es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh...
Aziz ve sevgili dinleyiciler.
Hicrî yılınız hayırlı olsun...
Hicrî takvim, müslümanların dinî bakımdan çok dikkatle takip etmeleri gereken bir takvim. Çünkü Ramazan, bu hicrî takvimin aylarından birisi oluyor. Hac bu hicrî takvime göre belli oluyor. Kandiller bunlara göre belli oluyor. Peygamber Efendimiz’in mevlîd-i şerîfi yine bununla ilgili... Aşure günü, önümüzde Muharrem’in 10’u yine bu takvimle ilgili. Bu bakımdan hicrî takvim bizler için çok önemli, müslümanın dinî hayatındaki ibadetleriyle yakından ilgili.
Bu yılın ve bundan sonra gelen yılların âlem-i İslâm için bütün insanlık için hayırlı olmasını temenni ederim. Müslümanlar için hayırlı olması, müslümanların zulümden, kahırdan, baskıdan, elemden, haksızlıklardan kurtulması; maddî mânevî musibet ve felaketlerden, semâvî, arazî afetlerden mahfuz olması mânasına… Bütün insanlığın iyiliğini istemek de hepsinin Allah’ın sevdiği kullar olması, sevdiği yolda yürümesi, imana gelmesi, müslüman olması, böylece âhiret saadetini kazanması mânasına...
Bizim için bu çok önemli ve bunun için çalışmalıyız. Kardeşlerimiz var güçleriyle, hem kendi yakın çevrelerine hem halka halka dışa doğru açılarak bütün dünyaya, Allah’ın varlığını, birliğini, İslâm’ın ana güzelliklerini, temel özelliklerini anlatacak bir canlılık içine, faaliyet içine girecekler ve çok çalışacaklar, güzel anlatacaklar. Çünkü müslümanı yanlış göstermek, müslümanlığı yanlış tanıtmak için uğraşan kötü niyetliler var.
İslâm’ın güzelliğini şöyle bir düşünün; yeri göğü yaratan, âlemlerin Rabbine kul olmak nerde?..
Bir de şu Afrika’da, Uganda’da binlerce kişi kendisini öldürmüş, intihar etmiş. Bunların ne kadar yanlış olduğunu anlatsalar ya! Bizim yazarlar bunları bahis konusu etseler ya!
“Bak İslâm ne kadar güzel, intihar yasak!”
İslâm’ın güzelliklerini bilmek ve bildirmek gerekiyor. Bir tarafta İslâm’ın cana bakış tarzı, hayata bakış tarzı, insanlara bakış tarzı, onu korumayı ana amaç edinmesi; bir taraftan da din nâmına insanları intihara sürükleyen sapık inançlar...
Bunların dile getirilmesi lazım!
İnsanın insana tapınmasının doğru olmadığını, kulun kula kulluk etmesinin iğrenç olduğunu, putlara tapmanın yanlış olduğunu, Allah’ın bir olduğunu, varlığını, birliğini, lütfunu, keremini, güzel sıfatlarını, esmâ-i hüsnâsını, şöyle Yunus gibi, Mevlânâ gibi tatlı tatlı hepimizin anlatması lazım!
O bakımdan, bu hicrî yılımız da inşaallah bir atılım yılı olur. Herkese İslâm’ın gerçek güzelliklerini;
“Bakın bu pırlantadır, bu yakuttur, bu zümrüttür bu kocaman bir emsalsiz incidir, kocaman bir kolyenin, kocaman baş mücevheri olan, kocaman bir elmas pırlantadır.” diye, İslâm’ın bütün güzelliklerini anlatmamız lazım! “İşte başka inançlar, işte İslâm!” diye göstermemiz lazım!
Başkaları hırsızlıklardan, soygunlardan, sömürülerden, zulümlerden elde ettikleri paralarla zenginleyince, bir de etrafa yanlış inançlarını doğruymuş gibi, efe efe anlatmaya kalkışıyorlar.
