Eûzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillahi rabbilâlemin ve’l-âkibetü li’l-müttekîn vesselâtü vesselâmü alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdetin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve küllü dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl;
“Cebrail aleyhisselam geldi.” Fe-kâle. “Dedi ki.” İnne ifrîten mine’l-cinni.
İfrit cinnin kavisi, kavi bir cin, cinnî yani.
Yekîbüke. “Sana hile yapıyor.” Fe-izâ eveyte ilâ firâşike. “Sen yatağına girdiğin vakitte.”
Aziz kardeş!
Bu dünya bizim bildiğimiz gibi hani yeriyle göğüyle bir şeyler görüyoruz ya, bundan ibaret değil. Göremediğimiz daha nice mevcudâtlar var bu dünyanın içerisinde. Göremediğimiz daha bilemediğimiz nice mevcudât var. Binâenaleyh bir cin denilen mahlûku bugün insan inkâra kalkıyor.
Niye kalkıyorsun yahu? Mikroba inanıyorsun da, şekli görünüyor, cismi görünüyor, vücutta da şöyle tahribat yapıyor insanı en nihayet ölüme kadar götürüyor.
Bu mikroba inanıyorsun da Allah-u Teâlâ’nın gösterdiği cinne neden inanmıyorsun?
Senin elinde bir kitabın var, başında da eûzubillahimineşşeytânirracîm diyorsun. O şeytânirracîm’den Allah’a sığınıyorsun bir de inanmam diyorsun!
Şimdi bak bu ifrit olan cin geliyor, insanlara bir rahatsızlık vermek ister. Binâenaleyh sen yatağına girdiğin vakitte, -demek ki ekseriyette yatakta yapıyor bu işi, uykulu hallerinde- de ki o zaman;
Fakra’ âyete’l-kürsî. “Âyete’l-Kürsî’yi okumadan yatma.”
Şu Âyete’l-Kürsî’yi bilmeyenimiz yoktur elhamdülillah, her beş vakit namazımızın arkasında okuruz.
Belki pek doğru anlatamam ama hülasa olarak şöyle bir vakâ vardır;
Fukaralara verilmek üzere hurma toplanmış, bir yığın hurma var. Başına da hangisi olduğunu pek hatırımda da tutamadım, Ebû Hüreyre mi, birisi, “Sen de bekle bu hurmaları, çalmasınlar kimse.” demiş.
Bekliyor, gece birisi geliyor, hurmalıkta hurmalardan çalıyor, yakalanıyor. Yakalanınca yalvarmaya başlıyor; “Beni bırak, bir daha gelmem.” diyor. O da, adam da merhamet ediyor bırakıyor; “Ama bir daha gelmeyeceksin.”
Ertesi gece yine geliyor, yine yakalıyor. Yakalayınca, “Aman yapma! Bir daha yapmam!” diyerekten yine kurtuluyor elinden. Üçüncü gece geliyor yine yakalanıyor. Yakalanınca diyor; “Bu sefer salmam, yakalandın artık. İki defa sözünü, ahdini bozdun, söz verdin o sözü bozdun, bu sefer seni salmam.”
Diyor, “Sana bir şey öğreteceğim.” Bak bu çok acayip şey! “Sana bir şey öğreteceğim. Sen bunu okursan bir daha ben buraya sokulamam.” diyor.
Ne o?
“Âyete’l-Kürsî’yi oku, o zaman ben buraya gelemem” diyor.
Cenâb-ı Peygamber’e gelip anlatıyor adam,
“Evet, o bir cinnîdir ama doğru söylemiştir. Âyete’l-Kürsî’yi okuyanın yanına onlar sokulamaz.” diyor.
Şimdi burada da böyle bir mahluk sana gelir rahatsızlık yapmak isterse ki; bunların işleri odur, vazifeleri odur, müslümanları rahatsız etmek isterler. Binâenaleyh Fakra’ âyete’l-kürsî. “Âyete’l-Kürsî’yi okumaya devam et.”
Etânî melekün...
Cebrail aleyhisselam geldiği gibi başka melekler de gelirlermiş. “Bu melek de gelmiş.” Lem yenzil ile’l-ardı kablehâ kattu bi-risâletin. “Ondan evvel dünyaya o melek hiç gelmemiş, ancak ilk defa geliyor.” Bi-risâletin min rabbî. “Rabbimden bir haber getiriyor.” Fe-vada’a riclehû fevka semâi’d-dünyâ. “Ayağının birisi dünya semasında.” Ve ricülü’l-uhrâ sâbitetun fi’l-ardı. “Ayağının biri de yerde, yere basmış yerde, biri de gökte. Böyle bir melek.” Lem yerfa’hâ. “Ayağını da kaldırmıyor.”
