşteriyi aldatan, alışverişte bizi aldatan bizden değildir." dedi.
Ticaret dürüst yapılacak diye kural, kâide koydu, nasihat etti. İyi bir tüccar nasıl olur, hadîs-i şerîfleri var.
Kendisi ticaret yapmadı mı? Kervan işletmedi mi?
İslâm; dünyayı boşlamak bırakmak yolu değildir. İslâm; dünyayı düzenleme yoludur, dünyaya nizam, düzen verme, güzelleştirme yoludur. Dünyalık vazifelerimiz de var. Ticaret vazifemiz de vardır, evin reisi olarak da vazifemiz vardır. Hiçbirisi ihmal olmaz.
Hocamız; değil Türkiye'nin, Balkanlar'ın en büyük fabrikası Gümüş motor fabrikasını bize kurdurdu.
"Hocam biz böyle fabrika bilmiyoruz."
Bilirsiniz bilirsiniz... Sonra elimizden aldılar da "Pancar Motor" dediler.
Şimdi bildiniz mi?
Şimdi herkes biliyor. Çünkü pancar motor hâlâ tarlalarda poto poto, poto poto... sulama işlerinde kullanılıyor.
İşte o fabrikayı Hocamız kurdu, biz kurduk. Ben konuşmalarını hatırlarım. O fabrikanın kurulması için Hocamız'ın huzurunda yapılan toplantıları hatırlarım. Değil Türkiye'nin, Balkanlar'ın en büyük motor fabrikasıydı o. Zaten Arap âleminde motor fabrikası filan yok. Suriye'de, Irak'ta, Suud'da yok. Balkanlar'ın en büyük motor fabrikasını kurdurdu Hocamız. Hâlâ hizmet görüyor ama bizim elimizden çıktı. Olsun, biz millete, memlekete hizmet ettik ya... Kaptıranlar hesabını versin, o ayrı mesele.
Hocamız sanayiciydi. Hocamız'ın yetiştirdiği insanlar Türkiye'nin sanayiini ve bugünkü hâle gelmesini... Bugün dışa ihracat yapan, gölge etmeseler dünyanın sayılı devletlerinden birisi olacak olan Türkiye'nin bugünkü hale gelmesinde çok büyük payı olan bir insan. Din adamı ama öyle. Din adamı ama sanayici.
Gidip de fabrikayı kendisi mi açtı?
Hayır, yönlendirdi, konuştu, emretti, yaptırttı.
Siyasete soktu. Siyasete girenleri destekledi, himaye etti, besledi, korudu. Sonra da hata yaptıkları zaman hatalarını da söyledi. Ama müslümanları "Türkiye'nin idaresinde sizin hakkınız var, ne demek..." diye o işin içine soktu. O zamana kadar böyle şeyler yoktu.
Hocamız'ın dinî tarafı, dünyevî tarafı, her şeyi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine uygun tarzda idi.
Bizim ufkumuzu uluslararası bir şeye açtı. Eskiden işte camiden eve, evden camiye... Türkiye'nin 50 yıl önceki durumları... Bilirim ben gelişmeleri, gözümün önüne geliyor. Hocamız bizi Pakistanlılarla buluşturdu, tanıştırdı. Cemaat-i Tebliğ ile tanıştırdı. Suriyelilerle tanıştırdı. Suriye'den, Şam'dan bir sürü ihvânımız var.
Mısır'dan, Cezayir'den, Tunus'tan, Sudan'dan, pek çok yerlerden, Amerika'dan, İngiltere'den, Afrika'nın Komor adalarından ziyaretçiler gelirdi.
Hocamız bizi oralarla cihanşumûl bir cemaat haline getirdi. Böyle içine kapalı bir tekke, kendi hâlinde adı- sanı duyulmaz bir şey değil. Uluslararası, dünya çapında bir şey oldu. Pakistan'dan bilirler, İngiltere'den överler, Amerika'da ruhuna Fatihalar gönderirler. "Hoca dediğin böyle olur." derler. Öyle bir insandı. Bizim İskenderpaşa bir görünmez üniversiteydi. Nitekim Profesör Dr. Nazife Gürdoğan "görünmeyen üniversite" diye bir kitap yazdı bu konuda. Meziyetleri, çalışmaları memleketlere faydaları, hizmetleri saymakla bitmez ama zaman bitiyor.
Ben nasıl bir insan olduğu anlaşılsın diye birkaç kerametini söyleyeceğim.
Berlin'den bir kardeşimiz var; sakallı, cübbeli, bizim ihvandan, kale gibi sağlam. Maraş'ın Elbistan'ından oraya gitme ihvanımızdan bir kardeşimiz var. Dürüst bir kardeş, hacı bir kardeş. Maraştayken av meraklısıymış. Tüfeği, çifteyi alırmış, kuş avlamaya gidermiş.
Rüyada bakmış ki, bir ağacın üstünde bir sürü kuş var. Oh şunlara bir atış yapayım, kaç tane kuş vuracağım diye tüfeği doğrultmuş.
Kendisi anlatıyor. Berlin'den adresini, telefonunu verebilirim. Söylediğim sözler senetli sepetli, yani şişirme değil, gerçek! Çok acayip bir olay olduğu için telefonunu vereyim, tahkik edin ki imanınız kuvvetlensin.
Kuşlar uçmuşlar, üç tane kuş kalmış. "Bari şunları vurayım" demiş, tüfeği yine ayarlarken bir sakallı zat gelmiş. Bir azarlamış bunu, bir azarlamış...
"Sen evliyâullahın bazen kuş şeklinde göründüğünü bilmiyor musun? Bunlara atış mı yapacaktın?" demiş. Yani demek istemiş ki;
"O kuşlar evliyâullah." Bunu azarlamış. "Bırak avcılığı!" demiş. Maraş'tayken, Elbistan'dayken bu kardeşimiz avcılığı bırakmış.
"Aradan yedi sene geçti" diyor, İstanbul'a gelmiş, İstanbul'da demişler ki;
"Bir mübarek hoca efendi, şeyh efendi var. Onu ziyarete götürelim seni."
Hocamız'a getirmişler. Hocamız'ın yanına girince bir de ne görsün? Rüyada kendisini azarlayıp da avcılığı bıraktıran Hocamız değil mi? Ta kendisi! Afallamış böyle, şaşırmış. Hocamız da onun kulağına eğilmiş, demiş ki;
"Ondan sonra bir daha avcılık yapmadın, değil mi?"
Neyi gösteriyor bu?
Yedi sene önceki Maraş'ta cereyan eden olaydan Hocamız'ın haberdar olduğunu gösteriyor.
Yani adamın biri Maraş'ta bir rüya görmüşse sana ne. Sen nereden bilirsin. Erbabı olmayan bilmez. Ama Maraş'ta birisinin rüyasına giriyor. Yedi sene sonra karşısına geldiği zaman da "Ondan sonra avlanmadın değil mi?" diye de bildiğini bildiriyor. Hocamız böyle bir kimseydi.