Peygamber Efendimizin şu hadisini sık sık hatırlarız: "Komşusunun aç olduğunu bildiği hâlde tok karnına yatan bana iman etmiş olamaz."
Yine onun "Kim bir oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz." Hadisi ise aç bir insanı veya bir oruçluyu doyurmak konusunda adeta birbirleriyle yarışan Anadolu insanının hayat kılavuzudur.
Ecdadın kulaklara iz yapmış ve dillere pelesenk olmuş “Tanrı misafiri” yani Allah tarafından gönderilmiş kişi sözü, misafirin Allah’ın gönderdiği bir ikram olarak kabul edildiğini gösterir ve misafir asla geri çevrilmez, saygıda ve hizmette kusur edilmezdi. Hemen her niteliğini yitirmiş Türk evi çok şükür ki hala misafir odalarına sahip ve hala misafir baş köşede kendisine yer bulmaya devam ediyor.
Hasılı kelam başta misafir olmak üzere açları doyurmak bir dini vecibe olarak hayatımıza girmiş olsa da ecdadın onu geleneği ve günlük yaşamı ile harmanlaması sonucu artık halkımızın genlerine kadar işlemiş ve bir huy haline gelmiştir.
Adı gibi kendi de güzel olan “Âyet sofraları” işte bu hasletin nadide bir tezahürü olarak yüzyıllarca yaşamıştır. Belki bugün yeniden canlanması için bir başlangıç yapmış oluruz.
Âyet sofraları, Birlik ve beraberliğin, Allah katında herkesin eşit olduğunun daha iyi idrak edildiği Ramazan ayında kurulurdu. Ramazan başladığından, ilk bir hafta içinde gerçekleştirilirdi.
Bu geleneğe göre o ilk 7 gün boyunca erkekler, kadınlar ve çocuklar için 3 ayrı sofra kurulur, 3 sofranın da yiyecek ve içecek bakımından aynı olmasına hususi bir özen gösterilirdi, öyle ya İslam’da ancak takva eşitliği bozabilir. Gelin görün ki o da kalplerde gizlidir, dışardan bakılınca görülmez. Kim kimin takvada yüce olduğunu görüp de ona göre muamele edebilir ki. Hadi gördü diyelim, Gören görse de bunu ifşa eder mi ki!
Hasılı kelam ayet sofralarına, bütün eski Müslüman geleneklerinde olduğu gibi herkes davet edilir, zengin, fakir, ast-üst demeden. Ayet sofrası faslı bundan sonra başlıyor: Her bir sofraya bir isim veriliyor: Biri Yasin Sofrası oluyor mesela diğeri Tebareke Sofrası yahut Bakara Sofrası gibi.
Tabi burada bir bilgi noksanlığı var: Bu isimleri verip de öylece bırakmamıştır ecdad, muhtemelen o sureleri güzel bir tilavetle okuyacak kişiler de vardır sofrada. Muhtemelen iftar öncesi her sofra sakini kendi masasına ad olan sureyi okuyordur, diyelim. Bu da bizim hayal gücümüzün ilavesi olsun.
Ev sahibi, kurduğu sofraları şereflendiren sure adlarını bir de kaşıklara işletirmiş. Bu kaşıklar bir sepete konulur, iftara gelen her bir davetli sepetlerden birer kaşık alarak üzerinde sure adı yazılı sofraya yerleşirdi. Kur’an’ın denk tuttuğu bütün mü’minler böylece hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın, takdir-i İlahi eseri sofralarında yerlerini alırlardı.
Yine bir hadis-i şerifte kişiyi yolda alış-verişte ve sofrada tanımak usulü vardır ya, işte aynı sofrada iftar açılınca, birbirlerini tanımayanlar tanımış, tanıyanlar da daha iyi tanımış olurdu. Bazen arasında kara yeller esenler bir araya gelir, bazen bir ihtiyaç sahibi bir cömert eli tutmuş olur, bazen bir dertli derdine derman olacak hâzık bir hekime denk gelirdi. Allah’ın yemek yanında sunduğu tatlı yerine… Küsler, bunun bir işaret olduğuna kanaat getirir, belki bulamadıkları bir bahane yerine koyar ve barışırlardı.
Söylemeye hacet yoktur elbette ama hatırlama babında sayılsın, ramazanda mütevazı sofralar kurmak gerekiyor. Eski ramazanlardan ve iftarlardan bahsedince hep saray ve konaklarda kurulan sofralardan dem vurulur. Oysa az ve dar gelirli insanları düşünürsek acaba sıradan halkın sofrasında ne olurdu sorusu aklı kurcalıyor. Anlatılar çok tabi de 1858-1930 yılları arasında yaşamış ve devrin her gününe şahit olmuş Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Efendi’nin “iftar sofrası tablosu” bize 150 yıl öncesinde bir iftar sofrasının nasıl olduğu hakkında daha müşahhas bir bilgi veriyor: O tabloda güzel bakır bir sini içerisinde büyücek bir somun ekmek, koca bir tas çorba (tarhana mıdır acaba ya da mercimek), yanında simit, beyaz peynir, hurma ve zeytin bulunuyor.
Ramaza-ı Şerifte kurulacak sofranın sadeliğini, asaletini, sehlini, hafifliğini gösteren bir başka yemek ise sofraların şahı güllaçtır: Ne sade ne saf ne temiz tatlıdır güllaç.