Eûzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Vessalâtü vesselâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ ve üsvetine'l-haseneti Muhammedini'l-Mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin ilâ yevmi'l-cezâ.
Emmâ ba'd:
Çok değerli, çok muhterem misafirlerimiz!
“Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor” kitabını ve bütün öğrencilerin bildiği Bayrak şiirini yazmış olan rahmetli Arif Nihat Asya bir derviş idi, zarif bir insandı. Benim ilâhiyat fakültesinden profesörüm rahmetli Necati Lugal hocam, kış gününde trenle yataklı vagonda İstanbul'a gidiyormuş, Arif Nihat Asya ile yan yana düşmüşler. Bana döndüğü zaman dedi ki;
“Hayret ettim, sabaha kadar ibadet etti! Sabaha kadar zikir ve ibadet etti!” dedi.
Nur içinde yatsın, cümle geçmişlerimizle beraber Allah rahmet eylesin.
Onun bir şiirinde diyor ki;
Kulluğundan, rızandan hariç umûr verme bana.
Duası böyle...
Kulluğundan, rızandan hariç umûr verme bana.
Ufuk ufuk açılan lâyezâl fecrini ver, fücûr verme bana.
Halka, mahlukata sevgiden gayrı kusur verme ilahî, kusur verme bana.
Mâlum, sevgi sadece muhabbetullah olur, Allah'a olur. Gayriyi sevmek kusurdur. Ama o gayri, Allah-u Teâlâ hazretleri ile ilgili bir gayri olursa o ilgi dolayısıyla o da seviliyor. Mesela; Kur'ân-ı Kerîm ama Kitabullah olduğu için seviyoruz. Mesela; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz mahluk ama Resûlullah olduğu için seviyoruz. Yani Allah celle celâluhû ile ilgisi olduğu zaman sevgiye de hak kazanıyor. Ama o bir mutasavvıf edâsıyla, yani biliyor ki masivallah sevilmez, sevilmemeli; ama onun da bir bakıma teşvik edilen, dinimizde yeri olan bir sevgi olması dolayısıyla da; "Halka, mahlûkata sevgiden gayrı kusur verme ilahî, kusur verme bana." diye dua ediyor.
Muhterem kardeşlerim!
Muhtelif yaşlarda bulunuyoruz, ömrün rüzgar gibi geçtiğini biliyoruz. Hepimiz şahsî heveslerimizin, isteklerimizin ötesinde bir şeyler yapmak teşneliğini, susuzluğunu içimizde duyuyoruz. Su isteği gibi, çölde susuz kalmış bir insanın su aradığı gibi şu fâni ömrümüzde Rabbimizin rızasına uygun acaba ne yapabiliriz, O'nun dergahına layık amel işleyemeyiz ama ne yapabiliriz diye onun çırpınışları içinde, karınca kararınca çalışmalar yapıyoruz.
Bu çalışmalar içinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in verdiği ölçüye göre bu çalışmaların en kıymetlisi, Ümmet-i Muhammed'e faydası en çok dokunanıdır. Yani sonuç itibarı ile Ümmet-i Muhammed'e yaptığımız çalışma ne kadar fazla fayda sağlıyorsa, o zaman çalışmamız o kadar güzel bir çalışma, hayırlı bir çalışma olmuş oluyor.
Üzerinde doktora çalışması yaptığım bir Osmanlı âlimi vardı. Yüz hadis ve yüz hikayeden müteşekkil bir manzum eser meydana getirmiş. Manzûme ama hadîs-i şerîflerin izahı. Diyor ki; "Bu sana ölmez oğuldur ey Hatip!" Kendisi Hatipoğlu. Yani kitap sana ölmeyen bir evlat gibidir, arkandan senin yâdını yaptıracak bir şeydir.
