El-Hamdülillahi rabbilâlemin ve’l-âkibetü li’l-müttekîn vesselâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdetin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve küllü dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl;
Ehabbüküm ilellâhi. “Sizin Allahu Teâlâ’ya en sevgiliniz, sevgililerinizden birisi, en sevgili olanlardan birisi.” Ekallüküm tu’men. “Az yiyenler.”
Az yemek... Halbuki biz doymak da bilmiyoruz. Çünkü Allah o kadar da nimet vermiş ki şaşkın bir hale dönmüşüz; yedikçe yemek yiyeceğimiz geliyor.
“Bu yemesi az.” Ve ahaffüküm bedenen. “Bedenen de zayıf olan insanları Allahu Teâlâ daha çok seviyor.”
Yine buyurmuş;
Ehabbüküm ilellâhi ehâsinüküm ahlâkan. “Allahu Teâlâ’nın sevdiği bahtiyarlardan birisi de ahlâken güzel olan insan.”
Bu ahlâk hakkındaki hadisler pek çoktur; her zaman çeşitlisini dinliyorsunuz. Bugünkü gelen dersimizde de ehâsinüküm ahlâkan. “Allah’a sizin en güzellerinden birisi, ahsenlerinizden birisi ahlâkı güzel olan insan.”
Ahlâkın güzelliğinin ölçüsü peygamberin sünnetine uyabilen insandır. Kısaca Peygamberin sünnetine uyabilen insan en güzel ahlâk ile ahlâklıdır. Çünkü ve inneke le-alâ hulukın azîm diyerekten Cenâb-ı Allah celle ve alâ Kur’an-ı Azîmüşşân’da peygamberi güzel ahlâk ile övmüştür. Rengi güzeldi, boyu güzeldi, endamı böyleydi, yok, yok: ve inneke le-alâ hulukın azîm. Büyük bir ahlâkın sahibi. En güzel ahlâkı o Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’de toplamış Cenab-ı Hak; onun güzelleğini de ahlâkının güzelliğiyle övüyor. Yoksa insan güzel olabilir, kuvvetli olabilir, çok zengin olabilir onların hiç kıymeti yok; ahlâkının güzelliği kafi insana. Bununla beraber;
El-Muvattaûne.
Ne?
Eknâfen.
Mutavattaûn, mütevadıûn mânasında.
“Ahlâkı alçak gönüllü, yanları da yumuşak.”
Mesela saflar arasında, ekseriyetle bu Mekke’de ve Medine’de görülen ve bayramlarda görülen hadiselerde ki cemaat kalabalık olduğu vakitte insanlar bazen sıkışmak istemez. Yanındakine müsaade etmez araya girmeye. Binâenaleyh yumuşak ol onu da arana al. Azıcık sen sıkışırsın azıcık da öteki sıkışır o da arada olur biter iş. Bu yumuşaklığı göstermemek, daha bunun çeşit levhaları var tabii...
Yumuşak tabiatlı, yumuşak huylu olabilmek, herkese kolaylık gösterebilmek, -ahlâkın parçalarına ki bundan dolayı;
Ellezîne ye’lifûne ve yü’lefûne. “Kendisiyle hep güzel geçinilir.” Ye’lifûne ve yü’lefûne. “Herkes onunla güzel geçinir o da herkesle güzel geçinir.”
Çünkü yumuşak tabiatlı, kimseyi incitmiyor, incitenleri de affediyor, hoş bir hali var. Bu böyle olmakla beraber, Cenab-ı Hak bunu överken mukabilinde;
Ve inne ebğadaküm. “Sizin buğuzlunuz, sevilmeyenleriniz, Allahu Teâlâ’nın sevilmeyen buğuzlu insanları.” el-Meşşâûn bi’n-nemîmeti. “Dedikodularla meşgul olup laf getirip götürenler, aslının astarının ne olduğunu bilmeden birçok sözleri söylerler.”
Aslının astarının ne olmadığını bilmeden methedeceği adam hususunda, “Şöyle iyiydi böyle iyiydi, şöyle güzeldi böyle güzeldi.” söylerde söyler, kardaşların da hata arıyor, “Şunu şöyle yaptı bunu böyle yaptı, şöyle söyledi böyle söyledi.” Birçok hata noktaları herkeste bulunur ya, o hataları ifşâ ediyor, yayıyor ve arıyor. Bir puntunu bulsam da şunu söylesem diyerekten, kendisine göre...
