Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, bize Allah'ın rahmetidir. Allah
rahmet olarak göndermiştir Peygamber Efendimizi.
Ve Kur'an-ı Kerîm'de; Bismillâhirrahmânirrahîm.
Kul in küntüm tuhibbûnallâhe fe’t-tebi’ûnî yuhbibkümullah. [1] buyurmuştur.
Çünkü; bazı kimseler biz Allah'a inanıyoruz, biz Allah'ı seviyoruz gibi sözler söylüyorlar. Allah'ı seviyorsanız; o zaman elçisine, elçisi olan Muhammed'i Mustafa'ya tâbi olun. Çünkü onu elçi olarak gönderen de O. Size bir şeyleri öğretmek için vazifelendiren O. Size acıdığı için, merhamet ettiği için cahil kalıp, gafil kalıp da dünya hayatını yanlış geçirip de ahirette feci bir duruma düşmemeniz için, hakkı batılı öğretmek, cennetin cehennemin yolunu göstermek için gönderen, Allah. İnsan cennete gitmek istiyorsa, Resûlullah’a uyuyacak. Cehennemden kurtulmak istiyorsa gene Resûlullah'a uyacak.
Allah'ı seviyorum der de bir insan Allah'ın gönderdiği, âlemlere rahmet olarak gönderdiği, emirlerini, yasaklarını insanlara tebliğ etsin, diye gönderdiği zatı tanımamak olur mu?
Ona uymamak olur mu, düşünülebilir mi?
Onun için Peygamber Efendimizin, bir hadis-i şerifinde buyuruluyor ki; Musa aleyhisselam, sağ olsaydı bu devirde, onun yaşadığı devirde, o da bana tâbi olurdu. Tabi İsa aleyhisselam, sağ olsaydı o da öyle. Yani İsa aleyhisselamın karşılaşması mümkün olsaydı. Zaten bazı rivayetler var. Âhir zamanda, nuzûlü İsâ mevzuunda. Peygamber Efendimizin ahkâmına tâbi olacağına dair.
Demek ki hepimizin, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme hüsn ü ittibâ eylememiz gerekiyor.
Açılan sayfada da Efendimizin âdetleri nasıldı, ne yapardı, nasıl dua ederdi, nasıl hareket ederdi, neyi severdi? Hayatı bizim için örnek olduğundan iyi, bu sayfalar çıktı. Biz de Efendimizin, bazı özelliklerini öğrenelim.
Kâne izâ eftara. Peygamber Efendimiz oruçluyken, iftar edince, yemek yemeye oturunca derdi ki; Kâle, buyururdu ki;
كَانَ إِذَا أَفْطَرَ قَالَ: الْحَمْدُ للهِ الَّذِي أَعَانَنِي فَصُمْتُ، وَرَزَقَنِي فَأَفْطَرْتُ. ابْنُ السُّنِّيِّ هب عَنْ مُعَاذٍ.
Elhamdülillahillezî e’ânenî fe-sumtü ve razekanî fe-eftartü.
“O Allah'a hamd ü senalar olsun ki, bana yardım etti de orucu öyle tutabildim. “
Yani oruç tutmak da yine Allah'ın verdiği güç ve kuvvet ve yardımla ve imkanla
olabiliyor.
Ve razekanî fe-eftartü. “Rızkımı da gönderdi de akşamleyin orucumu açabildim.” Diye, dua ederdi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin hayatı; gününü nasıl geçirdiği incelenecek olursa muhterem kardeşlerim, sabahtan akşama, geceden gündüze işinin hep Allah celle celalühü ile olduğu görülür. Her zaman dua ettiği görülür. Her şeyde Allahu Teâlâ hazretlerinin, tecellisini müşahede ettiği görülür, öğrenilir Resûlullah’a bakıldığı zaman.
Şimdi bakın oruç tutuyor akşama kadar. Akşamleyin diyor ki; Sana hamdolsun ya Rabbi ki Sen bana yardım ettin de orucu senin sayende tutabildim. Ne güzel!
Allah imkân vermese, oruç tutabilir mi herkes?
Tut oruç diyorsun.
Diyor ki midemde gastrit var, ülser var. Tutarsam midem delinir, asit artar, ağrı olur, sızı olur.
Bak işte nasip etmiyor, Allah. Nasip etmeyince tutamıyor. Veya miden bulansa, kussan oruç gider. Yine tutamazsın. Veyahut daha başka şekillerde olabilir.
