Eûzübillâhimineşşeytânirracîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdülillahi Rabbi'l âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğı li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedeni'l Mustafa ve alâ âlihî ve sahbihi ve men tebiahü bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba’d.
Aziz ve muhterem sevgili kardeşlerim;
Çok kıymetli bir alimin Ebu Abdurrahman es-Sülemînin yazmış olduğu çok değerli,
mümtaz bir kitap olan Tabakatü’s-Sufiyyesini okuyoruz. Yani tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış ve böyle bir eser meydana getirmiş bu büyük alim. Bu eseri çok kıymetli bir Mısırlı profesör de neşre hazırlamış. Çok güzel ilaveler, dipnotlar, açıklamalar yaparak
Bu Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş olan bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini, fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semîtü abde’l vahidi’bne Bekrin yekûl. Müellif “Ben Bekir oğlu Abdülvahit’ten işittim” diyor.
Yekûlü semîtü Aliyyeni’l fetâ. Feta; Arapça’da delikanlı yiğit demek Arapça'da delikanlı yiğit demek. O da, o sıfatla tanınan Ali'den, Aliyyeni’l Fetâ’dan duymuş.
Yekûlü semîtü ebe’l Hüseynîn-Nuriyye yekûl. O
da tercümeyi hali ve fikirleri yazılmakta, anlatılmakta olan sâhibü't-terceme Ebu'l Hüseyni Nuri'den işitmiş. (Kaddesellâhü sırrahü’l azîz rahimehullâhi ecmaîn) Şöyle buyurmuş:
Ehli’d-diyâneti mevkufun ve ehlü’t-tevhîd yesîrun ve ehlü’r-rıdâ yestervihûn ve ehlü’l ınkıtâ yetehayyerûn sümme kâle inne’l hakka izâ zahar telâşâ külli şey’in mâ telâşâ küllü mâ-hacebe ve seter.
Konu muhtelif zihniyetteki derecedeki, seviyedeki
Müslümanların, ariflerin hakkında. Buyuruyor ki;
Ehlü’d-diyaneti mevkûfun. “Diyanet sahibi olanlar,
dindar olanlar, dindarlığını güzelce yapan, Allah'ın emirlerini, ibadetlerini yerine getiren kimseler, mevkufun “durdurulmuşlardır.”
Buradaki durdurulmak; belli bir noktada, belli bir seviyede, belli bir çizgide sabit kadem duruyorlar. Çünkü âbid insanlardır.
Biliyorsunuz, tasavvuf kitaplarında okumuşsunuzdur. Dindarlar da; tek tipten, tek cinsten değil. Çeşitleri var, gruplara ayrılmış. Mesela; bir kısmına abitler, bir kısmına zahidler, bir kısmına arifler, bir kısmına aşıklar diyorlar.
Mesela bunların dereceleri anlattığım sıra üzere gittikçe yükseliyor. Burada da böyle söylemiş. Abitler -diyanet erbabı olan, dindar olan Müslümanlar- şöyle durdurulurlar. Allah tarafından durdurulurlar.
Ve ehlü’t-tevhîd yesîrun. “ Tevhidi hakîkiye ulaşmış Allah'ın varlığını, birliğini kavramış içine iyice sindirmiş
O, lâ ilâhe illallahın derin manalarını anlamış insanlar onlar, yesîrûn “seyrederler.” Yani seyahat ederler, hareket ederler, ilerlemeye devam ederler.
Ötekiler iyi güzel bir çizgide durduruluyor ama bunlar ilerliyor. Bu daha iyi.
Biliyorsunuz diye hüsn-ü zan ediyoruz ama tabii bunlar aslında çok ince mevzular!
Lâ ilâhe illallahın çeşit çeşit manaları var. Bir manası, Allah'tan başka ilah yok! Başka tapınılan mahluklar, varlıklar, putlar nedir? Batıldır onlar.
Mâbüdün bi’l hakk olan sadece Allah'tır.