Bu yeni yıl hepimize hayırlı olsun, nice nice yıllara sağlıkla afiyetle, sevdiklerimizle ulaşalım diye, bu mübarek vakitte Cenâb-ı Mevlâ’dan niyaz ediyoruz.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anhüma’dan rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîfi okuyorum. Dervişliğe, tasavvufa, nefis terbiyesine dair bilgileri anlatan ana fikirlerden birisi.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuşlar ki;
إِنَّ هٰذِهِ الْقُلُوبَ تَصْدَأُ كَمَا يَصْدَأُ الْحَدِيدُ إِذَا أَصَابَهُ الـْمَاءُ. قِيلَ: يَا رَسُولَ اللهِ، وَمَا جِلَاؤُهَا؟ قَالَ: كَثْرَةُ ذِكْرِ الـْمَوْتِ وَتِلَاوَةُ الْقُرْآنِ
İnne hâzihi’l-kulûbe tasdeu kemâ yasdeu’l-hadîdü izâ esâbehü’l-mâu. Kîle: Yâ Rasûlallahi, ve mâ cilâühâ? Kâle: Kesretü zikri’l-mevti ve tilâveti’l-Kur’âni. [1]
Bu mübarek hadîs-i şerîfin mânası şöyle;
İnne hâzihil-kulûbe tasdeu. “Bu gönüller, bu kalpler muhakkak ki tasdeu paslanırlar.” Kemâ yasdeu’l-hadîdü izâ esâbehü’l-mâu. “Kendisine su değdiği zaman, suya mâruz kaldığı zaman, demirin sudan, nemden, rutubetten dolayı paslandığı gibi, bu kalpler de paslanır.” diyor Peygamber Efendimiz.
Kalp sözü Arapça’da tam Türkçe’deki gönül sözünün karşılığıdır. Gönül, Türkçe’de bir halden bir hâle dönmek fiilinden geliyor. Kalp de Arapça’da tekallüb etmek, kalıptan kalıba geçmek mânasına geliyor. İnsanın gönlü halden hâle geçiyor, kâh ağlıyor, kâh gülüyor, kâh seviniyor, kâh üzülüyor, kâh ümitleniyor, kâh ye’se düşüyor... İnsanın iç dünyasının bin bir türlü duyguları var. İşte gönül, kalp bu…
Kalp Arapça’da iki mânaya kullanılıyor:
Bir, Türkçe’deki yürek mânasına; şu canlıların kanlarını vücutlarına pompalayan, tık tık atan yürek mânasına kullanılıyor. Bir de gönül mânasına; iç dünyası, iç âlemi, iç benliği mânasına kullanılıyor.
İşte bu gönüller de paslanır; insanın içi kararır, insanın iç dünyası pislenir, kirlenir. İnsanın gönlü tatsızlaşır demek.
“Gönlüm kırgın, sana gönlüm kırgın, bu gün canım bir şey istemiyor, canım sıkılıyor, canım daralıyor, canım böyle istedi...” diye can kelimesiyle de bazen bunu ifade ediyoruz.
Efendimiz, “İşte bu kalpler de kararır, paslanır; suya, neme, rutubete mâruz demirin paslandığı gibi.” dedi.
Kîle: “Bunun üzerine denildi ki:” Yâ Resûlallah, ve mâ cilâühâ? “Ey Allah’ın Resûlü, bu kalpler paslanırsa, gönüller kararırsa, pas tutarsa, bunun cilalanması nasıl olacak?”
Demir yağlanıyor, pas sökücüler sürülüyor, cilalanıyor. Paslanmış bir makinenin aksâmı cilalandıktan sonra tekrar kullanılır hâle geliyor. Makası biraz açıkta bıraktığınız zaman, bakıyorsunuz güzelim makasınız musluğun yanında rutubetlenmiş, paslanmış. Hemen yağ getiriyorsunuz, makine yağı sürüyorsunuz, siliyorsunuz, tekrar temizleniyor.
“Bu kalpler paslandığı zaman bunun cilalanması ne sûretle olacak? Nasıl cilalanabilir, pası nasıl giderilir yâ Resûlallah?” diye soruldu.
Kâle:
“Neyle cilâlanacak kalpler, pırıldayacak, çalışacak, insanın iç dünyası aydınlanacak? Nasıl olacak bu?”
