Efendim bugün de inşallah Cenâb-ı Yunus’dan iki nutk-u şerîf okuyacağız. Hocam, “Dolap niçin inilersin” ve “Ben dervişim diyene”.
-İki tane Yunus Emre’nin nutk-u var, bakalım ne zuhur edecek. Hz. Yunus bize neler söyletecek. Yedi yüz yıl öncesinden geliyor ve söyletiyor. Tabi şöyle, Yunus ile başlayan, daha evveli olan büyük bir an’ane ağır adımlarla, ağır ve emin adımlarla geliyor. Hiç yok gibi görünürler bunlar. Ama hayatı geri planda onlar idare ederler. Ve onların söyledikleri büyük ve mühim düsturlardır. Bunların söyledikleri, yâni bu erenlerin söyledikleri Kur’an ve sünnetin zamanına ve zeminine göre bizim anlayacağımız dilden ifadesinden başka bir şey değildir. Bunun altını çok kalın çizerek söyleyelim. Çünkü hakikat bir. Değişmez. O hakikati her devrin insanlarının anlayacağı dilde, o insanların karşı karşıya kaldığı problemleri çözebileceği bir biçimde onlara anlatılması, ifade edilmesi ve yaşayarak gösterilmesi lâzım.
İşte bu büyük an’ane, efendimizle beraber başlayan bu büyük oluşum, bu büyük hamle, sonra onun sevdikleri ve onu sevenler tarafından adım adım geliştirilmiş. Yunus da Anadolu’muzda, bakın başka bir coğrafyada değil Anadolu’muzda, bin yıllık yurdumuzda ve Türkçe söyleyen bir aziz. Başka yerlerde Arapça söyleyen, Farsça söyleyen azizler var. Urduca söyleyen azizler var. Yunus da Türkçe söylüyor. Ve bugüne bize hitap ediyor. Tabi biz Yunus’u anlarken, Yunus’un dünyasına girmeye çalışırken Yunus’dan sonra devam eden an’anede o silsile içinde gelen azizlerin, zamanımıza kadar ulaşan azizlerin dillerine bakıyoruz. O dillere aşina olduktan sonra Yunus bize daha net bir şeyler söylüyor. Bir mânada bir çocuk gibi düşünün aşk yolunun yolcusunu; eğitime başlıyor, önce alfabe ile başlıyor değil mi. Sonra aritmatik, sonra cebir, sonra matematik, yüksek matematik okuyor, aynı onun gibi. Yavaş yavaş muhabbet yolunun dilini kulaklarımız, sonra gönlümüz öğrenmeye, aşinalık kazanmaya ve sevmeye başlıyor. Ondan sonra Yunus’un kapıları bize açılıyor. Ama önce Anadolu’da Türkçe söylemiş, söylediği şeyler, ezeli ve ebedi hakikat. Allah kelâmı ve Peygamber sünneti. Onu benim anlayacağım bir dilde söylüyor.
Zaten kendine bir paye biçmez. Bir garip ölmüş diyeler, der yâni. Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin, der.
Çok dokunuyor hocam.
- Ama hep öyle değil miyiz, hep yalnız değil miyiz hâli hayatımızda? O büyük dost olmasa hep yalnız değil miyiz? ve bu yalnızlığımızı Kitab-ı Mübin’inde beyan buyurmuyor mu, evlâd ve ıyâl fitnedir demiyor mu yâni. Hayat böyle bir şey azizim. Ha biz zâhire riayet edeceğiz. Zâhire riayet, esbabına tevessül. Bu yolun iki mühim, aşk muhabbeti yolunun iki mühim düsturudur. Zâhire riayet edeceğiz. Zâhir ne ? eyvallah, riayet. Bileceğiz ki o zâhirdir. Zâhir aynı zamanda bizi setreder. Üzerimize bir örtü çeker ki, bilinmeyiz, görünmeyiz. Zaten güzelliği ordadır bu işin. Bilinirse ucb tehlikesi vardır. Zâhire riayet ederseniz sıradan adam derler. Kumaşçı Sırrı Amca. Tezgahtar, makastar. Sırrı Amca, kumaşçı. Bilmezler ki Abdülaziz Efendi’nin en yakın dostudur. Muhibbidir, mürididir, aşığıdır. Kumaşçı Sırrı Amca, herkes onu öyle bilir yâni. Böyle.