Öyle, gözle görülmez. Gözümüz görmez fakat bu yeryüzünde mevcut, Cenâb-ı Peygamber’in şeysiyle mâlum. Binâenaleyh yerde neler var neler var...
Bunun bir şey dediğini yazmamışlar buraya, yalnız bu melek gelmiş, bunun büyüklüğünü Cenâb-ı Peygamber bize haber veriyor. Yani Allah-u Teâlâ’nın o kadar büyük bir meleği de var.
Bundan büyüğü?
Daha büyüğü de var.
Daha büyüğü?
Daha büyüğü de var.
Kudret-i İlâhîye’nin azametini bize bildirmek için, mutlaka böyle bir cisim sahibi olarak yaşamak değil de, işte böylesi de var. Cenâb-ı Hakk’ın böyle büyük mahlukları da var ki...
Mesela en kuvvetlisinden birisi de Cebrail aleyhisselam değil mi?
Cebrail aleyhisselam’ı zî-kuvvetin diyerekten methediyor, “O da kuvvet sahibi.”
Kuvvet sahibi olduğu için Lut aleyhisselam’ın memleketine ne yaptı?
Altını çevirdi, üstüne böyle, altını üstüne getiriverdi.
E bu neyle olur?
Bir kuvvetle olur. İşte o kuvveti de Allah-u Teâlâ gözle göremeyeceğimiz bir mevcudu da vermiş. Göremediğimiz bir mevcut var ki, o mevcut o kadar kuvvetli ki yerin altını üstüne getirebiliyor.
İşte bu melek de o meleklerden birisidir. Binâenaleyh bizim o büyük kudret sahibi Allah celle ve alâ’ya sarılmaktan başka çaremiz yok. Ona sarılalım, her yerde bizim imdadımıza yetişir, rahmeti de bol, affı da bol, her şeysi de bol.
Cennetten de bize bir misal veriyor.
E tü’minü bi-şecerati’l-miski fi’l-cenneti. “Cennette bir misk ağacı var.”
Kokusu bütün cennete yayılır. Ele sürmeye, şişelere koyup ceplerde gezdirmeye lüzum yok. Bu misk ağacının kokusu bütün cenneti miske boyar.
“Bunun kitabınızda yazılı biliyor musunuz?”
“Evet, bizim kitaplarda da yazılı, o misk ağacı var, imanımız da var.” diyorlar.
Fe-inne’l-bevle ve’l-cenâbete arakun yesîlu min zevâibihim ilâ akdâmihimü’l-miskü ya’ni ehle’l-cenneti.
Şimdi cennete gireceğiz, yiyeceğiz içeceğiz, bu yemek içmenin nereye gidecek? Orası cennet, orada pislik koyulacak yer yok ki? Nereye koyacağı o pislikleri, yiyiyoruz içiyoruz bir taraftan?
“Ha bunlar bizim kaşlarımız vasıtasıyla, ayaklarımızdaki terlerimiz vasıtasıyla misk kokusu olaraktan çıkacaklar.” Allah-u Teâlâ onları miske çevirecek.
Bugün ne fabrikalar var değil mi?
Bu fabrikalarda neler icat ediliyor! Allah celle ve alâ’nın fabrikasında da böyle olacak işte. O fabrikanın sahibi Allah! Allah olunca neler yapmaz O, neler yapmaz.
İşte bak bizler meydanda. Bugün en aciz bir mahlukuz, en aciz olmakla beraber bir ayağı gökte, bir ayağı yerde olan melekten de efdal kılmış bizi ne diyeceksin sen! Bizde de bu kudret var, ufacığız ama o meleğin yapamayacağını biz yaparız. İnsan bugün kaç tane, yüzlerce insanı hatta belki binlerce insanı gökte uçuruyor. Gökte uçuruyor, ta aya kadar da gidebiliyor işte bugün.
Bu neden?
Allah-u Teâlâ’nın vaktiyle verdiği aklın semeresi bu. Bu aklı Allah vermiş; bize de vermiş ona da vermiş. Fakat biz onları örttük, örttük biz o çalıştırıyor.
Eh inşallah biz de bir gün çalıştırırız, bizimki de onlarınkini geçer bile. Ama verici olan Allah’tır, kendimize mal edemeyiz onların hepsini; gözdeki görmek, kulaktaki işitmek hepsi Allah-u Teâlâ’nın izniyledir. Bu akıllar da onun izniyle çalışır, akıllar da çalıştıkları takdirde işte böyle işlerini güzelce yaparlar, çalıştıkları taktirde.