“Adamlar ağaçlara tapıyorlarmış. Öküze tapıyorlarmış.”
Öküzü kendilerinden daha üstün sanıyorlar!
“Yıldıza tapıyormuş, aya tapıyormuş, güneşe tapıyormuş, Zeus'a tapıyormuş, Venüs'e tapıyormuş.”
Çeşit çeşit putlara tapınan insanlar...Tabii bunların
defterde hiç isimleri yok. Bunlar Müslüman değil! Bunlar Allah nazarında kıymete hâiz ve sahip değil! Çünkü daha “lâ ilâhe illallahı” anlayamamışlar. Allah var hakiki Mabud O. Mabud'un bil hak olan Yaradan. Rabbü’l-âlemîn! Yaratan, yaşatan, rızkı veren rubûbiyet sahibi, uluhiyet sahibi sadece Allah-u Teala'dır. Tektir, birdir.
Kul hüvallâhu ehad. Manası “Allah birdir, tektir, şeriki, naziri yoktur.” Ama bazıları tevhitte -Allah'ın birliğini- düşünmekte daha derin manaları da kavramışlar. Bazıları bunu içinde yaşıyorlar. Gayet iyi biliyorlar.
Daha yüksek derecesi nedir?
Lâ havle ve-lâ kuvvete illa billah. “Bütün güç kuvvet Allah'ındır.” Her şey Allah'ın kudretinde. Allah dilemezse hiçbir şey olmaz.
“Hakk'ın emri olmaz ise sanma bir çöp deprenir.” Bir rüzgar esmez, bir çöp kımıldamaz. Hepsi Allah'ın gücüyledir, müsaadesiyledir, emriyledir
yaratmasıyladır.
Lâ havle ve-lâ kuvvete illa billah. “Allah'tan başka güç kuvvet yoktur.”
O samettir. “Herkesin ihtiyacını veren, dua ettiği zaman herkesin duasına icabet eden O'dur. Başkası değil! Samet. Buna gizli tevhit diyorlar.
Öteki lâ me’bude illallah. “Allah'tan başka yok” demek olana, aşikare tevhid diyorlar. Tamam!
Şu put, bu mabut, firavunların taptığı, Mısırlıların, Hititlilerin, Asurluların taptığı hepsi onlar. Onlar Tanrı değil! Hakiki ilah, mabut olan Allahtır.
Bu birinci derecesi. Ehli tevhit bunlar.
Ama lâ havle ve la kuvvete illa billâhi "Bütün güç, kuvvet Allah'tadır.” Ondan başka güç kuvvet sahibi yok. Mukadderatı takdir buyuran O’dur. Alnımızın yazısını yazan O'dur. Başımıza gelenler O’nun kaderindendir. Kadere rıza göstermek imandandır.
Lâ havle ve-lâ kuvvete illâ billâhil aliyyi’l azîm. Bu daha yüksek bir derece. Şeriki naziri yok. Güç kuvvet sadece O’nun elinde.
Ondan sonra?
Ondan sonra tevhid fikri daha da derinleştiği zaman
aslında Allah'tan gayrı bir varlık da yok! Allah-u Teâlâ Hazretleri yaratmış onun için ortada görünüyorlar. Ama ha varmış, ha yokmuş. Bir varmış, bir yokmuş.
Hani senin deden?
Hani dedenin babası?
Hani ötekiler?
Hani bir zaman seninle selamlaşan, konuşan, şimdi
ahirete göçmüş olan insanlar?
Hani eski günler?
Yani her şey fani!
Sadece el-baki Allah! Hüvel hayyü'l baki. “Baki olan, ezeli olan, ebedi olan hakiki vücut sahibi olan O’dur.” Ötekiler mecasen.
İşte var diyoruz ama bir varmış, bir yokmuş. Nasıl var? Yok yani. Bütün varlıklar varlığını, Allah'tan aldığı için şeklen biraz var gibi görünüyorlar. Ama hepsi Allah'tan. O zaman etrafa baktığı zaman bazı ehli tevhit her şeyde Allah'ı görüyor. “Nereye baktıysam orada Allah'ı gördüm.” diyor.
