Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Bazı insanlar kendi ismiyle, bazı insanlar da babasının ismiyle tanınır; kendi ismi bilinmez. Mesela meşhur tabip İbnSînâ.
Ne demek?
"Sînâ'nın oğlu" demek. Kendi ismini pek çok kimse bilmez. İbnSînâ'yı pek çok insan bilir de kendi isminin ne olduğunu bilmez. Baba ismiyle tanınmış; "Sînâ'nın oğlu." Böyle gelmiş böyle gidiyor. Onun için bunu bilmek lazım.
İbn kelimesi iki isim arasında olursa elifsiz yazılır; tek olursa başında bir elif yazılır. İki ismin arasında olursa, ibn kelimesinin ilk kelimesi i olmaz; kendinden önceki kelimenin son harekesi olur.
Bu ibareyi Arapça okumak gerekirse "el-Fudaylü'bnüİyâd" demek lazım. O zaman ibn olmaz. Baştaki bu i harfi kesin değildir; e olur, ü olur, i olabilir. İbn kelimesinin sonundaki de bazen i olmaz, baştaki neyse o olur; ü olur, e olur, i olur. Bunu herkesin bilmesi lazım.
Bazen bir şahsın künyesi olur. Mesela Peygamber Efendimiz'in künyesi, Kâsım isimli çocuğuna izafeten Ebu'l-Kâsım. Ebu'l-Kâsım, "Kâsım'ın babası" demek. Bazı insanlar da böyle künyeleriyle tanınmıştır, ismi bilinmez.
Mesela Ebu'l-Kâsım el-Kuşeyrî diyoruz. Onun künyesi de Ebu'l-Kâsım. er-Risâle isimli eserin müellifi. Öyle tanınmıştır. İbnSînâ'nın künyesi Ebû Ali'dir. Ebû Ali İbnSînâ. "Ali'nin babası, Sînâ'nın oğlu." demek ama kendi ismi arada yine yok. Bazen baba adıyla bazen oğul adıyla, çeşitli şekillerde tanınabiliyor.
Diyelim ki benim Selma diye bir kızım olsa bana Ebû Selma denilebilir. Ebû Selma, "Selma'nın babası" demek. Umumiyetle ilk çocukta böyle künye alırlar. Bazen şahıslar böyle tanınır. Bu kitabı yazan müellifin künyesi Ebû Abdurrahman'dır. Herhalde Abdurrahman diye bir çocuğu var. "Abdurrahman'ın babası" diye tanınıyor. Ebû Abdurrahman es-Sülemî diye tanınır.
Peygamber Efendimiz'in en faziletli sahabisi, cennetliklerden başta gelen kim?
Ebû Bekir.
Bak o künyedir, isim değildir. Demek ki insanın bir kendi ismi oluyor. Bir de bazen baba ismiyle tanınıyor bazen de evladının ismiyle tanınıyor.
Bazen de mevkiinden, makamından, başarısından dolayı verilmiş bir lakabı oluyor. Mesela Mesnevî'nin sahibi, Konya'da medfun olan Mevlânâ Celâleddin. Celâleddin isim değildir; "dinin celali" demek. Mesela komutansa seyfeddin derler; "dinin kılıcı" demek. Onu bunu vuruyor, orduları kesip biçiyor. Seyfeddin. Bazen böyle lakap olur; bazıları böyle tanınmıştır. Eski isimlerde böyle bir lakap varsa asıl ismini arayacaksınız. Künye varsa asıl ismini arayacaksınız. Baba ismi varsa asıl ismini arayacaksınız. Asıl isim ayrı.
Bir de nereli olduğunu bildiren bir şey bulunur. Mesela Sülemî. Bu kitabı yazan şahsın nisbesi. Nereye mensup, nereli. Benî Süleym kabilesine mensup olduğundan Sülemî denmiş. Celâleddin'e Anadolulu olduğu için Celâleddîn-i Rûmî denmiş. Çünkü İslâm âleminde tanınmış, Hindistan'da da, Orta Asya'da da her yerde tanınmış.
Hangi Celâleddîn?
Celâleddin Er-Rûmî, yani Anadolulu demek. Rum demek Anadolulu demek; yoksa Yunanlı demek değil.
Sonra; Sahih'i yazmış ve hadis konusunda en ileri mertebeye ulaşmış; imam unvanını almış kim var?
Buhârî var.
Kendi ismi ne?
İsmi başka ama Buhârî nisbesi Buharalı olduğunu gösteriyor. O isimle tanınmış. İmam Buhârî, "Buharalı İmam" diyoruz. İsmi, künyesi, lakabı yok. Sadece nereli olduğuyla tanınmış.
İmam Müslim diyoruz, Müslim kendi adıdır. Müslim b. Kuteybe'dir. Kendi ismiyle tanınmış. Arapça'da bir şahıs öz, kendi adıyla tanınmış olabilir; nereli olduğuyla, lakabıyla, baba adıyla, evlat adıyla tanınmış olabilir.
