Değerli dinleyenler, hepinize AKRA'dan selamlar... Bugün Prof.Dr. Saadettin Ökten Hocamızla önemli bir konu üzerinde sohbete başlayacağız.
Muhterem efendim "varoluş kavramı" ve "insan" deyip sözü size bırakmak istiyoruz.
Bu kavramla epey uğraştım. Daha doğrusu şöyle ifade edeyim, gençlik yıllarımızda varoluşçuluk meselesi gündemdeydi. Tercümelerinden okumaya çalıştık bir şey anlamadık, bir taraftan İslam medeniyet tasavvuruna göre içinden geldiğimiz bir geleneksel eğitim var. Daha sonra zaman geçti, "varoluş" zihnimizde netleşmeye başladı. O netleşmenin neticesinde birikenleri burada size söylemeye, muhterem dinleyicilere arz etmeye çalışacağım efendim. Bu üzerinde çok konuşulan felsefî kavramlarda (biraz kelâmî kavramlarda da oluyor) belli bir terminoloji var. Ona âşina olmayan zihinlerde hadise birden netleşmiyor ama ben mevzuun dışında bu işe bakan, bu işi düşünen, kendime göre bir şeyler üreten birisi olarak konuşuyorum. Bir felsefeci ya da kelamcı değilim ama belli bir tecrübeden geçmiş İslam medeniyetine mensup bir kimseyim. O zaviyeden konuşacağım.
Başlangıçta bir prensip söylemek istiyorum, o prensibi kendi deneyimlerimden, gözlemlerimden elde ettim. Deneyim genel bir kelime içini dolduralım; gözlem yapıyorsunuz (müşahade), okuyorsunuz ve dinliyorsunuz, hatıraları biriktiriyorsunuz, sonra tüm bunlar (okumalar, müşahadeler, dinlemeler, değerlendirmeler) birikiyor ve bir netice çıkıyor. O neticenin sonunda elde ettiğim bir prensip bu. Herhangi bir nesne ya da canlı, bunun mahiyetinde bir takım yetenekler, özellikler var. Mahiyetinde bulunan –eski tabirle mahiyetinde mündemiç- özellikler kemaliyle görünür hale gelmedikçe varoluş tamamlanmış olmuyor. Bunu basit bir misalle açalım, mesela; taş. Taştan ne beklersiniz? Belli bir ağırlığı olacak, belli bir mukavemeti/sertliği olacak. Öyle ya, taş gibi görüyorsunuz bir nesneyi yanına yaklaşıyorsunuz bir kaldırıyorsunuz hafifçecik, parmağınızla eziyorsunuz ufalanıyor. Taş gibi ama tam taş değil. O taşın varoluşu eksiktir. Böyle bakıyorum ben hadiseye. Şu halde canlı veya cansız bir varlığın hatta bir ruhi hadisenin iç dünyamızda varoluşu, onun bünyesinde bulunması muhtl ve mecburi olan bütün evsafının kemaliyle zuhur etmesiyle ortaya çıkıyor varoluşun tanımlanması. Maddi ve manevi, hepsi aynı. Mesela, hüzün duyuyorsunuz hüznün içinde bulunan ruh hali tamamiyle sizde varsa hüzün hali sizde var olmuştur. Hüznün içinde bir başka hâl söz konusuysa, yalandan bir şey yapıyorsam o tam var olmamıştır. Bir taraftan seviniyorsanız, bir taraftan küçük ümitler besliyorsanız, bir taraftan bir başka şeyle meşgul oluyorsanız o hüzün hali sizin iç aleminizde tümüyle var olmamıştır.
