El-Hamdülillahi rabbilâlemin ve’l-âkibetü li’l-müttekîn vesselâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve küllü dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl;
İzâ erâdellâhu azze ve celle bi-abdin hayran. “Cenâb-ı Hak bir kuluyla hayır murat ediyorsa.” Asselehû. “Asselehû.” Ashâbı kirâm yine bundan da bir şey anlayamamışlar da. Yani assel, “Asel, bal gibi yapar onu.”
“Ne demek bal gibi yapar? Nedir o? demişler.”
Kâle yühebbibuhû ilâ cîrânihî. “Komşularını, akrabasını, dostlarını ona sevdirir, onu severler yani.” Akrabası, dostları, ahbapları, komşuları onu severler.
Niçin?
Bu sevgiyi icap ettirecek hareketleri var, amelleri var ondan dolayı komşusu da memnun, akrabası da memnun, dostu da memnun, herkes memnun ondan. Bu memnuniyet içerisinde bakarsın ruhu kabz olunur o da öylece gider.
Demek ki Allahu Teâlânın sevdiği kullarının şeysi nasıl olacak?
Kendisini sevdirecek.
Parasız pulsuz ama ecir çok büyük, mükafatı çok büyük. Biribirlerine dostlar gidip geldikçe oradan aldıkları zevklerle beraber o rahmeti ilahiyeyi geliyor orada. Allahu Teâlâ seviyor kullar biribirini ziyaret ettikçe. O ziyaret edenlere, rahmetini bol bol akıtıyor üzerine Cenâb-ı Hak bunların.
Ondan dolayı şimdi müslümanlar da artık vakit bulamıyor ki, sabahleyin erkenden işe, gece yarısı eve.
E ne zaman dostunu ziyaret edeceksin?
Allah bilir işte! Halbuki böyle olmamalı. İnsan büyüklerini daima sevdiklerini ziyaretle mükellef, onun altında büyük fevâid var.
İzâ erâdellâhu bi-abdin hayran. “Cenâb-ı Hak bir kuluyla hayır murat ediyorsa.” Fakkahahû fi’d-dîni. “Onu dinde fakih kılar.”
Dinde fakih kılar, dinin inceliklerine âgah olur, dinini iyi bilir. Dinini iyi bilir, bildikten başka onun ahkamının nelere bağlandığını da hepsini bilir, yani içini de bilir dışını da bilir.
Fakkahahû fi’d-dîni. “Fakih olur dinde.” Ve zehedehû fi’d-dünyâ. “Dünyaya da metelik vermez o zaman.”
Dinde fakih oldu mu dünyaya metelik vermez kendisini Allah’a verir.
Ve bessarahû uyûbehû. “Ondan sonra kendi ayıplarını görür olur, başkasında ayıp aramaz.”
Başkasının ayıbını görmeye çalışmaz, kendi ayıbı kendisine kafidir insanın.
Onun için Allahu Teâlâ’nın hayır murat ettiği kimselerin üç sıfatı burada zikrolundu; birisi dininde fakih olur, dinini beller, öğrenir ona göre amel eder. İkincisi, dünyadan elini eteğini çeker, rızkına, kısmetine razı olur. Çalışmaz değil, çalışır da dünyaya kıymet vermez; kazanır mazanır saklamaz, müslümanların yardımına kullanır. Ve bessarahû uyûbehû. “Bir de ayıplarını kendisine gösterir.”
Haset gibi, kin gibi, kibir gibi kötü ahlaklardan... Ooo bunlardan kurtulmak çok zor.
Onun için Allah kusarlarımızı affetsin de iyi ahlakların sahibi olmak nasip etsin cümlemize.
Yine buyurmuşlar ki;
İzâ erâdellâhu bi-abdin hayran. “Cenâb-ı Hak bir kuluna hayır murat ediyorsa.” Accele lehû ukûbete zenbihî fi’d-dünyâ. “Onun yaptığı günahların cezasını çabuk verir.”
Kabahatsiz insan yok fakat sevdiklerinin cezasını çabuk verir.
Neler yapıyor da hiçbir şey yok, cezayı gördüğü yok. Ben bir günah işledim bak hemen ceza yapıştırdı?
Sevdiğinin alameti, ki bir daha yapmasın.
Ve izâ erâdellâhu bi-abdin şerran. “Eğer hayır murat etmiyorsa, -Allah esirgesin-” Emseke aleyhi ukûbete zenbihî. “Günahının cezasını bırakır.” Hattâ yuvâfîyehû bihî yevme’l-kıyâmeti. “Kıyamet gününe, o da öyle ha.”