Mesela Ebû Bekir Muhammed bin Zekeriyya er-Râzî.
Bir şahıs. Bu kadar kalabalık isimli ama bir şahıs. İslâm âleminin meşhur kimyagerlerinden, çok büyük alimlerinden birisi. Ebû Bekir; künyesi. Muhammed; ismi. İbn Zekeriya; Zekeriya babasının adı. er-Râzî nereli olduğu...
Bazen böyle beşi birden zikredilir; tantanalı, mükellef, muazzam bir isim olur.
Burada bu bilgiyi verdik, bu bilgi lazım.Hatta bu bilgiyi belki bir makale halinde yazmamız gerekiyor. Çünkü bunu her zaman doğru yazmazlar, imlasının bir takım problemleri vardır. İslâmî neşriyata bakarsanız pek çok hata vardır.
el-Fudayl'übnüİyâd. "İyad'ın oğlu Fudayl." İsmi bu. elFudayl, minhümü'l-Fudaylü'bnüİyâd.
Minhüm diyor. Bu tabakada yirmi kişi var. Kitabın tamamında yüz kişi var. Minhüm "onlardan birisi." Birincisi ama sırayla hepsini sayacağı için onlardan birisi.
Minhümü'l-Fudaylü'bnüİyâdi'bniMes'ûdi'bniBişr et-Temîmîsümme'l-Yerbûî.
İsmi Fudayl'mış. elFudayl. Babasının adı İyâd imiş, onun babasının adı Mesud imiş, onun babasının yani dedesinin babasının adı Bişr imiş.
et-Temimî "Temim kabilesine mensup" demek. Demek ki Arap asıllıymış. Sümme'l-Yerbûî. Temim kabilesi içinde Yerbû oymağındanmış.
Horâsâniyyün. "Horasanlıdır."
Arap asıllı ama şimdiki Horasan'da. İran'ı geçeceksiniz, İran'ın kuzeyinde; şimdiki Orta Asya dediğimiz, hani beş tane Türk cumhuriyeti var, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan yani Horasan. Oradanmış.
Pekiyi bu Arap asıllı zât orada ne arıyor?
Ecdadı cihat için oraya gitti, oralara yerleştiler, hatta şehirler kurdular. Ahaliyi İslâmlaştırdılar, medreseler kurdular. Orası İslâm diyarı oldu. Çok büyük çalışma yaptılar. Ülkelerin sahnesini değiştirdiler, tarihini değiştirdiler; tarihin akışını, kültürleri, medeniyetleri değiştirdiler, yemyeşil, pırıl pırıl nuranî bir renge boyadılar. Oralar İslâm diyarı oldu.
Geçtiğimiz yaz Semerkant'a, Buhara'ya kadar gittik. İnsan hakikaten çok derin heyecana düşüyor ve çok güzel duygular içinde oluyor.
MinNâhiyetiMerv. "Merv nahiyesinden."
Horasan'da Merv isminde bir şehir var, Fudayl b. İyâd oralı.
Minkaryetin yükâlülehâ Fündin. "Merv şehrinin Fündin isimli köyünden."
[Kitabı] neşreden zât, Merv'in okunuşunun nasıl olduğunu, nerede bulunduğunu; enlemini, boylamını, nüfusunu, hangi şehre kaç fersah mesafede olduğunu uzun boylu, kaynak da göstererek izah etmiş. Yukarıda iki satırlık metnin kendisi varsa aşağıda on beş satırlık izahat var. Çok güzel hazırlamış. Hazırlandığı zaman eser böyle hazırlanmalı.
Kezâlike Zekerehû İbrahîmü'bnü'l-Eş'assâhibuhû fîmâahberanâbihî Yahye'bnüMuhammedini'l-İkrimîbi'l-Kûfe.
Ne dediğini tercüme edeceğim; kitabı yazanın ne kadar bilimsel çalıştığını anlayacaksınız.
Kezâlikezekerehûİbrahimü'bnü'l-Eş'as. "Eş'as oğlu İbrahim, şu bizim yukarıda sıraladığımız şekilde bunun ismini böyle zikretti."
Fudaylü'bnüİyâdi'bniMesudi'bniBişr et-TemîmîYerbûî diye böyle anlattı.
Sâhibuhû "Onun arkadaşıymış."
Fudayl b. İyâd'ın arkadaşıymış, onunla görüşen bir kimseymiş. Demek ki bilgileri salahiyetli bir yerden alıyor, ismini doğru tespit ediyor.
FîmâAhberanâbihîYahye'bnü Muhammed el-İkrimî. "Bu bilgiyi bize Muhammed oğlu Yahya el-İkrimî'nin haber verdiğine göre arkadaşı,sohbetdaşı olan İbrahim el-Eş'as ismini bu tarzda zikretti, Kûfe'de bu bilgiyi verdi." diyor, kaynağını gösteriyor.