Taş örneği bana göre çok net bir örnektir çünkü herkes onu denemiştir vesaire... Gelelim insanın varoluşuna ki bu çok önemli bir hadise. Şöyle bakalım, şimdi insanda ne var? İnsana zahiren baktığımız zaman bir, bedenimizi görüyoruz. Bu bedeni herkes görüyor. Biz kendi bedenimizi de müşahade ediyoruz, bir başkasının bedenini de müşahade ediyoruz. Beden üzerinden eylemleri görüyoruz. Bu eylemler hiç konuşma olmasa bile yüz hatlarıyla ifade ediliyor. Mesela bakışlarla, mesela ses tonlarıyla, mimiklerle ve beden dili diye bir hadise var. Yani bedenimiz ve eylemlerimiz... Biz kendimize ve bir başka insana baktığımız zaman bedeni ve eylemleri algılıyoruz. Başka insanın ruh halini bilemeyiz. Bedeninden ve sözlerinden okumaya çalışırız. Sözleri de eylemlere katalım isterseniz. Beden bir kitle ve eylemler, jestler, mimikler, bakışlar, el-kol hareketleri beden dili, ve sözler, ses tonları: insan bu. Peki bu eylemler neye göre yapılıyor? Bunun iki ana yolu var: birincisi, hayatta kalmak ve hayatı idame ettirmek için içgüdüsel eylem yaparsınız. Seküler bakışa göre bu doğanın size verdiği niteliktir. Dini bakış, bunu size tanrı verdi der. Bu dini bakışı da seküler bir dille ifade ediyorum. Ben bunu İslami bir dille ifade etsem "Allah-u Zül Celâl'in kuluna lutfettiği bir nimettir" derim ama bir felsefi dille, seküler konuştuğumuz zaman "tanrı insanlara vermiştir" diyoruz.
Ontoloji bu saha ile mi uğraşıyor?
Evet varlık sahası ile uğraşıyor. Bakın hiç ontolojiden söz etmedik çünkü o felsefenin bir terimi. Onu filozoflar kullanırlar, ben bu mevzularda biraz düşünen sıradan bir insanım. İçgüdüsel hareketleri ayıralım çünkü o bir an-ı vahidte olur ve biter. Ateşe sizi yaklaştırırlarsa geri kaçarsınız. Neden? Yanmak hayatın sonu olabilir, tehlikedir, kaçtınız; hadise bitti. Onun dışındaki bütün hareketlerimiz iradi hareketlerdir. Ne demek o? Biz düşündük, seçtik, beğendik, karar verdik ve tatbik ettik. İşte oraa mesuliyet başlıyor. İradi hareketler hayatın tümünü kapsıyor ve burada insanın ciddi bir karar verişi var. Burada bir noktada duralım: Hayvanlarda hareketlerin büyük bir kısmı gayri-iradidir, içgüdüseldir. Onu hayavanat ilmiyle meşgul olanlar vesaire ayırıyorlar ama benim okuduklarım, gördüklerim, dinlediklerimden çıkan sonuç; hayvanlar sevgi tabiiyleriyle yaşarlar, onlara bir şey öğretseniz de yine sevgi tabii üzerinden öğretirsiniz. Onun için onların mes'uliyeti yok. Çünkü Cenab-ı Allah onlara sevgi tabii bir üçgüdü vermiş, içgüdüyle yaşıyorlar, onun dışına çıkma ihtimalleri yok. İki tarafında yüksek duvarları olan bir su kanalı tasavvur edin, oradan bir su akıyor, o suyun başka bir yere gitme ihtimali yok. Hayavanatın hayatı böyledir. O su o kanaldan akacak... Onun başını da sonunu da o kanalı oraya diken, o betonları döken, o duvarı ören irade karar vermiştir.