El-Mültemisûne lehümü’l-aserât. Aserât ayak kaygınlığı, yani hatalar.
Bu hatalardan insanların salim olmasına imkan yok. Beşeriz, hepimizde bu hatalar mütemadiyen olmaktadır onun için Cenab-ı Allah celle ve alâ bize istiğfarı göndermiş, Peygamberimiz de öğretmiş, bu istiğfarlarla; “Aman yâ Rabbi! Yaptım bu hatayı ama tövbeler tövbesi, tövbeler tövbesi...” diye tevbeler ederiz, o hatalar da o suretle silinir ve bir de yaptığımız ibadetlerle de otomatik olarak silinir. Mesela abdest alırız, camiye gelirken o hatalar üstümüzden silinir gider. Şimdi bu silinen hataları dillere destan ederiz, “Şöyle dedi böyle dedi, şöyle yaptı böyle yaptı.” bir sürü masallar. Bunlar çok hatalı şeyler. Daha daha;
El-Müferrikûne beyne’l-ıhvâni. “Kardeşlerin arasını ayırıyor.”
Niçin?
Ona bir fit veriyor berikine bir fit veriyor arayı bozuyor. Ara bozucu, fitnecilik.
El-Müferrikûne beyne’l-ıhvâni.
Hz. Enes radıyallahu anh’ın rivayeti, çok güzel bir şey.
Allah cümlemizi affetsin.
Öyle kardeşlerin arasına fitne sokmak, onları biribirinden ayırmak ve dedikodulara vesile olacak şekilde birçok sözler söylemek... Bunlar hiç olmayan şeylerden.
Bir ahlâk kitabı var onda yazılmıştır; günahların en büyüğü, gıybet denilen bir şey var ya, gıybet. Adı Arapça’dır ama hepimizim bildiğimiz bir şeydir; “Adamın arkasından onun aleyhinde konuşmak.” Adamın arkasında aleyhinde konuşulan sözlere gıybet diyorlar. Bu gıybet o kadar kötü bir şey ki insanın bütün yaptıkları sevapları alıp götürüyor, ne kadar sevabı varsa gidiyor.
Ehibbe li’n-nâsi mâ tuhibbu li-nefsike. Bu da Müslümanlıkta güzel bir şey; “Sen kendine nasıl muamele edilmesini seviyorsan nâsa da öyle muamale et.”
Güler yüzlü tatlı dilli konuşanı seversin, muamelende sana böyle yapanlar hoşuna gider, sen de böyle yap. Madem ki sen böylesini seviyorsun sen de nâsa çirkin bakma, sert bakma, kapından kovma, nedir bu senden çektiğim deme... Mesela bu gibi şeylerle güzel şeylerle seversen Allahu Teâlâ seni de sever.
Bakın şimdi ne güzel bir şey var.
Ehibbullâhe. “Allah’ı seviniz.”
Ehibbullâh, Allahu Teâlâ’yı seviniz.
Neden?
Yattık yatağa yorgunluğumuz gitti, uyuduk dinlendik. Sabah oldu Allahu Teâlâ bize bir yeni hayat bahşetti. Mezardan çıkar gibi çıktık işte. Bundan evvel kendimizden hiç haberimiz yoktu. Güzel rüyalar da gösterdi bize filan kalktık sabahleyin; eh suyumuz emrimizde, bol bol yıkandık temizlendik, Kahvaltı hazırlanmış, güzel güzel meyvelar güzel güzel yemekler, bunları lütfeden hep Allahu celle ve alâ değil mi?
Bir vakitler bunları insanlar arayıp da bulamıyorlardı, arayıp da bulamadıkları bu nimetler bugün bizim ayağımıza kadar gelmiş, çeşitleriyle bizi Cenâb-ı Hak nimetine gark etmiş. Bu nimetine gark ettiğinden dolayı sıhhatimiz de yerinde elhamdulillah; dinç sıhhatli kuvvetli kalkmışız, gözümüz görüyor, kulağımız işitiyor, aklımız fikrimiz yerinde, düşünebiliyoruz her şeyleri, idrak edebiliyoruz...