İzâ erâdellâhu bi-abdin hayran. “Yine Cenâb-ı Hak celle ve alâ bir kuluyla hayır murat ediyorsa.” Ce’ale sanâyi’ahû ve ma’rûfuhû fi ehli’l-hifâzi. Sanâyî, ihsan, ikram, iyilikler. “Bunu bir insan, Allah’ın hayır murat ettiği insanlar bu gibi iyiliklerini yapacağı vakitte, ihsanlarını, ikramlarını atiyelerini.” Fî ehli’l-hifâzi. “Dindar, şâkirîn olan kimselere yaparlar.”
Allah’ın nimetlerine şükredebilen şâkirîn zümresinin hakkıdır bu ikramlar.
“Ama hayır murat etmiyorsa onun da iyilikleri, hayırları, hasenatları Allah’ın nimetlerine şükretmeyenlerin eline gider, yani boşa gider.”
Ce’ale sanâyi’ahû ve ma’rûfuhû fi ğayri ehli’l-hifâzi. “Hifâz, yani ehli kamil, kamil insanların eline girer.” buyurmuş.
Bir tanecik daha,
İzâ erâdellâhu bi-abdin hayran. “Yine Cenâb-ı Hak bir kuluyla hayır murat ediyorsa.” Ce’ale ğınâhu fî nefsihî. “Onun zenginliği nefsinde olur.”
Yani kâni’an bi’l-kifâf. “Kanaat eder Allah’ın verdiği az da olsa.” Lâ yettebi’u fî talebi’r-rızkı. “Rızkına talep etmekle kendini yormaz, yorgunluğa sürmez.” Ve leyse lehû illâ mâ kudreh. “Bilir ki Allah ne takdir ettiyse o olacak.”
Sabahleyin erkenden, sabah namazında daha erken çarşıya gidiyor, dükkanına gidiyor, işine gidiyor, neden yahu?
Biraz otur, çoluk çoğunla namazını kıl, duanı yap, çoluk çocuğunla iki lokma ekmeğini de ye öyle git.
Ama geç kalırız efendi, müşterileri kaçırırız.
Kaçmaz müşterin merak etme!
Akşam oluyor, akşam vakti akşamdan evvel evine gelmek lazım. Akşamdan evvel evine gelsin çoluk çocuğuyla beraber sofrasında otursun yemeğin yesin.
Yok, taa yatsılara kadar, yatsıdan sonraya kadar çarşıda oturur.
Nedir bu yük yahu?
Sana takdir olunandan beş para fazla senin eline geçmez. Akşama kadar beklersin orada ama takdirden başka eline bir şey geçmez. Bunun tecrübeleri de çok etrafta vardır, tecrübeleri meşhurdur.
Onun için bu, ce’ale ğınâhu fî nefsihî. “Nefsinde böyle zengin kılmış Allahu Teâlâ, o bilir ki yormaz kendisini yani, ibadet taate sarf eder vaktini.” Ve tukâhu fî kalbihî. “Korkusu da yüzünde
değil, pabucunda değil. Bazı insanlar sofuvari giyinirler; pabuçlarında eskiden şeyler giyerlerdi öyle şap şap diye, sofu bir adam... Herkes onun elini öper, ayağını öper, hürmet eder.
Fakat bu öyle değil. Ve tukâhu fî kalbihî. “Korku kalbinde olsun.”
Korku kalbinde olsun. Çoban hikayesi çok hoşuma gider.
Çoban çoban işte, koyun güdüyor. Koyun güderken Hz. Ömer ondan koyun istiyor da, sonra da ona diyor ki “İşte kurt yedi deyiverirsin.” filan. Hani falan hikaye.
“Ya Allah’ı ne yapayım?” diyor. “Efendiyi kandırmak kolay, kurt yedi diyeceğiz yahut öldü diyeceğiz bir şey diyeceğiz kandıracağız ama Allah’ı ne yapalım?” diyor.
Çoban ama Allah’tan korkusunu kalbinde koymuş Allah onun.
Öteki de kılığın kıyafetin yerinde ama bu korku içinde olmazsa kaç para eder?
Ve izâ erâdellâhu bi-abdin şerran. “Eğer şer murat ettiyse Cenâb-ı Hak.” Ce’ale fakrahû beyne ayneyhi. “Onun artık fakirlik gözünde böyle gözünün önüde sanki aç kalacakmış, açlıktan ölecekmiş gibi gözünden böyle fakirlik tüter bir tarafa.”
İzâ erâdellâhu bi-abdin hayran. “Cenâb-ı Hakk’ın hayır murat ettiği kullarından birisi de bak ne güzel!” Feteha lehû kufle kalbihî. Şimdi hepimizde bir kalp var, bu kalbin üzerinde bir de kilit varmış. Kalbin üzerinde birde kilit var. “Bu kilidi Cenâb-ı Hak açar.”
Nedir bu kilit ama?