Hayvan hayatı bu, ama insan hayatı böyle değil. Su misaline dönersek, bir ova düşünün; çukarları var, hafif tümsekleri var, vadileri var vs... Yukardan bir su bırakılmış. Nereye gideceksiniz? Her tarafa gidebilirsiniz. O biraz sıkıntılı bir hadise. Peki bu iradi hareketlerin arka planına bakalım. Bizde insan olarak bir içgüdü var, bunu reddetmek mümkün değil ama akıl var. Mümeyyiz bir akıl; doğruyu eğriden ayıran bir akıl var. Bu çok önemli bir hadise... akıl temyiz ediyor. İçgüdü, akıl dedik... Üç: duygu alanımız var, hisleniyoruz. Mesela insanlar derler ki: "Hissi davranma" Niye? E zaafın vardır, seversin veya hoşlanmazsın veya hüzünlenirsin vesaire... duygu alanımız var. Bu üçü çok önemli ama bunun yanında, bunlardan ayrı olarak bir de vicdanımız var. Vicdan ne yapıyor? Vicdan her düşüncemizi ve eylemimizi sorgulayan bir güç, hiç susmayan bir yargıç. Başka?.. Bütün bu iç alemdeki eylem yapan ögelerin bir kayıt defteri olması lazım aksi halde kaybolur gider. Hafızamız var. Dolayısıyla "Ben fizan zamanında şunu düşünmüştüm" "Şöyle yapmıştım, falan insanla tanışmıştım." Müthiş bir şey... Kaç "gigabyte" dersin o hafızaya artık, ben o dili pek bilmem... Hafızamız var. Demek ki, içgüdü, akıl, duygu, vicdan bunlar karar mekanizması ve bir de hafızamız var, hesap tutuyor. Ama bütün bunlar insanın yaşaması için yetmiyor. Niye yetmediğini biraz sonra söyleyeceğim. Bu mekanizmadan bir karar çıktı. Hafıza bu kararı kayda aldı, bu iradeye bildiriliyor. Diyorlar ki iradeye "Karar çıktı. Emir ver, bunu dış dünyada görelim." İrade diyor ki: "Yaparım veya yapamam." Bir ayrıt güç daha karşımıza çıktı... İçgüdü, akıl, duygu, vicdan, hafıza, altıncısı; irade çıktı. İnsan böyle bir varlık.
Şimdi bütün bunlar, hayatı yaşarken bize yetmiyor. Niye yetmediğini hemen söyleyelim çünkü bütün insanların evrensel sorunları var. Evrensel ne demek? Yani zamandan ve mekândan âzâde, her zaman her mekânda her insanda var olan adeta doğuştan gelen sorular: "Başlangıcım ne?", "Bu dünyada niye varım?", ve "Nereye gideceğim?" Her beşerin bu soruları vardır.
Siz buyurmuştunuz sanırsam, Kaygusuz Abdal'dan:
"Şol adem dedikleri el, ayak ve baş değil
Adem mânâya derler suret ile kaş değil" diye...
Çok, çok var. Şu an aklıma gelen şarkı var, son zamanlarda bir bestekâr yapmış: "Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim?" diyor. Öyle ya, soruyor adam bunu. Bir tanesi bu. Bir diğeri, "Bende irade var; şunu şöyle yaparım, bunu böyle yaparım" diyorsunuz, yapamıyorsunuz. Niye? Bir başka güç, onu görmüyorsunuz, onu size yaptırtmıyor. Yahut yapamam diyorsunuz, yaptırıyor. Ona ne diyoruz? "Kader" diyoruz. Biz tabi Müslümanlar olarak "kaderullah" deriz; Allah'ın takdiri. O zaman, bir de kader diye bir şey çıkıyor. "Kadere iman eden, kederden emin olur" diye bir söz var. Böyle bir takım işler. Daha uzatmayalım, bunlar felsefi, ontolojik sorular ama herkeste var.