Demek ki lâ havle an ma’siyetillahi illâ bi-ısmetillahi ve lâ kuvvete alâ tâ’tillahi illâ bi’t-tevfîkıllahi. Günahtan dönmek ve ibadete güç kuvvet bulmak da Allah'ın bir ikramıdır, Allah'ın nasip etmesidir. Onu anlatıyor Efendimiz ve hamd ediyor.
Şimdi insan; hani farkı fark etmek, diye bir söz var ya. İyiliği fark edebilmeli insan. Başkasına verilmemiş bir şey ona verilmiş. E o zaman teşekkür etmesi lazım. Anlamalı yani, kendisine yapılan özel muameleyi kavramalı ve anlamalı. Afrika'daki birtakım insanlar açlıktan, derileri kemiklerine yapışıyorken, gözleri çukura kaçıyorken, bir deri bir kemik kalıpta çocuk ölüyorken, hayvanlar ölüyorken ve otlar sararıyorken, bizim burada yemekten göbeğimizin şişmesi bir özel durum işte. O halde; hamd etmemiz lazım, şükretmemiz lazım.
E hamdın, şükrün de aslı nedir?
Şükür nasıldır, diye sormuşlar. Bir evliya, büyük zat soruyor, bir küçük evliya cevap veriyor. Diyor ki;
Allah'ın nimetlerini yiyip de ona asi gelmemek. Şükür, sofradan kalkıp da ‘çok şükür ya Rabbi!’ demek değil diyor.
Ya nedir?
O nimetle, günah işlememektir.
Hem Allah'ın nimetini ye karnını doyur, hem de ondan sonra git günah işle, olur mu?
Ters olur. O zaman şükür olmaz.
Asıl şükür, o nimeti yiyip de Allah'a ibadet etmektir.
Onun için ezîbû ta’âmeküm bi-zikrillahi buyurdu, Peygamber Efendimiz.
Yani “yemek yediniz mi zikrullah ile taamınızı eritin.”
Of midem şişti ,maden suyu getirin, gazoz getirin, bilmem ne getir midem erisin.
Zikret be mübarek, zikret bak nasıl erir. Biraz şöyle yarım saat, kırk beş dakika zikrettin mi bir şeyin kalmaz.
Ezîbû ta’âmeküm bi-zikrillahi.
Oruç tutmak, Allah'ın lütfuyla.
Muhterem kardeşlerim,
Bir de işin şu tarafı var. Allah bazı kimseye, namaz kılmayı nasip etmiyor. Gelmiyor camiye. Ezan okunuyor, bacak bacak üstüne atıyor, dışarıda duruyor gelmiyor.
Şimdi bir köleyle, bir efendi gidiyorlarmış yolda. Ezan okunmuş, köle efendisine demiş ki; ezan okunuyor. Müsaade edin. Sen benim efendimsin, ben köleyim. Müsaade et, içeri gireyim namaz kılayım. Evet peki, kıl bakalım demiş. O dışarıda böyle bir o tarafa, bir o tarafa yürüyor, geliyor, gidiyor filan. O da içeride namaz kılıyor. Sıkılmış beyzade, dışarıda kölesini beklemekten. Kapıdan seslenmiş, demiş ki, “hey! Ya ne oluyor, niye çıkmıyorsun dışarıya?” Hadi artık gelsene falan gibilerden.
O da oradan zarif bir cevap vermiş, güzel hoşuma gidiyor. Seni içeriye sokmayan Mevla, beni de dışarı bırakıyor demiş. Seni içeriye sokmayan Mevla, beni de dışarıya bırakmıyor.
Bak ona nasip etmiyor, o içeri giremiyor. Ötekisine nasip etmiş, canı çıkmak istemiyor.
el-Mü’minü fi’l-mescidi ke’s-semekü fi’l-mâi demişler. Benzetme. Benzetilince bir şey kolay anlaşılıyor.
Mümin mescitte neye benzer?
Balığın içinde suya benzer.
Neden?
Keyifli keyifli bir o tarafa bir o tarafa yüzer, balık suyun içinde.
Ve’l-münâfiku fi’l-mescidi ke’t-tayri fi’l-kafesi.
Münafık mescitte neye benzer?
Kafesin içindeki kuşa benzer.
