Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhirabbi'l-âlemîne hamdenkesîrantayyiben mübâreken fîh. Kemâyenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmisultânih.
Ve's-salâtüve's-selâmüalâseyyidinâ ve senedinâ ve mededinâMuhammedini'l Mustafa. Ve alâ alihî ve sahbihî ve men tebiahûbiihsânin ilâ yevmi'lcezâ.
Emmâba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; EbûAbdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhurûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz.EbûAbdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve semi'tü el-Fudayl yekûl: Lem yetezeyyene'n-nâsu bi-şey'in, efdale mine's-sıdkı ve talebi'l- halâl.
el-Fudayl hazretleri, "İnsanlar, doğruluktan ve helal aramaktan daha faziletli bir şeyde tezeyyün etmemiştir, ziynetlenmemiştir." diyor.
Lem yetezeyyene'n-nâsu; "İnsanlar ziynetlenmedi, tezeyyün etmedi."
Tezeyyün-ziynet, takıp takıştırmak. Parmağında yüzükler, kulağında küpeler, boynunda gerdanlıklar, omzuna kadar bilezikler; takmış takıştırmış deriz, süsleniyor yani. Süslenmek insanlar için, kadınlar için, erkekler için yerine göre berber vs. bir şey. Tabi insanların asıl süsü, güzel birtakım hareketleri ve huylarıdır. "İnsanlar, doğruluktan ve helali talep etmekten daha güzel bir şeyle süslenmediler." diyor.
Demek ki mânevî süsleri anlatıyor.
Birisi neymiş?
Sıdk. Yani doğru olmak.
Nerede doğru olmak?
Sözü doğru, fiili doğru, içi doğru, kalbi doğru olmak. Birisi dürüstlük, doğruluk. Yani yalancı, yanlışçı olmamak, her yönden doğru ve dürüst olmak, bu bir…
İkincisi; Talebü'l-helâl. Helal talep etmek... Kazancının helalden olmasına gayret etmek, haram lokma yememeye dikkat etmek, Allah'ın razı olacağı bir elinin emeği, alnının teri kazanç ile beslenmek. Bundan da büyük ziynet olmaz. Doğruluktan daha büyük bir ziynet olmaz, helal lokma kazanma gayretinden daha güzel bir gayret olmaz.
Biz demek ki bu insanlardan çok farklı durumlara düşmüşüz. Süsü giyimde, tıraşta, dış süslemede arıyoruz; ama bunlar iç süslemede arıyorlar ve ana noktalara bastırıyorlar.
Birisi dürüst olmak, doğru olmak, birisi helal lokma yemek… Hakikaten tasavvufun yani mâneviyat yolunun, evliyâlık yolunun iki önemli umdesidir, bu. Biri doğruluk, öteki helal lokma yemek...
Haram lokma yerse bir insan, ne olur?
Hadîs-i şerîflerden biliyoruz ki bir haram lokma ağzına girdiği zaman kırk sabah namazı kabul olmaz. Otuz gün bir ay ediyor, bir buçuk aya yakın bir zaman boşa uğraşacak; zaten o namazları kılmasa daha beter duruma düşer ama kılacak, kabul olmayacak. Haram bir lokma yediği zaman ileriye dönük kırk gününü mahvediyor. Onun için kendisinin olmayan bir elmayı suda bulup ısırmamak bile lazım. Ona bile dikkat etmiş büyüklerimiz, lokmanın helal olmasına gayret etmişler, yutmuşlarsa çıkarmışlar.
Mâlum, Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz'e bir tabak içinde yiyecek bir şey getirdiler. Yedi, sonra sordu. Helal bir kaynaktan gelmeme ihtimali üzerine, korktuğu için gıcıklattırdı, parmağını boğazına sokup kustu, çıkardı. Haram lokma midesinde durmasın, vücuduna işlemesin diye. Müslüman bu titizlikte olacak, kendisinin olmayan mala el uzatmayacak.
Onun için lokmanın helal olması lazım. En güzel mânevî ziynet, öyle takmak takıştırmak, tıraş, elbise falan değildir; doğruluktur, helal lokma arama, helal lokma yemektir.
Kazançta insan ne yaparsa helal olur, ne yaparsa haram olur?