Biraz daha gidelim, bilgimizin meselesi. "Biz neyi bilebiliyoruz, neyi bilemiyoruz?" "Bilgimizin sıhhati ne kadar, geçerliliği ne kadar?" Mesela şöyle bir soru soruyorlar: "Duyu organlarım farklı olsaydı ben bu nesneyi başka türlü mü algılardım?" Bu soruyu akıl soruyor ama cevabı yok. Neyse... Asıl "kader" ve "varlık" sorusu, her insanda hayatın sonuna ait soru. O noktada, bu bahsettiğimiz, içgüdü, akıl, duygu, vicdan, hafıza, irade bize cevap veremiyor. Orada birilerinin size bir şey söylemesi lazım. Esas son noktaya geliyoruz, şimdi size belli bir davranış biçimi söylenmemiş, hayvanlarda bu yok. Hayvanlara belli bir davranış biçimi söylenmiş ama size söylenmemiş. Genel olarak biz bu savranış biçimini ikiye ayırıyoruz: hayır ve şer, iyi veya kötü, 'good and evil'. Hangisini yapacağız? Niye yapacağız? Hadiseye toplumsal baktığınız zaman belli bir davranış biçimini yaparsanız toplu halde yaşayamıyorsunuz. Ona "kötü" diyoruz. Ama nefsimiz yani içgüdümüz onnu istiyor. Dolayısıyla ahlâk karşımıza çıkıyor: "Neden bunu böyle yapmalıyım/yapmamalıyım?" Bütün bunları bize, bizim medeniyet tasavvuru dediğimiz bir büyük değerler sistemi ifade ediyor. Bunun da temelinde ilahi dinler yatar. Hz. Musa şeriatında da, İbrahim (a.s.) şeriatında da var. Muhammedî şeriatte hepsinin cevabı var. Kendine göre, modernitede de var. İslam medeniyet tasavvurundaki temel değer vahiydir, modernitenin temel değeri akıldır. Toparlarsak, demek ki insanın eylemlerinin temelinde biraz evvel söylediğimiz o altılı sistem yatıyor ama ona bir şeyleri söylüyorlar. O söylediği şeyler varlığın başlangıcı/sonu, hayatın anlamı, insanın bu dünyadaki varoluş gayesi, vazifeleri bu varlık, insan ve ahlak eylem konusundaki hükümlere "temel değerler manzumesi" adını veriyoruz. Varlığı, kainatı izah ediyor. Sizi izah ediyor ve eylemlerinizi tanımlıyor. Bunlar size cevap veriyor. Cevap vermesi için buna inanmanız lazım. Bir modernist de modernitenin tanımladığı değerlere inanıyor yahut da taklit ediyor. Yani onun da taklidi ve tahkiki inancı var; müslümanın da var. Neticede birileri size diyor ki: "Eylemlerini şu şu şu esaslara göre yapacaksın." Şimdi siz bir toplumda yaşarken sizin bir ihtiyacınız zuhur etti, bir eylem üreteceksiniz, esaslar belli. Medeniyet tasavvurunun değerler sistemi İslamsa İslam, modernite ise modernite... O değerler sistemine göre siz bir çözüm ortaya koyuyorsunuz. Düşünüyorsunuz, duyuyorsunuz, vicdan bunları süzüyor,muhasebe ediyor, hafıza toplanmış olan bilgilerin olduğu yer, sonra iradeye diyorsunuz ki: "Hadi bunu uygula!". İşte varoluş orada başlıyor. Şöyle ifade edelim isterseniz; hayatta karşınıza bir problem çıktı. Siz o problemi düşündünüz. Kendi değerler sistemine göre: "Ben buna nasıl bir cevap verebilirim" dediniz. Diyelim ki fakir birisi kapınıza geldi sizden bir şey istemedi ama belli ki bir şeye muhtaç. İçgüdünüz dedi ki: "Ya gitsin çalışsın arkadaş! Ben bu kadar çalıştım, ona mı vereceğim? O kadar para biriktirdim." Aklınız dedi ki: "İçgüdü doğru söylüyor ama ya ben de o duruma düşersem, ne olur? Bu da bir ihtimal , bana da vermesinler mi?" Duygu dedi ki: "Yahu yazık, bak adam gelmiş çoluğu-çocuğu var." Vicdan dedi ki: "Duygu doğru söylüyor" Böyle uzatabiliriz hikayeyi... Hafıza hep hatırladı eskileri: "Babamın zamanında birisi gelmişti peder vermişti" falan dedi. "Annem kimse duymadan komşulara ufak ufak eski çocukların kullanılabilir eşyalarını verirdi. Bir ara biz de gelmişti annem ütüleyip giydirmişti" dedi. Hayda... Hafıza bunları söylüyor. Vicdan: "Bak, bak, bak!" diyor. Nihayet bir karar verdiniz, yapacağım dediniz. İradeye dediniz ki: "Git, şu işi yap." Karar verdiğiniz anda, siz kendi kendinize karşı varoluşunuzu gerçekleştirmişsiniz demektir. Daha dış dünya sizin varoluşunuzu anlamadı, siz kendi kendinize varoluşu gerçekleştirmiş oldunuz. İradeye dediniz ki: "Git oradan falan şeyi getir." İrade dedi ki: "Yolda tehlike var ben gidemem korkarım, yapmam." İrade acz gösterdi... Eylem oluşmadı ama siz kendi kendinize varoluşunuzu gerçekleştirdiniz.