Şimdi balığı, sudan çıkartırsan çırpınır, ölme derecesine gelir. Çırpınır çırpınır ölme derecesine gelir. Kuş da kafesin kapısını biraz açık gördü mü, pırrr dışarıya kaçar. Yani münafık gözü dışarıda,, içeride durmak istemiyor. Başka insanların zoruyla gelmiş oraya.
وَاِذَا قَامُٓوا اِلَى الصَّلٰوةِ قَامُوا كُسَالٰىۙ يُرَٓاؤُ۫نَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللّٰهَ اِلَّا قَل۪يلًاۘ
…Ve izâ kâmû ile’s-salâti kâmû kusâlâ yurâûne’n-nâse… [2] Namaza kalktıklarında, safların arasında kalktıkları zaman sallana sallana kalkarlar, tembel tembel kılarlar. İnsanlardan korktukları için kılarlar. Riya için kılarlar, onlara göstermek için kılarlar. Münafığın hâli o.
Tabi kafesin içindeki kuş gibi, açık bulsa kapıyı pırrr kaçar gider. Ama mümin öyle değil. Caminin içinde, suyun içindeki balık gibi keyiflenir, dışarı çıksa çırpınır. Dışarı çıksa camiyi gözler.
Ve racülün kalbühû mu’allakun bi’l-mesâcidi. Mahşer günü, arş-ı alanın gölgesinde bazı mübarekler gölgelenecek.
Kimler?
Aklı fikri mescitte olan, ibadet âşıkları. Onu da anlat. Gel bakalım sen madem benim ibadetimi, zikrimi, mescidimi bu kadar seviyordun, şu Arş-ı alanın gölgesinde otur bakalım şimdi nurdan minberlerin üstüne. İnsanlar korkuyor ama sen rahat et şurada. İstirahat et. Güneş başına geçmesin, sıkıntı çekmesin diye onlara iltifat edecek Allah mescidi seviyor, ibadete seviyor diye.
Şimdi Allah bir insanı camiye sokmuyorsa, o adamın ağlaması lazım. Aklı varsa ağlaması lazım.
Neden?
Allah, beni niye huzuruna kabul etmiyor, demesi lazım. Bir insan da camiye gelebilmişse Allah'a hamd etmesi lazım. Ya Rabbi! Nasip ettin de evine beni kabul ettin, demesi lazım.
Bu ev kimin?
Allah’ın. Cami Allah'ın evi. Allah'ın evleridir camiler. Mescitler, Allah'ın evleridir.
Peki mescidin içindeki sizler, bizler, namaz kılanlar nedir?
Eve giren misafir.
Biz misafiriyiz, Allahu Teâlâ hazretlerinin.
Her ev sahibi misafire ikramda bulunmaz mı?
Bulunur.
Efendimiz soruyor bu soruyu.
Her ev sahibinin boynuna haktır, vazifedir ev sahibi olarak misafire ikramda bulunmak.
Elhamdülillah. Tabi biz buraya gelince Allah sevapları yazacak, günahları silecek, duaları kabul edecek, dereceleri yükseltecek. Nice nice ikramlarda bulunacak.
E buraya gelebilmek bir nimet. Oruç tutabilmek, bir nimet. Bazı insan tutamıyor. Yani sağlam da turp gibi maşallah, kırmızı turp gibi.
Sağlam ama oruç tutamıyor.
Neden?
Nasip etmiyor Allah.
Bazı insan dalalette, bazı insan hidayette.
Neden?
Hidayeti bulan, cennete girecek de Allah onu sevdiğinden onu hidayet üzere etmiş. Ötekisini sevmiyor da onu dalalette bırakmış. Cennetime gelmesin karşıma, cehennemde yansın diye.
Onun için insan camiye gelemiyorsa ağlamalı, oruç tutamıyorsa ağlamalı, tesbih çekemiyorsa ağlamalı, hacca gidemiyorsa ağlamalı, inanamıyorsa ağlamalı. Nedir benim bu kalbimin karalığı, katılığı, nedir benim bu hâlim ki bunlar bana nasip olmuyor diye düşünmeli.
Nasip olmuyorsa, mutlaka bir suçu vardır da ondan. Hatta, hatta akşam bir günah işleyin sabah namazına gelemezsiniz. Bir edepsizlik yapın sabah namazına gelemezsiniz, ceza olarak. Akşam yaptığı sohbette, yaptığı bir gıybetten, bir günahtan sabah namazını Allah nasip etmez insana. Ceza var.