Allah'ın tecellisini görüyor. Allah'ın tecellisi ne demek? Yani görüntüsü, görünümü demek.
Bu hususta ayet-i kerime de var. “Bunlar onların kafasından uydurdukları şeyler değil. Orada ikaz ediyorum sizi su-i zanna düşmeyin.”
Allah-u Teâlâ hazretleri ne buyuruyor:
Fe-eynemâ tüvellû fe-semme ve’chullâh.
“Yönünüzü nereye dönerseniz dönün. Allah o tarafta. O canipte, oradadır.”
Allah Allah...Buraya da dönsem öyle, bu tarafa da dönsem öyle, öbür tarafa da dönsem öyle! Nereye dönerseniz dönün Allah oradadır. Bu da tabii tevhidin biraz daha arifce bir derecesi. Her şeyi yok biliyor. Her şeyin yok olduğunu görüyor. Asılsız olduğunu, fani olduğunu görüyor. O perdenin arkasında; o şeklin arkasında baki olan,
asıl varlığın sahibi olan, asıl var olan Allah'ı görüyor. Tabii bunları anlatmak da zordur. Bunlar insanın içinde düşüne düşüne Allah'ın vergisi olarak
Allah'ın ihsan etmesi olarak buldukları mücevherat bunlar. Çok kıymetli bilgiler. O zaman nereye baksa Allah'ı gören bir insan; “lâ mevcuda illallah” demeye başlıyor. Allah'tan başka bir varlık yok noktasına geliyor. Bazısı tabii bunu anlayamıyor. O seviyeye gelmeyen anlayamıyor. Anlayamayınca çeşitli münakaşalar çıkıyor ama ne yapalım.
Allah-u Teâla Hazretleri öyle buyurmuş.
Külli şey’in hâlikun illâ vechehû
“Her şey helak olucudur. Helak olacaktır. Yalnız o vardır. Nereye dönseniz Allah-u Teâlâ hazretlerinin vechi pâki oradadır.
Ve hüve mâ-küm eyne mâ küntüm.
“Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.” Sizin yanınızdadır. Hani? Anla bakayım bunu. İşte Allah-u Teâlâ hazretleri böyle buyuruyor. “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”
Hissedebiliyor musun o beraberliği? İmanın en yüksek derecesi nedir?
Efdalülü’l imâni en teğleme ennellâhe meake haysümâ künte.
“Nerede olursan ol, Allah'ın seninle beraber olduğunu bilmen en üstün imandır. İşte bu! Onu hissedebiliyor musun? Günah işleyemiyorsun, hata işleyemiyorsun. Ayağını uzatamıyorsun. Edebinden, el pençe divan duruyorsun.
Neden?
Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğunu biliyorsun da seni gören, seni işiten, her şeye kadir olan Mevla'nın huzurunda edebinden böyle el peçe divan duruyorsun.
İşte o yüksek, en yüksek iman! Bu da bir şey. Başka varlığı görmemek. Tabii bunu daha ileri ileri ileri derecelerde telaffuz etmiş olan, söylemiş olan kimseler var.
Mesela; Muhiddin ibnü’l Arabi. O da vahdeti vücut demiş.
Yani vücud ne demek?
“Varlık” demek. İnsanın bedeni demek değil. Vahdet-i vücud ne demek?
Bütün varlıklar bir tanedir. Allah'ın varlığıdır. Ötekiler varlık falan değil. Onlar yok. Onlar yok. Sadece Allah'ın varlığı var. Bunu izah etmiş. Fütühat-ü Mekkiyye’sinde etmiş. Daha başka eserlerinde izah etmiş. Onun bu izahı birçok kimseyi de etkilemiş.
Bunun karşısında İmamı Rabbani Efendimiz kaddesellâhü sırrahü’l azîz o da diyor ki:
Vahdet-i Şuhûd var.
