El-Hamdülillah, sümme el-Hamdülillah, el-Hamdülillahî hedâna lihâza vema künnâ linehtediye levlâ en hedânallah. Vema tevfîki illa billah aleyhi tevekkeltu ve ileyh.
Neşhedü en lâ ilâhe illâlahu vahdehu lâ şerîkeleh. Veneşhedü enne Muhammeden abduhu ve habibuhu veresuluhu. Allahümme salli vesellime ve barik alâ hazen nebiyyu kariybu ve Resulu Seyyidul senedil azim fi'l kalbirrahim seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Elâ ü’allimüke kelimâtin tüzhibü anke’d-durra ve’s-sekami. Sana yine bir kelimeler öğreteceğim ki; sen bunları okuduğun takdirde bunlar sendeki hastalıkları, meşakkatleri, dertleri senden giderir.” Kul. “De.” Tevekkeltü ale’l-hayyillezî lâ yemûtü. “Sözün bu olsun.”
Tevekkeltü ale’l-hayyillezî lâ yemûtü. Ve’l-hamdü lillâhillezî lem yettehiz veleden ve lem yekün lehû şerîkün fi’l-mülki ve lem yekün lehû veliyyün mine’z-zülli ve kebbirhu tekbîran.
Bunu daima söyleyiniz ve çocuklarınıza da bunu öğretiniz, çocuklarınız da bunu söylesin. Ailenize, evlatlarınıza yetiştirirken bunu öğretiniz, onlar da okusunlar, siz de okuyunuz bunu daima.
Tevekkeltü ale’l-hayyillezî lâ yemûtü. Ve’l-hamdü lillâhillezî lem yettehiz veleden ve lem yekün lehû şerîkün fi’l-mülki ve lem yekün lehû veliyyün mine’z-zülli ve kebbirhu tekbîran.
Elâ ü’allimüke duâen ted’û bihî küllemâ salleyte’l-ğadâte. Sana bir dua öğreteceğim ki her sabah namazını kıldıktan sonra sen bu duayı oku.” Selâse merrâtin. “Her sabah namazının arkasından sen bu duayı üç kere oku.”
Nasıl?
Defe’allâhu azze ve celle anke’l-barasa ve’l-cüzâme ve’l-fâlice ve’l-amâ fi’d-dünyâ. “Sen bu duayı üç kere böyle sabah namazından sonra okursan Allah-u Teâlâ senden baras denilen illeti giderir.”
Baras; miskinlik ve vücudu böyle beyazlığa sürükleyen bir dert.
Allah muhafaza.
Ve’l-cüzâme; İşte meşhur olan bir cüzzam hastalığı, ki nereye girerse oradaki azayı felce uğratıp, koparıp, düşürüyor.
Ve’l-fâlice. Felç hastalığı dediğimiz.
Ve’l-amâ. “Körlük.” Fi’d-dünyâ. “Dünyada körlük, âhirette değil.”
Dünyadaki körlükten, felç hastalığından, cüzzam hastalığından, baras hastalığından ki bunları senden Allah defeder diyor.
Neyle?
Sabah namazından sonra okuyacağın şu dua ile.
Sabah namazından sonra okuyacağın şu dua ile Cenâb-ı Hak senden baras illetini, cüzzam illetini, felç illetini ve dünyada körlüğü giderir.
Körlük malum iki kısımdır. Bir göz nimetinden mahrum olmak suretiyle körlük var, bir de hidayetten mahrumiyet suretiyle körlük var ki, bu öteki körlükten daha beterdir. De ki;
Kulillâhü’m-mehdinî min ındike ve efıd aleyye min fadlike ve esbığ aleyye min rahmetike ve enzil aleyye min berakâtike. Bunu sabahları okuyoruz, bir kere okuyoruz biz. Cenab-ı Peygamber üç kere okunmasını tavsiye etmiş. Bu üç kere böyle okunduğu takdirde Cenâb-ı Hak bizden bu gibi illetleri giderir olduğunu bize açıkça Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem beyan buyurdu.
Bizim zayıf oluşumuzun ve takviye olmaya ihtiyaç oluşumuza bir numune olaraktan bir hikaye okudum. O adam şimdi ki kendisini körlükten kurtarmak için, hani körüz biz. Cenâb-ı Hak böyle çok büyük esrarlarla doldurmuştur bizi, esrar dolu bizde. Ama o esrarlardan haberimiz olmadan bu dünyadan körü körüne gidiyoruz. Körlük demek bu esrarları görmemek.
Yalnız şimdi bizim görmediğimiz mikroplar var, doktor, “Sana filan mikrop gelmiş.” diyor, inanıyoruz.