İnsan öyle bir, öyle bir kaynak ki! Altın kaynağı, yakut kaynağı, ne kaynaklar varsa, bugün insanlar onları müşkülatlarla yerlerden çıkarıyorlar. Bu insanların içerisinde, hepimizde gömülü altını da, yakutu da, mercanı da, neleri varsa...hep içimizde gömülü. Bu gömülü olan madeni nasıl bugün insan yerin altından delip de çıkarıyor, biz de çalışırsak, içimizdeki bu cevâhirler meydana çıkar, o cevahirler altınlara benzemez ama. Altın onun yanında bir çakıl taşına benzer. Öyle cevâhir var bizde, yere de hakim göğü de hakim.
Sen, Hz. Ömer’in hutbesini Medine-i Münevvere’de okurken, ta Acemistan’daki orduyu görüp de; Dağa çekil!” deyişini duymadın mı hiç canım?
Hz. Ömer’in nesi vardı?
Telefonu mu vardı, telgrafı mı vardı, radyosu mu vardı? Nereden gördü Acemistan’daki ordunun muhasara edilmekte olduğu?
Demek Allah-u Teâlâ bu gözlere öyle kuvvet-i kutsiye vermiş ki dağları deşerekten ta dünyanın öte tarafına kadar görebiliyor. Onun için büyüklerimiz demiş ki; “Dünya avucumun içi kadardır. Avucumun içini nasıl görüyorsam dünyanın her tarafını da böyle görürüm.” demiş.
Peygamber Efendimiz’den de sâdır olan bir sözdür. Onun için bu cevher bizim içimizde ruh vasıtasıyla Cenâb-ı Hak bu toprakla meydana gelen bu vücuda bu ruhu da koymuş, ikisini de birbirine kaynatmış. İkisinin sayesinde bugün her şeyleri görmekte, en büyük mazhariyete sahibiz elhamdülillah.
Allah cümlemize intibahlar versin. Emirlerine imtisal, yasaklarından da korunmak da nasip etsin.
Yerin altındaki madenler topraklarla örtülü. Bizdeki madenler ne ile örtülü?
Günahlarla örtülü!
Bunun altında, toprağın altındaki maden, eşince çıkarıyoruz onu; bazısı yüz metrede, bazısı bin metrede, bazısı beş bin metrede çıkıyor aşağıdan. E bizim içimizdeki maâdin olan cevherleri de günahlar örtüyor, günahlarımızdır. Binâenaleyh o günahları sıyırdık mıydı, o madenler pırıl pırıl çıktı mıydı, Hz. Ömerin gördüğü gibi biz de görürüz. Onun kulağının işittiği gibi biz de işitiriz. Kumandanın ismi Sâriye idi galiba.
Bir tane daha söyleyeyim.
İttebiû. “Uyunuz, tâbi olunuz.”
Nereye?
el-Ulemâe. “Ehli ilme uyunuz, ona tâbi olunuz, ehli ilme tâbi olunuz.”
Neden?
Fe-innehüm. “Çünkü o ehli ilim.” Sirâcü’d-dünyâ. “Onlar dünyanın kandilleridir.”
Ehli ilim dünyanın kandilleridir, Binâenaleyh;
Ve mesâbîhu’l-âhirati. “Aynı zamanda da âhiretin de kandilleridir.”
Hem dünyanın kandilleri hem âhiretin de kandilleridir. Yani karanlıkta kandil nasıl karanlığı kaybedip de önünüzü gösteriyor. Mesela lambalar yanıyor, o karanlık kayboluyor, önümüz aydınlanıyor.
Dünyada da böyle âhirette de böyle.
Ne sayesinde?
Ulemalarımıza uymak nisbetinde.
Ulemalarımıza ne kadar uyuyor, onun sözlerini ne kadar dinliyorsak, ki ulemanın sözü kendi sözü değil peygamberden naklettikleri, Allah’ın kitabından naklettikleri sözlerdir. O sözleri bize naklederler, o nakilleri dolayısıyla biz de onlara uyarız. Uymak nisbetinde dünyanın da aydınlıklarına âhiretin de aydınlıklarına mazhar oluruz.
Esteîzubillah.
Yevme tera’l-mü’minîne ve’l-mü’minâti yes’â nûruhüm beyne eydîhim ve bi-eymânihim. “Onların, o mü’minîn-i müminâtın nurları.” Yes’â nûruhüm beyne eydîhim. “Önleri boyunca projektör olaraktan aydınlatırmış. Yanlarını da öyle, her tarafını birden böyle aydınlatarak gidiyor.”