Bu ne nimet! Aklı olmayan, düşünemeyen zavallıları bir kere aklına getir! Hasta, yatakta inleyen zavallıları aklına getir! Eli tutmaz, ayağı tutmaz, gözü görmezleri hatırına getir! Sana Allahu Teâlâ tam sıhhatli bir vücut vermiş, bu kuvvet vermiş kudret vermiş, hepsi yerinde... Bunlardan dolayı bu nimetleri sana vereni sevmemiz icap eder.
“Seviniz.”
Çünkü bu nimetleri başkası veremez ki!
Hele aklın olmazsa ne yaparsın?
Tımarhanede bekler durursun işte!
Allah muhafaza etsin.
Bir de uzun hastalıklar var Allah esirgeye; eli ayağı tutmuyor insanların.
Sana da bunları vermiş Allahu Teâlâ, o nimetlerinden dolayı ne yapacaksın?
O’nu sevmek mecburiyetindeyiz.
Her zaman söylüyorum, bize bir ikramda bulunsa birisi, mesela bir milyon lira verse, gayet güzel beş katlı on katlı bir apartman verse, kapımızda arabamız, “Bu da senin olsun efendi. Her ayda sana bu kadar maaş.” sevmez miyiz bu adamı şimdi?
Fakat Allahu Teâlâ’nın verdiği bir göze denk olur mu bu?
Bir göz nimetine denk olmaz. Bir milyon, 10 milyon, 100 milyon, ne olursa olsun.
Bir göz nimetine, bir akıl nimetine muâdil olmayan hayatı ne yapayım?
Onun için sevilecek ancak Allahu celle ve alâ’dır, seveceksen onu sev.
Ve ehibbûnî yuhibbillâhi. “Beni de sevin.”
Niçin?
Allahu Teâlâ’yı sevdiğiniz için sevinki beni, ben sizin dininizin önderiyim, size peygamber olarak Allahu Teâlâ beni seçmiş göndermiş size İslâm’ı öğretiyorum, öğrettim. Binâenaleyh Allah’ı sevdiğiniz gibi beni de seviniz.
Çünkü imansız olsanız, bütün dünya sizin olsa ne olacak?
Bir insan cehenneme gidecek olduktan sonra bu kâinat onun olsa ne kıymeti var?
Bu hayat hepimize muvakkat.
“Onun için beni de sevin.”
Niçin?
Allahu Teâlâ’ya sevginiz varsa beni de severseniz.
Niçin?
Ben de Allahu Teâlâ’nın sevilmesine delilim size. Size delil oluyorum, anlatıyorum ki bak bu mülkün sahibi Allah’tır diyerekten elhamdülillah öğretmiş.
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah demesini öğrenmişiz, bundan daha büyük bahtiyarlık mı olur?
İşte bize bunu öğreten Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bu dini bize bildiren iki cihan serveridir. Binâenaleyh onu da sevmek mecburiyetindeyiz.
Şimdi Hz. Ömer’i severiz, niçin?
Çok adil diyerekten ama gördük mü Hz. Ömer’i?
Görmedik.
Hz. Ali’yi de severiz, niçin?
Allah’ın arslanı şu şöyleymiş diyerekten gördük mü?
Görmedik, görmedik ama okuyoruz, işitiyoruz ki ne güzel İslâm’a hizmetler etmişler, o hizmetlerden dolayı onları seviyoruz.
Peygamberimiz de böyle işte. Onu da seveceğiz çünkü İslâm’a hizmeti hepsinden üstün.
Ve ehibbû ehli beytî yuhibbî. “Benim ehli beytimi de sevin ama, beni sevmekle kalmayın ehli beytimi de sevin.”
Ehli beyti Hasan, Hüseyin, Ali, Fatıma, Hz. Ukeyl denilen zâtlar ki bunlar ehli beyt tâbir olunuyor bugün, bunları da sevmek mecburiyetindeyiz.
“Allahu Teâlâ’yı sev, peygamberini sev, peygamberin ehli beytini de sev.”
