Eûzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillahi rabbilâlemin ve’l-âkibetü li’l-müttekîn. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
İ’lemû eyyühe’l-ihvân enne efdale’l-kitâbi kitâbullah ve enne efdale’l-hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem ve şerra’l-umûri muhdesâtühâ ve külle muhdesin bid’ah ve külle bid’atin dalâleh ve külle dalâletin fi’n-nâri. Ve bi’s-senedi’l-muttasıli ile’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kâl:
İzâ raeytüm men yebîu ev yebtâu fi’l-mescidi fe kûlû lâ erbehallâhu ticârateke ve izâ raeytüm men yenşüdü fîhi dâlleten fe kûlû lâ raddallâhu aleyke.
Ravisi; Tirmizi hasen, Hâkim, Beyhakî Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten.
Bu okuduğum hadîs-i şerîfte Cenâb-ı peygamber buyuruyorlar ki;
Caminin ne demek olduğunu anlamak lazım. Henüz biz camiyi, mescidi öğrenmiş değiliz. Babamızın evi gibi rahat rahat konuşur, rahat rahat görüşür, dertleşir, halimizi anlatırız, dinleriz.
Ne o?
İşte konuşuyoruz, dert anlatıyoruz, dert dinletiyoruz.
Affedersiniz şimdi, reisicumhurun huzuruna çıktık. Bize salon verdiler, “Oturun burada, bekleyin.” dediler, bekliyoruz.
Orada böyle laubâli bir tavır takınabilir, yapabilir miyiz?
Çünkü reis-i Cumhur hemen gelecek yahut bizi odasına alacak. Orada ne konuşacağız, ne tefekkür edeceğiz. Bir şey, bir hazırlık yapar insan ne konuşacak.
Fakat camimizde öyle değil ki! Namazı kılmadan evvel namazı kıldıktan sonra. Yalnız camiye giren insanların “neveytü’l-itikâfe’ diyerekten sünnet-i itikafa niyet etmesi şart!
Ufak cami?
Büyük de olsa ufak da olsa bu niyeti yaptıktan sonra hürriyet kazanıyor insan.
Ama bu da doğru değildir ki, bu niyeti yaptım diyerekten konuşmaya yol açtım, yol buldum diyerekten bunu da yapmamak lazım. Niyetini yap ama yine sükut ile Hakk’ın evinde, Hakk’ın huzurunda olduğunu tefekkür ederekten öyle otur. Başka derdin varsa, söyleyecek derdin varsa camiden dışarıda söyle. Dinleyecek bir şeyin varsa camiden dışarıda söyle.
Caminin içerisinde kardeşlerimiz geliyor şuradan buradan, bir el öpüyor. “Şuyum var buyum var” diyerekten bir hal arz ediyor, bir şeyi öğrenmek istiyor. Bu dini bir mesele olursa pekâlâ! Dünyevî, dünyaya ait olan meselelerde buna müsade yok.
Bak ne güzel söylüyor.
İzâ raeytüm men yebîu ev yebtâu fi’l-mescidi. “Görüyorsunuz ki birisi bir alışveriş yapıyor bir şey satıyor.”
“Alan yok mu bunu?” diyor yahut bir şey almak istiyor. Ona de ki;
“Allah senin ticaretini makbul etmesin. Ondan bir şey kazanamayasın sen.”
Çünkü yanlış iş yapıyorsun. Cami satış yeri değil, alış yeri de değil. Yaptığın bu iş yanlış bir iştir. Allah senin ticaretini mübarek etmesin. Hayırlı olmasın bu işin.
Veyahut bir adam tesbihini düşürmüş, parasını düşürmüş, “Yok mu gören?” diyor. “Paramı düşürdüm bulan yok mu?” diyor.
“Allah senin paranı buldurmasın.” diyeceksin. Cevabın ona, “Allah senin kaybını buldurmasın. Bulamayasın kaybını!”
Burası kayıp arama yeri değil ki! Burası Hak divanı, Hakk’ın evi. Hakk’ın evine giren bir insan edebî ile boynu bükük tazarru ve niyazla, Hakk’a kendisini vererekten dünyayı unutması lazım, dünyaya unutması lazım. Dünya kapıdan dışarıda kalsın. Buraya Allah'ın divanına gelmiş, gönlü Allah'a dönsün. Gönlü Allah'a dönsün Allah'la meşgul olsun. Allah de, dur.