Biz de bir sadaka-i câriye olsun, arkamızdan bizden sonra da sevap kazanmamıza vesile olsun diye çalışmalar yapıyoruz. Bu Ümmet-i Muhammed'in salihlerinin umumî arzusu, umumî temayülü. Dünyanın her yerinde biz böyleyiz. Müslüman kardeşlerimizle bir şeyler yapmak istiyoruz. Bu yapmak istediğimiz şeyler içinde en faydalı olanını bulmaya çalışıyoruz.
Muhterem kardeşlerim!
Bir insanı doyurabiliriz ama bir günün üçte biri yetiyor bu doyurma. Yani üç öğün yemek yeniliyor, üçte biri. Elbise alabiliriz, yıpranıyor…
Hayır yolları içinde, insanlara [yapılan] hayrın çeşitleri içinde onları Allah'ın yoluna kazanmak, Allah'ın yoluna çekmek, sırât-ı müstakîme getirmekten daha güzeli yok! Yani bir insan eğer sizin vasıtanızla hidayete ermişse, sırât-ı müstakîme girmişse ya da sırât-ı müstakîmde yürüyen bir insan sizin vasıtanızla hayırlı bir şey yapmışsa, siz de onun yaptığı o hayrı işlemiş kadar sevap alıyorsunuz.
Ed-dâllü ale'l-hayri ke-fâ'ilihî.
Bu da bir umumi kâide. Yani, "Vesileler de asil fâiller kadar; kılavuzluk edenler, delalet edenler, vesile olanlar, sebep olanlar da asıl fâiller kadar sevap kazanıyor."
Onun için insanların ömür boyu faydalar üretecek bir insan hâline gelmesine çalışmak, hidayetine vesile olmak, irşad olmasına, doğru yola gelmesine, âsî ise tevbekâr olmasına sebep olmak en önemli çalışma oluyor. İmansız ise, imanı tanıması en önemli çalışma oluyor.
Avustralya'da bir kırmızı sakallı, uzun boylu, çarşafa bürünmüş veya battaniyeye bürünmüş Pakistanlı kılıklı birisini gördüm; sevimli, nurlu. Arapça sordum, cevap verdi. Sonra İngilizce konuştuk, devam ettik. Avustralyalıymış. Kökten, asıldan İngiliz'miş ama Müslüman olmuş. Yani bu kardeşlerimizin çalışmaları sayesinde Müslüman olmuş ve ismi Mark iken Ekrem ismini almış. Peygamber Efendimiz'in sıfatını almış.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin hayatına baktığımız zaman bütün çalışmalarının insanları doğru yola çekme çalışması olduğunu görüyoruz. Yani;
İn aleyke ille'l-belâğ. "Senin üzerine ancak tebliğ etmek vazifesi vardır ey resûlüm" diye Kur'ân-ı Kerîm'in gösterdiği tarzda İslâm'ı anlatmak, tanıtmak, yaymak, insanları İslâm'a çekmek, doğru yola kazanmak için çalışmış. Peygamberliğinin, vazifesinin özü, ana istikameti, temeli bu!...
