Ecdat dinimizin nice emrini ahlakımıza işlemiş birer alışkanlık, genlerimize nüfuz etmiş birer huy olarak toplumsal hayatımıza adeta nakşetmişler.
Misal, Ahmed b. Hambel’in rivayetine göre Allah Resulü der ki “Sadaka kötü ölüme mâni olur.” veya “Üzüntüleri ve sıkıntıları sadakalarla telafi ediniz. Böyle yaparsanız Allah sizin sıkıntılarınızı giderir, düşmanlarınıza karşı size yardım eder, şiddet ve sıkıntı anında ayaklarınıza sabit kılar.” Daha onlarca sadaka ile ilgili hadis, bir o kadar da yardımlaşma, sevgi muhabbet ile ilgili hadis vardır. Anadolu irfanı bunu birkaç özlü sözle şu şekilde özetlemiştir, “başımın gözümün sadakası”.
Başına gelen her fenalığı def etmek için, her nahoş halden imtina için, doğanı-yaşayanı kem talihten muhafaza için, can-mal-evlat-ahlak selameti için, sayılması imkânsız nimetlere şükür için, sevap için, hayr için ecdadın aklına hep sadaka gelmiş. Bir hanede işler ters mi gitmeye başladı, hemen eski hanımlar özel ölçek kaplarını çıkarır bolca undan, pirinçten, bulgurdan… Artık Allah ne verdiyse hepsinden kepçe kepçe doldurur zaten tanınmakta olan fakir fukaraya, muhtaca bir çırpıda dağıtırlarmış.
Haneye bir dert bir hastalık mı uğradı hemen bir sadaka payı ayrılır. Bu Anadolu’muzun her yerinde aynıdır. Yaygın bir ahlak halini almıştır. Öyle ki hemen birinin yüzünü güldürmeye, onu sevindirmeye çalışılır. Peygamber Efendimizin “Hastalarınızı sadakayla tedavi edin. Sadaka, her hastalığı ve belayı defeder” sözü bu davranışın da kökenidir.
Birinin ayağı taşa takılsa daha dizinin ağrısı geçmeden bir hayra koştuğunu mesela güvercinlere yem attığını, bir çocuğun başını okşadığını görürdünüz. Tam aksi de olurdu. Olmaz ya istemeden birine zarar verdiyse Anadolu halkı akabinde başına gelen fenalığı o ilk fenalığına bağlar, onu düzeltmenin bir yolunu arar, “Ahmet dayı borç istediydi vermedim. Şimdi para haybeye çarçur oldu gitti.” der hatasından ders çıkarırdı. Yahut başına bir hal geldiğinde “sadaka mı vermedik” acaba deyip cebini yoklar bu açığı kapatmanın yolunu arardı.
Bu alışkanlığı “pazarlıklı hayır” yani bir karşılık beklentisi ile yapıldığı için faydasız görenler de var elbette. Ancak toplum üyelerinin aralarındaki ilişkiyi kuran ve sürdüren, onları birbirine bağlayan bir özelliği de var. Aslında bu durum bir yerde sevinci ve kederi başkaları ile paylaşmak, hayatına onların duaları ile hayır eklemek, ne kadar muktedir olsa da mü’min kardeşlerinin duasını almadan bir hiç olacağını hatırlamanın önemli bir yoludur.
Ayrıca inancımızda ve kültürümüzde bir kardeşini sevindirmek kişinin kendi saadeti için de vesiledir. Eş dost sevinirse sevinir bizim halkımız. Biri üzgün ve mahzunken doya doya gülemez bile.
Eskiden köylerdeki mahallelerin her birinde beldenin ‘Emin’leri olurdu. Bazı bölgelerde bu ‘Emin’lere “Kâhya” veya “Şimbil” de denirdi. Kimin muhtaç, kimin ihtiyacı olduğunu işte o beldenin ‘Emin’i bilir, yapılan yardımlar Emin’in vasıtasıyla ihtiyaç sahiplerine ulaştırılırdı. Emin kime ne verdiğini ulu orta dillendirip söylemezdi. Ne alan kimden aldığını bilir ne de veren kime verdiğini bilirdi.