Kâle: Semi'tü'l-Hüseyne'bne Muhammedeni'bni'l-Ferazdakabi-Mısrin. "Mısır'da Ferazdak oğlu Muhammed b. Hüseyin'i duydum ki; Kâlesemi'tüAhmede'bneHammûk. "O da Hammuk oğlu Ahmed'i duydum." dedi. Kâlesemi'tüNasre'bne'l-Hüseyn el-Buhârî. "O da Buharalı Hüseyin oğlu Nasr'dan duydum dedi." Kâlesemi'tüİbrâhimi'bni'l-Eş'asyezkürüzâlike. "Bu arkadaşı olan İbrahim b. Eş'as isminin böyle olduğunu zikrediyor." diyor.
Bu detayı her zaman zikretmem ama bu kitabı yazan insanın ne kadar titiz bir alim olduğunu; bilgiyi nasıl topladığını, hepsinin kaynağını nasıl verdiğini göstermiş olmak için okumuş oluyorum.
Ve zekera İbrâhîm'übnüŞemmâs. "Şemmâs oğlu İbrahim dedi ki;" Ennehûvülidebi-Semerkand. "Semerkant'ta doğdu." diye İbrahim b. Şemmas, Fudayl b. İyâd için "Semerkant'ta doğdu." demiş.
Bu zât kimmiş?
Ebû İshak İbrahimi'bniŞemmâs es-Semerkand. "Semerkantlı Şemmas oğlu İbrahim Ebû İshak."
Ebû İshak künyesi oluyor.
Nezîlü Bağdat. "Bağdat'a yerleşmiş." Yervî an İbn Mübarek. "İbnü'l-Mübârek'in bilgilerini bize nakletmiş bir alim." Ve yervî anhüAhmedi'bnüHanbel. "Ve bu zâttan, meşhur mezhep imamı, hadis alimi Ahmed b. Hanbel bilgi alır, rivayet eder." diye de zikrediyor.
İşte bu, Semerkant'ta doğduğunu söylemiş.
Ve neşeebi-Ebiverd. "Ebiverd şehrinde gelişti, yetişti." diye bilgi veriyor. Kezâlikesemi'tüAhmede'bne'l-Muhammedi'bniRumeyh. "Rumeyh oğlu Muhammed oğlu Ahmed'denEbiverd'de yetiştiğini, Semerkant'ta doğduğunu duydum. "
Yekûlüsemi'tüİbrâhîmNasred-Dabbîbi-Semerkand. "Semerkant'ta Dablı Nasroğlu İbrahim'in şöyle dediğini duydum." Semi'tüMuhammede'bneAliyyi'bni'l-Hasani'bniŞakîk. "Şakik oğlu, Hasan oğlu Ali b. Muhammed'den duydum." Yekûlu "Diyor ki:"
-Bu ayrıntıları okuyarak sizi her zaman sıkmayacağım ama ilk sayfalarda bunu belirtiyorum.-
Yekûlüİbrâhîmi'bniŞemmâs. "O meşhur İbrahim b. Şemmâs dedi ki: Kâlesemi'tü'l-Fudayle'bneİyâdinyekûlü. "Tercüme-i hâli anlatılan Fudayl'ı şöyle derken duydum. " Vülidtübi-Semerkand. "Ben Semerkant'ta doğmuşum." dedi.
Demek ki şahsın kendisi de Semerkant'ta doğduğunu söylemiş.
Neşe'tübi-Ebiver. "Ebiver şehrinde yetiştim, büyüdüm; tahsilim orada oldu. " Ve raeytübi-Semerkand aşreteâlâfin cevzetenbi-dirhem. Ve bunu anlatırken bir de hayatı ile ilgili enteresan bir cümle sarfetmiş. "Semerkant'ta doğmuşum, Ebiverd'de yetişmişim, Semerkant'ta on bin cevizin bir dirheme satıldığını gördüm." diyor.
Anadolu'da da bu hâlâ vardır. Cevizler, yumurtalar sayıyla satılır. "On bin tane cevizin bir dirheme satıldığını Semerkant'ta görmüşüm." diye bir de enteresan bir olay nakletmiş. Hani biz size şimdi; "125 kuruşa Aksaray çarşısından bir kilo et alırdık, üç kuruşa Bebek'ten tramvaya biner, Eminönü'ne kadar gelirdik." desek sizin hoşunuza gider.
Tabi bizden öncekiler bu kuruşlardan da aşağı şu kadar paraya, bu kadar paraya falan diyecekler. Bu da "On bin tane cevizin bir dirheme satıldığını Semerkant'ta gördüm." diyor. Demek çok bolluk, fevkalâde ucuzluk olmuş. Hem hayatını anlatıyor hem de "Biz bu günleri de görmüşüz." diye enteresan bir şey söylüyor.
