Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn. Hamden kesîren, tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmid-dîn.
Emmâ ba’d:
Hatîb-i Bağdâdî ve İbn Ebi’d-Dünyâ’nın rivayet ettiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlar ki;
نَجَا أَوَّلُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ بِالْيَقِينِ وَالزُّهْدِ، وَيَهْلِكُ آخِرُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ بِالْبُخْلِ وَالْأَمَلِ.
Necâ evvelü hâzihi’l-ümmeti bi’l-yakîni ve’z-zühdi ve yehlikü âhiri hâzihi’l-ümmeti, bi’l-buhli ve’l-emel. “Bu ümmetin evveli; yakîn ve zühd ile necat bulacak. Bu ümmetin âhiri de cimrilik ve tûl-i emelle helâk olacak!” [1]
Biliyorsunuz ümmet kelimesinin birçok mânası var. Yaygın olan mânası, “bir grup insan topluluğu” demek.
Biz âhir zaman ümmetiyiz. Peygamber Efendimiz’in, peygamber olmasından sonra dünyada yaşayan insanların hepsi âhir zaman ümmetidir, âhir zaman peygamberinin ümmetidir.
Amerikalılar, Almanlar, İsveçliler, Yahudiler, Yunanlılar, Ermeniler, Brezilyalılar, Güney Afrikalılar, Avustralyalılar, Filipinliler, Polinezyalılar...
Her yerin insanı, Peygamber Efendimiz’in peygamberliği başladıktan sonra kıyamete kadar olan zamanda yaşayacak olan insanların hepsi, Peygamber Efendimiz’in ümmetidir.
Bu ümmet iki bölüktür:
1. Ümmet-i da’vet
2. Ümmet-i icâbet
Ümmet-i da’vet; “Peygamber Efendimiz’in kendilerini müslüman olmaya davet etmiş olduğu, muhatap almış olduğu, Peygamber Efendimiz’in davetine muhatap olan insanlardır.”
Eğer Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini kabul ederse, Kur’ân-ı Kerîm’e inanırsa, Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah derse, o da davete icabet etmiş olur, ümmet-i icabet olur.
Peygamber Efendimiz’in peygamberliği devresinde gelmiş, Peygamber Efendimiz’e inanmış, icabet etmiş.
İcabet etmek; yapılan bir daveti kabul edip gelmek demek.
Ötekiler gelmemiş. Gelmemiş ama belki gelebilir, ölünceye kadar vakit var; bilmiyoruz ki.
Mesela Amerika’da bir senatör müslüman olmuş. Fransa’da bir filozof, bir hakîm müslüman olmuş. Japonya’da bir âlim müslüman olmuş.
Çin’de iki yüz milyon müslüman olduğunu duymuş muydunuz?
Çin’den gelen bir arkadaşa rakamı tekrar tekrar sordum, o kendisi söyledi. Çin’de Çin kökenli iki yüz milyon müslüman varmış.
“Uygurlu filan mı, Türk kökenli mi?” dedik.
“Hayır, Çin ırkından iki yüz milyon müslüman var.” dedi.
Çin, dünyanın en kalabalık ülkesi; böylece müslümanı en çok olan ülke sıfatını da kazanmış oluyor. Her ne kadar Endonezya’da da iki yüz milyon kadar müslüman varsa da, Çin’de bu kadar rakamı bilmiyordum.
Çin’den gelen bir arkadaş, Danimarka’da beni ziyaret etti o söyledi.
Demek ki; Çin’deki bir insan da bakarsınız, oradaki müslümanların çalışmasıyla müslüman olur. Bakarsınız İsveç’teki bir insan da müslüman olur. Ümmet-i da’vettir, icabet ederse, ümmet-i icâbet olur. İcabet etmezse, Peygamber Efendimiz’i kabul etmezse, Allah’ın gönderdiği âhir zaman peygamberine inanmamış olur, sorumlu olur.
Peygamber Efendimiz’in peygamber olduğu yıldan itibaren yaşayan insanlar Ümmet-i Muhammed’dir. Peygamberliğini kabul etmişse müslüman olmuştur. Kabul etmemişse maalesef vazifesini yapmamış demektir.