Onun için bu ehli beyt, siz belki bilmezsiniz, bundan daha biraz evvelki zamanlara kadar –bunlardan yani Peygamberimiz’in silsilelerinden gelme insanlar memletimizde de vardır her memlekette bulunur- ellerinde şecereleri bulunur; “Biz peygamber silsilesine mensubuz.” diye kayıtları vardır. Her devrin hükümdarı onları kayıtlarlar, bu kayıtlarla bilinir ki bu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in silsilesindendir,
Niçin?
Biz ehli Resûlullah’ı seviyoruz da Resûlullah’ın efrâd-ı ailesine de böyle hizmet ediyoruz,
Binâenaleyh Allah’ı seviniz nimetleri veren O, beni seviniz ben sizin delilinizim, ehli beytimi seviniz onlar, ehli beytim de benim fer’imdir. Binâenaleyh onları da sevmekle bahtiyarızdır.
Ehibbü’l-araba. “Kavm-i Arab’ı da seviniz, Arap kavmini de seviniz.”
Ehibbu’l-fukarâe. “Aynı zamanda fukaraları da seviniz.”
Bu çok dikkate şayan bir şeydir. Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanında insanlar çok fakirdiler. Çok fakir idiler, o kadar fakir idiler ki, öyle iki entarisi olan nâdirattan.
“Binâenaleyh siz fukaraları seviniz.”
Bu şimdi bizim için çok acı bir şey. Fukarayı sevmekten çok uzağız. Hatta fukaraya ters suratla bakarız, acı da söyleriz, kovarız da...
Ama Allah fukaralarımızı da kanaatkar fukaralardan eylesin.
Böyle el açıp dilenenler de fukara zümresinden değildirler. Fukara kendisini tanıtmaz ve bildirmez.
“Binâenaleyh bu fukaraları seviniz.” Sevmenizle beraber;
Ve câlisûhüm. “Onlarla beraber oturunuz.”
Ramazan’da olsun başka zamanlarda olsun ekseriyetle davetler olur, herkes kendi âyârını çağırır. Âyâr, akrân-ı emsâlini yani. Zenginler kendi akranlarını çağırır, orta halli kendi akranlarını çağırır. Hiçbir fukara zengini çağıramaz çünkü gelmez. Bir zengin de fukarayı sofrasına çağırmaz, onunla oturup yemesini hoşlanmaz. Çağırsa da ona bir parça bir şey yollar, “Verin de kapının önünde dışarıda otursun da yesin.” der. Ondan dolayı bu hususta zayıfız.
Allah muhafaza etsin cümlemizi.
Her zaman Ebû Hüreyre Ebû Hüreyre diyerekten rivayet ederiz ya, birçok hadisleri o nakleder bize. Zavallı, bu devrin fakirlerinden bu. Ashâb-ı Suffa’nın arasında fakirlerden bir zât.
Açlıktan yürüyemez hale gelmiş sokakta yatmış, gelene geçene derdini anlatmak istiyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, pek hatırımda değil kimin çağırdığını, almış bunu getirmiş mescide.
Hediye olaraktan bir süt gelmiş, Cenâb-ı Peygamber ona demiş ki;
“Ashâb-ı Suffa’ya haber ver gelsinler bu sütten içsinler.”
İşte bir çanak bir süttür mesela, koca kazanla değildir ya!
Ebû Hüreyre diyor ki;
“Yüreğim sızladı. Ashâb-ı Suffa da gelsin deyince yüreğim, içim sızladı çünkü süt bana yeter, ben ancak içerim sütü, o sütle doyarım. Ashâb-ı Suffa 50 kişi, 100 kişi, 300 kişi arasında değişiyor. O günkü kaç kişidir bilmeyiz de herhalde 50 kişidir filan neyse gelmişler.
Cenâb-ı Peygamber, o zaman bardak tabak filan böyle yok herkese birer bardak versinler, bir parça içmiş yanındakine vermiş, o içmiş yanındakine vermiş, o içmiş yanındakine vermiş, cemaati dolaşmış ama süt eksilmiyor.
Ebû Hüreyre son sırada, sıra ona gelmiş, “İç!” içmiş içmiş doymuş, şişmiş karnı.
“İç diyorum sana!”
“Doydum yâ Resûlallah!”
“İç!”
Tekrar bir daha, biraz daha içmiş yine bırakmış.
“İç!”
“Doydum yâ Resûlallah!”
“Canım iç iç! Sen çok acıkmıştın hani, bak dermansızdın, iç, azcık canlan!”