Kesretü zikri’l-mevti. “Ölümü anmanın çokluğu ile…” Ve tilâveti’l-Kur’âni “ve Kur’ân-ı Kerîm okumanın çokluğu ile.”
Peygamber Efendimiz iki ilaç, tedavi çaresi söylüyor;
Birisi, ölümü çok düşünmek…
Ölüm hepimizin başında. Hepimiz mutlaka bu ölüm denilen olayı yaşayacağız. Her hayat sahibi, bu hayat elinden giderken ölümle karşılaşacak, ecel şerbetini herkes içecek. Çare yok... “Âdemoğlu ölümlü türemiş.” diye eski Türkçe metinlerde de böyle geçiyor. Ne yapalım, öleceğiz.
Ne yapmak lazım o zaman?
Ölüm, insanı üzüyor, korkutuyor, heyecanlandırıyor, telaşlandırıyor.
“Eyvah, öleceğiz!”
“Tabi öleceğiz.”
“Ama nasıl sen tabi öleceğiz diyebiliyorsun; benim yüreğim ağzıma geliyor hocam! Sen niye bunu böyle çok tabii bir şeymiş gibi söylüyorsun; tüylerim diken diken oluyor, ağzımın tadı kaçtı. Şimdi bak neşem gitti. Sen niye bunu çok tabii bir şey gibi söylüyorsun?”
Neşemiz gitse de, ölüm denilen bir olay var.
Bu bilginin sonucu nedir?
İslâm’da, tasavvuf da ölüme hazırlanmaktır, “Ölmeden evvel ölmektir.” Bu sözü edebiyatçılar çok söylerler. Âriflerin sözünden almışlar, kitaplara girmiş ama dinleyenler bu sözleri duyunca, söyleyenlerin yaşadıkları mânaları, duyguları acaba duyabiliyorlar mı, yaşayabiliyorlar mı?
“Ölmeden evvel ölmek.” ne demek?
Ölecekmiş gibi tam hazırlıklı olup huzur içinde canını verecek kadar her işini halletmiş olup yüzü ak alnı açık olarak, Cenâb-ı Hakk’a kavuşmaya, ruhunu teslim etmeye can atmak… Öldükten sonra, kendisine dünyadaki sorumluluklarıyla, hayatıyla ilgili neler sorulacaksa, onların cevabını hazırlamış bir insan olarak, hayatında görevlerini yapmış bir kimse olarak, müsterih olarak, gözü arkada kalmadan böylece ölebilmek... Bir gül bahçesine girercesine, isteyerek canını Allah yoluna verebilmek, feda edebilmek... Ölümden korkmamak, ölümü güzel karşılayabilmek, ölümü sevebilmek... Ölümün aslında güzel bir şey olduğunu, dostu dosta kavuşturacak bir olay olduğunu, ölümle perdelerin kalkacağını, sevgilinin bulunacağını, sevgiliye kavuşulacağını sağlayacak olan bir iş olarak ölümü sevmek, ölümü istemek...
Ârif insanların, mübarek insanların, evliyâullahın çoğunun böyle duyguları var. Her akşam yatağına yatarken “Yâ Rabbi, artık lütfedip bugün canımı alsan da, ben de sevdiklerime kavuşsam, şu ayrılık bitse...” diyenler var.
Ölümü çok düşünen insan hırsızlık, arsızlık, yüzsüzlük, tembellik, gevşeklik yapmaz... Öleceğim diye hazırlığını tam yapar. Âhirette ölümden sonra mahkeme-i kübrâ var; mahkeme-i kübrâya hazırlanır.
Onun için Peygamber Efendimiz ölümü çok zikretmeyi kalbin pasının gitmesi için çare olarak, ilaç olarak bu hadîs-i şerîfte işaret buyurmuş.
İnsan ölümü çok andığı zaman kalbinin pası gider, süflî duygulardan, kıskançlıklardan, düşmanlıklardan kendisini sıyırır. Hakiki bir müslüman olarak nasıl yaşaması gerekirse, öyle yapmaya yönelir. İyi bir insan, salih bir kul olur. Melek gibi, pırıl pırıl olur. Herkese iyilik yapmaya çalışan bir insan olur. İşte bu, ölümü düşünmekten olur.