Fakat biz, sadece davete icabet edenleri düşünsek bile "eşhedü en-lâ ilâhe illallah" diyenleri düşünsek bile bunlar da dünyada bir hayli kalabalıktır. Elhamdülillah dünyada bir küsür milyar kadar müslüman var. Dünyanın en kalabalık inanç grubu durumunda bulunuyoruz.
Şimdi bu ümmet, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğe başladığı zamandan şu ana kadar ve kıyamete kadar bütün müslümanlar Ümmet-i Muhammed’dir.
Bu ümmetin evveli; Peygamber Efendimiz’in ashabıdır, onun zamanında müslüman olmuş insanlardır. Onlar bu ümmetin en şereflisidir. Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde böyle sınıflandırmış. "En şereflisi, Peygamber Efendimiz’i gören insanlardır."
Peygamber Efendimiz’i gören insanlara “ashab” veya “sahabe” denilir. Bir tane olursa sahabi denir, kadın olursa sahabiye denir.
Onlar ümmetin en yüksekleridir.
Sahabenin en yükseği de dört halifedir. Faziletleri hilâfet sırasına göredir:
Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn.
Ondan sonra Aşere-i Mübeşşere’den altı kişidir, cennetle müjdelenmişlerdir.
Ondan sonra Bedir harbine katılanlardır, onların methi hakkında çok hadîs-i şerîfler var.
Böylece sıralanır gider…
Ashaptan sonra tâbiîn gelir. “Ashâbı görmüş ama Resûlullah’a yetişememiş nesil.”
Ondan sonra tebe-i tâbiîn denilen; “tabiîni görebilmiş insanlar” gelir.
خَيْرُ الْقُرُونِ قَرْنِي
Hayru’l-kurûni karnî. “En hayırlı devre, benim devremdir.”
ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثّمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ
Sümme’llezîne yelûnehüm, sümme’llezîne yelûnehüm. “Sonra ondan sonraki nesil, sonra ondan sonraki nesil.” diye bu sıralamayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz söylemiştir.
Bu ümmetin evveli ashaptır, tâbiîndir, tebe-i tâbiîndir, Allah-u alem ilk devirlerin insanlarıdır.
Necâ evvelü hâzihi’l-ümmeh. “Bunlar cehenneme düşmekten, azap görmekten kurtulacaklar, cennete girecekler, bahtiyar olacaklar.”
Ne ile kurtulacaklar?
Bi’l-yakîni ve’z-zühdü. “Bunlar iki güzel sıfat ile cennetlik olacaklar, cehennemden kurtulacaklar: Birisi yakîn, ikincisi zühd.”
Yakîn, Türkçe’deki “yakın” kelimesine benziyor ama karıştırmamak lazım Türkçe’deki yakın, “uzak olmayan” demektir, onun Arapça’daki karşılığı karîb’dir. Bu yakîn, “şeksiz şüphesiz, pürüzsüz sâfî inanç” demektir. Yakîn sahibi insanlara; mûkınîn derler.
Bakara sûresi’nin başındaki ilk âyetlerde geçiyor:
وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ
Ve-bi’l-âhiretihüm yûkınûn. [2] “Onlar âhirete şeksiz şüphesiz inanırlar.” diye geçiyor.
“Ben o adamı yakînen tanıyorum.” diye bir tabir vardır. “Şeksiz şüphesiz tanıyorum, hiç tereddütsüz tanıyorum, o adam iyi adamdır, o adam hakkındaki kanaatimde bir eksiklik yok.” demektir. Yoksa “O benim akrabam!” demek değil, “O benim yakınımda oturuyor.” demek değil.
Bu ümmetin evveli; çok kuvvetli imanlı insanlardır. Sahabe-i kirâmın her birisi yıldızlar gibiydi, çok mübarek insanlardı, imanları çok kuvvetliydi. O mübarek insanlar birkaç devre yetiştirdi, sonra gelen insanlar dünyaya daldılar, günahlara daha çok bulaştılar.