Görüyor musun sen o mikrobu?
Nereden göreceksin, ufacık bir şey. O ufacık gözümüzün görmediği şey bizim canımıza okuyor. Sen bizim aczimize bak! Bugün gökte uçuyoruz aya da gidiyoruz ama gözümüzün görmediği ufacık bir mikrop bizim canımıza okuyor, hakkından da gelemiyoruz. Bir griptir gidiyor ortada, ne olduğunu kimsenin bildiği yok.
Çeşitlisi de var tabii Allah esirgesin.
Binâenaleyh bizim esrar ile dolu olduğumuz halde bunları göremeyişimizin sebepleri var. Doktor kısmı tıptan buluyor, işte bunun sebebi bu diyor. Fakat öteki esrar bizde doluyken biz onlardan mahrumuz.
Şimdi kısa bir misal arz edeyim size.
Donanma denilen bir gemi var. Onun bir tanesine diyor ki “Sen reissin.” Ötekilere de, “Siz buna tâbi olacaksınız.” diyor salıyor denizlere.
Havaya bir filo yolluyorlar, “Sen reissin ötekiler sana tâbi olacak, sen bunları havada kullan.” diyor, gidiyor.
Hepsinin de merkezle bir irtibatı var. Merkez diyor ki;
“Filan tarafa dön, filan tarafa git.” o da gemisini o tarafa çeviriyor, filosunu o tarafa çeviriyor, ona göre, aldığı emre göre hareketini tanzim ediyor.
Bu bir insanın yapısı... Onun içine televizyon koymuş, radar koymuş, telefon koymuş... çeşitli şeyler koymuş, ki merkeziyle irtibatını temin etsin diyerekten.
Cenâb-ı Hak bizi ekmel-i mahlûkât diye yollamış. Her şeyin en ekmeli bizde, en güzeli bizde.
En güzeli biz olduğumuz halde bizim radarımız olmasın olur mu, bizim televizyonumuz olmasın olur mu, bizim bilmem telsizimiz olmasın olur mu?
İmkanı yok.
Şimdi körlük odur ki, biz bunlardan mahrum olduğumuz halde, bunlar bizde mevcutken bunları kapamışız, örtmüşüz. Yani yerin altında su duruyor eşip de içemiyoruz, susuzluktan yanıyoruz. Orda, ambarda ekmek, buğday dolu, açıp da alamıyoruz.
Bu körlüğün alameti.
Bu kadar nimet bizde mevcut, bu kadar esrar mevcut, hangimizin bir şey alabildiği var?
Şimdi bak o Faslı adam böyle bir esrara nail olayım diyerekten memleketinden çıkmış.
Acaba beni kim bu esrara kavuşturabilir?
Makinem bozulmuş, bu makinemi tamir edecek bir adam lazım.
“Hastayı doktor tedavi ediyor kolay, fakat bendeki esrarları bana gösterecek doktoru ben nereden bulayım?” diyor, dolaşıyor dünyayı. On dört sene ama, 14 sene dünyayı dolaşıyor.
Bir memlekete geliyor, o memlekette diyorlar ki:
“İşte filan adam var o senin derdine merhem olur” Ama o adam haftada üç gün çıkıyor meydana, 27 gün evinde, itikafta. Hiç kimseyle teması yok. Ekmeğini, yemeğini de ona göre hazırlamış bütün işi gücü okumak, kılmak, ibadet, taat... Ancak üç gün çıkıyor, halktan kendisinden bir şey sormak isteyenler o üç gün içerisinde konuşuyor, üç gün bitti mi yine halvetine giriyor.
Gelmiş, “Ne istiyorsun evlat?” demiş, üç gün olmuş. Demiş;
“Efendim, benim iki âyette takıntım var onu öğrenmek istiyorum.
Nedir yavrum?
Esteîzübillah;
İnnâ fetahnâ leke fethan mübînâ li-yağfire lekellahu mâ tekaddeme min zenbike ve mâ teahhar.
“Burada Cenâb-ı Allah Peygamber’e iki günahtan bahsetmiş, bu günahları evvelki günah, sonraki günah. ‘Peygamber’in de nasıl olur?’ diyerekten bunu anlamak istiyorum?”
Tabii o zât da ulemanın verdiği tefsirdeki mânalarla onu açıklamış;
“Onu biz de biliyoruz.” demiş.
Demek anlamak istemiş ki, bu adam hakikata alim değil, hakikatten gafil bu adam, Kitapta okuduğunu söylüyor bana.
Halbuki Peygamber öyle değil!