Dolap niçin inilersin
Derdim vardır inilerim
Ben Mevlâ'ya âşık oldum
Onun için inilerim
Benim adım dertli dolap
Suyum akar yalap yalap
Böyle emreylemiş Çalap
Derdim vardır inilerim
Beni bir dağda buldular
Kolum kanadım yondular
Dolaba layık gördüler
Derdim vardır inilerim
Ben bir dağın ağacıyam
Ne tatlıyam ne acıyam
Ben Mevlâ'ya duacıyam
Derdim vardır inilerim
Dağdan kestiler hezenim
Bozuldu türlü düzenim
Ben bir usanmaz ozanım
Derdim vardır inilerim
Şu dülgerler beni yondu
Her azam yerine kondu
Bu iniltim Hak’dan geldi
Derdim vardır inilerim
Suyum alçaktan çekerim
Dönüp yükseğe dökerim
Gör beni neler çekerim
Derdim vardır inilerim
Yunus burda gelen gülmez
Kişi muradına ermez
Bu fanide kimse kalmaz
Derdim vardır inilerim
-Evet nutk-u şerîf böyle. Zâhirde baktığımız zaman Yunus bir su dolabı görüyor. Su dolabını burada anlatmayalım. Şimdi kalmadı ama hâlâ böyle otantik, turistik yerlerde belki bulunabilir. Ama eskiden bahçeleri sulamak için yapılan bir alet idi. Dönerek suyu bir akarsudan alır, yukarıya boşaltır, onu mesela bazen bir beygir çevirir, bazen akarsuyun kendisi çevirir. Bir kısmını da alır bir oluğa akıtır oradan da bahçeler sulanırdı. Zâhirde Yunus bir dolap görüyor ve o dolaba bir soru tevcih ediyor ama dolap cevap veriyor. Normalde dolap cevap vermez. Tahtadan yapılan bir şey.
Dolap niçin inilersin, dolap cevap veriyor; Derdim vardır inilerim, Ben Mevlâ'ya âşık oldum / Onun için inilerim. Buradaki dolap bir mecaz. Hayat, rutinler. Muhabbet yolunda dolap ve değirmen metaforu çok kullanılmıştır. Bir değirmendir bu dünya/ Bir gün seni de öğütür, derler. Ne yapıyor dolap ve değirmen? hep aynı işi yapıyor. Dönüyor, dönüyor, dönüyor. İnsanlar gündelik hayatlarına baktıkları zaman, onlar da hep döndüklerini görecekler. Bir metafor var burada, dolap. Ha bazısı için bu rutinler bir çiledir. Bazısı için de bir hizmet vesilesidir. Bu bakışa bağlıdır. Yunus Emre de dolaba soruyor, sonra dolap dile geliyor ve anlatıyor. Dolabın tabi sesini duyuyor. Yâni o gıcırtı, bir derdin şikâyeti gibi gidiyor Yunus’a. Anlatıyor dolap dile gelip, ne diyor dolap? Benim adım dertli dolap, çünkü gıcırdıyorum dönerken, Suyum akar yalap yalap / Böyle emreylemiş Çalap / Derdim vardır inilerim. Yâni ben fonksiyonumu işlevimi yerine getiriyorum. Su alıyorum, bir aşağıdan yukarı çekiyorum. Bu işi yapıyorum, yaparken inliyorum. Bu bir zikrullahtır. Öyle diyelim zikrullahtır. Çünkü, Ben Mevlâ’ya aşık oldum ve Mevlâ’nın ismini zikrederek görevimi yerine getiriyorum. Niye? kader böyle emretmiş. Burada aynı zamanda kendisine nasip olan hâli, tevekkülü kabul etmek hâli de var. O tatmin de, o itminan da var. Niye böyle? çünkü diyor, Böyle emreylemiş Çalap. Ne iş yapıyorsun? filan iş, ne iş yapıyorsun? fırıncı, ne iş yapıyorsun? mühendis, ne iş yapıyorsun? su idaresinde çalışıyorum… muallim. Herkesin bir kaderi var. Bu kaderi kabullenmiş, işini şevkle ve tesbihat ile yapıyor. Su çekiyor aşağıdan hep aynı şeyi yapıyor. Sıkılıyor mu? hayır, sıkılmıyor. Çünkü yaptığı işin hizmet olduğunun farkında. Ve devam ediyor. Şimdi bu hâle nasıl geldi. Baştan alıyor.