Onlar yakîn ile kurtulacaklar; şeksiz şüphesiz, pürüzsüz, sâfî, tertemiz, sağlam imanları olduğu için cennete girecekler; bir.
Ve’z-zühd.
İkincisi; zühd ile.
Zühd; dünyaya rağbet etmemek demek. Zühd sahibi insana zâhid denir. “Âhireti hedef alıp, âhiretin makamlarını, derecelerini, mükâfatlarını düşünüp, dünyaya aldırmayan, dünyayı sevmeyen kimse” demektir. Dünya gözünde değil, gönlünde değil. Mühim değil dünya; yeter ki âhireti iyi olsun.
Âhiretini kazanmak için dünyayı verir, hayır yapar, sadaka verir, gözü toktur, haramdan bir menfaat gelse “İstemem.” der. Amacı dünyalık değildir, âhireti düşünür. Âhireti düşündüğü için günahlara yanaşmaz, para hırsına kapılıp da haramları, günahları işlemez.
“Âhirette makamım iyi olsun, Allah beni sevsin, azaplandırmasın, cennetine soksun!” diye dünyanın haram olan, yasak olan taraflarına yanaşmıyor, iltifat etmiyor.
Onları sevmiyor, “Onları alacağım.” diye hırs beslemiyor. İşte zâhid bu. O devrin insanları böyle idi.
Hatta Amr İbnü’l-Âs radıyallahu anh, ordusuyla Mısır’ı fethetmeye gittiği zaman, şimdiki Kahire’nin göbeğinde olan Fustat şehri vardı. Fustat şehrinin surları vardı, onu muhasara etti. Kaledekiler kapıları kapattılar, savunma durumuna geçtiler.
Amr İbnü’l-Âs onlara;
“Siz yanlış bir şey yapıyorsunuz. Biz sizin daha önceden tanıdığınız, size gelmiş başka düşmanlar gibi değiliz. Benim ordumdaki insanların hepsi şehit olmayı hedef edinmiş; ‘Ölsem de cennete girsem!’ diye ölmeyi arzu eden insanlar. Ama sizler, hepiniz, yaşamayı arzu ediyorsunuz. ‘Ne yapıp edip canımı kurtarırım, acaba nasıl daha çok yaşarım?’ diye düşünüyorsunuz. Siz bizi tanımıyorsunuz, bizimle baş edemezsiniz. Teslim olun, şartları konuşalım, bize tâbi olun!” diye haber gönderdi.
O devrin insanları öyle idi. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, onları savaşa gönderdiği zaman, savaştan geri dönmeyi ummazlardı. “Canımız sağ kalır, döneriz de daha yaşarız.” diye düşünmezlerdi, şehit olmaya giderlerdi. Uğurlayanlar da onların bir daha döneceğini beklemezlerdi.
Mûte savaşında, sancaktarlar şehit oldu. Peygamber Efendimiz onların şehit olduğunu minberden söyledi:
“Şimdi Zeyd b. Hârise şehit oldu, sonra sancağı Câfer b. Ebî Tâlib aldı. O da şehit oldu. Sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da şehit oldu.” diye haber verdi.
Hatta Câfer b. Ebî Tâlib Efendimiz için; “Onun cennette uçtuğunu görüyorum.” diye söylediği için lakabı “Tayyar” oldu.
Onlar geri çekilip Medine’ye geldikleri zaman savaşmışlardı, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Düşmanla karşılaştıkları zaman düşman ordusu çok kalabalıktı; kendileri çok azdı.
Komutanlar:
“Biz bu kadar kalabalık bir düşmanla çarpışamayız, geri çekilelim!” dediler.
Bazıları da dedi ki:
“Çarpışıp yenmek için buraya gelmedik. Resûlullah bizi buraya ‘Çarpışın.’ diye gönderdi, ölürsek şehit oluruz; gayemiz yenmek ve zafer değil!” dediler.
Çarpışmaya girdiler, kahramanca çarpıştılar çarpıştılar; yenişme durumu olmadı ama bir zafer de kazanılamadı. Geride sağ kalanlar Medine’ye gelince, Medine’nin ahalisi gelenlerin yüzüne bakmadı.