Müşteriyi aldatırsa haram olur, doğru olursa helal olur. Müşteriyi aldatmasa, normal usuller içinde ticaret yapsa, fakat cuma saatinde dükkânını açık tutsa gene haram olur; çünkü Kur'ân-ı Kerîm o zaman ve zerü'l-bey' "Alışverişi bırakın, namaza gidin." buyurmuş. Hz. Ömer radıyâllahu anh, çarşıya pazara elinde kamçıyla girerdi; haramları helalleri öğrenmeyenleri emîrü'l-mü'minîn imtihan ederdi; haramı helali, faizi, faizli işler nedir bilmeyeni, doğru cevap veremeyeni döverdi. Öğrensinler diye, yani baba gibi, bir dahaki hafta yine Hz. Ömer gelir de iflahımızı keser, dumanımızı çıkartır, ensemizde boza pişirir diye, korksunlar diye. O bakımdan helal lokmaya biz de gayret edelim.
Kâle ve semi'tü el-Fudayl yekûl: Aslu'z-zühdi er-rıdâ anillâhi teâlâ. "Zühd'ün aslı, temeli, hakikati, kökü, Allah'tan razı olmak duygusudur." diyor bu zât-ı muhterem.
Zühd'ün aslı Allah'tan razı olmaktır.
Bu ne demek? Zühd ne demek bir kere?
Zühd, müstağnî olmak, aldırmamak, önem vermemek, istememek demek. İzhed fi'd-dünyâ;dünyada, dünyaya karşı zahid ol, yani dünyayı isteme, rağbet etme mânasına geliyor; bu önemli bir vasıf çünkü;
Hubbu'd-dünyâ re'sü külli hatîetin.
Dünya sevgisi, dünyalık sevgisi, dünyalık hırsı insanları her hataya sürüklüyor; onun için gönlünde onlara rağbet olmayacak, diyor. Dünya mı, para mı, pul mu, mevki mi, makam mı, hepsini bir tarafa itecek; "Benim arzum bunlar değil, ben Allah'ın rızasını istiyorum." diyebilecek. Dünyalığın hepsine karşı müstağnî, tok gözlü olacak, aldırmaz, istemez, rağbet etmez hal olacak. Zühd bu.
Peki, insan bu hâle nasıl gelir? Nedir bunun aslı esası, kökü? Bu istenilen bir şey ama biz öyle miyiz?
Hepimiz para, pul, çalışma, mevki, makam peşindeyiz; dünya sevgisi içimizde.
Bunun aslı nedir?
Bunun aslı esası, kökü Allah'tan razı olmaktır. Yani Allah'ın her hükmüne razı olan, kaderine, kazasına, hükmüne razı olan zahid olur, pervasız olur, yürüyüşünde efe olur, öyle ona buna eyvallah etmez ve hakikî zahid olma vasfına böyle bir insan erişebilir.
Kâle ve semi'tühû yekûl:
Aynı râvî, yine aynı zâtın şöyle dediğini işittim diyor, men arafe'n-nâse isterâha, "İnsanları bilen müsterih olur."
Neleri istiyor? Allahu a'lem! İnsanları hayat tecrübelerimizle tanıyoruz:
Geç fark ettim taşın sert olduğunu,
Su insanı boğar, ateş yakarmış,
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Demek ki bir zaman, başında kavak yelleri esiyor. Dünyayı toz pembe görüyor, herkese itimat ediyor, herkesi seviyor; ama yaş ilerledikçe Allah Allah, Fesubhanallah… Acayip işlerle karşılaşıyor, ortağı kendisine oyun etmiş, arkadaşı olmadık bir şey yapmış, feleğin oradan bir darbesi gelmiş, buradan bir çelmesi gelmiş oluyor. Feleğin çemberinden geçmiş yaşlı bir insanın hali başka, yeni açılmış bir çiçek gibi yeni hayata atılmış insanın hali başka oluyor.
İnsan, zamanla insanoğlunu tanıyor.
Men arafe'n-nâse isterâha.
İnsanoğlunu zamanla tanıyoruz.
Nasıldır insanoğlu?
İnsanoğlunun içinde bir nefis vardır. Herkesin içinde bir nefs-i emmâresi vardır, herkesin bu nefs-i emmâre'ye kapılması vardır, hırsı vardır, tamahkârlığı vardır, çeşit çeşit kusurları, suçları, zaafları vardır. İşte bu zaafları bildi mi, insan rahat eder.