Beni bir dağda buldular, elimdeki metinde Kolum kanadım kırdılar, vardı. Ben onu çizdim ‘yondular’ dedim. Kırmak menfî bir şey. Ama yonmak müsbet bir hadise. Yâni sizi bir terbiyeye tabi tutuyorlar. Bir ahşap, bir ağaç buluyorlar dağda. Dağda bir ağaç parçası, bir dal, bir gövde…her neyse. Belki bir odun diyebileceğimiz bir şey. Ama bu odun terbiyeye müsait, müstaid bir odun. Mesela sobayla alâkası olanlar bilirler. Bazı ağaçlar sadece yanar. Hatta bazısı yanarken doğru dürüst ısı bile vermez. Terbiyeye müstaid değildir onlar. Ama bu ağaç Beni bir dağda buldular, kim buldu seni dağda? bu mühim bir soru. Eskiler derlerdi ki, “Evlâdım mürşid sayd u şikâre çıkar. Şikâr av demek, sayd avlamak demek. Avcılığa çıkar. Ne avlıyor? müstaid bir derviş bir genç bulur muyum, bir gönül bulur muyum da onu alayım. Onunla hemhâl olayım sayd u şikâr böyle bir hadise. Birisi buluyor onu dağda. Tebliğ böyle bir hadise. Eğer sizde bir emanet varsa o emanet size boşu boşuna verilmemiştir. Onu tebliğ ile mükellefsiniz. Kime? o emaneti kaldırabilecek birisine, ehline. Çarşının ortasına çıkıp tebliğ edemezsiniz. Ehline tebliğ ediyorsunuz. İşte onun için de ehlini bulacaksınız. Emaneti, çünkü o emanet size verilmiştir. Sizinle beraber toprağın altına gider. Gitmemesi lâzım, verilmişse o yerine getirilecek. Beni bir dağda buldular, bir mürşid beni bir dağda buldu, ne yaptı? Kolum kanadım yondular, yâni benim nefsaniyetimin varlığımın, benliğimin fazlasını, yongasını, budağını, dalını, dikenini ustalıklı bir şekilde yondu. Eline keseri aldı, müthiş bir metaforik anlatım var burada. Ben bir odun parçasıydım, avda adeta beni -ceviz sandığa dönüştürüldü- bir mobilya yaptı demek istiyor. Beni bir dağda buldular / Kolum kanadım yondular, sonra; Dolaba layık gördüler
Cami kapısı da yapabilirlerdi, yapmadılar. Dolaba lâyık gördüler. Peki, eyvallah. Hayır yok. Çok zor bir iş.
Derdim vardır inilerim, diyor. Bütün insanların derdi vardır esasında. Bütün insanların derdi elest bezmindeki o ilâhi hitaba, o meclise tekrar geri dönmektir. Bir kısmı bunu hisseder. Bir kısmı daha yakından tanır. Bir kısmı da ruhunun derinliklerinde bir huzursuzluk duyar da onu bastırmaya çalışır. Bütün insanların rabbin kulu olmak bakımından elest bezmindeki o ilâhi hitaba, o muhabbete, o ana ihtiyacı vardır. Derdim vardır inilerim, işte o dert. Bu dolap için başka dert bahis mevzu değildir. Bizler için birçok dert var da, alamadım, veremedim, satamadım, yaşlandım, belim ağrıyor, kulağım duymuyor. Bunlar için öyle şeyler yok.
Ben bir dağın ağacıyım veya ağacıydım. Ne tatlıyım ne acıyım. Kokmaz bulaşmaz. Öyle insanlar çok değil mi, nötr insanlar yâni. İyi tarafı da var, kötü tarafı da var. Sonra Ben Mevlâ’ya duacıyım, haa bir dağın ağacısın, kendi hâlini biliyorsun. İyilerim var, kötülerim var yâni bazen açıksın bazen kapalısın kalp gönül bakımından ama Mevlâ’ya dua ediyorsun. Yarabbi diyorsun, beni bir doğru yola çıkar, bir sırat-ı müstakime çıkar, bir aşk ve muhabbet yoluna beni isal eyle, işte o zaman seni bir dağda buluyorlar. Kolunu kanadını yonuyorlar. Sonra dolaba lâyık görüyorlar. Ona da eyvallah, diyorsun. Ne olmuş?...