Ve bu çalışmasını kahır çekerek, Taif'e gittiği zaman taşlanıp topuğu yaralanmak sûreti ile, hiç kimse kendisine iltifat etmeyip bir bağ evine sığınmak tarzında, Hacılar Mekke'ye ziyarete geldiği zaman, cahiliye devrinin âdetleri üzerine Mina'da, Müzdelife'de, Arafat'ta İslâm'ı gelen heyetlere anlatarak, onları İslâm'a çağırarak, kavminden büyük ezâlar görerek, ablukalar altına alınarak, ibadetleri engellenmeye çalışmasına rağmen, kendisine caydırıcı pek çok teklifler cazip teklifler de yapıldığı halde; "Bir elime kameri, bir elime güneşi verseniz, bir elimde ay, bir elimde güneş, her türlü imkânı sağlasanız bu davadan vazgeçmem, bu benim vazifem." diye söyleyerek bu tebliğ, irşad, imanı talim ve insanları doğru yola çekme çalışmasını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hayatı boyunca yaptı. Onun için tebliğ ve irşad çalışması, okuma, yazma, ilim, İslâm'ın en sevaplı faaliyetlerinden biri olarak hadis kitaplarımızda anlatılır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu mücadelelerde iş savaşa döküldüğü zaman dahî durmadı, yılmadı ve o savaşların sonunda nihayet Cezîretü'l-Arab denilen Arabistan yarımadasından şirk ve puta tapıcılık, şeytana kulluk sürülmüş oldu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yetiştirdiği Müslümanları, yetişecek insanlara rehber olsunlar diye muhtelif kabilelere gönderdiklerini biliyoruz. Yemen'e, Bahreyn'e, bu kabilelere çeşitli öğretmenler, kurrâlar, dini öğretecek, muallimlik yapacak kimseler gönderdiğini biliyoruz. Kendisi Medîne-i Münevvere'ye hicret etmeden önce, yıllar önce Musab b. Umeyr, Es'ad b. Zürâre gibi rıdvanullahi aleyhim ecmaîn vazifeli sahabinin oraya önceden gönderildiğini biliyoruz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bundan sonra İslâm'a onları davet etmek için başka ülkelerin hükümdarlarına da mektuplar yazdı. Mesela; Bizans imparatoru Heraklius'e, Mısır hükümdarı Mukavkis'e, Habeş imparatoruna, Bahreyn emirine, Sasanî imparatoruna mektup yazdı. Ve Veda Haccında; "Tebliğ ettim mi yâ Rabbi? Şahit ol yâ Rabbi!" diyerek ömrü boyunca İslâm'ı yaymak için çalıştığını bize bir numune hayat olarak göstererek âhirete irtihal eyledi.
Ümmet-i Muhammed'in salihleri, ellerindeki her imkân ve o zaman için mevcut olan her çare ile Allah'ın dinini her yere yaydılar. Böylece İslâm dini okyanusları geçti, adalara ulaştı, kıtaları geçti, Cebeli Tarık'ı geçti Fransa'ya ulaştı.
Sekizinci asırda İngiltere kralı; Lâ ilâhe illallah Muhammedun resûlullah yazılı para basıp kullanmış. Sekizinci asırda İngiltere kralı böyle para kullanmış, bunu biliyoruz.
Şimdi sıra bize geldi. Biz de selef-i sâlihînimiz, sâdât-ı meşâyihimiz gibi, bizden önceki insanlar gibi, müslümanlar, kâmil insanlar gibi onların gösterdiği istikamette çalışmak durumundayız.
Bizim elimizde olmayan âlet ve vasıtalara sahipler. Kendi hayat seviyelerini, refah seviyelerini müslümanların hayat seviyesinden çok yukarıya çıkarmış, maddî konforun zirvesine ulaşmış durumdalar. Buluşlarını, teknolojilerini insanın rahatına tahsis etmiş durumdalar. Çeşitli ilimlerde muazzam gelişmeler var.
Şimdi bu gelişmelerin karşısında bugünün Müslümanı kendisini aşağıda hissediyor. İmanının izzetini duyamıyor, yaşayamıyor. İmanının en kıymetli varlığı olduğunu bilemeyen Müslümanlar meydana geldi.
Önce teknolojisini beğenirken sonra yaşam tarzını, giyim tarzını, eğlenme tarzını, kafa yapısını beğenmek başladı. Ahlâkta bu kadar dejenerasyon meydana gelmiş, sonra bu ahlâk makbul gibi görünmeye başlandı! Çünkü onlar sanki bu ahlâksızlıklarıyla bu teknolojik seviyeye ulaşmışlar gibi bir yanlış düşünce ile bu noktaya gelindi. Ve onlar da İslâm düşmanlıklarında, çalışmalarında bu teknolojiyi ve bu maddî imkanları kullanmaya başladılar.
Böylece İslâm diyarlarında irtidat olayları başladı. İrtidat eskiden hududa en yakın illerde, savaşlarda el değiştiren topraklarda cebrî birtakım hareketlerle görülürken, bugün irtidat insanların, müslümanların hanelerine girdi.