Malum ya dillerin Allah demesi kolaydır. Yüzlerin de kıbleye dönmesi kolaydır. Çeviririz yüzümüzü kıbleye kolay olur, döndük. Fakat Allah kıblede değil yani. Allah celle ve alâ kıblede değil. Mekandan münezzeh O. Onun için camiye girdikten sonra gönlünü Allah'a ver. Yönünü Allah'a döndür, Allah ile meşgul ol, zikret. İçinden zikret, nasıl yaparsan yap. Burası ticaret yeri değil ve konuşma yeri de değil.
Yine buyuruyorlar ki;
İzâ raeytümü’r-racüle. “Bir adam gördük ki.” Ya’tâdü’l-mesâcide. “Daima camilerde.”
Camilerde... Namaz vakitleri bu camide, o camide, o camide... daima görüyoruz camilerde. Camiye devam ediyor, namaza devam ediyor, beş vakit namazı kılıyor camide.
Fe’şhedû lehû bi’l-îmâni. “Siz onun imanına şehadet edin.”
Hatta bir kafir camiye gelip cemaate uysa onun imanına şehadet ederiz. Çünkü müslümandır, cemaate gelmiş namaza durmuş, uymuş cemaate de. Ona biz burada ölse mü’min deriz. Müslüman mezarlığına götürüz onu. Camiye gidip müslümanların arasına karışıp namaza uyduğundan dolayı hıristiyan da olsa onun imanına şehadet ederiz.
Öyle olduğu için Cenâb-ı [Peygamber] de diyor ki;
“Bir insan madem ki camiye gidiyor, devam ediyor. Onun için;
Fe’şhedû lehû bi’l-îmâni. “Onun imanına şehadet et. Şüphe etmeyiniz ondan, bu mü’mindir deyiniz.”
Ne güzel bir namzettir bu. Çok güzel. Camiye devam eden insanlara şüpheniz olmasın ki hepsi mü’min insanlardır.
Allah hepsinden razı olsun.
Fe-innallâhe yekûlu. “Efendimiz bu sözüne Cenâb-ı Allah'ın şu sözü ile karşılık veriyor.”
İnnemâ ya’muru mesâcidallâhi men âmene billâhi ve’l-yevmi’l-âhiri.
Mesâcidi imar, birkaç kişi mesela yaptırırlar binayı. Tek başına da yaptırır toplu olarak da yaptırılır. Bu imar değildir. Buradaki imar; camiyi mâmur etmek, caminin cemaati ile olur.
Altından da yaptırsak bu camiyi, içinde cemaati olmadıktan sonra neye yarar?
Müze olur o zaman, başka bir şey olmaz.
Ama tahtadan da olsa, kerpiçten de olsa bizi muhafaza ediyor. Bu camide ama cemaat de var. İşte cami odur. Binâenaleyh;
İnnemâ ya’muru. “Ancak mamur eder, imar eder, yapar.” Mesâcidallâhi. “Allah'ın mescitlerini.”
Kimler?
Men âmene billâhi ve’l-yevmi’l-âhiri. “Allahu celle ve alâ’ya ve yevm-i âhirete iman eden.”
Arkasından da âhirete iman var. Allah'a iman kâfi değil. Allah'a iman âhirete iman ile beraberdir. Âhirete iman olmadıkça Allah'a iman, iman sayılmaz. Bunu iyi bilmek lazım.
E Allah tabi, mülkün sahibi, bak anlıyoruz ki bu varlığın sahibi Allah'tır.
E ama öldükten sonra dirileceksin.
Oo, nasıl? Toz olacağız toprak olacağız da sonra insan olup. Bu olmaz şey!
Olmaz mü’min, böyle müslüman olmaz.
Bizi hiç yoktan halk eden Allahu celle ve alâ işte öldükten sonra zamanı gelince bizi yine diriltecek.
Nasıl dirileceğiz?
Nasıl geldiysen öyle dirileceksin.
Nasıl geldiğinden haberim var mı?
Nasıl geldiğinden haberin var mı, yok.
Ravileri; Ahmed b. Hanbel, Beyhakî, İbn Hibban, Hâkim, Ebû Nuaym Hilye, Beyhaki, Ziya el-Makdisi, Tirmizi hasenun garibun, Dârimî, Ibn Huzeyme ve Abd b. Humeyd Ebû Sa’îd radıyallahu anh’ten.
Allah cümlesinin şefaatine nâil etsin.
Onun için camilerin imarı buraya giren mü’minler ile ölçülür. Mü’minler camiyi dolduruyorlarsa, beş vakit namazlarını kılıyorlarsa bu cami mâmurdur. Mü’minlerin sayesinde imar edilmiştir. Yoksa onu altından da yapsan, ne kadar süslesen, bilmem neler yapsan içine insan girmedikten sonra o haraptır.