Onun için bak ne güzel söylemiş, Efendimiz iftar ettiği zaman, bana yardım etti de oruç tuttum. Onun için Allah'a hamd u senalar olsun diyor. İbadete kuvvetin de Allah'tan olduğunu biliyor. Her şeyin Allah'tan olduğunu biliyor ve bildiriyor bize, biz de bilelim diye. Biz de bilelim ki her şey Allah'tandır ve iyi bir şeyse hamd edelim. Efendimiz hamd etmiş. Şükredelim. Edepli, şükürlü, böyle bir terbiyeli kul olalım. Eğer aksiyse ağlayalım.
Ne diyor şair?
İlâhî abdüke’l-âsî etâke
Mukırran bi’z-zenbi ve kad de’âke
Fe-in tağfir fe-ente ehlü li-zâkâ.
Ve in tatrub fe-men yerham sivâkâ.
Ya Rabbi asi kulum ben, huzuruna geldim. Geldim senin huzuruna ya Rabbi! Günahımı da itiraf ediyorum, suçluyum, günahkârım, sana layık kulluk edemedim. Günahım çok, kabahatim çok, boynum bükük, affına geldim.
Fe-in tağfir fe-ente ehlü li-zâkâ. Affedersen, affetmek senin şânındandır. Sen affedicisin. Başkası affedemez, affetmek senin işindir. Yapabilir, yaparsan yaparsın. Amma,
Ve in tatrub. “Defol!” diye kapından kovarsan, ben hangi kapıya gideyim?
Fe-men yerham sivâkâ. Beni senden başka kim merhamet edecek de kucak açacak da koruyacak, himaye edecek?
Ne güzel söylemiş.
Allah'ın dergahından, kapısından başka kapımız var mı muhterem kardeşlerim?
Başka hangi kapıya gideriz kovulsak?
Allah saklasın, Allah etmesin. Allah yardım etsin.
Allah zikrinde, şükründe, hüsn ü ibadetinde bize yardım etsin Rabbımız.
Öyle dua ediyor, ettiriyor Peygamber Efendimiz.
Allahümme e’ınnî alâ edâi zikrike ve şükrike ve husni ibadetik.
Ya Rabbi! Bana yardım et.
Ne hususta?
Alâ edâi zikrike. Seni zikretmek, hatırımda tutmak; dilimle, kalbimle, aklımla, fikrimle, hep seni düşünmek, seni anmak hususunda.
Çünkü zikir çok sevap. Çok sevap!
Bir kez Allah dese aşk ile lisan,
Dökülür cümle günah misl ü hazan.
Ne güzel!
Bir aşk ile severek Allah diyor, sapır sapır günahlar dökülüyor. Ne güzel, ne kıymetli!
Bir kere Allah diyor, yetmiş bin misli sevap veriyor. Bir içinden Allah diyor, kimse görmeden bilmeden, kalbinden.
Bir adamcağız geldi bana, Hızır mıydı neydi bilmiyorum. Evladım diyor bana, bak diyor kalbini böyle çalıştır diyor: Allah, Allah, Allah…. Demek kalbi o hızla çalışıyor. Allah diyor o hızla. Tabi böyle yavaş yavaş Allah Allah Allah… demek var. O böyle hızlı hızlı yapıyor: Allah Allah Allah Allah Allah… İnsanın kalbi böyle hızlı hızlı Allah Allah Allah… çalışırsa bir seferinde dört milyon dokuz yüz bin sevap var. Dört milyon dokuz yüz bin misli.
E öyle saniyede o kadar hızlı frekansla, Allah Allah derse o ne olur?
Hızır mıydı neydi bilmiyorum. Adam öyle söylüyor mübarek.
Zikir, e’ınnî alâ edâi zikrike ve şükrike. Şükrüne de yardım et Ya Rabbi! Sıhhat vermişsin, afiyet vermişsin, çoluk çocuk vermişsin, hava güzeldi, karnımız doydu. Elhamdülillah başımız dinç, harp yok darp yok. Ermeni saldırmadı, sırp kesmiyor değil mi? Elhamdülillah.
Şükründe de yardım et. Ve husni ibadetik. “Sana güzel kulluk etmek, hususunda da bana yardım et.” diye bu duayı da öğreten yine Peygamber Efendimiz.