“Hangi yere baksan, her yerde Allah'ın yarattığı bir mahluku, onun bir eserini gördüğün için onun varlığına bir şahidi gördüğüm için bütün her şey Allah'ın şahidi olduğundan şahitlerin birliği var.”
Tek bir şahit var. İşte bütün varlıklar Allah'ın varlığına şahittir. Evet öyledir!
Vahdet-i şuhûd.
Evet, o doğrudur, çok doğrudur. Çünkü bütün bu varlıklar Allah'ın varlığını gösteriyor.
Tabii bunların anlaşılması için insanın çok derin tefekkür edebilen, çok geniş bilgiye sahip bir insan olması lazım. Ama ümmi de olsa Allah bazı kimselere bu bilgileri, bu zevkleri, bu duyguları, bu hisleri öğretiyor, bildiriyor. Bakıyorsun ümmi, ama anlamış! Allah'ın varlığını derece derece daha derin, daha derin, daha derin anlamış.
Bizim ilahiyatta talebem var. Şimdi doçent. Tasavvuf doçenti. Hacı Bayramı Veli Hazretleri'ni tetkik eylemiş; hayatını, eserlerini tetkik eylemiş.
Hacı Bayram-ı Veli hakkında hangi sonuca vardın? dedim.
Diyor ki:
“Hocam maalesef o da vahdet-i vücudcu” diyor. Maalesef o da vahdet-i vücudcu diyor. Güldüm. Evet insan ayeti, hadisi, hadisi şerifeyi biraz bildiği zaman, bu konuların içine biraz girdiği zaman, bazısı vahdet-i vücudu kabul edemez. Anlayamaz! Derinliğini, ne manaya geldiğini anlayamaz. Elbet bir halik var, bir de mahluk var.
“Halekallâhü’s-semâvâti ve’l arz” der.
Hâlikla, mahlukun ayrı olduğunu bu ayeti kerimeler ifade ediyor diye vahdeti vücudun ne olduğunu anlayamaz. Ama Muhyiddin İbni Arabi'yi de okuduğun zaman, onun da eserlerini okuduğun zaman, onun da senin gibi düşündüğünü ama meseleyi izah ederken daha derinden bir izahla öyle anladığını görüyorsun. Yani yanlış değil! İşi daha derinden bir anlatma şekli.
Tabii Hacı Bayramı Veli de müderris idi. Yani o zamanın alimi, profesörü, üniversite hocası gibiydi. Dini ilimleri iyi bilen bir kimseydi. Ama bir insan, tasavvuf yolunda yürüdü mü Allah'ı tanır, marifetullaha erer. Allah'ı insan kendisi tanıyamaz.
Kendisi tanıyamaz! Allah tanıttırırsa tanır. O zaman kitap olmadan da, Arapça olmadan da tanır. Allah marifetullahı verirse, o zaman ümmi olmasına rağmen tanır.
Bu nasıl olur?
Allah'ın sevdiği ibadetleri yapar. Allah'ı zikreder. Allah'ın sevdiği zamanlarda Allah-u Teâlâ hazretlerine gözyaşlarıyla iltica eder. Geceleri kalkar; seccadesinde dua eder, tespihini çeker. Derken derken hoş zikirleri yaparken, bu ibadetlere devam ederken, bu adaba bu ahlaka uyarak edepli bir kul olarak yaşarken Allah gönlünü nurlandırır, bilgilendirir. O zaman Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni bilir. Allah-u Teâlâ’nın Hazretlerini bulur. Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne erer. Ümmi de olsa, kitap okumadan da olsa olur.
O zevki yaşar, o tadı yaşar. O keyifle ne güzel sözler söylerler.
Ne diyor Eşrefoğlu Rumi Hazretleri?
“Ey Allah'ım” veya “ey Allah' ım” Hey ve ey aynı şey.
Hey Allah'ım beni senden ayırma.
Beni senin cemalinden ayırma.
Balığın canı su içire dirilir.
İlahi balığı gölden ayırma.