Kalbin üzerinde bu kilidi gördüğümüz yok yani yok ama diyor ki;
Bessara basîratehû. “Bu kalbin gözü de var.”
Bu başın nasıl gözü varsa bu kalbin içinde de bir göz var. Burada nasıl kulak varsa bu kalbin de bir kulağı var.
Biz bir kurban kestirdiydik bir çobana bir sene de, çoban kurbanı kestikten sonra, “Bu ölmedi.” dedi.
Ne zaman ölecek?
“Şimdi bak göstereyim.” dedi, orada bir yeri varmış onun oraya bıçağı dürttü, dürter dürtmez hayvan bitti, “İşte bu onun kalpcağızıdır.” dedi.
Demek ki o bizim bilmediğimiz bir kilit var içeride, nedir o?
Körlük! Bu kilit körlükten, hakkı görememezlik. Hakkı görememezlik, hakkı tanımamak, hakkı bilmemek o körlükten ibaret geliyor.
Cenâb-ı Hak hayır murat ederse o körlüğü gideriyor, ne yapıyor?
Basîretini açıyor.
Merâtibe’l-kemâl. “Kemal mertebelerine ulaştırıyor. Fe-innehû izâ hebbet riyahu’l-eltâf. “Cenâb-ı Hak çok böyle her zaman için lütuf” Lütuf rahmetleri, yağmurları, rüzgarları her zaman akmakta. Her zaman akmakta, işte bu rahmeti ilahiyeden sürülmüş tarlalar istifade eder, dağlar istifade edemez, taşlar istifade edemez. Kaya diyoruz ya, mermer diyoruz, bunun üzerine de yağmur yağar fakat hiç faydası yok akar gider, akar gider. Ama sürülmüş, hazırlanmış bir tarlaya rahmet inerse onun altında o saklanır, toprak da iyi kemale gelir, ektiğin vakitte güzel mahsul alırsın. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak bu rahmetini yerlere nasıl veriyorsa gönüllere de aynı şekilde veriyor.
Gönüllere vermesinin başlıca sebeplerinden birisi sabah vakti erken kalkmak, bir; ikincisi camiye gelmek, iki.
Şimdi rahmeti ilahiye nâzil olur ama şimdi bu kubbenin altına rahmet inmez. Ne kadar yağmur yağarsa yağsın buraya rahmet gelmez çünkü üstümüzde kubbe var korunuruz bu rahmetten. Binaenaleyh o rahmeti ilahi ne kadar çok olursa olsun yatağında yatan, namazını evinde kılanın üstüne inmez. Camiye gelirsen, beş vakit namazı camide kılarsan amûdullâh, nûrullah, ondan iktibas edersin, Allah’ın lütfu olarak da büyük ecirlere nail olursun.
Binâenaleyh kuflu kalbihî, kalbin açılması Allahu Teâlâ’nın emirlerine inkıyat ile olur. Keyfine mi, o uykusuna kıyamıyor, rahatına kıyamıyor, o dedik basireti bağlandı.
Allah muhafaza etsin.
O zaman, inkeşefe’l-hucubu’l-eşkâl an a’yuni’l-kulûb. “Kalplerden perdeler kalkar. Kalbe Allahu Teâlâ’nın nuru indi mi kalplerden perdeler kalkar.” Ve fâdati’r-rahmeh. “Rahmeti ilahi taşar oradan artık.” Taşar, galeyana gelir, ve eşraka’n-nûri. “Nur başlar içeriden yayılmaya.” Ve’n-şeraha’s-sadr. “Gönül genişler rahatlar.”
Neden?
Kalp açıldı.
Kalbin kilidi neydi?
İşte bunlardı onlar da açıldı.
Allah muhafaza etsin.
Ve ce’ale fîhi’l-yakîne. “Orada bir de yakîn hasıl eder Cenâb-ı Hak.”
Yakîn; ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn, üç tane de yakîn var.
Bizim rahmetlik hoca bize şöyle öğretti ben de size öyle öğreteyim:
Oğlum baklava çok güzeldir, işte hamuru açarsın, cevizini korsun, şusunu korsun fırına verirsin kızartırsın, tatlısını dökersin... Anlattım ya, sen de bir yakîn hasıl oldun baklavaya. Ama yakîn o kadar, biliyorsun ki ha şu baklava böyle olurmuş.
Baklavacı dükkanın önünden geçerken; “Gel gel bak, işte gör, hani ben sana tarif ettiydim, işte buna diyorlar, bu baklava. Ha tepside bakarsın baklava ama bilmiyorsun ne olduğunu yine, kırmızı pembe bir şey. Ha bu da ayne’l-yakîn oldu şimdi.
Bir de, “Gel bakayım otur şuraya, getir bakayım bize bir tabak baklava.” Bir de yersin bakarsın, ha şimdi tam hakka’l-yakîn oldu.