Bu kitabı yazan şahıs bilgileri nereden aldığını bize gösteriyor. Bu sözü hangi şehirde, kimden duyduğunu, o şahsın kim olduğunu anlatıyor. Eserin kıymeti buradan geliyor. İlerde bu şahısların hayatı ile ilgili, sözleriyle ilgili rivayetler gelecek. Oradan tasavvufî bir takım konulara gireceğiz. Bu sözler birer atasözü gibi. Acaba böyle mi söyledi? Başka türlü mü söyledi? Bu alim böyle titiz bir alim; Bu bilgiyi böyle tespit ediyor. Nerede doğmuş? Kırk tane kişiye soruyor, kırk tane delil gösteriyor, kaynak gösteriyor. Bu bizim için de bir ders olmalı. Üniversitede çalışan genç kardeşlerimiz için, hepimiz için bir ders olmalı. Sözümüzün kaynağını gösterebilmeliyiz.
Ben Anadolu'da yetişmiş bir kardeşinizim. Üniversitede okudum, profesör oldum. Mesela bize veya herhangi bir hoca efendiye; "Namaz şöyle kılınacak. Neden?" diye sorulsa, biz ne deriz?
"Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslâm İlmihalinde böyle yazıyor." deriz. Tamam, bu kadar. Ama bunlar öyle yapmıyor. Bunlar en salahiyetli şahsa kadar kaynağını gösteriyor ve hadîsi rivayet ediyor.
Biz de bir hükmü kaynağıyla öğrenmeye, ezberlemeye alışmalıyız. Kimden duyduğumuzu doğru düzgün yazarsak hatta yanımızda bir defter olursa -ajanda defterler güzel oluyor hem içinde takvim de oluyor- daha iyi olur. Kulaktan kulağa oyunu gibi; siz bir söz söylüyorsunuz kulaktan kulağa yayılıyor. Sonra size bir haber geliyor ki: "Ben hiç öyle dememiştim." diyorsunuz. Söz dönmüş dolaşmış, tamamen ters bir mâna kazanmış. Sözü doğru duymak, doğru tespit etmek, doğru nakletmek çok önemli. Bizim ecdadımız bu ahlâka sahipti. Biz müslümanız, hepsi bizim ecdadımız. Bizden önceki müslümanlar, büyüklerimiz bu ahlâka sahipti. Peygamber Efendimiz'den duydukları hadisleri bu ciddiyetle naklettiler. Değil Peygamber Efendimiz'den duydukları hadisleri güzel alışkanlıkla rivayet etmek; Peygamber Efendimiz'in devri geçmiş, sahabenin devri geçmiş, tâbiînin, tebe-i tâbiînin devri geçmiş, dördüncü tabakanın insanlarından bahsederken bile ne kadar titiz davranıyorlar. Her şey ne kadar muntazam tespit edilmiş. Biz İslâmî ilimleri bu şahıslara, böyle insanlara borçluyuz. Bunlar âyetleri, hadisleri derin derin incelemişler.
Bir alime diyorlar ki; "Kur'ân-ı Kerîm'i ne kadar zamanda okuyorsun?"
"Eskiden bir günde iki hatim indirirdim. Şimdi ise 14 senede Enfal sûresine kadar gelebildim." diyor.
İnsan 14 senede Kur'ân-ı Kerîm'in ancak altıda yedide biri kadar bir yeri okuyabiliyorsa kim bilir her ayet üzerinde ne kadar derin düşünüyordur. Onun için bu alimlerin yazdıkları eserler bizim dinimizin kaynakları oluyor ve biz bunların güzel çalışmalarından sonra İslâm'ı sağlam bir şekilde anlatılmış olarak görüyoruz ve yaşıyoruz. Bunların bu çalışmaları olmasaydı arkeolojik kazılar gibi toprağın altından bir şey çıkacak, biz bir gerçeği bulacağız da, İslâmî bir hakikati öğreneceğiz diye hıristiyanlar, yahudiler gibi perişan olurduk. Allah razı olsun ki böyle titiz çalışan büyük alimler her şeyi hazırlamışlar. Nur içinde yatsınlar, Allah bizi şefaatlerine erdirsin.
Senedi atlayarak anlatmaya devam edeyim.
Haddesenî EbûUbeydete'bnü el-Fudayli'bniİyâd. "Fudayl b. İyâd'ın oğlu Ebû Ubeyde söylemiş ki; KâleEbî. "Babam" Fudayli'bniİyâdi'bniMes'ûdi'bniBişr. "Bişr'in oğlu, Mesud'un oğlu, İyâd'ın oğlu Fudayl." Yüknâbi-Ebî Ali. "Künyesi Ebû Ali'dir." Bir isim oluyordu, bir künye oluyordu.
el-Fudayl'ın künyesi neymiş?
Ebû Ali imiş, Ebû Ali el-Fudayl imiş.