Şimdi de İslâm diyarlarında İslâm'ın yayılması değil, Müslümanların evlatlarının korunması bile zor hâle gelmeye başladı. Evlatlarını bile aileler koruyamaz, babalar evlatlarına söz geçiremez duruma geldi. Çünkü evlat okulda okuduktan sonra babasının annesinin karşısına çıktığı zaman, "Sen bilmiyorsun, sen cahilsin ama biz bunları okulda okuyoruz, öğretmenimiz böyle dedi." diye onları susturma durumuna geldi.
Onun için bizim İslâm'a hizmet sadedinde yapacağımız çalışmalar; İslâm'a hizmet etmek için -eğer İslâm'a hizmet etmek istiyorsak- yek vücut olan kitleye karşı, onların hücumlarına karşı onların silahlarıyla savunma yapmamız, onları püskürtmemiz, dağıtmamız, onların içine girmemiz, onları yenmemiz, ikna etmemiz, onları kazanmamız, onları İslâm'a çekmemiz gerekiyor. Nasıl dedelerimiz devşirme usûlü ile gayrimüslim çocuklarını alıp Müslüman ailelere verip onları müslüman yapmışlarsa şimdi bizim de onlara bu tarzda çalışma yapmamız gerekiyor.
Onun için biz, büyüklerimizden aldığımız ananevî çalışmaları götüren hizmetlileriyiz. Fakat basına girmek zorundayız. Sesli ve görüntülü yayınlarda çalışmalar yapmak zorundayız. Ve bu ihtiyacı bütün müslümanlar bir -artık ümmetin ittifakı diyelim- tarzda gördüğü için hakikaten bu çeşit çalışmalar başladı. İslâmî filmler, videolar, kasetler, okullar, dershaneler, yayınlar ve kitaplar başladı. Biz de bu çalışmaların içine girdik. Bu çalışmaları elbirliği ile götürüyoruz. Bizi dinleyen sizler de bizim desteğimizdesiniz. Belki bu çalışmaları sizler de bizimle beraber yaptınız, aranızda öyle kardeşlerimiz var.
Biyoloji dersinde hocamız sormuştu bize; yani bu arılar mesela deve kadar olsa, büyüse yani. Karıncalar sığır kadar, hamam böcekleri tank gibi olsa...
Niye büyümüyorlar, niye küçük kalıyorlar?
Büyüseler halimiz nice olur!..
Bazen böyle kurgu romanlar filan var, onlarda da bu gösteriliyor.
Niye büyümüyor?
Onların solunum boruları Allah tarafından gelişmeyecek tarzda, yani büyümeye müsait olmayacak tarzda yapılmış. O solunum cihazının kapasitesi kadar büyüyorlar, ondan sonra büyümeleri ister istemez frenleniyormuş.
Muhterem kardeşlerim!
İslâmî çalışmalar da galiba kısmen yardımlarla sınırlı kalıyor, oradan öteye gitmiyor. Yani destek olursa hizmet olacak, destek olmazsa işte o kadar oluyor.
O halde demek ki video sahasında da çalışmalar yapmamız gerekiyor. Maddi şartlarını halkımızın sağlaması, ekiplerini kurması lazım. O çalışmalar bir hizmet olarak karşımızda duruyor. Aksi takdirde tebliğ, irşat faaliyetleri bizim istediğimiz ölçülerde yürümeyebilir.
Şimdi alâkalarımız genişliyor, Allah bizim milletimize yeni vazifeler yüklüyor. Tahmin etmediğimiz, önceden hazırlanmadığımız vazifeler bize teveccüh ediyor. Allah tarafından onları îfâ etmek vazifesiyle karşı karşıya getiriliyoruz.