Anladın ki şimdi, herkes dese ki bu baklava değil, yok inanmaz artık. Şimdi tattı bir kere tadını, ondan sonra dünya bir araya geliyor;
“Yok yahu, baklava öyle olmaz böyle olur.”
Yok yok, herkes yanlış ben doğruyum.
Binâenaleyh Allah hayır murat ettiği insanlarda bu yakîni verir, yani görmüş gibidir.
Ve ce’ale kalbehû viâe. “Kalp muhafaza edici bir ambar olur.” Vâiyen. “Ne gelirse burasına saklar, hıfz eder.”
Kur’an’ı mesela şimdi bir kere okumakla hafız olan insan var. Bir kere okumakla hafız olanlar var; Buhârî’nin ilk cüzünde onlar yazılıdır hep. Kimler böyle bir kere okumuş hafız olmuş, iki kere okumuş hafız olmuş, üç kere okumuş hafız olmuş, bizim çocuk senelerden beri gider olamaz. Allah’ın hikmeti.
Bu kalp böyle ne duyarsa alır. Bugün de insanların arasında böyle hafızası kuvvetli insanlar vardır duyduklarını zabdederler.
Ve ce’ale kalbehû selîmen. Fakat, fakat kalbinin selamete gelmesi bu da Allahu Teâlâ’nın yine lütfuna bağlı, ki emrâd-ı kalbiyye. Selamet, kalpte selamet kalp hastalığına tutulmak değil, kalp sağlam da ama orada haset var, kibir var, kin var, zulüm var, şu var bu var... daha yüzlerce. “Onlardan kalp selim olur, hiç birisine iltifat etmez.” “Ben de Allah’ın bir kuluyum.” der büyüklük taslamaz, kimseyi incitmez, kimseyi rahatsız etmez, hakkına razıdır.
Fe-kalbehû selîmen mine’l-emrâdı’l-kalbiyyeh. “Kalbin hastalıklarından salim kalp.”
Ve lisânehû sâdıkan. “Konuşurken daima doğru konuşur.”
Kaçamak söz söylemez, kimseyi aldatmaz, sâdık, doğru söz söyler.
Hatırımda biraz kalmış galiba, bu sâdıklığın ne olduğunu bir adam bilememiş, “Bunu bana kim öğretir?” diye başlamış aranmaya. Demişler, filan yerde filan zât onu sana öğretir.
Gitmiş, odasına girmiş bakmış ki koca bir yılan içeride yatıyor, korkmuş çekilmiş.
Gel gel demiş. Oturmuşlar, ne o derdin?
Efendim, ben sadâkatın ne olduğunu anlayamadım bilemedim de onu öğrenmek için geldim.
İyi pekâlâ!
O gün Cuma imiş. Cuma ezanlarının da vakti yaklaşmış; “Haydi demiş Cuma’ya gidelim de sonra.”
Efendim demiş, Cuma’ya nereden gideceksin, ta cami üç beş saat ötede ilerde, şimdi ezan okunacak nerdeyse?
Kalk kalk demiş.
Kaldırmış onu, bir de bakmış bir o camiye girdik biz.
Bu Allahu Teâlâ’nın bunlara inanmamak akıl işi değil yani. Teyyaresi bak üç saatte bizi Mekke’ye götürüyor, yarın belki bir saatte de götürecek.
Eski zamandaki evliyalar gidiyormuş da oo diyorduk, olur mu acaba bu?
Pekâlâ bak, yüzlerce insanı dolduruyoruz içine, eşyasıyla beraber üç saatte oraya atıyor bizi. Bu beşerin kuvveti, Allah’ın kuvvetine karşı neler olmaz!
Girmişler camiye, kılmışlar namazı, “Haydi gidelim bakalım.” demiş.
“Yok, dur bakayım!” demiş.
Dur bakalım demiş, caminin kapısında durmuşlar, cemaat boşalmış, demiş ki; “Cemaat çok, cemaat çok ama sâdık yok.” demiş. Cemaat çok sâdık yok oğlum demiş.
Sonra adam demiş ki; “Sâdık, sâdıktan her şey korkar.” demiş.
O sadâkati elde etmek lazım.
Allah cümlemizi bu sâdıkların zümresine ilhak eylesin.
O sadâkettendir ki amellerde devamdır. Bir insan bir zaman ibadete koyulur, sonra bakarsın ki gevşer. Ha o, o demek sadâkatsizliğinin alameti oluyor.
Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar eylesin. Cümlemizi fazl u keremiyle nefsin, şehvetin, şeytanın elinden kurtulup o güzel cennetine müstahak, istihkak getiren kullarının zümresine kabul buyursun.
El-Fâtiha!