Min Benî Temîm. "Temim kabilesindenmiş."
Demek ki Temim'e mensup mânasına et-Temîmî diyeceğiz.
Min Benî Yerbû'. Temim kabilesi içindeki alt dallardan Yerbu' oymağındanmış. Minenfüsihim. "Onların ta kendisinden."
Sonradan onlara gelmiş, o kabileye sığınmış bir insan değil, o asalet onların ta kendilerinden. "O kabile Arap kabilesi, o kabilenin kendisinden." diye söylemiş.
Vülidebi-Semerkand. "Semerkant'ta doğmuştur." Ve neşeebi-Ebiverd. "Ebiverd'de yetişmiştir. " Bunu oğlu söylüyor. Ve'l-aslu mine'l-Kûfe."Ama oralara gidenlerin asılları kökleri Kûfe'dendir."
Demek ki Temim kabilesinden Kûfe'ye gelmişler, Kûfe'den Semerkant'a gitmişler. Fudayl b. İyâd orada doğmuş, Ebiverd'de yetişmiş.
Kâle Abdullah Muhammedi'bni'l-Hâris.
Çeşitli rivayetler naklediyor.
Mâtefi'l-Muharremi seneteseb'în ve semânîne ve mie ve esnede'l-hadîs.
Mâte. "Öldü."
Hayatı, ismi ve memleketiyle ilgili bilgiyi verdi şimdi vefat tarihini söylüyor.
Mâtefi'l-Muharremi. "Fudayl b. İyâd Muharrem ayında vefat etmiştir." Seneteseb'în ve semanîne ve mie.
Bu isimleri de, kelimeleri rakamları da yavaş yavaş öğrenin. Arabistan'a gittiğiniz zaman kem riyal ya hâc falan diye sorduğunuz zaman lazım olacak.
Seneteseb'în ve semânîne ve mie.
Seb', yedi. Seb'asemâvât diyoruz ya…
Seneteseb'în ve semanîne. "87" Önce 7 diyorlar, Araplar'ın rakam söyleyiş tarzı; 7, 80 ve mie. Mie 100 demek. "Fudayl 187 senesinde vefat etmiştir."
187 senesi miladî hangi seneye gelir?
Bunun için hicrî tarihleri miladîye çevirme kılavuzu diye kitaplar vardır; ay ay, gün gün gösterir, açıp bakarsınız. 187 miladî hangi seneye geliyor oradan bulursunuz, doğrusu budur. Hesaplaması kolay değil ama hesaplamak gerekirse 187 tane hicrî sene geçmiş.
Sene belli başlı üç tanedir. Bir şemsî sene vardır, bir hicrî sene vardır. Kamerî senede ayın hilal olarak doğduğu, dolunay haline geldiği, gittikçe küçüldüğü, yok olduğu ve tekrar hilal haline geldiği zaman bir ay geçmiş oluyor. Yenilenen hilaller aybaşlarını gösteriyor.12 ay geçti mi bir sene tamam olur. Buna Kamerî sene deniliyor. 354 gündür.
Muharrem, Safer, Rebîülevvel, Rebîülâhır, Cemâziyelevvel, Cemâziyelâhır, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkâde ve Zilhicce.
İşte bu aylar kamerî senenin aylarıdır. Bunların hepsinin toplamı 354 gündür. Şemsî bir yıl olsaydı; diyelim ki ilkbaharın başladığı ilk günden tekrar ilkbaharın ilk gününe gelişine kadar geçen zamana, yani 1 Haziran'dan bir Haziran'a, 1 Mart'tan 1 Mart'a, 22 Mart'tan 22 Mart'a, geçen zamana kadardır. 365 gün 6 saat. 354, 365. Arada 11 gün fark vardır. İkisi beraber başlasalar hicrî sene tamam olur. Miladî sene tamam olmaz. Hicrî ikinci sene başlar 11 gün geçer, miladî sene ondan sonra biter ve yeni sene başlar. Her bir senede böyle 11 gün takınca, hicrî sene, 33 senede 1 yıl fark atar. Demek ki hicrî seneyi, 33'e bölersek, şemsî seneden ne kadar fark ettiğini anlarız. O miktarı bu hicrî rakamdan çıkaracağız. 187'yi 33'e bölelim, 6 diyelim. 187'den 6'yı çıkarırsak 181 kalır. Hicret 622'deydi. 622 ile 181'i toplarsak 802 eder. Fudayl b. İyâd 802 senesinde vefat etmiş.
Acaba o zamanlarda ne oldu?
Miladî 803'lerde tarihten bildiğiniz bir şey var mı?
uyumsuz kısım
Erken bir devir. Peygamber Efendimiz'in hicretinden 180 yıl geçmiş, vefatından 170 yıl geçmiş. Demek ki eski tarihlerde bildiğimiz bir şey yok. Galiba 756 da Araplarla bizim dedeler karşılaşıyor, çarpışıyorlar. İşte bu senelerde yavaş yavaş İslâm'ı öğreniyorlar. Bu yüzyıllarda çadır çadır, kabile kabile, kavim kavim yavaş yavaş İslâm'a girmeye başlıyorlar. Selçuklular, Gazneliler bunlardan daha sonra gelecek.