Ölümü düşünmeyen insanlar da, vur patlasın çal oynasın yaşarlar, yaşarlar; birden ansızın ölüm gelir.
Yahya Kemal’in dediği gibi;
Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir. [2]
Çaldıkları sazın teli kopuverince âhengin kesildiği gibi, hayat birden bitiverir; hazırlıksız yakalanır, suçüstü yakalanır, âhirete çok perişan şekilde gider. Birisi bu…
İkincisi de Tilâveti’l-Kur’ân; “Kur’ân-ı Kerîm okumak da kalbin pasını giderir.”
İmanla, “Allah’ın kelâmını okuyorum.” diyerek, saygıyla, anlayarak, derinlemesine Kur’ân-ı Kerîm okuduğu zaman kalbinin pası gider, iyi müslüman olmaya azmi artar, içi dışı nurlanır, ertesi gün hayırlı işler yapmaya yönelir. Kur’ân-ı Kerîm’in istediği müslüman olmaya, istediği yönde çalışmalar yapmaya yönelir. Kur’ân-ı Kerîm okumak, mânasını anlamak insanı kurtarır.
Bana e-mail ile soru sormuşlar. Bakıyorum “Müslümanım” diyen insanların sorularına, -müslüman olduğunda hiç şüphe etmiyorum- Kur’ân-ı Kerîm’i bilmiyorlar. Kur’an’ı okumadıklarından, dikkatli incelemediklerinden, mânayı iyi takip etmediklerinden, iç yüzünü bilmediklerinden, delil olarak zikrettikleri âyetin, kendilerinin düşündüğünün aksini söylediğini anlayamıyorlar. Ondan sonra da başkalarını suçluyorlar:
“Yâhu bu öyle söylemiş, bu sözünden dolayı tevbe etmesi gerekmez mi?”
Gerekmez, çünkü sen yanlış biliyorsun bu işi, sen yanlışsın. Onun söylediğinde bir yanlışlık yok, senin sözünde yanlışlık var.
Neden?
Çünkü sen Kur’ân-ı Kerîm’i bilmiyorsun. Kulaktan dolma bazı bilgiler kulağından içeriye girmiş... Sen de onu doğruluğunu, hudutlarını hiç incelememişsin. Kendine göre bir İslâm anlayışın var. O anlayışın dışında daha derin, daha samimi, daha müttakıyâne, daha ârifâne bir yaşamla karşılaştığın zaman, irkiliyorsun, şaşırıyorsun. Senin maddî, materyalist, sathî yaşamına uymadığı için irkiliyorsun ve onu yanlış sanıyorsun. Halbuki sen yanlışsın, yanlış yolda olan, yanlış kafada olan sensin.
Bu nereden kaynaklanıyor?
Kur’an’ı bilmemekten.
Onun için müslümanın Kur’ân-ı Kerîm’i çok okuması lazım. Madem seviyor, -seviyordur inkâr etmiyoruz- madem müslüman, -müslüman olduğunu da kabul ediyoruz. İnanıyorum ki hakikaten müslüman, o sözleri ondan söylüyor. Müslüman ama Kur’an okumamış, Kur’an’ı doğru bilmiyor, itikadından haberi yok, Ehl-i Sünnet itikadı ile zıt düşecek fikirlere, kanaatlere saplanmış, kısa aklıyla ileri geri konuşuyor.
Hiç olmazsa, o konularda konuşma!
Ben şuna benzetiyorum;
Bir insan, eğer televizyonu bozulursa, “Şunun arkasını bir açayım, şöyle bir tamir etmeye kalkışayım!” der mi?
Demez.
Bilgisayarı bozulursa, “Arkasını açayım, tamir edeyim!” der mi?
Demez.
Neden?
Televizyonu bilmiyor, bilgisayarı bilmiyor. Uzmanını çağıracak veya uzmanına götürecek, o açacak, şemasına bakacak, aletleriyle ölçecek, tamirini o yapacak.
Bilmediği yere elini koymuyor, bilmediği aletin arkasını açmıyor; bu güzel...