Dağdan kestiler hezenim, ne yaptı, seni bulunduğun muhitten, içinde bulunduğun ruh hâlinden kalbî alâkalarından kopardı aldı. Yavaş, yavaş alıyor seni mürşid. Sonra Bozuldu türlü düzenim, sen orada bir düzen kurmuştun. Bu düzen maddi düzenden çok manevi düzendir. İnsanlar yaşadıkları hayatta çevreleriyle bir fiziksel düzen içindedirler. Evi dükkânı, kürsüsü, camisi, vaazı her neyse. Başka yerlere de giderler. Bir düzen kurarlar. Bu aynı zamanda onların iç dünyalarının dış âleme yansımasıdır. İnsan sevmediği şeyi yapmaz, hoşlanmadığı şeyi yapmaz. Yaparken şevki olmaz. Ama bir mürşid seni dağda bulduğu zaman, dağın başında seni önce şöyle bir ele alıyor. Neyini alıyor? kalbini alıyor eline. O kalbe ahlâk-ı hamîdeyi terkib olarak doldurmaya çalışıyor. Zemimeyi de oradan çıkarmaya çalışıyor. Mürşidin yaptığı bu. Düzenim bozuldu. Ben bir usanmaz ozanım, insanın sevdiği bir dünyadan ayrılıp, bir başka dünyaya gitmesi fevkalâde zordur. Söyler, söyler, söyler.
Şu dülgerler beni yondu, kuyumcu altını işler, elması keser. Cerrah ameliyat eder, hastayı keser. Aşığı da dülger keser. Kim o? işte mürşid. Beni yondu baktı hâline; bu hazrette hangi hâller var, ‘buna nasıl bir reçete vereyim ki, seyr ü sülûkta bu biraz yürüsün, bir yere kadar gelsin bakalım bir görelim’. Bu aynı zamanda bir de nasip meselesidir. Bazı seyr ü sülûk hadiselerinde birkaç adım atar derviş durur. Bazısında hızlı gider. Bizim büyüklerimiz ona “tikitak” derlerdi. Gitti, bitti tamam oldu. Öbürleri daha bekliyor.
Şu dülgerler beni yondu / Her azam yerine kondu, burası çok mühim. Bana Cenâb-ı Allah’ın verdiği bir hiyerarşik yapı vardı. Ben o yapının farkında değildim. Biraz daha açalım istersen. Nefs-i emmâre benim her tarafımı örtmüştü. Kötü şeyleri bana güzel gösteriyordu. İyi şeyleri de bana çok zor, yapılması mümkün değil gibi gösteriyordu. Zaman zaman levvâme, bu durumu eleştiriyordu ama onun da gücü o kadardı. Ama dülger geldi mi, sahneye çıktı mı, seninle irtibata geçti mi, yavaş yavaş senin önce bir düzenini bozar. Seni bir yerden alır, kalbini alır. Zâhirde mühim olan, zâhirdeki hayatının hiç etkilenmemesidir. Biraz evvel sözünü etmeye çalıştık ya, üzerine kalın bir örtü çekiyor. Mestur kılıyor sizi, setrolunmuş. Ama iç dünyanızda eskideki bütün değerlerinizi terk ediyorsunuz. Terk etmeden kalbin içi boşalmadan, oradaki ağır yüklerle, kesafet dolu yüklerle, cemâl, nur ve muhabbet kalbe doğmuyor.
Şu dülgerler beni yondu / Her azam yerine kondu, yâni azalarım, hiyerarşik yapı ne oldu? Evvelden belki nefsim bütün vücudumu ve ef’âlimi yönetiyordu. Şimdi gönlümün etmeye başladı. Nefsim bana lâzım, nefissiz olmaz. Ama nefis gönlün emrinde olacak. Evvelden ben çok aklî idim, ama şimdi görüyorum ki çok aklî olmak işe yaramıyor. Akıl tabi ki lâzım, büyük bir nimet. Ama gönül aklın önünde. Çünkü akıl hele nefisle birleşti mi çok zor zaptedilen bir küheylan olur yâni. Yakar yıkar her tarafı. Gönlün emrinde uysal bir binek atı olur. Her azam yerine kondu, ama Bu iniltim Haktan geldi. Biraz evvel de yine sözünü etmeye çalıştık. Bir efendi dervişi aldı. Tâlim etti, seyr ü sülûk başladı bir noktaya gitti. Fakat kalbe fütuhat olmayabilir. İşte inilti o fütuhatı söylüyor. Nasip meselesi demiştik. Füyuzat Allah’tan gelir.