Ne güzel!
Kâne izâ eftara kâle. İftar ederken derdi ki, O Allah’a hamdolsun ki bana yardım etti de oruç tutabildim.
“Ey ben oruç tuttum!” diye bazısı böbürlenir, ortalıkta dolaşır.
Birisi kenarda namaz kılıyormuş böyle. Ötekiler bakmışlar, ya Rabbi, şu adama bak, ne kadar güzel namaz kılıyor, tadili erkan ile. Namazı bitirmiş, güleceğim geliyor, es-Selâmü aleyküm ve rahmetullahi, es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi. Hem de oruçluyum demiş. Yani hem namazı öyle güzel kılıyor, hem de oruçluyum demiş bir de. Yani övünüyor.
Ama Peygamber Efendimiz övünmüyor. Bak, Allah yardım etti de oruç tuttum diyor.
Çünkü yardım etmese tutamazsın. Onu biliyor.
Sonra ne ikinci güzel sözü ne?
Ve razekanî fe-eftartü. “Rızık verdi de iftar ettim.”
Ya rızık vermeseydi?
Akşam da açtın, gece de açtın, ertesi sabah da açtın. Daha sonraki sabah da açtın.
Evliyadan birisinin hayatını okuyorum. Mübarek ismini hatırlayamayacağım şu anda ama, hacca gidiyormuş, bir şehre gelmiş. Girmiş mescide, oturmuş. Eh cemaatle namaz kılmış millet, gitmiş, o oturuyor. Yine ezan okunmuş, yine gelmişler adam oturuyor. Yine gitmişler, yine gelmişler, yine gitmişler yine gelmişler... Neden sonra adamın birisinin aklına gelmiş; ya bu mübarek adam biz camiden çıkıyoruz çıkmıyor. Biz camiye geliyoruz, caminin içinde. Bu adam ne yer ne içer diye aklına gelmiş bir akıllının.
Nihayet demişler ki, selamünaleyküm ya yabancı. Sen kimsin, neyin nesisin? Ya kaç gündür sen buradasın.
Yedi gün durmuş. Yedi gün mescitte durmuş. Adamlar yemeye yemeye uçacak hâle gelmişler demek. Yedi gün hiç yemeden durmuş orada. Haftada bir gün abdest alanlar var Harem-i şerifte. Hem de haremin içinde, abdest bozmuyor terbiyesinden. Harem-i şerifin hudutları yani umre için dışarı çıkılıyor ya. O hudutların dışına gidiyor, orada abdest alıyor, içeri giriyor. Demek uyku da uymuyor mübarek. Dışarı da çıkmıyor, yemek yemiyor. Yemek de yemiyor. Kuş gibi, tüy gibi insanlarmış demek ki.
Yedi gün orada durmuş, oturmuş, kalkmış namaz kılmış mescitte. Yedi gün sonra ayıkmışlar ahali. Ya sen yemek yemiyorsun filan demişler. Eh öyle demiş. Hadi buyur sofraya. Eh, davete icabet etmiş filan.
Rızık gelince iftar eder insan. Rızık gelmeyince ne yapacak?
O zaman durur.
Yine evliyanın birisi gitmiş, Mescid-i Nebevi'ye. Ziyaret etmiş Medine'yi ama karnı aç. Bakkal yok, kasap yok, tanıdık yok, cebinde de para yok. Tevekkül etmiş, çıkmış yola. Acıkmış, takati kesilmiş. Kime arz etsin derdini? Demiş ki, gözünü kapatmış;
Ya Resûlullah! Ben senin şehrini ziyarete geldim. Karnım aç. Burada tanıdığım senden başka kimse de yok demiş. Mescid-i Nebevî’de Peygamber Efendimiz türbesinde ama Peygamberler kabirlerinde diridirler. O öyle gözünü kapatmış, böyle demiş ve açlıktan uykusu gelmiş şöyle uyuklamış. Biraz sonra omuzuna birisi eliyle vuruyor. Bakmış, o eliyle vuran şahıs demiş ki, sen misin bizi dedemize şikâyet eden?
Buyur. Bir tepsi yemek getirmiş.
O da Peygamber Efendimizin sülalesinden bir mübarekmiş, seyyidlerden.