Çin'den bir arkadaşımız geldi. Resmî, beynelmilel bir görevi var. O görev dolayısıyla Çin'in muhtelif yerlerini gezmiş. Diyor ki; Çin'de tahminlerin üstünde Müslüman ve İslâmî çalışma var. Hani Doğu Türkistan değil, Çin'in muhtelif iç yerlerinde ve tamamen öz Çin halkından, kanından olan insanlardan Müslüman gruplar var. Gayet güzel Arapça öğreniyorlar, gayet güzel İslâm'ı çalışıyorlar, İslâm'ı öğrenmeye gayret ediyorlar. Oldukça etkililer ve oldukça canlı faaliyetler gösteriyorlar. Rakamları da oldukça ilgi çekici miktarlara yükseliyor diye söyledi.
Geçen sene Malezya'ya gitmiştim. Malezya'nın yüzde 40 küsürü Çin'e komşu olmak dolayısıyla Çinli. Çin kültürüyle yakın alâkaları var. Malezya'nın yüzde elliden fazla olan Müslümanları, karşılarında böyle başka kültürler olduğu için son derece uyanık, son derece gayretli Müslümanlar. Dinlerine son derece sâdıklar. Hanımları memur da olsalar tesettürlü, başörtülü. Son derece temiz camileri var. Çok güzel çalışmaları var.
Belki o kanallardan, belki başka kanallardan İslâm'ı Çin'e, Hindistan'a, Amerika'ya götürmemiz lazım. Afrika'yı gezmiş kardeşimiz, Afrika'da çok güzel hizmetler, çalışmalar var diyor.
Biz kardeşleriniz olarak, basın ve yayın sahasında, bir küçük burçta bir bayrak diktik. Ama bundan sonraki çalışmalar, bundan sonraki milletimize teveccüh eden, kapısına gelen, ayağına gelen, kendisini zorlayan hizmetler daha zorlu çalışmalar gerektiriyor. Bu sahada daha çok fedakârlıklarda bulunmamız lazım. Belki her şeyimizi bu sahaya tevcih etmemiz lazım. Bu çalışmaları sürdürmemiz en hayırlı, en verimli, en sevaplı çalışmalar olarak görülüyor.
Eğitim merkezi kurmamız gerekiyor. Türkiye'nin dışındaki halklara İslâm'ı nasıl tanıtırız, nasıl anlatırız diye çalışmalar yapmamız gerekiyor.
Allah-u Teâlâ hazretleri hepinize bu hususta gayret versin. Gençler mesleklerini bunlara göre ayarlasınlar, yabancı diller öğrensinler, orta Asya lehçelerini öğrensinler. Çekim öğrensinler, video kullanmayı, program hazırlamayı öğrensinler. Yazarlığa, öğretmenliğe, gazeteciliğe yönelsinler. Başka maddî imkanları olanlar bu sahaları desteklesin. Çünkü camiyi yaparsınız ama içinde namaz kılan insan yetiştirmezseniz satılır veya değiştirilir veya amacının dışında başka amaçlarda kullanılır.
Bugün İngiltere'nin, Amerika'nın, Avustralya'nın pek çok yerinde kiliseler satılıyor. İçinde orada ibadet edecek insanlar kalmadığı için onlar satılıyor. Bunların bazılarını, mesela İngiltere'de Müslüman gruplar almışlar, camiye çevirmişler ve orada yani o ibadethanelerde Vâhid ve Ehad olan Allah-u Teâlâ hazretlerinine Allah'ın razı olacağı tarzda ibadet meydana gelmiş oluyor.
Onun için, taşa toprağa yatırım yapıyoruz. Cami, minare, şadırvan yaptırmak, ikinci minareyi yaptırmak vesaire bu bizim yaygın bir zevkimiz ama bunların hepsinden, yani "hepisinden yekreği bir gönüle girmektir." dediği gibi Yunus Emre'nin, hepsinden önemlisi insanların irşadına, imana gelmesine, hidayete ermesine vesile olma çalışmalarıdır.
Allah hepinize bu hususta büyük katkılarda bulunmayı nasip etsin. Bu sûretle de büyük sevaplar kazanmayı, Allah'ın rızasına ermeyi, huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı nasip ve müyesser eylesin.
Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti'l-Fâtiha.