Peygamber, kâinat onun yüzü suyu hürmetine halk olmuş, onun nuru her tarafı yakıyor, onun nuru cihanı doldurmuş, onda günah olur mu hiç?
Orada ki esrar bambaşka.
“Bıraktım onu, bir memlekete daha gittim” diyor. Orada dediler ki filan efendi derdine derman olur. Günde 500-600 kilo zahireyi pişiriyorlar, gelen geçen yiyor; gelen dervişhân, şu bu neyse... Günde 500-600 okkalık yemek pişiyor.
Demek ki birkaç bin kişi gelip gidiyor buraya. Ona girdim baktım ki onun da hiç kimseyle şeysi yok, boyuna yatıp kalkıyor, ibadetle, taatle meşgul.
Baktım onun hiçbir şeyden haberi yok.
İbadet ayrı, sofuluk ayrı, irfan ayrı...
O gönül açıklığı ayrı bir şey, o sofulukla, tesbihle olmaz o iş... O Allah’a yalvaracaksın da Allah açacak o gönlü. İnsanların elinde değil o.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in buyurduğu dua o dua. Onu sıdk ile Cenâb-ı Hakk’a arz eder de sana bir şey olursa, ne mutlu sana!
Adam bakmış çare yok, dönmüş memleketine gidiyor. Bakmış ki gemici, gemi yanaşmış bir yere eşya naklediyorlar.
Bakmış, adamın birisi çok kavî bir adam, çok yük taşıyor, “Bu kadar yükü bir adam nasıl taşır?” diyerekten taaccüp etmiş.
Ağır bir şey kaldırıyor demek.
Bakınca, o adam bunun içini okumuş. Hamal!.. Hamal içini okuyor o adamın. Esrara vâkıf. Demiş;
“Bendeki kuvveti görme! Bendeki kuvveti görme bana bu kuvveti vereni gör!” demiş.
Bana bu kuvveti vereni gör, bende iş yok.
Şimdi insan, karşısına bir duvar gelir, bir insan gelir, bir şey gelir, çarpar ona, “Bu nedir?” demez mi?
“Bu nedir?” demez mi yani insan?
Elbette diyecek.
Şimdi bu koca kâinât bizim gözümüze her gün çarpıyor da “Bu nedir?” demiyoruz.
Bunun sahibi kim yahu?
Ayağımıza bir taş takılıyor da “Bu taş neden takıldı ayağımıza?” diyoruz.
Bu koskoca kâinâtın sahibini aramamak, sahibini düşünmemek, sahibini bulmamak ne büyük gaflet ne büyük körlüktür! Körlüğün en büyüğü içinde yaşadığımız dünyanın sahibini bilememek ve bulamamak.
Bırak! Uzak ol!
Şu kendimiz, her gün birbirimizle karşı karşıya geliyoruz. Bir insan bir insana bakar da orada Allah’ını göremezse ondan daha kör kim olabilir?
Şu tasviri kim yapabilir?
Şu güzelliği kim verebilir?
Şu saltanat kimin elindedir?
Bu kadar saltanatı, varlığı sana vermiş, bakıyorsun hayran oluyorsun gözüne, kaşına, yüzüne, her tarafına baygın bir haldesin de bunu yapanı düşünemiyorsun!?
Bunu nerede yapmış?
Karanlık ana rahminde. Kapkaranlık, kimsenin nüfuz edemediği bir yerde şu güzel tasviri çıkarmış.
Nereden çıkardı bunu?
Bu topraktan çıkardı işte! Şu toprağı yemişsin kan olmuş, kanını bak çeşit şekillere sokmuş, insan diye sana senin önüne koymuş. Bir kısmı görüyor, bir kısmı duyuyor, bir kısmı akıllarıyla aylara gitmeye, yıldızlara gitmeye kalkıyor.
Bunu yapan kudretin sahibini görmemek, tanımamak, bilmemek kadar körlük, zayıflık olur mu acaba dersin?
En zillet, zelillik bu zelilliktir.
Allah bu zelillikten bütün insanları kurtarsın. Onun için bu dualar çok yerindedir.
Yani kuvvet, tasarruf bak nasıl insana kendisini bile Mevlâ’sına istediği dakika da teslim ediyor.
Adam bundan hayret etmiş, taaccüplere düşmüş.
Demişler ki; “Filan memlekette filan adam senin irşatçın olacak.”
Gitmiş onu bulmuş. “Altı ay ona hizmet ettim, bütün esrarı Cenab-ı Hak bana ihsan eyledi” diyor.
Yani ateşi bulup ateşin içerisine demiri sokmak hüner. İnsan olmak, insanı bulup insanla.