Demek ki Resûlullah Efendimize o hâlini arz edince, karnım acıktı ya Resûlullah, senden başka tanıdığım yok deyince, Resûlullah Efendimiz de torunlarından birisinin rüyasına girmiş demek ki. Mescidimde benim aşıklarım biri var, ümmetimden bir filanca var, git onun karnı doyur diye. Tepsiyi hazırlamış gelmiş, sen misin bizi dedemize şikâyet eden? Buyur. Yemek getirmiş.
Yani rızkı veren Allah, vermese ne yapacağız?
İbadete kuvveti veren Allah, vermese ne yapacağız?
Bizim aklımızı çelse, şeytana uysak, yalan yollara gitsek…
Onlara söylüyorsun, İslam'a gel diyorsun, gidiyor. Ya, o adam diyor, dünyadan zevkten bir şey anlamıyor diyor. O bize acıyor, biz ona acıyoruz. Takmış kafayı diyor. Dertlerim çok diyorsun. Ya kafayı oynatırız, sakın olma diyor. Namaz kıl diyorsun, bu kadar Müslüman olma diyor bana. Sanki fazla Müslümanlık, zarar verirmiş gibi. O bize acıyor yani. Biz ona daha çok acıyoruz, Allah ona hidayet versin diye. Böyle gidiyor.
Allah, bizi nimetlerinde daim etsin. İbadetine, kuvvet versin. Rızkını kesmesin; kusurumuzdan, günahımızdan, hatamızdan dolayı.
Yine bir hadis, diğer âdetini okuyalım. Sayfa öyle açıldığı için oradan açılmış sohbet,
biz de oradan devam ediyoruz ne yapalım.
كَانَ إِذَا أَفْطَرَ عِنْدَ قَوْمٍ قَالَ: أَفْطَرَ عِنْدَكُمُ الصَّائِمُونَ، وَأَكَلَ طَعَامَكُمُ الْأَبْرَارُ، وَتَنَزَّلَتْ عَلَيْكُمُ الْـمَلَائِكَةُ. حم ق عَنْ أَنَسٍ.
Kâne izâ eftara inde kavmin kâle eftara ındekümü’s-sâimûne ve ekele ta’âmekümü’l-ebrâru ve tenezzelet aleykümü’l-melâiketü.
Ahmet İbn Hanbel, Enes radıyallahu anh’ten rivayet etmiş.
Kâne izâ eftara inde kavmin. Bir kavmin, davetlisi olarak yanlarına gidip de yanlarında iftar ederse Peygamber Efendimiz şöyle dua ederdi.
Ne derdi?
Eftara ındekümü’s-sâimûne. Sizin yanınızda oruçlular iftar etti. Veyahut oruçlular, iftar etsin.
Mazisi sigası Arapça'da dua manasına da gelir. Mesela rahimehullah, Allah ona rahmet etti. Radıyallahu anhu, Allah ondan razı oldu değil, Allah ondan razı olsun. Allah ona rahmet etsin manasına gelir.
Mazi sığası ama dua makamında inşâî olarak kullanılır. Burada da öyle olmuş olması lazım.
Derdi ki; sizinle sofranızda oruçlular iftar etsin.
Ve bu duanın faydası ne?
Faydası şu; senin sofranda, bir oruçlu iftar ederse, oruçlunun sevabından hiçbir şey eksilmeden, bir misli sevaba da sana verilir, velev bir hurma ile bile iftar ettirse.
Onun için bazen açık gözler, Ramazan'da alıyor yanına hurmayı cemaate tık tık tık tık birer tane hurma veriyor, hepsinin sevabını dolduruyor torbasına, kazanıyor açık göz. Yani iftar ettiriyor az bir şeyle.
Eftara ındekümü’s-sâimûne.
Senin hanende oruçlular iftar etsin, ne demek?
Oruçluların sevabını Allah sana versin.
Sonra?
Ve ekele ta’âmekümü’l-ebrâru. Allah'ın has, ebrâr kulları, iyi kulları senin sofranda yemek yesin.
Neden?
Eh, onların duası makbuldür. El açarlar, dua ederler, senin dünyan ve ahiretin hayra döner.
İyi insanların duası güzel şey, kazanılacak bir şey tabi. İnsan babasının duasını alır,
annesinin duasını alır, hocasının duasını alır, iki cihan saadetine erer. Bedduasını alır, iki cihan bedbahtı olur, mahvolur. Benim çektiğim babama ettiğimdendir, anamın bedduasındandır diye [duyarsınız].