Hep Şeyh Sa'dî-i Şirâzî'nin Gülistan'ından Farsça cümleler hatırıma geliyor. Diyor ki;
"Şu kulların elinden senin dergâhına layık ne çıkar? Nasıl kullar bu insanlar? Zalûmen cehûla, zalûm ve cehûl, insanoğlu çok zalim ve çok cahil; yapısı itibariyle böyle; terbiye edilmemişse, ham haliyle imanı yoksa, imandan sonra bir terbiye, tasavvufî terbiye dediğimiz ruh terbiyesini kazanmamışsa…"
Geçen gün bir profesörle konuşuyorduk, onu size nakledeyim. Ben de hayret ettiğim için galiba siz de hayret edeceksiniz. Diyor ki; terbiye üç tanedir. Bir, beden terbiyesi, cisim terbiyesi; iki, ruhun terbiyesi; üç, sosyal terbiye, içtimaî terbiye.
Yeni bir terbiye, tıp profesörü söylüyor bunu. Bir misal veriyor; birisi altı aylık bebeği doktorun önüne götürmüş, demiş ki;
"Doktor bey, bak geç kaldı demeyesin diye bu çocuğu daha kundaktayken, bebekken getirdim, al, sana teslim bu bebek, tavsiyelerine uyacağız, bunu nasıl yetiştirmemiz gerekiyorsa, bunun terbiyesi sana ait."
Diyor ki bu profesör, bir çocuk annesinden doğup "ınga" dediği zaman terbiye fırsatının üçte ikisi bitmiştir. Tıp profesörü söylüyor bunu, bizim eski kitaplardan nakleden bir kimse değil, Amerika'da, İngiltere'de tahsil yapmış bir profesörle konuştuk o söylüyor, "ınga" dedi mi bebek, doğdu mu annesinden terbiye fırsatının üçte ikisi gitmiştir, kalmıştır üçte bir fırsat, diyor. Altı ay daha geçti mi ondan altı aylık devre daha geçmiş oluyor, çocuk bir sürü alışkanlık edindi, bir sürü huysuzluk edindi. Çevresinden, babasından, kardeşlerinden huylar edindi, hadi bakalım ayıkla pirincin taşını.
Bakın biz terbiyede ne kadar geriyiz, anlayın. Terbiyede ne kadar geri olduğumuzu anlayalım. Zaten doğunca iş işten geçmiş oluyor. Doğmadan evvel yapılacak çok şeyler varmış, o üçte ikisi geçiyor, doğduktan sonra üçte biri kalıyor. Biz üçte birinde de ne kadar geriyiz; şu sokaklardaki salma gezen zavallı çocuklardan düşünün. Bizim sosyal halimiz, içtimaî istikbalimiz ne olacak, oradan anlayın.
Bunu, bir fanatik, bir hayalperest kimse söylemiyor, mesleği bu olan bir aile doktoru söylüyor. Mesleği, kürsüsü bu olan bir profesör söylüyor. O bakımdan terbiye görmemişse insanoğlunun zaafları var, terbiyesizlikleri var. Bizim kitaplarımız da öyle söyler, doğmadan, annesinin karnındayken başlar çocuğun terbiyesi diye. O orada, annesinin karnındayken birtakım alışkanlıkları sezermiş. Küçüklüğünden ona nakşolunurmuş. Bebekçiğin kompüterine nakşolunurmuş. Dışarıda vaziyet böyle, kanunlar böyle, daha oradayken birtakım tecrübeler ediniyor. O bakımdan terbiye önemli.
O terbiyeyi görmemiş insanlar; ulâike ke'l-en'âmi belhum edall, "Hayvanlar gibidir, hayvanlardan da aşağıdır." Çünkü hayvanın kendisinin yaratılışına uygun bir meziyeti, bir seviyesi vardır, ama terbiye olmamış insan ondan aşağıdır. Ahsen-i takvîm üzere yaratılmıştır insanoğlu, ama esfel-i sâfilîn'e düşer. Terbiye görmezse çok berbat durumlara düşer.
"İnsanı bilen müsterih olur." diyor. Siz de insanoğlunun ana yapısı itibariyle ne kadar düşük olduğunu bilirseniz, o zaman çok şeylere hayret etmezsiniz. Tamam, insanoğlunun normal yapısının gereğini yapıyor bu zavallı. Hayvan gibi yaşıyor, hayvan gibi davranıyor, sözü kaba, işi yanlış, davranışları kötü falan diye rahat edersiniz, üzülmezsiniz de. Tabii karşılarsınız. "Çünkü tabiatinin icabı budur." dersiniz. Bu tabii karşılamak da önemli, tabii karşılayınca hoşgörü sahibi olursunuz, yumuşak davranırsınız, onun da çeşitli faydaları var.