Buyurduğunuz, işaret ettiğiniz duyguları, özellikleri kullanabilmek için çevrenin/muhitin etkisi nedir?
Hepsi var tabi, siz bir toplumda yaşıyorsunuz. Yani bir toplum var. Sizi teşvik ediyor/etmiyor o ayrı bir hadise. Siz o toplumda belli bir realite içerisinde yaşıyorsunuz ve kendi varoluşunuzu adım adım anlatacağız, devam ediyoruz. Şunu hemen söyleyelim, bilim ile felsefe yaparken insan zihni modelleme yapar, model hiçbir zaman reel değildir; model idealdir. Fakat başka türlü bilim ve felsefe yapılmaz. Matematiğin dış dünyada karşılığı olmadığı için orada reel ile ideal çakışır, sadece matematikte çakışır bu ikisi. Çünkü matematik soyut bir hadisedir. "Bir"in dış dünyada karşılığı yoktur, "bir elmanın, bir armutun" karşılığı vardır. Tek başına "bir"in karşılığı yoktur. O zihinde bir kavramdır. "Sıfır"ın hele hiç karşılığı yoktur. Sıfır ne? Sıfırla çarpıyoruz, bölüyoruz, 1'in yanına koyuyoruz 10 oluyor. İki tane koyuyorsun 100 oluyor. Arkadaş bu ne? (Gülüyor) Neyse, sonra siz bu verdiğiniz kararı bir eylemle karşıdaki insana gösterdiniz. Diyelim ki işlerinde bir problem var, birisi size öyle yapıyor, böyle yapıyor falan... Siz ona karşı bir tavır getirdiniz yani irade o gücü gösterdi, o eylemi yaptı fakat karşıdaki adam onun farkına varmadı. Bir öncekine göre davranış daha mütekamil gerçekleşmiştir. En azından kendinize karşı "bak, yaptım!" dediniz ama adam görmedi onu. Bir sonrakinde eylemi yaptınız, öteki eylemi fark etti -tepki verdi veya vermedi- ama fark etti. Böylece bir önceki duruma göre sizin eyleminiz varoluşu biraz daha mütekamil gerçekleştirmiştir. Bir sonraki adımda, siz eylemi yaptınız, öteki eylemi gördü, takdir ve tahsin etti; o zaman varoluş tümüyle gerçekleşmiştir. Adım adım... Karar veriyorsunuz, yapamıyorsunuz; bir. Yapıyorsunuz, öteki fark etmiyor; iki. Öteki fark ediyor; üç. Öteki beğeniyor; dört. Burada çok mühim bir cümle söylemek isterim. Yine seküler konuşacağım. Tanrı'nın varlığı da işte böyledir. Biz Tanrı'yı eylemleriyle biliriz ve o eylemleri takdir ve tenzih edip yüceltmek mecburiyetindeyiz çünkü onun varoluşunun bizim açımızdan kemâliyle tasdiki böyledir. "Evet bir tanrı var ama işte orada oturuyor", olmadı... Oturmuyor, oturmuyor! Her yerde, yaptığı her şey şöyle şöyle şöyle! "Aman ya Rabbi!" diyeceksin.