O nursuz olan, ışıksız olan, dünyada Allah’ın kelamına, peygamberin kelamına uymamış, ulemasına uymamış olan, karanlıkta kalan o zavallı geliyor diyor ki;
“Kardeş sen benim komşu değil miydin?”
“Evet, senin komşundum.”
“Biraz bekle ne olur, ben de bu yolda senin ışığından gideyim.”
“Biz bu ışığı dünyadayken aldık, sen de dön dünyaya, bu ışığı al gel.” Böyle yağma, hazır yağma yok.
Onun için Allah kusurumuzu afetsin de, ittebiu’l-ulemâe. “Ulemalarınıza uyunuz.”
Ulemalarımız bize ne diyor?
“Allah’ın emirlerini tutun, yasaklarından da kaçın.” diyor.
Siz bunlara uyun. Onlara uyma kardeş! Onlar şeytana uymuşlar, nefislerine uymuşlar. Onlara uyma! Allah’ın emrine uy, peygamberin emrine uy, saadet orada selamet de orada.
Bir tanecik daha okuyayım.
E tühibbü yâ cübeyru. Cübeyr, ashâbı kirâmdan bir zât, ona diyor;
“Sen sevmez misin?”
İzâ haracte seferan. “Bir yola gidiyorsun, bir sefere gidiyorsun, bu seferde istemez misin ki?” En tekûne min emsile eshâbike. “Ashabının en sağlamı, en kuvvetlisi, en kavisi olasın, istemez misin?”
İsterim tabii yâ Resûlallah!
Peki öyleyse...
Hey’eten ve ikserihim zâden. “Senin ekmeğin çok olsun, yemeğin çok olsun, sıhhatin yerinde olsun, kuvvetin yerinde olsun istemez misin bunu?”
Elbette isterim yâ Resûlallah!
Öyleyse, ikra’ hâzihi’s-suvere’l-hamse. “Şu beş sûreyi oku.”
Şu beş sureyi oku!
Nedir onlar?
“Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn bir, ve İzâ câe nasrullahi ve’l-fethü iki, ve Kul hüvallâhu ehad üç, Kul eûzü bi-rabbi’l-felâk dört, ve Kul eûzü bi-rabbi’n-nâsi beş.” Ve’ftah külle sûratin bi- bismillâhirrahmânirrahîm. “Her sûreyi okurken de Bismillâhirrahmânirrahîm’i çek de öyle oku.” Va’htim bi-bismillâhirrahmânirrahîm. “Sonunu da yine bismillahlı bitir, sonunu da yine Bismillâhirrahmânirrahîm ile bitir.”
Şimdi tabii her şeye aklımız ermiyor ya, buna da tabii aklımız ermez.
Niçin bu beş sûreyi okuduğumuz vakitte bize kuvvetler gelsin, kudretler gelsin, rızkımız bollansın? Tuhaf hayatımız, ne var bu sûrelerin içerisinde?
İşte Kul yâ eyyühe’l-kâfirûne’yi hepimiz biliyoruz ya, kısacık kısacık beş tane âyetten ibaret. Bunda çok dikkat ki, Cenâb-ı Peygamber Efendimiz’e;
“Nafile namazları kılarken ne okuyalım?” demişler, ekseriyetle;
“Birinci rekâtta Elham’dan sonra Kul yâ eyyühe’l-kâfirûne’yi, ikinci rekâtta da Elham’dan sonra Kulhüvallah’ı okuyun.” buyurmuş.
Her zaman bunu tekrarlarız, bu tekrardaki sebepler acaba nelerdir?
Her seferinde Kul yâ eyyühe’l-kâfirûn diyerekten kâfirlere hitap ediyoruz. Hepimiz kâfirlere karşı hitap ediyoruz;
Lâ a’büdü mâ ta’büdûn. “Senin yaptığını biz yapmayız.” diyoruz.
Sen puta karşı eğilirsin bükülürsün, biz put mut tanımayız. İsa da Allah’ın kulu, Musa’da Allah’ın kulu. Ama onları peygamber yapmış, bizim peygamberimiz de Allah’ın kulu.
Abdühû diyor ya, abdühû diyoruz ya beş vakitte, O’nun kulu işte ama peygamber yapmış onu. Eh bunun için o da bizim için büyük bir devletmiş ya.
Binâenaleyh beş vakitte böyle Kul yâ eyyühe’l-kâfirûne’yi okuyoruz söylüyoruz da yine, Allah intibah versin, sözümüze, sözünüzü nasıl söylediğimizin farkında değiliz.