Bu saygının, bu haddini bilmenin dinî konularda da olması lazım! Dinini bilmeyen insan, dinî konularda konuşmamalı, araştırmalı, bilene sormalı; böyle başkalarını suçlamamalı! Bilmiyorsun kardeşim... O konunun mahiyetini bilmiyorsun, yanlış bilgilerle, yanlış yönde, yanlış cephede yanlış işler yapıyorsun.
Onun için Kur’ân-ı Kerîm’i müslümanın çok okuması lazım!
Kimseyi üzmek de istemiyorum, kırmak da istemiyorum. Aferin, müslüman olmak büyük bir nimettir. İslâmî konularla ilgilenmek, bu da bir canlılık alametidir.
O halde bir şey kalıyor; Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup Kur’ân-ı Kerîm’den gerçekleri öğrenmek... Ana kitabımız, her şeyimizin kaynağı; ilmimizin, irfanımızın, itikadımızın, tasavvufumuzun, ahlâkımızın, her şeyimizin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Onu güzel okur, tam anlarsak, o zaman Kur’ân-ı Kerîm’e sarılan kurtulur.
Tabi, Kur’ân-ı Kerîm’in tam anlaşılması için de, Resûlullah’ın hadislerinin tam öğrenilmesi lazım! İşte burada karşımıza çıkıyor. Zaten Resûlullah Efendimiz de, Kur’ân-ı Kerîm öğrenmeye teşvik ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak istediğiniz zaman, Kur’ân-ı Kerîm de sizi Resûlullah’a gönderecek. Diyecek ki;
“Beni iyi anlamak istiyorsan, Peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ’nın sünnetini iyi öğren! Onun sünneti, Kur’ân-ı Kerîm’in en güzel, uygulamalı açıklaması demektir.” diyecek.
İnsanın sünnet-i seniyyeye de saygısı oradan artacak. Kur’an’ı okuyunca sünnete bağlanacak, sünneti okuyunca Kur’an’ı daha iyi öğrenecek. Çünkü ikisi birbiriyle iç içe ve ikisi birbiriyle bir bütün teşkil ediyor. Birisi ötekisinin genişletilmiş, uygulamalı şekli.
İkinci hadîs-i şerîf aynı sayfadan. Buyuruyor ki Efendimiz;
إِنَّ يَسِيرَ الرِّبَا شِرْكٌ، وَإِنَّ مَنْ عَادَى وَلِيًّا للهِ فَقَدْ بَارَزَ اللهَ بِالْـمُحَارَبَةِ. إِنَّ اللهَ يُحِبُّ الْأَبْرَارَ الْأَتْقِيَاءَ الْأَخْفِيَاءَ، الَّذِينَ إِذَا غَابُوا لَمْ يُفْتَقَدُوا وَإِنْ حَضَرُوا لَمْ يُدْعَوْا وَلَمْ يُعْرَفُوا مَصَابِيحُ الْهُدَى، يَخْرُجُونَ مِنْ كُلِّ غَبْرَاءَ مُظْلِمَةٍ
İnne yesîre’r-riyâi şirkün. Ve inne men â’dâ veliyyen lillâhi fekad bârazellâhe bi’l-muhârabeti. İnnallâhe yuhibbü’l-ebrâre’l-etkıyâe’l-ahfiyâe, ellezîne izâ ğâbû lem yüftekadû ve in hadarû lem yüd’av ve lem yu’rafû mesâbîhü’l-hüdâ, yahrucûne min külli ğabrâe muzlimetin.[3]
İbn Mâce, Muaz radıyallahu anh’ten rivayet etmiş. Bunun başka hadis kitaplarından başka rivayetlerini de duymuşsunuzdur. Peygamber Efendimiz bu mübarek hadisine bir cümle ile başlıyor:
İnne yesîre’r-riyâi şirkün. “Muhakkak ki riyanın azı dahi şirktir.”
Riya ne demek?
Riya, reâ fiilinden masdar, fiâl vezninde “göstermek” demek. Yaptığı âhiret amelini gösteriş için yapmak, hakiki duygularla, ihlâsla değil de, başkalarına gösteriş olsun diye, başkalarının dikkatini çekmek, başkalarından dünyevî menfaat sağlamak, itibar kazanmak maksadıyla yapmak...