"Ne gelmiş ne gelesidir,
Ne olmuş ne olasıdır,
Ne bulmuş ne bulasıdır,
Misli zatın ya Rabbena!"
İşte bu kadar, aynı şey. O da kendine iman edenlerden bunu istiyor. "Tahsin edin, takdir edin, önümde eğilin, beni yüceltin" diyor. Burada tekrar merhum Topçu'dan alıntı yapalım: "Siz (insanlara hitaben) yaptığınız hareketlerin mecmûsunuz, sadece onlarsınız" diyor. Bu tabi bir görüş, yani ötekinin size atfettiği mana. "Siz eylemlerinizin mecmûsunuz" E biz Cenab-ı Allah'ı nasıl biliyoruz? Onun eylemleriyle biliyoruz. "Halk" ediyor, her an hayatın içinde: "Külle yevmin hüve fi şe'n" (Rahman, 29). Bütün kelâmi meselelere bakın, görüyor, rızk veriyor... Cenab-ı Allah'ın esmâsı bitmez, sonsuz. Ne tenzihi ve teşbihi, ortada bir yerde duruyoruz. Dolayısıyla sözünü okuduğumda hayret içinde kalmıştım: "Eylem bir manada Allah ile insanın buluştuğu noktadır" diyor. Nasıl hep başına isim koyarken esmasının başına "abd" koyuyorsak (abdulhamid gibi), bu da aynı şekilde, Allah'ın bize üflediği ruh ile eylem yapıyoruz. Dolayısıyla varoluşu toparlarsak, verdiğimiz kararın kendi cinsimiz birisi tarafından beğenilmesi, takdir edilmesi, gıpta ile seyredilmesi varoluşu kemaliyle tamamlıyor. Fakat bir müslüman için varoluş burada bitmedi. Neden bitmedi? Çünkü rıza-ı Bâri'yi tahsil esas... Yaptığımız eylemin Cenab-ı Allah tarafından kabul buyurulması esastır. Bir müslümanın varoluşu, eyleminin ind-i İlahi'de makbul olmasından ibarettir. Bir sekülerin varoluşu, eylem yaptın, güel bir tez yazdın, jüriye koydun, -ben akademisyenim ya çok başımıza geliyor- hocalar dediler ki: "tamam bu olmuş" Pekiyiyi bastırdılar sana ünvanı verdiler; varoluşun tamam ama bir müslüman için böyle değil. "O yazdığım tez her ne kadar bu jüriden geçse de ind-i İlahi'de makbuliyeti nedir?" diye bakması lazım. Orada da takdir ve tahsin var: Cenab-ı Allah'ın rızası... Peki o rıza? Onu bilmiyoruz çünkü o sonsuzda duruyor. İşte onun için, reel dünyadan ideal dünyaya açılan kapıdır İslamiyet. Sizi sınırlamaz, içinizdeki bütün o ilahi hediye (mevhibe-i rahmani)lerin ucu bucağı yoktur, sizi götürür. Hadise bu...
Efendim, bir kamyon arkası söz düştü gönlüme: "Akıllı olup da alemin kahrını çekeceğine, deli ol da herkes senin kahrını çeksin." Siz anlattıkça görüyoruz ki, büyük bir çile, çatışma, çekişme, mücahededen geliyor insan. Bir de varlığı silme, yok sayma noktaları var. Yine "bizim bahçeye" atlayacak olursak, insan varlığından soyunup huzuru, sükûnu nerede bulacak? Nasıl bulacak?