İkincisi, İzâ câe’yi okuyoruz.
İzâ câe de az bir sûre değil, niçin?
İnsan bazı diyor ki yahu bu felaketin önüne geçilir mi bugün? Bu sel aldı götürüyor bizi şimdi?
Sel geldiği vakitte nasıl toplar götürür her şeyi önünde; koyunları götürüyor, evleri götürüyor, çocukları insanları götürüyor, seldir.
Bugün de bu cemiyetleri bu âfet seli götürüyor, bu âfet selinin önünden bugün bu insanlar nasıl kurtulur?
Ha, Allah’a sarıldı mıydı kurtulur. O sular seller, çakılları, ufak tefek şeyleri götürür, koca dağları yerinden kımıldatamaz. Ne kadar sel olursa olsun koca kayaları da kımıldatamaz.
Binâenaleyh sen Allah’a sarıl da korkma, ne kadar sel gelirse gelsin, ne kadar âfet gelirse gelsin sen mahfuz olursun, Allah korur seni.
Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem geldi, tabii yalnız başına, dîn-i İslâm’ı beyan ediyor, e herkes Evladını gömüyor insan ya... Diri diri gömen insan, bu kadar merhametsiz insan Allah’ın yoluna hemen kolaycacık girer mi?
Ama Allah-u Teâlâ kalplere öyle bir yumuşattı öyle bir zemin hazırladı ki Müslümanlık fevc fevc, dalga dalga geliyorlar; “Yâ Resûlallah! İslâm’ı bize tebliğ et, biz müslüman olmaya geldik.” diyorlar. Artık, İslâmiyet’in kemal şeyleri gelmiş. Burada bize de diyor ki;
“Ha korkmayın! Allah-u Teâlâ’ya sığının! Allah’ta size böyle nusratı, nusratını her zaman.” Yalnız o zaman peygambere verdiği değil, Allah-u Teâlâ’nın o nusratı kıyamete kadar üzerimizdedir elhamdülillah, biz O’nun dinine uyduğumuz müddetçe...
Kul hüvallâhu ehad, bu da ufacık bir sûredir ama itikadımızın köküdür. İtikadımızın kökü; “Allah birdir, başka şey bilmeyiz. Doğmamıştır, doğurmamıştır, herkes O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.”
Herkes O’na muhtaçtır, O hiçbir kimseye muhtaç değildir. Oğlu, evladı, anası, babası da yoktur.
“O’na benzer de yoktur.”
Ama Allah dediği vakitte “Acaba şöyle mi, acaba böyle mi?” diye düşünmek de hatadır. Öyle şey olmaz. O havsalaların, hatıraların, hayallerin dışında bir Allah’tır O, bütün varlıkların sahibi olan Allah.
Onu okumak suretiyle de Allahımız’ı öyle biliriz ki her kuvvetin üstünde bir kuvvettir. Bütün varlıkların da sahibidir O.
Şu yıldızcı alimleri bugün diyorlar ki: “Şu yıldızların sonunu bulamıyoruz” diyorlar. Sonunu bulamıyoruz, her birisinden şu kadar sene ancak gidilir geliniz. Uuu, uzun uzun mesafeler...
E bunları yaratan kim? Nasıl bağlamış bunları bir intizama?
Bizim arabalar şuradan giderken üç defa çarpışıyor birbiriyle ya! Bu kadar gökteki yıldızların hiç birisinin de çarpıştığına rast gelmedik elhamdülillah. Bak hepsi güzel güzel menzillerine gidip geliyorlar. O hep Allah-u Teâlâ’nın kuvvet ve kudreti sayesindedir.
Kul eûzü bi-rabbi’l-felak ile Kul eûzü bi-rabbi’n-nâs da elhamdülillah, onlar da bizi Allah-u Teâlâ’nın bu bize zarar verici çeşitli dünya ve gördüğümüz görmediğimiz mahluklarından, şerlerinden bizi muhafaza eder. Onbir tane âyettir, her bir felaketi önleyici bir şeydir. Yatarken bunu da okuruz, giderken de okuruz, seferde de okuruz, her yerde de okuruz. Bu suretle Cenâb-ı Hakk’ın çeşitli nimetlerine mazhar oluruz.
Cenâb-ı Hak cümlemize tevfik buyursun, ihsan buyursun, in’am buyursun.
Sübhâne rabbike rabbi’l-izzeti ammâ yesifûn ve selamün ale’l-mürselîn velhamdülillahi rabbi’l-âlemîn
El-Fâtiha.