Yine buyuruyorlar ki;
İzâ raetytümü’r-racüle. “Bir adamı görüyorsunuz ki.” Kad u’tiye zühden fi’d-dünyâ. “Kendisine zühd verilmiş.”
Zühd demek dünyaya iltifat etmiyor, dünyaya iltifatı yok. Ehli takvâ, kanaatkâr bir zât.
Ve kılleti mantıkin. “Konuşmasını da pek beceremiyor.”
Edebiyat, fesahat, belağat denilen şeyler de yok kendisinde. İlk anasından doğduğu gibi şöyle konuşuyor yarım yamalak. Ama zühd sahibi.
Fa’kteribû minhü. “Ona yaklaşın, o insana yaklaşın.”
Zühdü var, konuşması da yok. Olsun varsın. Bu zühd ona kâfidir, onun için ona yakın olunuz.
Fe-innehu yûkılü’l hikmete. “O, hikmet saçar etrafına.”
İçi dünyadan hâli olduğu için, içi hikmetle doludur. Söylediği sözlerden çok manalar anlaşılır, insana insanlığı öğretir. Onun için onlara yakın olunmalıdır.
Onun içindir ki zühd, tafsilatlı bir derstir. Zühd sahifeler dolusu ayrıca bir derstir. Ahlâk derslerinde de yazılıdır, zühdün geniş bir yeri vardır.
Bir insan, ilim sahibi olur. İlim çok makbul bir şeydir. Bilmek yani ilim her cevherin üstündedir. Ne kadar cevher var dünyada, onların en üstünü ilimdir. Böyle bir ilim var ama bu adam dünyaya meyyal, ilmi var fakat dünyaya meyyal. Zühdü yok, takvâsı yok. İşi dünya ile meşgul olmak. Onlardan istifade imkânı yoktur.
Fakat yine bir âlimdir fakat dünyaya iltifatı yoktur. Onda hikmet doludur, ona yaklaşın.
Zühd; ilimle beraber yürürse makbuldür, ilimsiz olursa tehlikelidir. İlimsiz olursa tehlikelidir. Onun için zühd sahipleri ilim sahipleri olması lazımdır. İlim sahibinin de dünyaya meyilli olmaması lazım ki zühd sahibi olsun.
Şimdi ilim iki kısımdır: İlm-i zâhir, ilm-i bâtın derler. İlmü’l-kalb ve ilmü’l-lisan diyoruz. Bir kalp ilmi, bir de lisan ilmi. İşte okuruz, konuşuruz buna lisan ilmi diyorlar. Bir de kalp ilmi, gönül ilmi demek. Bir ilim vardır ki [lisan] ilmi, okursun öğrenirsin, söylersin. Ama gönül ilmi gönüldeki hastalıkların gitmesi ile mümkün olur. Gönüller hasta oldukça o ilim tezahür edemez.
Gönüllerin hastalıklarından kurtuluşu; emmâre dediğimiz, levvâme dediğimiz, mülhime dediğimiz nefs-i emmare mertebelerini atlamakla mümkün olur. Bu mertebeleri atlamak için de haset, hırs, kibir, şehvet, gazap, riya... emsali hastalıkların insandan gitmesi lazım. Onların yerlerine ihlas, diğer ahlâk-ı hamidelerin gelmesi lazım. Bu ahlâkı hamideler insanda tezahür ettikten sonra onun lafına doyum olmaz. Onun lafına doyulmaz, ondan ayrılmamak lazım.
İzâ raeytümü’l-lezîne yesübbûne ashâbî fe kûlû la’netullâhi alâ şerriküm.
Bu insanlar çok acayip mahluklardır.
Allah cümlemizi affetsin.
Şimdi kendimiz kendimizi bilmekten aciziz. Devrimizi bilmekten de aciziz. Bundan 1000 sene 1500 sene evvelki hadiseleri hâlâ “Şu haklıydı bu haksızdı.” diyerekten dilimize dolarız, Ashab-ı kiramın aleyhinde konuşma yapıyor.
Biz yani en büyüğümüz onların tırnağının zerresi bile olamayız. En büyüğümüz onların tırnağının zerresi olamaz. Öyleyken ona dil uzatmak mutlaka delilikten başka bir şey değildir.
Ama haksızlığı meydanda canım?
Sen hakim misin yahu, sen hakim misin?
Sen müslüman isen Allah'ın emrini tut, yasağından kaç. Neyine lazım senin 1500 sene evvel olan hadiselerle meşgul olmak. Ortalığı fesada vereceksin.
İzâ raeytümü’l-meddâhîne.
Meddah, methedenler.