Resûlullah Efendimiz onlara iltifat edinceye kadar; “Öteki kardeşleriniz öldü de, siz niye geriye döndünüz?” diye onlara iltifat etmediler.
Onların mantıkları böyleydi, başka türlü çalışıyordu, bizim gibi çalışmıyordu; değişik düşünüyorlardı. Onlar çok kuvvetli iman sahibiydi ve dünyaya metelik vermiyorlardı.
Ebû Zerr-i Gıfârî hazretlerine dört bin altın verilmiş, bir gecede dağıtmış. O yanında para biriktirmeyi sevmezdi, hemen dağıtırdı.
Halbuki şimdi hepimizin cebinde, kesesinde, kasasında ne kadar para vardır. Ertesi güne bırakmamış.
Onlar;
ييم جديد رزق جديد
Yevmün cedîd, rızkun cedîd. “Yeni bir gün, yeni bir rızık” - Allah gönderir - derlerdi.
Kadının birisi, “iyi bir derviş, iyi bir zâhid” diye bir sûfî ile evlenmiş. Evlendikleri zaman bakmış ki dolapta yiyecekler var.
“Ben de seni zâhid sanmıştım, derviş sanmıştım. Senin tevekkülün tam değilmiş, dolabında yemekler dolu!” diye memnun olmadığını beyan etmiş.
O devrin insanları böyle.
Demek ki dünyaya meyletmiyorlar. Zâhid insanlar; ibadete gayretli insanlar, yakîn sahibi, kuvvetli iman sahibi insanlar.
Hz. Ömer zamanında Sâsânilerle çarpışan ordunun bir ferdi, savaş alanında bir torba mücevher buldu. Götürdü, komutana teslim etti. Onlar öyle para pul sahibi olmayı düşünmezlerdi.
Peygamber Efendimiz:
“Bu ümmetin evveli, bu kuvvetli imanları ve bu müstağnî, gözü tok halleri, âhirete rağbet edip de dünyaya aldırmamaları dolayısıyla cehennemden kurtulacaklar, necat bulacaklar, cennete girecekler.” diyor.
Bu iki haslet, iki güzel sıfattır:
Yakîn, “kuvvetli, tereddütsüz iman.” Zühd, “dünyaya aldırmamak.”
“Sen böyle yapıyorsun ama işinden atılırsın!
“Ne yapayım, Allah’ın emrini tutuyorum. ‘Cuma namazı kılın!’ dedi, kılıyorum. ‘Namazlarını kaçırma!’ dedi; vaktinde kılıyorum. Allah bu işi vermezse başka yerden verir, bir kapıyı kaparsa bin kapıyı açar.”
Mesela bu, gözü tokluk. İman.
Böyle olması lazım.
Ve yehlikü âhiri hâzihi’l-ümmeh. “Bu ümmetin sonu da şu kötü iki kötü huydan dolayı helâk olacaklar:”
Bi’l-buhli ve’l-emel.
Buhl, “bahillik, cimrilik” demek.
Eli sıkı, cimri, hayır hasenât yapmıyor, sadaka vermiyor, zekât vermiyor. Eli sımsıkı! Cimrilikten dolayı helâk olacak.
Cimrilikten dolayı zekâtını vermeyecek. Cimrilikten dolayı sadakasını vermeyecek. Cimrilikten dolayı hayrını yapmayacak. Cimrilikten dolayı Ümmet-i Muhammed’e hizmet edecek sahalarda gayret göstermeyecek. Vazifelerini yapmadığı için helâk olacak. Çünkü müslümanın mâlî sorumlulukları var.
Emel denilen şey de, “ummak” demek. “İnsanın istikbale ait birtakım umutlarının, hayallerinin olması” demek.
Emelden dolayı insan niçin helâk oluyor?
Bu emelin ne olduğunu pek çok kimse anlayamaz.
Emel nedir?
İnsanın ileriye yönelik planı olmasın mı, düşüncesi olmasın mı, hayali olmasın mı, hedefi olmasın mı; isteği olmasın mı, İslâm’da bu yasak mı?