Bir daha içmiş içmiş, bakmış ki sütün biteceği yok.
Sütün biteceği yok yani mûcize-i peygamberîden bir tanesidir.
Fakat o zamanki fukaralığın halini anlatmak istiyorum ki Allah bugün bize ne nimetler vermiş elhamdülillah!
Bir kere onların sabırlarını ölçmeye imkanımız yok. Onun için biz ne kadar hayır yapsak onların yaptığı hayırların zerresine denk gelmez.
“Binâenaleyh fukarayı seviniz.” Ve câlisûhüm. “Ve onlarla beraber oturunuz. Bu sizin için büyük bir devlettir.”
Büyük bir devlettir, yarın rûz-ı kıyâmette Cenâb-ı Hak o fukaraları sizler için şefaatçi kılacaktır. Binâenaleyh onlara ikramınız nispetinde onların şefaatine nail olursunuz.
Ve ehibbe’l-araba. “Arabı da sevin.”
“Kalbinden sev!”
Sonra?
Ve’l-yeruddüke ani’n-nâsi mâ ta’lemü min nefsike.
Çok hikmete şâyan bir söz. Hatadan hiçbirimiz salim olmadığımız halde karşımızdaki hatalı insanı çok aşağıya düşürüyoruz. Halbuki kendi hatalarımızı şöyle gözümüzün önüne bir sıralasak ne kadar yüz kızartıcı çirkin hallerimiz vardır, hep mestur kalmıştır, Allah’tan başka kimse bilmez onları. Binâenaleyh bunları biz yapmışız, biz yaptığımız halde bizi Allah affetmiş de bak bugün serbest bir durumdayız karşımızdaki adamı niçin tâyib edelim? Allah onu da affetsin deriz. Onun için;
Ve’l-yeruddüke ani’n-nâsi mâ ta’lemü min nefsike. “Nefsinde bildiğin kusurlardan dolayı nâsın ayıplarıyla meşgul olma.”
Kendinde gördüğün ayıplarından da bir kere çocukluğun hep böyle olgun gelmedi ki bu dünyaya canım. On beş yaşından tut da 45-50 yaşına kadar yapmadıklarınız çirkinlikler yoktur belki de. Bugün tevbe etmişiz yola gelmişiz, ıslah olmuşuz da başkalarına tâyib ediyoruz. Ama bizim de yaptıklarımızı şöyle bir gözümüzün önüne getirirsek ne kadar yüz kızartıcı hallerimiz vardır, Allah bunları setretmiş, binâenaleyh öteki kardeşimiz hakkında ayıplarını meydana koymaktan çekinmemiz lazım. Onun için Cenâb-ı Peygamber ne güzel bize bir nasihat buyurmuş;
“Başkalarının hatalarını ortaya dökmekten çekin. Kendi hatalarını düşün, kafi sana.”
Yine bir hadîs-i şerîfte;
“Miskinleri seviniz.” Yukarıda “Fakirleri seviniz.” dedi burada da diyor ki; “Miskinleri sevin.”
Fakirle miskinin arasındaki fark; fakirin evi vardır, çanağı çömleği de vardır, tabağı bardağı vardır, akşamlık yemeği de vardır ama fakirdir yani şer’an zenginlik servetine ulaşmamıştır. Mesela bugünkü altın kıymetinde 14 altına muâdil bir varlığı yok, fakir sayılır o. Binâenaleyh miskin, bir şeyi yok; bulursa akşama yiyecek bulmazsa şükredecek, bu kadar. Bir şeyi yok; yatacak yeri de yok, yatağı yorganı da yok. Veysel Karânî gibi.
“Siz bunları seviniz.” Vednû minhüm. “Bunlara da yakın olunuz.”
Bunlara yakınlıktan ne çıkar?
Bunu yaratan Allah’tır, bu da Allah’ın. Beni böyle varlıklı yaratmış elhamdülillah, tam sıhhatli yaratmış, çalışır para kazanır bir zeka da vermiş, kuvvet kudret de vermiş; bu zavallıyı da böyle aklı zayıf, çalışamaz, ekmeğini kazanamaz bir durumda yaratmış. Yaradan Allah, hor görme! Yaradan Allah’tır, sahibi de Allah’tır. Onun çalışamadığına bakıp da “Miskin herif, çalışsana!” deme sakın!