O sizin bahsettiğiniz insanın o istikamete girmesine, kahır meselesine eskiler "denizin üzerindeki dalgalar" diyorlar. Aşağıda deniz sakin... Masmavi bir engin deniz. Şimdi yine varoluş meselesine dönelim, siz eylemlerinize karar verdiğiniz zaman bakıyorsunuz "bende hangi nitelikler var?" İçgüdü var sizde. Eğer içgüdü eylemlere medar olan kararlarınıza hakim oluyor, yönetiyorsa o zaman sizin varlığınızdaki bütün nitelikler kemaliyle ortaya çıkmıyor demektir. Niye? Aklınız çıkmıyor, duygunuz çıkmıyor, vicdanınız çıkmıyor! İçgüdü hepsine hakim olmuş. Akıl, duygu ve vicdan içgüdünün emrine girmiş. Onun için hayvanlardan daha tehlikeli, hayvanlardan daha aşağı oluyorsunuz. Neden? Çünkü onlarda saydığımız akıl, duygu ve vicdan yok ama sizde var. O zaman eylemlerinize baktığınız zaman orada bir hayat-ı hayvani var. Bunu söylerken aşağılar manada söylemiyorum. "Logic"/mantıkî manada çıkıyor hadise orta yere... Aklınız hakim olmuş bütün eylemerinize, içgüdünüzü hakimiyeti altına almış ama duygu ve vicdanınızı da hakimiyeti altına almış; "logic" bir insan çıkıyor. Biz çocukken, İstanbul liselerinde bir matematik hocası varmış, adını duyardık: "Mantık Lütfi". Direkt "logic" düşünen bir adam yani. Neticede duygunuzun, vicdanınızın, aklınızın ve tabi içgüdünüzün, hepsinin bir payı var ve eylemlerinizde kemaliyle görünmesi lazım. Bir takım esaslar var, söylemiştik, medeniyet tasavvurunun değerler sistemi. Bunu İslam medeniyet tasavvuru da söylüyor: "Şunlar, şunlar mühimdir bunlara göre davranınız, modernite de söylüyor. Ama İslam medeniyet tasavvurunun söyledikleri Kitab-ı Ahkamiyye'de yazılan hükümler. İslam medeniyetinde de var, modernitede de var; biri vahiy, biri akıl. Bir müslüman için tabi ki vahiy çok önemli, ama bir modernist için de akıl çok önemli. Adam bunları yorumlarken, somut bir hadise karşısında eyleme dönüştürürken hangi niteliği baskın öne çıkıyor, bütün bu niteliklerin hepsi eyleminde görülüyor mu; ona bakıyoruz. Dolayısıyla, adam bir eylem yapıyor ama görüyoruz ki bu eylemde içgüdü çok önemli, baskın bu görülüyor. Diyoruz ki: "Bu adam varoluşunu kemaliyle gerçekleştirmemiş." Neden? Diğer nitelikler görülmüyor çünkü... Ötekisinde akıl çok önde gidiyor. Peki, bir müslümanda ne çok önde gidecek? Nasıl görecek bir müslüman? Bir müslüman için kalp çok önemlidir. "Kalp ile tasdik, dil ile ikrar" bu tanımlar çok mühim tanımlardır. Her tarif, malumunuz, üzerinde düşünülmüş, "efradını cami, âyârını mani" olmak zorundadır. Tanımlarda iktibas olmayacak, farklı manalara çekemeyeceksiniz. Kalbin tasdiki çok önemli... Peki kalp? Bu saydığım içgüdüde, akılda, duyguda, vicdanda, nerede duruyor? Herhalde duygu ve vicdanda duruyor. O halde bir müslümanın eylemine baktığınız zaman orada duygu ve vicdanı ön planda göreceksiniz. Nasıl görürsünüz? Muhabbet ve merhamet ile görürsünüz. Akıl, hikmet tabi ki var! Hiç reddetmiyoruz. İçgüdü; hayatın realitesi. Var ama en aşağıda duruyor. Onun için zaten müslümanın ülfeti çok tatlı olur ve bu ülfete sırf müslümanlar değil bugün ve her zaman için bütün insanlar muhtaçtır. Çünkü o ülfet, beşeri bir ülfet değildir; ilahi bir lütfun, emrin hayata yansıyan ülfetidir. Burada bitirelim isterseniz.
Efendim teşekkür ediyoruz.