Kâle ve semi'tuhû yekûl: İnnî lâ a'tekıdu ihâe'r-raculi fi'r-rıdâ ve lâkinnî a'tekıdu ihâehû fi'l-gadabi, izâ ağdabtuhû.
Bu zât-ı muhterem, rahmetullahi aleyh, "Ben bir kimsenin hoşnutluk havası içindeyken arkadaşlığına inanmam, rızâ halindeyken, hoşnutluk havasındayken, her şey güzel gülistanken arkadaşlığına inanmam; gazap halindeyken arkadaşlığını esas kabul ederim." diyor.
Ben onu kızdırdığım zaman nasıl?
İzâ ağdabtuhû. Onu kızdırdığım zaman davranışı nasıldır?
Tabi ben ona hediye alıyorum, ona iyilik yapıyorum, hava güzel, komşuluk güzel, davranışlar güzel, tamam bu zamanda bu kimse benimle güzel arkadaşlık ediyor; ama bu önemli değil demek istiyor.
Ben ona bir ters muamele yaptığım zaman, onu kızdırdığım zaman bakalım nasıl davranacak? Ağzını açıp gözünü yumacak mı? Terlik mi savuracak? Tabak mı kıracak kafamda? Bütün ahbaplıklar boşa mı gidecek? "Zaten ben senin ne mal olduğunu biliyordum." diye şeceremizi mi sayacak? "Eskiden beri ben zaten sana hiç itimat etmedim." mi diyecek? Ne yapacak bakalım kızdırdığım zaman? "İnsanın hakikî arkadaşlığı o zaman, kızgınlıkta belli olur." demek istiyor.
Ben bir insanın rızâ halindeyken kardeşliğine inanmam, kızgınlık halinde, ben onu kızdırdığım zaman kardeşliğini esas kabul ederim, o zaman inanırım.
Ben onu kızdırmama rağmen kızmıyor mu? Sabrediyor mu? Susup geçiyor mu? Benim kötü davranışıma rağmen gene bir şey demiyor mu?
Hah demek ki sağlam arkadaşmış, benim sinirlendiğimi anladı, hoş gördü. İki gün sonra gelecek, "Sen o gün çok sinirliydin, ben sana cevap vermedim ama haksızdın şöyle olacaktı, böyle olacaktı…" diyecek. "Asıl arkadaşlık bu durumda belli olur." diyor.
Uzun bir senet, silsile saydıktan sonda diyor ki;
Kâle el-Fudaylu: Tebâ'ud mine'l-kurrâi, fe-innehum in ehabbûke, medahûke bimâ leyse fîke ve in ebğadûke, şehidû aleyke ve kubile minhüm.
Enteresan bir hayat tecrübesi olmuş, Fudayl hazretleri bize garip bir tavsiyede bulunuyor.
Diyor ki: "Kurrâdan uzak dur. Kârî'lerden, kurrâdan uzak dur. Ehl-i Kur'an'dan. Kur'an'ı vücuhu ile okumayı bilen kimseye kurrâ, hafız diyoruz. Hafızlar çalışmış, aşera-takrîb vs. okumuş, Kur'an ilminde ileri; buna kurrâ diyoruz. Bu kurrâ sözü de alim mânasına gelir. Daha başka kullanış özellikleri de vardır. "Onlarla pek arkadaşlık etme, onlardan uzak dur." diyor, sebebini de şöyle izah ediyor:
Fe-innehum in ehabbûke medahûke bimâ leyse fîke. "Çünkü onlar seni severlerse, sende olmayan şeylerle seni hoş görürler, methederler, sana iyisin, hoşsun derler." Amma ve in ebğadûke, "sana kızarlarsa" şehidû aleyke ve kubile minhüm, "aleyhine şehadet ederler, şehadetleri makbul da olur, mahvolursun."
Çünkü Ehl-i Kur'an'dır, Allah indinde mertebeleri vardır, aleyhine şehadet ederler, şehadetleri de kabul olur, yanarsın.