“İnşaallah çocuğum büyürse ben onu hafız yetiştireceğim. İnşaallah müstakil ev sahibi olmak istiyorum. İnşaallah Türkiye’de bir dükkân açarım. İnşaallah Kulu’da, Tavşançalı’da şöyle bir geniş arazi alır da iki katlı bir ev yaptırırım.”
Bunlar günah mı?
Emel, tûl-i emel; “İnsanın biraz daha yaşayacağını sanması.”
“Ne yapmayı düşünüyorsun?
“İşte hocam, emekli oluncaya kadar burada yaşamayı düşünüyorum. Ondan sonra sakal bırakacağım, ondan sonra hacca gideceğim, ondan sonra çoluk çocuğu evlendireceğim. Ondan sonra namazımı kılacağım, orucumu tutacağım, ibadetimi yapacağım.
Peki, o vakte kadar yaşayacağını biliyor musun?
İsveç hükümeti sana garanti verse acaba yaşayabilir misin? Yaşamak senin elinde mi, senin isteğinde mi? Ya yarın ölürsen, ya bir saat sonra ölürsen, ya o vakte erişemezsen?
Şimdi bakın, benim çok yakından tanıdığım talebelerim vardı; benden önce öldüler. Bu iş, sırayla değil. Benden daha genç idiler, talebe olarak okuttum, Allah rahmet etsin, şimdi öldüler. Beraber büyüdüğüm mahalle arkadaşlarım vardı, öldüler. Benden yaşça küçük nice insanlar ölüyor. Dedeler duruyor, bebekler ölüyor. Hastanın başında bekleyen hastabakıcı ölüyor, hasta iyileşiyor, daha da kaç yıl yaşıyor.
Ölümün kime, ne zaman geleceği belli değil.
Ölümü uzakta sanmak tûl-i emeldir.
Cahit Sıtkı Tarancı ne güzel söylemiş:
Neylersin, ölüm herkesin başında.
Uyudun, uyanamadın olacak.
Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında.
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misâli o musalla taşında.
O bile biraz daha iyi düşünüyor da, bizim hacı haccını altmış beş yaşından sonraya düşünüyor. Otuz beş yaşında, “Daha şu kadar sene yaşarım.” diye düşünüyor. İşte bu tûl-i emeldir.
Yarına çıkacağını bilmiyorsun. Bu akşama ermişsen yarına çıkacağını umma! Yarına çıkacağını ummak, tûl-i emeldir.
Tûl-i emel neden kötüdür, niye insan bununla helâk olur?
İnsan tûl-i emel ile iyilikleri geriye atar:
“İleride tevbekâr olacağım. İleride şu hayrı yapacağım. İleride namazı kılacağım!”
İyilikleri hep geriye atar.
Geriye atmaya Arapça’da tesvif derler.
Tesvîf; “İleride şöyle yapacağım.” demektir. Tesvîf, şeytanın aldatmacasıdır.
“O işi şimdi yapma, ileride yap!” der.
Şeytanın bir işi acele ettirmektir, bir işi de tehir ettirmektir. Hayırlı bir işi; “Özene bezene yapılmasın!” diye aceleye getirtir.
Mesela namazı acele kıldırtır; namaz bir şeye benzemez.
“Acele şeytandandır ama bazı yerlerde acele etmek lazım.” diyor, Peygamber Efendimiz.
Mesela birisi vefat ettiği zaman, defnetmekte acele etmek lazım. İnsanın kız çocuğu varsa evlendirmekte çabuk davranması lazım. Çünkü büyür de bir kötülük yaparsa cezası anaya babaya yazılır. Çabuk evlendirilmesi gerekiyor.
Bir de borcunu çabuk ödemesi, tevbeyi çabuk yapması lazım.
Başka şeylerde teennî lazım; dengeli, ölçülü olmak lazım!
Almanların bir sözü vardır:
Ayle mid bayle. “İhtiyatlı bir acele.”
Kendisini sıkmayacak, rûhî gerilim olmayacak.