Bunun azı da, çoğu da doğru değildir. Müslüman bir ibadeti sırf Allah için yapar, buna ihlâs deniliyor. Amelin, icraatın, ibadetin halis muhlis Allah için yapılması... Bunun karşılığı da, yaptığı ameli böyle bir niyetle yapmıyorsa bir başka art niyetle, kötü maksatla, gösteriş için yapıyorsa buna da riya diyorlar. İhlâs ve riya birbirinin mukabili olan iki kavram oluyor. İhlâs makbul, riya merdud, makbul değil.
Riyanın azı bile, az bir riya bile şirktir. Çünkü Allah’tan korkmuyor, âdetâ o gösterişle dikkatini çekmek istediği insandan korkuyor... Onun fikrine, alkışına veya teveccühüne itibar ediyor. Halbuki Allah’ın teveccühüne itibar etmesi lazımdı. Demek ki Allah’a şirk koşuyor.
Riya oldu mu, orada şirk vardır. Müslüman riyakâr olmayacak; halis, muhlis olacak. Sırf Allah rızası için yapacak yaptığı işi... Riyadan kaçınmak, ihlâslı olmak, amelleri, ibadetleri, her yaptığı işi sırf Allah rızası için yapmak; bu önemli bir şey! Onun için bizim büyüklerimiz buyurmuşlar ki;
الهي انت مقصودي ورضاك مطلوبي
İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî.
“Yâ Rabbi, benim maksudum sensin; ben her yaptığım işi senin rızanı kazanmak için yapıyorum...”
Bu çok önemli bir şey! Hepinizin evinde bu levhanın olması lazım! Yakasında bir rozet takılı olsa iyi olur.
إِنَّ يَوْمَ الِاثْنَيْنِ وَالْخَمِيسِ يَغْفِرُ اللهُ فِيهِما لِكُلِّ مُسْلِمٍ، إِلَّا مُهْتَجِرَيْنِ. يَقُولُ: دَعْهُمَا حَتَّى يُصْلِحَا
İnne yevme’l-isneyni ve’l-hamîs yağfirullâhu fîhimâ li-külli müslimin illâ mühtecireyni yekûlü da’hümâ hattâ yaslihâ. [4]
İbn Mâce Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten nakleylemiş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
“Muhakkak ki yevme’l-isneyni ve’l-hamîs. “Pazartesi ve perşembe günü” Yağfirullâhu. “Allah mağfiret eder” fîhimâ. “Pazartesi perşembe gününde” li-külli müslimin “her müslümanı.”
Pazartesi perşembe günleri müslümanların mağfiret günüdür. Hatta Peygamber Efendimiz Pazartesi ve Perşembe günlerinde oruç tutarmış da, oruç tutuşunun da sebebini izah ederken; “Bugünlerde kulların amelleri Cenâb-ı Hakk’ın dergâhına arz olunur. Ben amellerimin arzolunduğu vakit oruçlu olmayı tercih ediyorum da, ondan oruç tutuyorum.” buyururmuş.
O bakımdan bu günlerde oruç tutmak da iyidir. Çünkü oruçluyu Allah sever, mükâfatı da bol olur, bağışlar. Demek ki pazartesi perşembe kulların bağışlandığı günler imiş. Bunları bilelim, sevinelim; mümkünse pazartesi perşembe oruçlarını tutalım!
Oruç çok güzel bir ibadet; hem insana sağlık kazandırıyor hem de kalbini nurlandırıyor. Her yönden gayet faydalı bir şey. Allahu Teâlâ hazretleri oruçluya bi-gayri hisâb mükâfat veriyor. O mükâfatları da kazanmak için, almak için başka hadislere de dayanarak oruçlu olmayı ben şahsen tavsiye ediyorum.
Peygamber Efendimiz burada bir noktaya işaret ediyor:
“Her müslümanı mağfiret eder de,” İllâ mühtecireyn. “Birbirinden küsüp, alâkayı kesip uzaklaşmış iki müslümanı affetmez!” buyuruyor.