Şimdi bizim köyde birisi, birisinin tarlasını marlasını muhtarlığı sırasında haksızlık etmiş, almış. Malında bir eksiklik gelmiş. Şimdi o, ona dua ediyor; iki gözün çıksın. Gözlerin önüne aksın. Beddua etmek iyi değil ama şimdi bu beddua ediyor kadın, ediyormuş. O da âmin, âmin diyormuş. Köpeğin duası kabul olsa, gökten kemik yağar diyormuş ona cevap olarak.
Âmin diyor bir taraftan, dedem duymuş içerden, çıkmış dışarıya azarlamış. Kadın beddua ediyor, bedduayla alay mı ediyorsunuz?
Ne öyle beddua edilir, ne de böyle âmin, âmin denilir. Ne bu yaptığınız diye, azarlamış. Sayarlar dedemi tabi bir şey dememişler ama ben o şahsın iki gözünün kör olduğunu, önüne aktığını gördüm.
Dua ve beddua işte böyle.
Onun için iyilerin, duasını almak iyi bir şey. İyilerin, kötü duası yani bedduasına uğramak da fena bir şey. Ahını almak, diyelim veyahut. Mazlumun ahını almak. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste. Kimsenin ahını almamak lazım.
Sonra nasıl dua edermiş?
Sofranızda oruçlular iftar etsin. Yemeklerinizi iyi kimseler yesin.
Ve tenezzelet aleykümü’l-melâiketü. Ve melekler size insin.
Size, tabi melekler indiği zaman rahmet müjdelerler, rahmet getirirler. Hayırlar feth olur şerler def olur.
Bu manada başka rivayetlerde, bir cümle daha vardır ilave olarak.
Ve zekerakümüllahu fî men ındehû. Allah, sizi nefs-i idaresindeki mukarreb meleklerine zikreylesin, meth eylesin diye de bir duası, bir cümlesi daha vardır.
Eh, Peygamber Efendimizin duasıdır. Biz de defterimize yazarız, ezberleriz. Bir kavme gidip de bir insanın evine gidip de misafir olduğumuz zaman, hadi duayı sen yap deyince, Efendimizin duasını yaparız. Duanın en güzeli Peygamber Efendimizin duasıdır. Ezberleyelim.
Ne buyururmuş?
Eftara ındekümü’s-sâimûne ve ekele ta’âmekümü’l-ebrâru ve tenezzelet aleykümü’l-melâiketü.
Üç cümle. Peygamber Efendimizin, koca koca hadislerini duyarlarmış mübarek sahabe-i kiram, ondan sonra da bize rivayet etmişler.
Biz bu üç cümleyi hatırımızda tutamayacak mıyız?
Düşünün bakalım kaç cümlesi kaldı aklımızda.
Eftara ındekümü’s-sâimûne ve ekele ta’âmekümü’l-ebrâru ve tenezzelet aleykümü’l-melâiketü.
Üç cümle. Geçiyoruz öbür hadis-i şerife, altta.
كَانَ إِذَا أَكَلَ لَمْ تَعْدُ أَصَابِعُهُ مَا بَيْنَ يَدَيْهِ. خ فِي "التَّارِيخِ" عَنْ جَعْفَرِ بْنِ أَبِي الْحَكَمِ مُرْسَلًا، أَبُو نُعَيْمٍ عَنْهُ، طب عَنِ الْحَكَمِ بْنِ عَمْرٍو.
Kâne izâ ekele lem ta’dü esâbi’uhû mâ beyne yedeyhi.
“Yemek yediği zaman, parmakları sofrada, çanakta, tabakta kendi önünden ileriye geçmezdi.”
Yani önünden yerdi demek. Başkasının önüne, oraya buraya hemen böyle uzanarak değil de kibar kibar tabağın kendisine yakın olan, önündeki yerinden yerdi. Efendimizin âdeti böyleydi.
Peygamber Efendimizin ümmetî vâ ümmetî dediği gibi mi yani bilmiyoruz ama yani en son devrinde, en son anında şöyle Allah'ın razı olduğu bir kul olarak, sevdiği kul olarak râdiyeten, merdiyyeten şöyle ahirete intikal edip, Allah'ın cennetine girip, iltifatına ermeyi Allah cümlemize nasip etsin.
Bi-hürmeti esmâihi’l-hüsnâ ve habîbihi’l-müctebâ ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.