Yine büyüklerimiz buyurmuşlardır ki, “Oğlum ben size sadece bazı hakikati söyler ve onu tâlim etmeye çalışırım. Ama Hadî, Hakiki Allah’tır. Ben olsa olsa Abdulhadi olurum”. Hadî, Hakiki Cenâb-ı Rabbül-âlemin’dir. Bu iniltim, yâni Beni dağda buldular / Kolum kanadım yondular / Şu dülgerler beni yondu vs. vs. ama Elhamdülillâhi Teâla bir inilti bende zuhur etti. O işte biraz evvel yine sözünü ettiğimiz elest bezminin iniltisi, o yâni büyük misal. Cenâb-ı Allah’la irciî emrinin iniltisi o. Ona mülakî olma iniltisi. Bu dünyada ancak o inilti halinde olabilir.
Suyum alçaktan çekerim, sonuna geldik nutkun. Dönüp yükseğe dökerim, hizmet ediyorum, diyor yâni. Gör beni neler çekerim, hizmet hiç kolay değildir. Hele insanlarla ülfet ediyorsanız, hizmet fevkalâde zordur. Büyükler buyurmuşlardır ki: “Bu yolun iki mühim şiârı var, muhabbet yolunun. Bir tanesi Cenâb-ı Allah’a muhabbetle ibadet etmek. İkincisi bütün mahlûkata merhametle hizmet etmek”. Bütün mahlûkata merhametle hizmet çok zordur. Mahlûkat senin hizmetinin farkında olmaz. Daha iyisini ister, beğenmez. Hiç dokunmayacak sana. Çok zor. Suyum alçaktan çekerim / Dönüp yükseğe dökerim / Beni gör neler çekerim, diyor. Ancak bu o muhabbet sayesinde olabilir. İnsan sonra, “üff yeter artık” der. O demiyor. Nereye kadar? kırılıncaya kadar. Dolabın kırılması demek, ortaya çıkması demek. Yâni irciî emrine beşerin, insanın itaat edip, öbür tarafa göç etmesi demektir. Böyle bir hadise.
Her yaşın kendine göre bir hizmeti vardır. Genç yaşın hizmetini ihtiyardan bekleyemezsiniz. İhtiyarın hizmetini de gençten beklerseniz insafsızlık olur. Orta yaşın rengi başkadır. Çocukluğun hizmeti de başkadır. Çocukluğun da hizmeti, şimdi maalesef bu nokta ihmal ediliyor. Çocuk üç-beş yaşına geldi mi o da mutlaka hizmete alıştırılmalıdır. Şimdi ihmal ediliyor. Çocuk geliyor onbeş-yirmi yaşına hizmetin ‘H’sinden haberi yok, bilmiyor. Ve sonra da ebeveynler, ‘niye böyle oldu’ diyorlar. Hâlbuki çocuğun, ‘bunun da yapacağı iş var’ hizmeti var. O hizmetin tadına, getirdiği manevi lezzete, daha insanoğlunun küçük yaşından itibaren tatmış, alışmış olması lâzım. Ruhun o lezzeti tatmış olması lâzım. Yaşlının da yapacağı hizmet var. En basitini söyleyeyim, hiçbir şey yapamıyor, dua eder yahu. Bundan büyük hizmet olur mu? dua eder yâni. El açar rabbine, ‘Allah bana uzun ömür verdi’ der. ‘Çok ibadet imkânı verdi’ der, dua eder. Şevkatle bakar, muhabbetle bakar insanlara. Bundan büyük hizmet mi olur.
Evet, Yunus burda gelen gülmez, dünya böyle bir dünya, burada gülmek beklemeyin. Kişi muradına ermez, murad değdiği, hep murad dediği hadise işte. Niye derdi var? o elest bezmini özlemiştir. O en büyük muraddır insan için. Diğer muradların hepsi öyle veya böyle yerine gelir. Ama en büyük murad odur. Bu fanide kimse kalmaz, iyi ki de kalmıyor. Derdim vardır inilerim.
Nutku burada nihayete erdirdik efendim. Derdiniz ve derdimiz mübarek olsun. Allah başka dert vermesin. Muhabbet derdi, dertlerin en safı en güzeli. En gönlü okşayan, geliştiren besleyen, büyüten, zenginleştiren derttir. Allah muhabbetinden bizleri ayırmasın.
Bir Beste- Dolap niçin inilersin / Derdim vardır inilerim