Seni de o duruma düşürse ne yaparsın sen?
Seni de o duruma düşürse, o aklı senden o zekayı alsa, kudreti kuvveti alsa ne yaparsın yani?
Elhamdülillah, Allahu Teâlâ’ya çok şükür edelim ki tâmu’s-sıhhat, akıl yerinde, fikir yerinde çalışabiliyoruz; ekmek paramızı kazanabiliyoruz, kimseye muhtaç olmuyoruz ama yaradan Allah, veren Allah. Bizi ötekini de öyle garip yaratmış.
“Onun için onu sev ve ona yakın ol.” Ona yakın ol da çünkü gece olmayınca gündüzün kıymeti bilinmiyor, karanlık olmayınca gündüzün kıymeti anlaşılmıyor, soğuk olmayınca yazın kıymeti anlaşılmıyor. Fakirlik olmayınca sağlığın kıymeti de varlığın kıymeti de anlaşılmaz. Fakirlikten sağlığın ve Allahu Teâlâ’nın verdiği nimetlerin kıymeti gözünün önünde büyüyecek. Onu göreceksin;
“Yâ Rabbi! Onu böyle yaratmışsın, elhamdulillah bak bana da ev vermişin, mal vermişin, sıhhat afiyet de vermişin, kazanabiliyorum; bak buna da bir şeyler verebiliyorum, sana çok şükür elhamdülillah!” diye daima hamdimize vesile olacağından dolayı onları seviniz ve onlara yakın olunuz.
Ve ednû minhüm. “Onlara garîb olun.”
Niçin?
İn tühibbûhüm yuhbibkümüllâhu. “Onları severseniz Allah da sizi sever.”
Daha var mı ötesi?
Onları sevmenizden dolayı Allah da sizi sever. Allah sizi sevdikten sonra en bahtiyar insan sizsiniz. Allah celle ve alâ sizi sevdiyse en bahtiyar, en mükemmel insan sizsiniz.
Ve in tüdnûhüm. “Onlara yakın olursanız.” Yüdnikümüllâhu. “Allah da size kendisine yakın eder.” Ve in teksûhüm. “Onları giyindirirseniz, üst başlarına bayramlarda vesair zamanlarda.”
İksâ, giyindirmek, esvap vermek; ister eskilerinden ver, yenisini giymişin o eskisini ver fukaraya o giysin, onunla o daha çok zaman geçinir.
Yüksikümüllâhu. “Allah da sizi giydirir.” Ve in tut’ımûhüm. “Eğer siz onları yedirirseniz.” Yut’ımükümüllâhu. “Allah da size yedirir.”
Sıhhat verir vücuduna, afiyet verir vücuduna, nimetler bol, yersin, hiç zarar görmezsin. Bakarsın başın ağrır, dişin ağırır, karnın ağrır, bacağın ağrır, sebebi var; fukaralara bakmıyorsun çünkü, fukaraları hoş görmüyorsun çünkü, o zaman paralar işte şuralara buralara gidiyor; Onun sebebi sırf fukarayla ünsiyetimizin olmayışıdır. Sevmeyiz fukarayı.
E bu da bir nimettir. Bugün zekatımızı verecek fukarayı bulamazsak, fıtramızı verecek fukarayı bulamazsak ne yaparız biz de o zaman? Artık nereye yollayacağız paralarımızı o zaman?
Cûdû. “Cömetlik yapınız.”
Allah cömerttir, O cömert olduğundan dolayı cömerti de sever. “Siz cömertlik yaptığınız vakitte Allahu Teâlâ da cömert olur size.” Bakarsınız ihsanlarını, ikramlarını mütemadiyen arttırır.
En azı bire on veriyor değil mi?
En azı bire on veriyor; 20 de verdiği de olur, 30 da olur, 50 de verir, 100 de oluyor yerine göre. Bu verilenin ihlasının mukabilinde.
Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin. Tevfîkât-ı samedâniyesine mazhar eylesin. Cümlemizi fazl-u keremiyle nefsin, şehvetin, şeytanın elinden kurtulup o güzel cennetine müstahak, istihkak getiren kullarının zümresine kabul buyursun.
El-Fâtiha!.