Seni sevmek benim dinim imanım.
İlahi dîni imandan ayırma.
Yani suyun içinde balık gibi olduğunu, Allah'ın sevgisi deryasında
yüzdüğünü, Allah'tan hiç ayrılmak istemediğini, O’na son derece derinden aşık olduğunu ifade ediyor bu ilahiler. Buna benzer daha nice ilahiler var. İnsan tatmadığı fikirleri, duyguları, hisleri tadarsa ne demek olduğunu anlayabilir.
Bunun için de mesela ramazanda itikafa girin. On gün evinize gitmeyin, camide ibadet edin, Kur'an okuyun, zikir yapın. Geceleri kalkın, ibadet edin.
Ne zevkler, ne sefalar, ne fikirler, ne ilimler, ne irfanlar, ne güzellikler tadacaksınız.
“Ha!” diyeceksiniz. “Vay be! Meğer ben bir şey bilmiyormuşum. Meğer bu taraf ne kadar tatlıymış. Ben bunu dışarıdan ya bu adamcıklar camiye giriyorlar, gündüz oruç tutuyorlar, gece uyku uyumuyorlar. Cevr-ü cefa çekiyorlar, hayatları tatsızdır filan sanıyordum. Meğer tatlıymış. Ne kadar tatlıymış” der insan.
Evliyaların büyüklerinden birisi ne diyor:
“Hükümdarlar bizim tattığımız lezzetleri, zevkleri, sefaları bilseler; bu zevkleri, sefaları bizim elimizden almak için ordularını bize çevirir, bize saldırırlardı. Hücum...Şunun elinden şu güzel şeyleri alayım diye bize saldırırlardı.” diyor.
Neden?
Çok zevkli, çok tatlı, güzel şeyler ama işte tatmayan bilemiyor. Bu vahdet-i vücudda bir görüştür, bir zevktir. İnsanın Allah-u Teâlâ hazretlerine seyrinde -seyri sülûkunda- kendisinde hasıl olan bir irfan derecesidir. Güzel bir derecedir, doğrudur. Ama onun ötesi vardır. Onun daha ötesi vardır. Daha ötesi vardır.
Niye anlattık bunları?
Tevhidin dereceleri vardır da ondan. Kimisi “lâ mevcuda illallah” der. Kimisi “lâ mağbude illallah” der. Kimisi “lâ maksûde illallah” der. Allah'tan başka bir gaye, bir maksut yoktur. Her şeyi bir tarafa atmalı, insan sırf Allah'ın sevgisi kazanmaya çalışmalı. Sırf hedefi Allah olmalı. O da “lâ ilâhe illallah ın” bir hali.
Allah'tan başka; lâ mahbûbe illallah “Allah'tan başka sevilecek, sevilmeye layık, gönül bağlanacak başka bir şey yok.” Bu da bir tevhidin derecesi işte! Tevhidi insan; derece derece, derin derin manasıyla, zevkini duya duya, istasyonlardan geçe geçe, ilerledikçe bunları anlar. Ama anlamayana da lafla söylesen fayda etmez. Çünkü anlamadı!
İki gözü âmâ olan, doğuştan âmâ olan bir insana yeşil ile kırmızının farkını anlatamazsın. Çünkü bilmiyor. “Bak yeşil şu, halı, kırmızı, işte gül, çiçek.”
Ama ne demek kırmızı?
Ne demek yeşil?
Ne demek sarı?
Ne demek mor?
Anlayamaz. Tatmayan bilmez. Men lem yezuk lem yeğrib “Kim ki tatmadı, bilemedi. Tatmayan bilmez.”
Baklavayı hiç yememiş olan baklavanın tadını bilmez. Bal hiç yememiş olan balın tadını bilmez. Tadılmayan şeyi bilemezler insanlar. Tattığı zaman “oh ne kadar güzelmiş, çok güzelmiş.”derler.