Farsça, kurb-ı sultan âteş-i sûzan buverd demişler; sultanın yakınında olmak, sarayında olmak yakıcı bir ateş gibidir. Çünkü aran iyi olduğu zaman iyi, güzel de bahşiş verir; bakarsın bir akşam eline, bir avuç kırmızı kese, şıkır şıkır altın bir kese, sevinirsin. Verdi mi böyle bol verir.
İyi ama bir de kızarsa ne olur?
Elini çırpar, "Cellat gelsin." der, "Leğen getirin, satırı getirin kesin şu herifin kafasını…" der; yani kurb-i sultan âteş-i sûzan buverd. Kâr da çok zarar da; bir de başka bir şiir var Farsça:
Be-derya der menâfi bî-şümârest
Eger hâhî selâmet der-kenârest
Selâmet der kenârest'i biliyorsunuz.
Deryada faydalar çoktur; balık tutarsın, inci avlarsın, mercan çıkarırsın vesaire. Deryada menfaat çoktur; ama selamet istiyorsan, selamet kenardadır. Burada menfaat var; ama selamet istiyorsan kenarda. Selâmet der-kenârest, sahildedir; dalga yok, fırtına yok, boğulma tehlikesi yok, selamet burada. Menfaat orada, selamet burada gibi.
Bu sözlerle açıklanacak. Ehl-i Kur'an'ın yanına pek yanaşma; çünkü methederlerse iyi güzel, methederler seni ama bir de sana kızarlarsa, aleyhinde şehadet ederlerse, Ehl-i Kur'an olduklarından kabul olur, diyor.
Ben bu sözü kısa aklımla böyle anladım, belki başka bir derin mânası vardır. Herhalde söylediğim gibi; yani sultanların yakınında olmak zordur falan demek istiyor, Allahu a'lem.
Diğer bir sözü, yine silsileyi veriyor, ben o silsileyi okumuyorum. O silsileye ait izahlar aşağıda sayfanın dibinde. Geniş, kıymetli izahları var, onları atlıyorum. İbrahim isimli zât-ı muhterem dedi ki;
Kâle İbrâhîmu, seeltü el-Fudayle'bne İyâd ani't-tevâzu', "İyâd'ın oğlu Fudayl denilen, bu terceme-i hâli geçen kişiye; 'Tevazu nedir?' diye sordum."
Mütevazı olma, tevazu Allah'ın sevdiği bir şey; mütevazı olursa Allah yükseltiyor, mütekebbir olursa batırıyor. Tevazu ehli olmak lazım, müslümanın mütevazı olması lazım.
"Nasıldır mütevazı olmak? Nasıl tezahür eder? Mütevazı insan nasıl davranır? Nasıl davranmalıyız?" gibi sormuşlar.
Fe-kâle Fudayl. El-Fudayl rahmetullahi aleyh buyurmuş ki; En tahda'a li'l-hakkı ve tenkâde lehû ve takbele'l-hakka min külli men tesme'uhû minhu.
Bunların hepsi atasözü… Hepsinin Arapça'sını yazıp duvara levha olarak asabiliriz, çok kıymetli sözler. Bir daha okuyayım:
En tahda'a li'l-hakkı ve tenkâde lehû ve takbele'l-hakka min külli men tesme'uhû minhu.
"Tevazu nedir?" diye sordular. Buyurdu ki;
"Hakk'a boyun eğmendir. Hakk'a, hakikate teslim olmandır, boyun vermendir, hakkı kabul etmendir, itiraz etmemendir. " Ve tenkâde lehu. "Ve ona teslim olmandır, boyun vermen, bağlanmandır. Hakkı kabul edip ona bağlanmandır." Min külli men tesmeuhû minhu. "Kimden işitirsen işit, işittiğin her kimseden hakkı kabul etmendir ve o hakka uymandır; tevazu budur." diyor.
Sözlerinin güzelliğini hadis kültürümüzden anlayabiliyoruz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadîs-i şerîfinde buyuruyordu ki;
"Kibir nedir?" diye sordular.
"Kibir, hakkı kabul etmemektir." diye buyurdu.
Güzel giyinmek, güzel yemek yemek isterler, bu da kibir midir?
Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete girmeyecek, halbuki insanda böyle bir güzellik duygusu var. Hayır, bu zararlı değildir. Allah güzeldir, güzeli sever; innallâhe cemîlün yuhibbu'l-cemâl. "Kibir; hakkı kabul etmemektir, insanlara tepeden bakmaktır, sözlerine itiraz etmektir." diye bildiriyor.