Demek ki bu zât-ı muhterem 187 yılında vefat etmiş, Allah rahmet eylesin.
Ve esnede'l-hadîs. "Hadis de rivayet etmiştir." Esnede'l-hadîs. "Hadis isnat etti."
Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfleri çok büyük bir ciddiyetle nakledilmiştir. İmam Mâlik; Mâlikî mezhebinin kurucusu. Büyük imam. Abbasîler zamanında Harun er-Reşid'in hilâfeti döneminde yaşamış. Çok büyük bir alim. Fıkıh alimi,aynı zamanda hadis alimi. Hem belli bir usule göre Peygamber Efendimiz'den gelen hadisleri naklediyor hem de müftü gibi kendisine mesele sorulursa fetva veriyor. Fıkıh kitabı da yazmış. Kapısına birisi geldiği zaman sorarmış;
"Hoş geldin, buyur! Benden isteğin nedir? Bir fıkıh meselesi mi soracaksın?"
"Evet. Bir müşkülüm var, fıkıh meselesi soracağım."
"Peki, buyur sor."
Sorarmış, cevabını verir gidermiş.
Halkın sorduğu sorunun cevabını veriyor.
"Yok ben sana fıkıh meselesi sormayacağım. Hadis rivayet ediyormuşsun. Sana geldim ki: Bana hadis rivayet et. ‘Ben de İmam Mâlik'ten duydum." diye başkasına rivayet hakkına sahip olayım."
Hadis zincirine bir halka olmak istiyor. İmam Mâlik'ten hadisi icazetle alacak, ondan sonra da kendinden sonra gelenlere verecek, nakledecek. Bu hadisin evvelinde;
"Ben falancadan işittim, o falancadan işitmiş, o filancadan işitmiş, o EbûHüreyre'den işitmiş ve EbûHüreyre Peygamber Efendimiz'den işitmiş." diye zikrediliyor ya, iş sağlam olsun diye, o senette ismi geçsin diye;
"Senden hadis yazmaya geldim yâ İmam Mâlik!" dediği zaman;
"Peki, buyur o zaman biraz bekle." dermiş. Onu misafir odasında oturturmuş. Kendisi içeri girermiş -zaten mübarek temizdir pâktır- bir gusül abdesti alırmış. O esnada misafirin oturduğu sofaya rahle koydurtur, en güzel tütsüleri, buhurdanları yaktırırmış. Orada bayram havası gibi gayet güzel kokular olurmuş. Ondan sonra kendisi en güzel elbiselerini, başka işte kullanmadığı cübbesini ve sarığını giyermiş. Rahlenin önünde kemâl-i edeb ile oturur, kemâl-i ciddiyet ile tane tane, ağır ağır;
"Ben falancadan işittim, o filancadan işitmiş, o filancadan işitmiş, o filancadan işitmiş ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş." diyerek hadîs-i şerîfi nakledermiş. Dinleyen yazar, kontrolü yapılır. Bu merasim tamam olduktan sonra gelen zâtı uğurlarmış.
Hadis ilmine verilen ciddiyet. Çünkü hadisler dinin kaynağı olacak. Peygamber Efendimiz'in dediği nakledilince akan sular duracak. Elini böyle kaldırırdı, böyle bağlardı. Herkes; "Tamam, ben de öyle yapayım." diyecek. Namazı ona göre kılacak, ibadeti ona göre yapacak. Hadis dinin kaynağı olduğundan o kadar ciddiyetle nakledilmiş.
Bu zâtı anlatırken onun şerefini de ortaya koymak için; "Bu şahıs aynı zamanda hadis de rivayet etmiştir." diyor. Ve esnede'l-hadîs. "Fudayl b. İyâd sıradan bir insan değildir, hadis de rivayet etmiştir." diyor. Küçük bir cümle ama kıymetini bilin. Müellifin ne demek istediğini anlayın. Ve o hadîs-i şerîfi naklediyor.
Ahberanâ EbûCa'fer, Muhammedü'bne Ahmede'bni Saîdini'r-Râzî, kâleahberane'l-Hüseynü'bnü Dâvûde'l-Belhî, kâleahberanâ Fudaylü'bnü İyâd, kâleahberanâ Mansûr an İbrâhîm an Alkame an Abdullahi'bniMes'ûdin radıyallâhuanhükâle, kâle Resûlullâhsallalllahu aleyhi ve sellemyekûlu'l-lâhüteâlâli'd-dünyâ: "Yâ Dünya! Mürrîalâevliyâî ve lâ tahlevlîlehüm, fe-teftinîhim.