“Sağ elin verdiğini sol elin bilmeyecek” düsturunu baş tacı yapan dedelerimiz, birbirinden manidar sistemler geliştirmiş, vakıflar açmış, bu hizmetler devam etsin diye 20.000’den fazla vakıf kurmuş, ‘Sadaka Taşları, Mola Taşları’ gibi insan aklını zorlayacak icatlarda bulunmuşlardır…
Camilerin, mahallelerin kıyısına köşesine saklı olan sadaka taşlarını bilmeyen var mıdır! Verecekler vereceklerini gizliden getirir oraya bırakır ki bu bazen para olur bazen giyim veya ev eşyası olur bazen de erzak. İhtiyaç sahibi gelir karanlıkta kimselere görünmeden ancak ihtiyacı olan miktarı alır giderdi. Ben siftahımı yaptım deyip gelen müşteriyi komşu esnafa gönderen tokgözlü esnaflara sahip milletimizin isteyicileri bile ihtiyaçtan fazlasını istemez, bir başkasına bırakırlarmış.
Sadaka taşlarının bazıları kısa, bazıları da bir buçuk, iki metre civarında boya sahip ve silindir şeklinde. Ortasında bir çukur bulunuyor ve paralar oraya konuyormuş. İnsanın göz seviyesinden daha yukarıda olan bu taşlara birkaç basamakla çıkılırmış. Sadaka taşlarına para bırakmak ve oradan para almak için genelde akşam saatleri tercih edilirmiş. Bunun sebebiyse hem ışık olmaması hem de sadaka taşının yüksekliği para miktarının görülmesini engellermiş. Sadaka taşları, halkın kolayca ulaşabileceği yerlerde bulunduğu gibi tenha yerlerde de bulunuyormuş. Verenin alanı görüp kibre kapılmaması, alanın da vereni görüp mahcup olamaması prensibine dayalı sadaka taşları, vereni büyütmeden alanı rezil etmeden iki tabakadan insanı birbirine bağlardı. Şimdi bu alıp verme meseleleri yüzünden hepimizde bir yüzsüzlük hali almış gidiyor.
Osmanlı insanının ulaştığı ahlaki şahikayı gösteren nişanelerden biri de sadaka taşlarının benzer uygulaması olan “Zimem” defteriydi. O güzel insanların hali vakti yerinde olanları özellikle Ramazan ayında hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb. dükkânlarına girer, onlardan Zimem defterini, yani veresiye defterini çıkarmalarını isterdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele bazı sayfaların yekûnunu yaptırıp, “silin borçlarını… Allah kabul etsin” der, giderdi. Mali durumu daha iyi olanlar ise defterin tamamının yekûnunu yaptırır ve ödemesini yapardı.
“İsteyiciyi boş çeviren eve, bir hafta melekler uğramaz” diye inanan insanımız “altın semerle bile gelse kapıdan kimse boş çevrilmez” diye inanır ve kimin istediğine aldırmadan kapısına gelene az çok bir ikramda bulunur, yedirir, içirir öyle gönderir.
“Malın bekçisi sadakadır” der, sadakanın malı bereketlendireceğine itimat eder, verirken “elini korkak” alıştırmadığı için bütçesine göre bol bol ikram eder. Eskiden zengin konaklarının etrafı, konak sahiplerinin koruyuculuğunu üstlendiği insanların evleri ile çevrelenir, her zengin aile muhakkak 3-5 ailenin daha aile geçimine katkıda bulunurdu. Birbirlerinin dertlerini bilir ve destek olur kah zengin fakire kah fakir zengine emsalsiz bağışlar yapar, kimse elindekini kendisinin addetmez, varlıklı insanlar kendilerini aracı farz eder, emanetleri sahiplerine iletirdi. Allah Teâlâ’nın rızıkları doğrudan vermeye muktedir iken insanları birbirlerine aracı kılmasının, kiminin rızkının kiminin kazancının içine yerleştirmesinin hikmetini anlar ve tevazu içinde yaşarlardı.
Hayır ve iyilik her şart, biçim, tür ve durumda güzeldir, yayalım ki başımızın gözümüzün sadakası olsun.