Mübarek Fudayl hazretleri, tevazuyu tam hadise uygun bir tarzda izah etmiş. "Hakkı kimden işitirsen işit, hakka boyun eğmen ve hakka tabi olmandır." diye tarif ediyor.
Kimden işitirsen işit sözünü biraz açıklayayım. Bir kimse hakkı mevki makam sahibi, yaş sahibi, rütbe sahibi bir insandan işitse elbette dinler. Albay çavuşu çağırdı;
"Evladım şu yaptığın doğru değil, bu yaptığın böyledir, tamam mı, bundan sonra böyle yap."
"Başüstüne komutanım." diyecek, ne diyecek yani? Topuklarını "tak" diye bir vuracak, selam duracak, "Emredersiniz komutanım, başüstüne!" diyecek. Çünkü o yüksek albay , bu çavuş.
Babası evlada bir şey dedi, "peki" diyecek. Öğretmen talebeye bir şey dedi, bu normal.
Peki, küçük büyüğe söylerse?
Hz. Ömer radıyallâhu anh yoldan yürümeye başlamış, bu tarafa doğru gelmiş. Hem boylu poslu, babayiğit, hem halife, hem kamçılı, hem sinirli, Hz. Ömer! Çocuklar oynuyorlarmış, çil yavrusu gibi dağılmışlar, her birisi bir tarafa kaçmışlar, bir tanesi hiç kaçmamış.
Hz. Ömer uzaktan çocukların davranışlarını görmüş, çocuğun yanına kadar gelmiş;
"Evladım bütün çocuklar kaçtı, sen niye kaçmadın?" demiş.
"Bir kabahat işlemedim ki kaçayım, yol senin geçemeyeceğin kadar dar değil ki kenara çekileyim."
"Doğru, haklısın." demiş Hz. Ömer de.
Bazen bir çocuk bir doğru söz söyler. Evliyâullahın hayatında oluyor. Kadının birisi çıkıyor, büyük bir şeyhe bir soru soruyor, şu nasıl olacak? O da bir cevap veriyor;
"Bu bir şey değil ki!" diyor.
"Peki bu işin doğrusu nedir?"
O bir cevap veriyor.
Ooo şahane!
Birisine sormuşlar.
"Elimize geleni kabul ederiz, alırız, yeriz; gelmezse sabrederiz." demiş.
"Bu Horasan'daki köpeklerin bile yaptığı bir şey; önüne bir şey atılırsa yer, verilmezse bekler, ne yapacak?"
"Peki, işin aslı nedir?"O daha güzel bir cevap veriyor,tamam haklı diyor o zaman.
Bizim ve sizin için en büyük müşkil, hak sözü bir küçük kimse söylerse?
Çocuk babasına dikildi, "Ama baba şu şöyle." dedi. Hakkı söylemişse çocuk, baba; "Haklısın evladım, tamam, doğru." diyecek, bırakacak. Baba çocuğa evet diyebilecek, öğretmen talebeye evet diyebilecek, hatta düşmanın sana hakkı söylediği zaman, senin hasmın ama "Evet haklısın." diyebileceksin.
Ve lev alâ enfüsiküm evi'l-vâlideyni ve'l-akrabîn. "Kendi aleyhine bile olsa, ananın babanın aleyhine bile olsa, akrabalarının aleyhine bile olsa hakkı kabul edeceksin."
Bizim bağlı olmamız istenen mefhum ne?
Hak.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
Zül ma'a'l-hakkı haysu zâle. "Hak nereye giderse ona tabi ol, onunla beraber git, hakkın gittiği yere git, haktan hiç ayrılma." buyuruyor.
Onun için bu tarif çok güzeldir. Kimden işitirsen işit; hakka boyun eğmendir, ona teslim olmandır, onu yapmandır. Zor olan yeri burası, hakkı kabul edecek.
Bir profesör bir talebeye bir şey anlatmış, eze eze gerçekleri ispat etmiş, ötekinin itiraza mecali kalmamış, "Tamam, kabul" diyor. Bu hakkın kabulü kolay; ama küçükten, zayıftan, ummadığın bir insandan, hatta hasımdan gelirse, o zaman ne yapacaksın?
O zaman da kabul edebileceksin, tevazu bu.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.