Şimdi birçok insanlar gelir, ah şu derdim var, bu derdim var, şunu isterim, bunu isterim. Bunların hepsi dünyaya ait, böyle iş olmaz. Allah için gelen Allah için konuşur, Allah için alacağını alır, gider. Dünya için gelmelerinin hiç kıymeti yok, hiçbir fayda temin etmez.
Kömürün içine sokarsın demiri, yine kömür olaraktan çıkartırsın dışarı. Ateşe sokacaksın ki ateş olsun. Binâenaleyh dünyadan sıyrılıp da girmek lazım içeriye. Dünyadan sıyrılmadan girdikten sonra dünyada bir şey ele geçmez.
Allah cümlemizi gafletten uyandırsın da Allah yolunda yaşayan, Allah yolundaki insanlarla hemdem olan kullarından eylesin.
Mevlid’in son kısmında Süleyman Çelebi’nin bir sözü vardır.
Sana layık kullarınla hemdem et.
Yani “onlarla sohbet edip, onlarla düşüp kalkmak devletini bize ihsan et” diyerekten duasının sonunda da onu eklemiştir. Orada çok güzel söz söylemiştir.
Allah cümlemizi affetsin. Tevfikât-ı samadâniyesine mazhar eylesin de iyi insanlardan olabilmek devletine nail eylesin.
Şimdi bu iyi insanların başı Resûl-i Ekrem’dir. Bütün kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine halk olunmuştur, yer gök onundur.
Şimdi bak aziz kardeş!
Bu dünyada cennetten daha iyi bir şey var mıdır?
Dünyada ama, cennetten daha iyi bir şey var mıdır?
Var mıdır?
Yok, olmaz.
Dünyada cennetten daha iyi Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in müşahedesidir, cennetten iyidir. Çünkü cennet mahluktur, çünkü cennet Peygamber’in nurundan yaratılmıştır. Onun nuruyla sen burada müşahade şerefine nail olamadan gidersen kör gelir, kör gidersin.
Allah bizim hepimizin gözlerini açsın da o Resûl-i Ekrem’in şefaatine nail eylesin. Onun nurundan bize nurlar ihsan buyursun.
Yoksa dünya böyle kavga kıyamet için, yemek için, zevk için yaratılmış bir yer değil, burası irfan yeridir. Bu irfan yerinde saltanat-ı ilâhiyye. Apartmanın ne olacak?
Ne kadar büyük apartmanın olsa en nihayet bırakıp gideceksin. Bırakıp gideceksin! Servetin ne kadar çok olursa olsun, yine bırakıp gideceksin.
Ne firavunlar vardı canım, Mısır işte gözümüzün önünde. Oradaki firavunların ne büyük saltanatları var!
Kime yaramış?
Peygamberlere bile bırakmadı Cenab-ı Hak saltanatı, onları da ne aldı götürdü. Ama bizim Peygamberimiz’in saltanatı kıyamete kadar bakîdir, kıyamete kadar!
Bu güneş geceleri kayboluyor, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in nuru hiçbir zaman kaybolmadı. Gecesinde de o nur gündüzünde de o nurdur. Binâenaleyh o nur ile iltisakı temin edebilecek çareler için Cenab-ı Hakk’a yalvarıp da;
“Yâ Rabbi! Benim nurumu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in nuru ile birleştir, buluştur.”
Oraya, gidiyoruz... Ben kendim için söylüyorum, oraya gidiyoruz körü körüne gidip körü körüne dönüyoruz. Resûlullah’ın önünde erir insan yani!
Buradaki hazırlığımız saltanat için, gidelim buraya yaşayalım, zevk ü sefâ. Tayyarede oh mis gibi uçacak, her şey emrimize âmâde, hazır. Eh Resûlullah’ı bir ziyaret edelim diyoruz. Gidiyoruz, essalâtü vesselâmü aleyke yâ Resûlallah O da bir devlet ama asıl devlet, feyzi alabilmek, nuru alabilmek.
Onun için üç şey, her şey mutabakatla olur, üç şeyden insan mutabık kalamazsa, o denk gelmez birbirine. Her şeyde bir denklik lazım ya. O denklik için üç şey; akılda, tabiatta, kanda. Akılda, tabiatta, kanda uygunluk olmazsa Peygamber’den istifade edemezsin.
E bizim kanımız ayrı Peygamber’in kanı ayrı?
Öyle iş yok. Binâenaleyh kanımız Resûlullah’ın kanıyla aynı kandır, İslâm kanıdır.
Cenâb-ı Hak cümlemize tevfik buyursun, ihsan buyursun, in’am buyursun.
Sübhâne Rabbike Rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selamün ale’l-mürselîn velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn El Fâtiha.