Birisine, “Ne büyük, ne muhterem efendisiniz, ne güzel insansınız. Allah sa'yınızı meşkur etsin, ömrünüzü uzun etsin. İşte şunu yapsın bunu yapsın.” diye sizi methediyor. “Allah sizin eksikliğinizi göstermesin.” filan diyerek sizi methediyor.
Böyle sizi metheden birini gördüğünüz vakitte;
Fa’hsû fî vücûhihimü’t-türâbe. “Onun yüzüne şöyle toprak serpin bir parça.”
Sus! Nihayetinde ben Allah'ın bir kuluyum. Allah'ın kulu olmakla beraber bütün kuvvet, bütün kudret, bütün iyilik hep Allah'tandır. Zenginlik de öyle, ilim de öyle, cömertlikte öyle, ne gibi fedâil varsa hepsi Allah-u Teâlâ'nın kuluna lütfudur.
Ben, ben dedi miydi ucuba düşer. Ucup da tehlikenin en büyüğüdür. Ucup tehlikenin en büyüğü!
El-ucubu hicâbü’t-tevfik.
Bir kere değirmene gelen suyu keser ucup.
Su gelmeyince değirmen dönmez tabiatiyle değil mi?
Yahut elektrik gelmeyince lambalar yanmaz. İşte ucup buna mâni.
Neden?
“Ben okudum çalıştım, ben kazandım, ben yaptım...” Benlik davasında! Kendisinden biliyor herşeyi. Halbuki şu tımarhaneye gitsen de bir baksan da, orada senden ne kuvvetli insanlar var ki hiçbir şeye yaramaz bugün.
Neden?
Allah onlara akıl vermemiş, zeka vermemiş, gücü kuvveti yok. Bir şey yapamıyorlar işte.
E sana onu vermeseydi sen ne yapardın?
Sermaye Allah'ın. Kuvvet, sıhhat, âfiyet, bilgi, zeka hepsi Allah'ın. Bizim ona şükretmemiz, hamd etmemiz lazım. “Elhamdülillah beni böyle zelil bırakmadın yâ Rabbi!. Bu verdiğin benim değil, senindir.” de.
Binâenaleyh methedenlerin methine sakın kapılma, aldanma. Zemmedenlerin zemmine de aldanma. “Ne kötü adamdır, ne fena adamdır, ne ahlaksız adamdır.” diyor sana. Hiç buna da bulaşma. Eğer kötüysen kötülüğünü düzeltmeye çalışırsın, iyiysen onun dedikleri ona. Kendisine günah olur, başka bir şey olmaz.
Allah kusurlarımızı affetsin.
Onun için methedilecek kimseleri içinizden seviniz fakat yüzüne karşı methetmeye kalkışmayınız.
İzâ raeytümü’l-emra lâ testetîûne tağyîrahu.
Baktık ki fena, vaziyet fena. Hava kararmış, bir şeyler olacak. Dolu yağacak, alt üst olacak ortalık. Fena bir vaziyet var. Dünya işlerinde, her nerede olursa olsun bir şey gördünüz ki onun tağyirine gücünüz yetmez.
Şimdi bulutları dağıtabilir miyiz? Geliyor bulutlar. Şimşekler çakıyor, işte rüzgar da fazla ortalığı altüst ediyor. Elimizden bir şey gelmez ki. Olan olacak ne olacaksa. Dünya işleri de böyledir.
Dünya işleri de bazı fırtınalar vardır ki gökten gelen fırtınalardan fazladır yani. Gökten gelen fırtınalardan sokulursun bir deliğe korursun kendini. Ama bu dünya içerisinden gelen insanlardan gelen fırtınalar çok felakettir. Onu önlemeye çalışacak olursan gücün yetmez. Nasıl ki gökten gelen fırtınaları durdurmaya insanın gücü yetmiyor. İnsanlar tarafından gelen fırtınaları da durdurmaya insanın gücü yetmez. Gücü yetmeyince bak ne güzel söylüyor Efendimiz;
Fa’sbirû. “Sabredin, sabredin!”
Nasıl ki bulutlar kararır, hava yağar. Kış işte, bulutlardan güneş pek çok zaman görünmez soğuklar olur. Ama bir vakit gelir açılır havalar. Havalar açılır, bulutlar gider, güzel havalar gelir. Oh güzel nefesler alırız.
Binâenaleyh her yerdeki olan fırtına böyledir. Bir fırtına gelir ki çok fena. Sen sabret.
Allahümmehdina min indik ve efid aleyna min fadlık ve esbiğ aleyna birrahmetik ve ezil aleyha min berekatik. Allahümme inne nes’elüke temamen niğme ve devâmil afiyeh ve hüsnel hatime
Bi hürmetil Fatiha.