“Dargınları affetmez.” demek. Arası açık olup da birbirinden uzaklaşmış, küsmüş, darılmış müslümanları affetmez.
Ne der?
Yekûlü: Da’hümâ ““Buyurur ki: Ey bunların mağfiretini yazan vazifeli melek, bu ikisini bırak, yazma bunların mağfiretini!” Hattâ yaslehâ. Cenâb-ı Hak: “Bunlar sulh oluncaya kadar, birbirleri ile el uzatıp barışıncaya kadar bunları bırak!” der.
Demek ki pazartesi, perşembe müslümanların af günüdür, Allah tarafından mağfiret olunma günüdür; Allah mağfiret eder. Biz de oruç tutarak, bu mağfireti kazanmak için biraz daha kendimize çeki düzen vermiş olalım!
Amma dargın olanları affetmez. Dargın olanlar için Allahu Teâlâ hazretleri: “Bunları bırakın, bunları affetmiyorum! Bunları çıkartın affedileceklerin listesinden!” diye ayırtır.
O halde ne yapmamız lazım?
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Dargınsak, dargın olduğumuz kimselerle dargınlığımızı düşünelim, gidelim, el uzatalım, barışalım, bu dargınlıkları bir kenara atalım!
“Hocam, ben barışmak istiyorum, adam suratını çeviriyor, benimle barışmıyor!”
Sen barışmak istiyorsan, el uzatıyorsan; sen kurtulursun. O suratını çeviriyorsa, elini uzatmıyorsa sorumluluk ona kalır. Ama sen, “Ben Allah rızası için dargınlıktan vazgeçiyorum, hadîs-i şerîfi duydum, Es’ad Hocam okudu, ben de dinledim. Allah rızası için dargınlığı bırakmaya geldim, barışma teklif ediyorum. Senin yanına bunun için geldim.” dersin. Kabul ederse, eder; etmezse, sorumluluk ona gider, sen paçayı kurtarmış olursun.
Allahu Teâlâ hazretleri nefislerimizi yenip Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun hareket etmeyi her yerde, hepimize, her zaman nasip eylesin... Allah dünya ve âhirette bildiğimiz, bilmediğimiz her türlü hayırlara, sizleri ve bizleri, sevdiklerimizle beraber erdirsin, mesut ve bahtiyar eylesin...
Aziz ve sevgili izleyiciler ve dinleyiciler.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!..
[1] Abd b. Humeyd, Müsnedü’ş-Şihâb, II, 199, r. 1179; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, III, 392, r. 1859; Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, II, 198, r. 1178; Ali el-Muttakî, Kenzu’l-ummâl, I, 545, r. 2441; XV, 549, r. 42130; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, VIII, 197; Hatîb, Târîhu Bağdâd, XII, 369; İbn Adî, el-Kâmil, I, 419; Harâitî, İ’tilâlü’l-kulûb, I, 33, r. 50; Gümüşhânevî, Râmûz, 134, r. 1.
[2] Yahya Kemal, Rubâîler, s. 36.
[3] İbn Mâce, “Fiten”, 16, r. 3989; Hâkim, el-Müstedrek, I, 44, r. 4; IV, 364, r. 7933; Beyhakî, Şuabu’l-îmân, IX, 141, r. 6393; Tahâvî, Şerhu müşkili’l-âsâr, V, 48, r. 1798; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XX, 153, r. 321; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 145, r. 7112; Taberânî, el-Mu’cemü s-sagîr, II, 122, r. 892; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ, I, 5; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-sahâbe, V, 2437, r. 5960; Gümüşhânevî, Râmûz, 134, r. 4.
[4] İbn Mâce, “Sıyâm”, 42, r. 1740; Ahmed b. Hanbel, II, 329, r. 8361; 268, r. 7639; Ma’mer, el-Câmi’, XI, 168, r. 20226; İbn Hibbân, Sahîh, XII, 479, r. 5663; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 21, r. 7037; Ali el-Muttakî, Kenzu’l-ummâl, IX, 33, r. 24792; Gümüşhânevî, Râmûz, 134, r. 5.