Diyor ki: “Dindarlar durdurulmuşlardır. Tevhid ehli seyrederler. Yani seyahat ederler, hareket ederler, ilerlerler. Tevhidin derecesinden derecesine, istasyonundan istasyonuna “mea’s-selâmeh” giderler.
Çünkü “lâ ilâhe illallah” sözü çok büyük bir sözdür muhterem kardeşlerim. “La ilahe illallah” sözünün muazzam bir tesiri vardır. Hiç fizik kitapları yazmasaydı, uzaktan bir demirin bir başka demiri oynatacağını düşünür müydünüz?
Düşünür müydünüz?
Hiç değmeden bunu, bu kıpırdatacak. Bu demir çubuk şuradakini eğmeden kıpırdatacak.
Hadi oradan ya! Öyle şey olur mu derdiniz.
Ama tecrübe edilmiş, biliniyor, ilim kitapları yazıyor, fizik kitapları yazıyor da; değmeden de uzaktan hareket ettirmek oluyormuş. Oluyormuş! Tamam. Anlıyorsun.
Şimdi televizyonu uzaktan komutayla idare ediyorsun. Açıyorsun, kapıyorsun, değiştiriyorsun. Uzaktan oluyormuş demek ki. Lâ İlâhe İllâllah ın öyle tesiri vardır. Öyle anlatayım. Nasıl anlatayım? Kuvveti vardır, tesiri vardır.
Nasıl tesiri vardır?
Kuvvetli bir mıknatısın başka bir demiri hareket ettirdiği gibi lâ ilâhe illallah ın gücü vardır.
Lâ ilâhe illallahı çeken bilir. Çeken bilir! Yaşayan bilir. O mertebeye ulaşan bilir, ulaşamayan bilmez! Ne diyelim?
Ve ehlü’l rıdâ yestervihûn. “Rıza ehli sükun ve itminâna kavuşturulmuşlardır.” Kavuşturulurlar.
Müslümanların bir cinsi de, rıza ehlidir. Çok yüksek bir mertebedir rıza makamı. Rıza ve teslimiyet makamı!
Nedir bu?
Allah'ın her kaderine razı olmak.
Hoştur bana senden gelen.
Ya gonca gül yahut diken.
Ya hılatü, yahut kefen.
Mevla görelim neyler...
Neylerse güzel eyler.
(Erzurumlu İbrahim Hakkı.)
Yahu neylerse güzel eyler mi? Neylerse güzel eyler. Ey lütfu çok, kahrı güzel.
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.
Bak! Ya Rabbi senin lütfun çoktur. Ey lütfu çok olan Mevla'm, ey kahrı da güzel olan Mevla'm. Kahrı da güzeldir. Firavunu kahretmesi ne güzel olmuştur ne ibret olmuştur. Nemrudu kahretmesi ne güzel olmuştur.
Allah'a şirk koşup dururken, baş kaldırıp yumruk sallayıp dururken, bir müşriğin kafasına yıldırımı indirmesi, kahretmesi ne güzel olmuştur. Yunanlı, Uşak'ta Müslümanları camiye doldurup da
kapıda elinde meşale, elinde silah “hadi bakalım Allah'ınız sizi kurtarsın. Yakacağım şimdi camiyi, ahşap camiyi. Kapıdan da sizi çıkartmayacağım. Çıkanı kurşunla öldüreceğim. Kalanda tavan yanıp çökünce kebap olup ölecek. Hadi bakalım sizi Allah'ınız kurtarsın” dediği zaman arka kapı açılıp da Türk askeri kapıdan girip de onu kahretmesi ne güzeldir
Olmuş hadise bu. “Hadi bakalım sizi Allah'ınız kurtarsın, kurtaramaz” diyor. Yunanlı öyle derken caminin kapısı bir itilip açılıyor Türk askerleri deviriyorlar. İşte Allah'ın kahrı da güzel.
Allah-u Teâlâ hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi, Peygamber Efendimiz’in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz’in has ümmeti olmanızı nasip eylesin
Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i âlâ Peygamberi zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene’ım eylesin.