Değerli dinleyicilerimiz, AKRA'da yeni bir programla sizlerle birlikteyiz. Selamlarımızı ve hürmetlerimizi iletiyoruz. Stüdyoda değerli bir misafirimiz var. Mütefekkir yazar, sayın Yusuf Kaplan Beyefendi bizlerle birlikte.
Efendim hoş geldiniz. Değerli Hocam, çok önemli bir hususa değinmek istiyoruz programımızda. Belki gündelik hayatta unuttuğumuz/hatırlamadığımız bir gerçeği, "yaratılış" gerçeğini ve "varoluş sebebimiz"i hatırlayıp, hatırlatmak üzere sohbet etmek arzusundayız. Evvelâ hatırlayalım: "Yaratılış gayemiz neydi?" Dilerseniz, "varoluş" kavramını açarak başlayabiliriz.
Faslı mutasavvıf Zerrûk'un Ḳavâʿidü’t-taṣavvuf isimli bir eseri var. İki cümlede bütün hikayeyi özetlemiş. Tasavvufun sade dili aslında derûni bir hakikati barındırıyor. Derûnilik sadelikte gizli; ne kadar sadeleştirebilirseniz o kadar köklü bir yerden besleniyorsunuz demektir. Şöyle bir cümle kurmuş: "Şeriat mübeyyen, hakikat muayyendir" demiş. Bu aslında epey kışkırtıcı bir cümle... Ben bunu sorunuz bağlamında şöyle tercüme edeyim: Şeriat hatırlatmaktır, hakikat hatırlamak. Hakikat, kişinin yaratılış sırrını hatırlaması, varoluş gayesini hatırlaması, niçin yaratıldığını hatırlaması... dolayısıyla şeriat ile hakikat bize hayatın hakikatini, hakikatin hayatını öğretecek. Hayatın hakikati fıtratta gizli. Kişinin varoluş gayesini hatırlayabilmesi, fıtratını hatırlayabilmesi ile ilgilidir. Fıtrat; tabiat, dolayısıyla hayat. İşin ilginç tarafı şu, bu kademe kademe... Burada "tabiat" ortada, yansıması "hayat" ama kök: "fıtrat". Fıtrat, tabiattan önce gelir. "Tabiiliğimizi yitirdik, tabiat bozuldu" diyoruz ya, insan tabiatla ilişkisini bozduğu zaman tabiiliğini yitirir. Bir şekilde fıtrattan kopmaya başlar, yaratılış gayesinden uzakaşmaya başlar. Tabiatla, toprakla ilişki koptuğu zaman insan fıtratla ilişkisi arasına mesafe koyar farkında olmadan. "Tabiat" ve "fıtrat" arasındaki ilişki çok ontolojik bir ilişki, onu iyi çözmek lazım. Bakın; fıtrat, tabiat, hayat. Varoluşun sırrını çözmeye çalışıyoruz. "Rahat" ile "ruh" arasındaki ilişki bizim fıtrata bir şekilde değebildiğimiz en belirgin an. En yakîn olduğumuz an. Rahat; onun bir şekilde hayata yansıması... Arada tabiat var. O ne? "Rîh"; rüzgar demek. "Rîh, "rahat" ve "ruh" aynı kökten türeyen kavramlar. Burada enterasan bir şey çıkıyor karşımıza: Biz hissetmediğimiz zamanlarda bile, hissetmesek de rüzgar her zaman eser. Rüzgar aşı yapar, köklere gök aşısı yapar can vermek için. Rüzgar eser, yağmur yağar, dolayısıyla tohum yeşermeye başlar. Buradaki tabi/fiziki ilişki aslında metafizik ilişkinin bir yansımasıdır. Buradan, altını çizerek hatırlatmak istiyorum, biz hayatı insanca, adil bir şekilde, hakka-hukuka riayet ederek, kardeşlik ilkelerine riayet ederek yaşayacaksak müslüman bir toplumda hayatın başlangıç değil, sonuç olduğunu bilmemiz lazım. Hayatın hakikatin tezahürleri olduğunu bilmemiz lazım. Tezahür ettiği yer olduğunu bilmemiz lazım. Dolayısıyla, insanın varoluş gayesini yakalayabilmesi ve bu gayeye göre yaşayabilmesi için hayatı hakikatin tezahür ve tahakkuk ettiği bir yere dönüştürmesi lazım. Şimdi