İbnMes'ûd radıyallahuanh'ten rivayet olunduğuna göre Peygamber sallalllahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurdu ki:
"Allahu Teâlâ hazretleri dünyaya şöyle buyurur; ya dünyâ! Ey dünya! Mürrî alâevliyâî. "Benim evliyâma acı ol, acılaş, tatlı olma." Ve lâ tahlevlîlehüm. "Benim dostlarıma, evliyâma, sevgili kullarıma tatlı olma, acı ol!" Fe-teftinîhi. "Sonra onları aldatırsın, fitnelere düşürürsün." Fitnelere düşürmeyesin diye onlara tatlı olma acı ol.
Hadis de rivayet eden bir kimse olduğunu söyledi. Şimdi bu zât-ı muhteremin tasavvuf konusunda yaşantılarını aksettiren sözlerine geliyoruz.
Semi'tü'l-Fudayle'bneİyâdinyekûlü. "Bu zâtın şöyle dediğini falanca şahıs duymuş ki" Men celesemaa sâhibi bid'atinlemyu'ta'l-hikmete. "Bid'at sahibi bir kimseyle oturup sohbet eden kimseye hikmet verilmez."
Allah ona hikmet vermez, hikmet ona nasip olmaz.
Hikmet nedir?
Bir kere hikmet çok büyük bir şeydir ki ve men yü'te'l-hikmete fe-kadûtiye hayran kesîrâ. "Kime hikmet verilmişse ona çok büyük hayır verilmiştir." diye Kur'ân-ı Kerîm'de bildiriliyor.
Hikmet; peygamberlere, evliyâullaha verilen çok kutlu, çok kıymetli, çok değerli, çok mukaddes bir bilgi ki herkese verilmiyor. "Verilen insana da çok hayır verilmiş." demek oluyor.
Hikmet hakeme, hüküm kökünden geliyor; bir şeyi yerli yerince yapmak demek. Eğer bir insan bir işi yerli yerinde, nasıl olması gerekiyorsa öyle, usulü dairesinde yapıyorsa, bir sözü yerli yerince söylüyorsa; sözü yersiz, mânasız, anlamsız, damdan düşer gibi değilse, o söze, o kişiye "hakîm, hikmet sahibi" denir. Yaptığı işe "hikmetli iş" denir, söylediği söze "hikmetli söz" denir.
Demek ki bir insan bid'at sahibi bir kimseyle oturdu kalktı mı, arkadaşlık etti mi bu Allah'ın sevgili kullarına, peygamberine verdiği hikmet denilen nimeti alamaz. Mahrum kalır.
Neden?
Çünkü bid'at sahibiyle oturdu.
Peygamber sallalllahü aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
Bid’at sahibi olmak,dinde çok kötü bir şey,
Külle muhdesetinbid'atün. "Dinde aslı esası olmayan insanların sonradan kendi kafasından ortaya koyduğu, çıkardığı her şey bid'attir." Ve külle bid'atindalâletün. "Her bid'at dalâlettir, sapıklıktır." Ve külle dalâletin, "Her sapıklık" ve sahibihâ "Ve o sapıklığı ortaya koyan kimse" fi'n nâr. "Cehennemdedir."
Demek ki "Bid'atler sapıklıkmış, dinde sonradan ortaya çıkma şeyler sapıklıkmış ve bu sapıklığı ortaya çıkaran, bu bid'ati ortaya koyan kimseler o bid'atle beraber cehenneme atılacaklar." diye hadîs-i şerifte bildiriliyor. İşte bu hususta çok hadîs-i şerif var, ben bir tanesini söyledim.
Râmûzü'l-ehâdîs'te okuduğumuz hadîs-i şeriflerden bazılarında; "Allah; bid'at ehli olan bir insanın farzını, nafilesini, namazını, orucunu, haccını, umresini, hayrını, hasenâtını hiç bir şeyini kabul etmez." buyuruyor.
Demek ki Ümmet-i Muhammed ;dinde aslı esası olmayan bir şeyi ortaya koymamaya, dinin aslına sımsıkı sarılmaya ve Peygamber Efendimiz'in sünnet i seniyyesi yolunda yürümeye zorlanıyor. Bu yolda yürürse sevaba giriyor, doğru yolda yürümüş oluyor. Bu yoldan çıkar da kendi kafasından bir şeyler uydurur, bid'atler ortaya atar, dinde yenilikler icat eder, onlara uyarsa hem ibadetleri tâatleri kabul olmuyor hem de çıkardığı bid'atle beraber ceza olarak cehenneme atılıyor.
İşte bu tehditten ve bu hakikatten dolayı bizden önceki selef-i sâlihînimiz, bu ümmetin evvelki büyük alimleri, dinin esaslarını tespit edip de kitaplara geçirmiş, ana kaynakları yazmış olan büyüklerimiz sünnet-i seniyyeye sarılmaya ve bid'atlerden uzak durmaya son derece dikkat etmişlerdir. Neden? Felaket! İbadetleri mahvolacak, cehenneme girecek, hiç bir hayra nail olamayacak, bütün hayırlardan mahrum olacak.