“İleride çok yaşayacağım.” diye umarken, insan gaflete düşer, gafilce yakalanır, hazırlıksız ölür:
Borcunu ödeyememiş olur, alacağını alamamış olur, işini yapamamış olur, tevbesini edememiş olur, ibadetini geride bırakmış olur, namazını kılmamış olur, orucunu tutmamış olur, haccını yapmamış olur. Bunlar hep; “Yaşarım canım, ileride yaparım.” duygusundan kaynaklanıyor.
İşte bu, korkunç bir duygudur, insanları iyilik yapmaktan alıkoyan bir duygudur.
Onun için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
هلك المسوفون
Heleke’l-müsevvifûn. “Hayırlı işlerini geriye tehir edenler, tesvîf yapanlar helâk oldular.”
Öyle şey yok! Hayırlı iş hemen yapılır, çarçabuk yapılır. Onun için tûl-i emel de kötü bir huydur.
Akşama çıktın mı, sabaha çıkmayı düşünmeyeceksin!
Ne yapacaksın?
Tevbe edeceksin. Abdestini alacaksın, yatmadan önce namaz kılacaksın. “Neme lazım, belki bu gece ölürüm!” diyeceksin. Vasiyetin yastığının altında yazılı olacak.
İnsanın vasiyeti yastığının altında yazılı olmazsa o suçmuş, günahmış. Vasiyeti yazılı olacak:
“Şu kimseden şu kadar alacağım var, onu alın Kur’an kursuna verin! Filancaya şu kadar borcum var, şu kadar parayla onu ödeyin! Evlatlarım, aman benden sonra namazınızı bırakmayın, hakkımı helâl etmem; takvâ ehli olun!” diye çocuklarına, hanımına vasiyetini yapacak.
Müslüman böyle olacak.
Müslümanın ölüme hazırlıklı olması lazım! Tûl-i emel bunu engelliyor.
Onun için “Bu ümmetin son kısmı; evvelkilerin kuvvetli imandan ve zühd ü takvâ sahibi olduklarından cennete girdikleri gibi; sondakiler da maalesef cimriliklerinden, bir de tûl-i emel sahibi olduklarından; ‘İleride yaparım canım, dur bakalım, daha gencim!’ diye işi tehir ettiklerinden dolayı helâk olacaklar.” buyuruyor.
Demek ki bizim ne yapmamız lazım?
Cömert olmamız lazım, cimri olmamamız lazım. Tûl-i emel sahibi olmamamız lazım. “Her an ölebilirim.” diye ölüme hazırlıklı olmamız, ölürsek arkada bir hesap, bir borç bırakmadan, her şeyi temiz yapmamız lazım!
Güzel bir şahsı anlattılar. İslam tarihi kitabını yazan Asım Köksal tanıyormuş galiba O anlattı:
Osmanlılar zamanında, İstanbul defterdarlığında memurmuş. Masasındaki bütün dosyaları, işleri bitirmeyince evine gitmezmiş. Mesai beşte bitiyor ama gitmezmiş, altıda gitmezmiş, yedide gitmezmiş, dokuz, on, on bir neyse dosyalar bitince gidermiş. Masası tertemiz, hiç yarına bırakılmış bir işi yok; o gece ölse yeni gelen adama geride halledilmemiş hiçbir iş bırakmazmış. Erken gelirmiş, vazifesini yaparmış. Bu hizmeti Allah’a itaatin bir parçası olarak bilirmiş, ondan yaparmış.
Muhterem kardeşlerim!
Bizim de yaptığımız işleri böyle yapmamız lazım.
Allah bizi yolundan ayırmasın; hayırları işletsin, günahlardan uzak eylesin. Yakîn sahibi, kuvvetli, tereddütsüz, sağlam iman sahibi kul eylesin.
El-Fâtiha!
[1] İbn Ebi'd-Dünyâ, el-Yakîn , I, 32, r. 3; İbn Ebi'd-Dünyâ, Kısarü'l-emel, I, 36, r. 20; Deylemî, el-Firdevs, IV, 289, r. 6853; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, III, 449, r. 7388, Râmûz, 451, r. 2.
[2] 2/Bakara, 4.