dinleyicilerin hiç beklemediği bir yere getireceğim. Hayat, hakikatin tezahür ettiği ve tahakkuk ettiği bir yer... Bu ne biliyor musunuz? Bu: Sünneti-i Seniyye. Yani, siz fıtrat ile ilişki kurmak istiyorsanız, tabiatla ilişki kurmak istiyorsanız, tabiiliğinizi yitirmek istemiyorsanız, tabiiliğinizi yitirmediğiniz sürece fıtratla irtibat kurma ihtimali her zaman var. O kapılar açık, dolayısıyla, bu yolculuğu gerçekleştirebilmenin en sahih, en özgürleştirici yolu, en mü'minleştirici yolu sünnetten geçer. Bizim sünnet ile ilgili tasavvurumuz biraz problemli gibi gözüküyor. Son zamanlarda özellikle hadisler üzerinde sünnete saldırmaya başladılar. Oryantalist projenin odağında aslında doğrudan Hz. Peygamber'in (SAS.) konumunu sarsmak vardır. "İslam düşüncesi nedir?" diye bir soru sorulduğunda: İslam düşüncesi, nübüvvet düşüncesidir. Peygamberlik düşüncesi üzerinden şekillenen bir düşünce geleneğidir. Akaidde, fıkıhta, sanatta, kelâmda, fizikte, metafizikte, matematikte böyledir, yani sadece akaidde ya da fıkıhta değil. Matematikte de, sanatta da, fizikte de siz bunun izlerini görürsünüz. Süleymaniye'yi okuyacak kadar "İkra" espirisini kavramışsanız siz oradaki matematik yansımalarını görürsünüz. Matematikteki, sanattaki, siyasetteki, estetikteki... Sadece Süleymaniye'ye, onun mimari dil ve yapısına bakarak bizim önümüzü açacak, bir siyaset felsefesi, insan-toplum felsefesi, sanat felsefesi geliştirebiliriz. Böyle ama biz bakar körüz! Okuyabilecek durumda değiliz, özgürlüğümüzü yitirdiğimiz için. Öz, gürlüğünü yitirdiği için, söz gücünü yitirdiği için, göz derûni idrak biçimlerinde görmeyi kaybettiği için... Dolayısıyla, özünüz ne kadar gürse o kadar özgürleşebilirsiniz. Özünüz ne kadar derinse sözünüz o kadar güçlüdür. Özünüz ne kadar güçlüyse, gözünüz o kadar keskin görür. Türkçe güzel bir dil. Onu güzelleştiren şey Kur'an Arapçası. Yunus'un dili... O tasavvufta kristalize oldu. Tasavvuf çok muazzam bir şekilde hem saflaştırıyor, en su katılmamış olana, aslında fıtrata ulaştırıyor. Tasavvufi hâl aslında hayatın tabiiliğini koruyarak fıtri olana ulaşmamızı sağlayan bir hâl. Gelmek istediğim başka bir yer var aslında. İbn-i Arabi Hazretleri üzerinden dedim ki "fizik kuralı aslında fizikötesini yansıtıyor." Şöyle; melekûti alemden süt emerseniz (yani fizikötesi) mülk alemini fizik dünyaya meleksileştirecek insani melekeleri geliştirebilme imkânlarını çoğaltabilirsiniz. Ne zaman ki melekûti alemle irtibat sağlam kurulursa mülk aleminde insanın meleksi melekelerini geliştirebilme imkânı artar. Ne zaman ki insanın melekûti alem ile irtibatı sakatlanır, sadece mülk alemine kapanırsa, mülk aleminde insanın yapacağı tek bir şey var. Tarih boyunca da bu söyleyeceğim tecrübeyi doğrulayan hadise yaşanmıştır, hâlâ da onu yaşıyoruz: Ne zaman ki melekûti alem ile irtibat kopar, insan sadece mülk alemine kapanırsa bu kez mülk aleminde her şeye mâlik olma güdüsüyle güdülür, kendini böyle bir felaketin içine sürüklemiş olur. Her şeye mâlik olma, "olma" yolculuğunu fark edemez, onu göremez.
Hakikati kaybettiğimiz yer tam da burası galiba....