Bu söz güzel. Bu sözü söyleyen Tabakâtu's-sûfiyye'nin ilk şahsiyeti bize gerçek mutasavvıfların sünnet-i seniyyeyi en iyi uygulayan, bid'atlerden en titizlikle kaçınan insanlar olduğunu gösteriyor. Çok güzel. Allah'a hamd ü senâlar ediyorum. Tasavvuf yolunun bir şânı, şerefi vardır, bir güzelliği, tadı vardır, bir methi, senası vardır. İnsanların gönlünde derin kök salmıştır, yeri vardır. Ama bu hokkabazlık değildir. Bu nedir.
Kur'an yoludur, sünnet-i seniyye yoludur, dinin aslını sadıkâne yaşamak yoludur. Öyle olmazsa mutasavvıf da olamaz. Öyle olmazsa hikmet verilmez; insan hakiki bir derviş, hakiki bir şeyh olması da mümkün değil. Bid'at sahibi bir insanla oturan kimseye bile hikmet verilmiyor. Zaten o bid'atin asıl sahibine hiç bir şey verilmez. Yani adam cehennemlik.
Bizim Nakşibendî-Halidî koluna dair bir kitap okudum. El Behçetüsseniyye fittarikatın Nakşibendiyye isimli kitapta büyüklerimizden bir tanesi nasihat etmiş. Ûsîke; "Sana nasihat ederim ki" diye başlıyor. "Şu yeryüzünde çok diyar gezdim, çok beldeler gördüm, çok insanlarla karşılaştım, bid'at ehli mutasavvıflardan daha zararlı insan görmedim. Yeryüzünün en şerli insanları onlardır." diyor.
Cenneti istiyorsak, Allah'ın rızasını istiyorsak, cehenneme düşmek istemiyorsak, mâneviyatımız gelişsin istiyorsak, hikmet sahibi olalım diye bir arzumuz varsa, gerçek mutasavvıf, gerçek derviş olmak istiyorsak bid'atten bucak bucak kaçacağız. Bid'atin yanına yanaşmayacağız, bid'at ehlinin yanına oturmayacağız. Ben bunu özellikle seçmedim. Bu eserin başından, mukaddimesinden başladık, karşımıza bu çıktı. Başka şeyler de çıkacak, hepsinden istifade edeceğiz ama ilk dersimiz en önemli ders ve bu, erbâb-ı tasavvufu dinden çıkmış insanlar gibi gören cahillere de yine en güzel cevaptır.
Mutasavvıfların en büyüklerinden birisi diyor ki;
"Bid'at ehlinin yanında bile oturma! Oturursan hikmetten mahrum olursun, büyük cezaya çarpılırsın."
Bu devirde lise tahsiliyle, ulûm-u şer'iyye tahsili yapmadan ve yahut da Mısır'a gidip el-Ezher'de ilim tahsil edip, Suudi Arabistan'a gidip baskılı, güdümlü tahsil görüp belirli konularda içine düşmanlık aşılanıp da gerçekleri bîtaraf olarak görme imkânından mahrum olan insanlar tasavvufa saldırıyorlar. Ama tasavvuf dinin özü, bid'atlerden uzak; derûnî, ruhî hayatı yaşamak. Onu inkâr eden dini inkâr etmiş olur. Gerçek tasavvufun inkârı mümkün değil ama tabi gerçek tasavvufun güzelliğinden dolayı taklitleri çıktığından, taklitçilerinin de yanına yanaşmamak lazım. Yanaşırsa ebedî olarak tarikatten hâsıl olabilecek faydalardan mahrum kalır.
O bakımdan bu ilk dersimiz fevkalade önemlidir. Bunların her birisi birer atasözü gibidir. Bunları defterinize yazabilirsiniz. Fudayl b. İyâd'ın; hadis de rivayet etmiş olan bu büyük alimin ilk sözü bu. Hakiki mutasavvıfların, erbâb-ı tasavvufun şeriate ne kadar bağlı olduğunu, sünnet-i seniyyeye ne kadar âşık olduğunu, bid'atlerden kendileri uzak olduğu gibi, sözlerini dinleyen muhataplarını da bid'atlerden kaçınmaya dikkat etmeleri hususunda uyardıklarını gösteren bir misal.
Arapçasını söyleyeyim.
Men celesemaa sâhibi bid'atin lemyu'ta'l-hikmete. "Bidat sahibiyle oturan, meclis kuran, düşüp kalkan, ahbaplık eden kimse hikmete nail olamaz, Allah tarafından kendisine hikmet verilmez. Mahrum olur."
Çünkü bid'at sahibinin yanına gitti. Allah'ın sevmediği insanla beraber oldu.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.