Tabi! Yani; mülk alemine kilitlenmek, melekût alemle irtibatı koparmak hakikatî sırrın yitirildiği anlamına gelir. Bu dünyayı "dâr"/yurt edinenler, dünyayı insana dar ederler. Burada bir şey dikkatinizi çekmiştir zannediyorum; tek bir kökten türeyen iki temel cümle kurdum. On beş-yirmi kelimeden oluşan, aynı kökten türeyen: "m", "l", "k". Mülk alemi, melekût alemi, insanın meleksi melekeleri, malik olması, meliklik taslaması vesaire... Aslında insanın hakikat ile irtibatını yitirmemesinin şartı Kur'an ile irtibatı koparmamak, yolu Sünnet-i Seniyye. Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber (SAS)'e iki türlü gönderildi. Sünnet-i seniyye olmadan, Hazreti Peygamber olmadan din olmaz. Peygamberi devre dışı bırakırsanız din kısa devre yapar. Önüne gelen kendisini peygamberin konumuna yerleştirir. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Kitap ile ilişki kuracağım diye, Kitap'ı anlayacağım diye Peygamber'i devre dışı bıraktığınız zaman ne olur? Dine uyacağına, dini kendine uydurur. Halbuki ortaya çıkan şey din değildir; paçavradır. O zaman niye tapıyorsun ki? Kendi icat ettiğin şeye niye tapıyorsun? Kendine tap o zaman! Ateistler bile daha dürüst bu noktada, inkar ediyor adam. Şimdi aklıma geldi, ben kelimelerle biraz oynayarak şöyle bir yazı yazmıştım, başlığı: "Tanrıtanımaz tanınmadan Tanrı tanınamaz." Gerçekten araştırmış bir ateistin, inkâr eden kişinin yaptığı işin tasavvufi terminoloji ile ifade edeyim – çok güzel, acayip kucaklayıcı ve kışkırtıcı bir ifade- münkiri müslim yaptığını görüyorsunuz. Adam inkarcı, nasıl müslim oluyor? Buradaki manaya dikkat edelim. Buradaki mana şu: Adam Allah-u Teâlâ'yı inkâr ediyor, varlığını inkar ediyor ama bütün bu çabası Allah'ın verdiği yetileri kullanmasıyla mümkün olabiliyor. Allah'ın verdiği yetileri, istidadları, akıl melekesini, iradeyi, kudreti harekete geçiriyor. Aslında teslim oluyor! Bunun farkında değil... Bunun farkında olması mümkün değil zaten. O yüzden, gerçekten birinci sınıf ateistlerin tecrübesiyle gerçekten çile çeken ateistlerin tecrübesi mistiklerin tecrübesi komşudur, aynı değildir. Orada bir dervişanelik vardır, orada ateistlerin tecrübesi bu dünyanın ayartıcılığının reddedilmesi falan vardır, bu da ilginç bir şeydir. Dolayısıyla parantez içinde bunu hatırlatmış olayım.
Buradan söylemek istediğim şey, fizik ile metafizik arasındaki ilişki, fıtrat ile tabiat arasındaki ilişki bizi hayata götürür, o da hakikate götürür. Tabiat ile ilişki kurabildiğimiz, ilişkiyi koparmadığımız zaman hakikate, dolayısıyla fıtrata değme imkânlarımız, katsayımız artar. Böylece hayatta varoluş gayemiz ile doğru orantılı bir şekilde yaşama imkanları bulabiliriz; mekânları inşa edebilir, geliştirebiliriz.
İbn-i Arabi Hazretlerinin ruh-rîh ilişkisine dair yaptığı okumayı biraz kendi terimlerimle ifade etmeye çalışıyordum, orayı toparlayalım. Orada aslında fiziki ilişkinin metafizik ilişki olduğunu söylüyoruz. Ruh fizik bir kavram değil, rîh (rüzgar) fizik bir kavram fakat ortaya çıkan fizik ilişki bizi aslında metafiziğe götürüyor. Nasıl? Nasıl? Dediğim gibi, rüzgar biz fark etmediğimiz zamanlarda da her zaman eser, esmezse hayat biter. Aşı yapar, gök aşısı yapar dolayısıyla kök beslenir. Kök, gök ekini bir meyvedir. Dolaysıyla, kök boşlukta toprakta kendiliğinden olmaz; gök ile irtibat halinde olduğu zaman olabilir. O yüzden, köklere inemezseniz göklere yükselemezsiniz. İnsanın kulluk vazifesini kavrayabilmesi, varoluş gayesini anlayabilmesi, kulluğun özgürleşme biçimi olduğunu anlamasından geçer.
Şimdi söyleyeceğim şeyler özellikle dinle falan ilişkisi olmayan insanları sarsar, biraz ezberlerini bozar. Kişi kul olduğu zaman özgürleşebilir. Kişi, sadece kul olduğu zaman özgürleşebilir. Kulluğunu yitirdiği andan itibaren, kölelik başlar. Bunu insanlık tarihinin en bilge insanları, en büyük sanatçıları, en büyük düşünürleri/filozofları söylemiştir. Bu hakikati teslim etmiştir. Mesela, Dostoyevski aslında romanın filozofudur. "Tanrı yoksa her şey mübahtır" demiştir. Çağımızın Freud'dan sonraki en büyük psikoanalisti, Freud'un izinden giden ama aynı zamanda onu yeniden revize eden, tartışan, eleştiren, cins bir kafa... Çok acayip sarsıcı bir laf etmiştir. Ateist bir psikoanalist, bunun altını çiziyorum. Diyor ki: "İnsan tanrı inancını yitirdiği andan itibaren her şeyi tanrılaştırmaya başlamış demektir." Buradaki ilişkiyi iyi kurmak lazım; hem fizik hem metafizik ilişkiyi... Bunların birbirini beslediğini görmemiz lazım.
Sünnet-i Seniyye'nin konumu zayıf kaldı anlatıda, laf olsun diye bahsetmemek lazım. İnsanların hayatı sünnet olmadan, hakiki, sadeci, müslümanca bir hayata dönüştürmeleri mümkün değil. Sünnet olmadan bu mümkün değil! Dedim ya, vahiy iki türlü gönderildi. Birincisi "inzal" suretinde Hz. Peygamber (SAS.)'in kalbine ilka olundu. Bu bizi ilgilendirmiyor, anında olan inzal sureti bu, dikey vahiy. Vahyin ikinci tür gelişi "tenzil" suretinde olmuştur. Tenzil, yani peyderpey, hayata adım adım indirilmiştir. Hayata nakşedilmiştir. Yani, sünnet-i seniyye hakikatin hayata nakşedilmesidir. Sünnetten anlamamız gereken şey; sünnet iki boyutlubir yolculuk. Birincisi: suret şeklinde tezahür eden bir yolculuk, ikincisi siret. Siret hakikatin Hz. Peygamber'de (SAS.) tezahür etmesi, suret hakikatin Hz. Peugamber'de tahakkuk etmesi. İşin özü o... Suret ve sireti birbirinden ayıramayız. Lafız-mana ilişkisi gibi ikisinden biri olmadan bir diğeri olmaz. Şöyle bir yere geliyoruz: Kur'an-ı Kerim asıldır, sünnet usuldür. Aslolan hakikate vusüldür. Bu benim kurduğum güzel bir cümle: –çok özür diliyorum bu 25-30 senenin fikir çilesi- "Kur'an asıldır, sünnet usuldür. Aslolan hakikate vusüldür." Usül yoksa, fusül (sapma, savrulma) vardır. Dolayısıyla sünneti yitirirseniz, esen rüzgarların önünde oraya buraya savrulursunuz. Tefsiri, tefsir usulü olmadan; hadisi, hadis usulü olmadan; tarihi, tarih usulü olmadan anlayamazsınız. İşin ilginç tarafı şu: "Asıl" ile "usül" aynı kökten kelimeler, bu çok önemli. Kur'an-ı Kerim'de "kitabı anlayasınız diye Arapça indirdik" buyuruyor Allah-u Teâlâ. Arapça olmadan anlayamaz mıyız? Anlayamayız. Oradan bir dünya inşa edemeyiz... Oradan bir sanat, estetik, mimari, fizik, matematik inşa edemeyiz. Arapça olmadan bir dünya kuramayız. Allahhh-u Teâlâ bizzat bunu hatırlatıyor bizlere. Kur'an-ı Kerim hayatın iki cephesine de hitap ediyor. Kur'an'ı Kerim'in kilit kavramları "ezvac"tan oluşuyor. Allah "Her şeyi çift yarattık" buyuruyor ya... Bu fıtratın gereği böyle, dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de bütün kilit kavramlar çifttir. "Meleke" dedim biraz önce, hem "melekût" alemi var hem "mülk" alemi var. Hem dünyevi olana açılan boyutu, hem de uhrevi olana açılan boyutu aynı anda barındırıyor. Bu muhteşem bir şey!
Dolayısıyla müslümanın ufkunu kimse yakalayamaz! Yeter ki müslüman, müslüman olmanın ufkuna ulaşabilsin...