Allah-u Teâlâ hazretlerine, bize bahşettiği sayısız nimetleri şükrânesi olarak hamd ü senâlar ederim. O'nun habîb-i edîbi, rehberimiz, önderimiz, peygamberimiz Muhammed-i Mustafâ'sına salât ü selâm, tahiyyât ve ihtiramlarımı arz eylerim.
Asıl amacımız Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasına nâil olabilmektir. En büyük gaye, hedef çalışmalarımızın kaynağı, sebebi budur.
Allah-u Teâlâ hazretlerinin rızasını kazanmanın, Resûl-i Edîb-i Muhammed-i Mustafâ'sının şefaatina nâil olmanın; sevgisini, teveccühünü kazanmanın yolunun dîn-i mübîn-i İslâm'a ve onun müntesibi olan Müslüman kardeşlerimize hizmet etmek olduğunu biliyoruz. Hizmeti kendimize şeref, baş tâcı addediyoruz. “Hizmeti nasıl yapabiliriz” diye çeşitleri üzerinde gücümüzün yettiğince, aklımızın erdiğince; kültürümüzün, tecrübemizin, müktesebâtımızın bize gösterdiği istikamette, belki karınca kararınca bir şeyler yapmağa gayret ediyoruz.
Biliyoruz ki Allah-u Teâlâ hazretleri dinine hizmet etmeyi bize en büyük görev olarak vermiştir. Biz yeryüzünde bir hizmeti görmek için görevlendirilmiş bir ümmetiz.
Küntüm hayra ümmetin uhricet li'n-nâsi te'murûne bi'l-ma'rûfi ve ten-hevne ani'l-münkeri.
Bu kâinatın nizamı ve düzeni bizden sorulur diye düşünüyoruz, sorumluluk hissediyoruz. Düzene sokmağa çalışıyoruz, düzensizliğin de karşısında var gücümüzle mücadele vermek istiyoruz.
Tek tek hepimizin kalbi böyle bir şevk ile atmakta, içimizde böyle bir ateş yanmakta. Ama benî Âdem, hemcinsimiz diğer insanlar, başka dinlerin, başka milletlerin mensupları, bu idrake erememiş insanlar bilmeden, cahilliklerinden ve kâfirliklerinden Allah'ın razı olduğu olduğu din olan İslâm'la mücadele ediyorlar, Allah'ın hükmüne karşı geliyorlar, âsi oluyorlar ve işin acı, enteresan tarafı; maddî imkân, âlet ve edevât yönünden de bizden ileride bulunuyorlar. Biz de Allah'ın dostuyuz, Allah'ın dostu olmağa çalışan insanlarız, Allah'ın sevdiği taraftayız, sevdiği zümreyiz, ama bir hizmetle de görevliyiz. Fakat biz onlardan âlet, edevât, imkân ve müktesebat, disiplin ve çalışma bakımından maalesef daha geriyiz.
Düşünün ki bir kralın, bir kraliçenin, bir hükümdarın, bir melikin hâssa ordusu -sarayın mensuplarının- kıyafetleri bile başka türlüdür. Çok seçme insanlardan teşekkül eder. Boyları posları ölçülüdür. Her birisi fidan gibidir, dağ gibidir, levent gibidir. Giyimleri kuşamları farklıdır, sırmalıdır, silahları olağanüstüdür. Çünkü onların şerefli bir yere özel yakınlığı vardır.
E biz kâinatın sahibinin kullarıyız, onun askerleriyiz, onun hâssa ordusuyuz. Bize de yakışan, her yönden böyle boylu poslu, levent gibi, sırmalı, maddî mânevî bakımdan teçhizatlı, yakışıklı, yetenekli ve meziyetli olmaktır. Bize yakışan budur. Fakat maalesef biz, görevimizin şerefiyle mütenâsip olduğu şekilde İslâm'a sarılamamışız, görevimize sarılamamışız.
Dünyanın birçok yerleri var, [oralarda birçok] Müslüman kardeşimiz [yaşıyor.] Kardeşimiz olduğu için seviyoruz, Mü’min olduğu için mutlaka kâfirden daha öndedir, daha kıymetlidir. Çünkü fakir de olsa onun imandan dolayı bir meziyeti, bir şerefi vardır. Ama cahillik, geri kalmışlık sonuçta İslâmî mânada da onların istenilen seviyede olmaktan aşağıda kalmasına sebep oluyor. Acı olan taraf budur. Yani hem Allah'ın dostu hem de bir sürü kusuru var. Hem böyle çok şerefli bir görevle taltif edilmiş, yüceltilmiş insanlar, hem de kendi şahsî kusurları, tembellikleri ve kabahatleri dolayısıyla alçalmış bir kadro...
Bu çok garip bir tezattır. Bizim bundan çok rahatsız olmamız lazım, üzülmemiz lazım!... Mensup olduğumuz kapıya ar olmamamız lazım, gölge düşürmememiz lazım! Mükemmel çalışmalıyız, çok mükemmel çalışmalıyız!...
Müslüman deyince, Allah'ın eri, Allah'ın askeri, Allah'ın sevdiği zümrenin mensubu deyince, parmakla gösterilen, her yönden beğenilen insanlar olmamız gerekirdi ama bu durumda değiliz. Belki Türkiye, Türkiye'deki Müslümanlar başka yerdeki Müslümanlardan bazı bakımlardan daha ileridir ama biz de Türkiye'yi biliyoruz.
Allah bizi affeylesin, mağfiret eylesin, bizi takviye eylesin. Bizde sevmediği ne gibi hal, huy ve sıfat varsa bizi onlardan uzak eylesin, pâk eylesin baîd ve berî eylesin. Bizi sevdiği sıfatlara sahip hâssa ordusunun has kulları eylesin. Has kapıkulu olmayı nasip eylesin diye dua ediyorum.
Tabii biz mehmâemkân -imkân olduğu kadar- kelimesi hep hatırıma, dilime geliyor gücümüz yettiğince tâkatimizle sınırlıyız. Tâkatimizden daha yüksek bir şeyi Mevlâmız bizden talep etmiyor ama kapasitemizin altında çalıştığımız için utanmamız lazım. Çünkü bizim kapasitemiz şu mevcut durum değildir, bizim kapasitemiz çok daha yüksektir. Biz kâinata nizam vermeğe potansiyel olarak gücü yetecek bir topluluğuz.
Dünya üzerinde her beş kişiden bir tanesi Müslüman ve dünyanın en güzel yerlerine, dünyanın en stratejik mallarına, madenlerine, petrolüne sahip. Jeopolitik yönden fevkalâde güzel bir konumda, tarih yönünden fevkalâde iyi örnekler sergilemiş bir mâzisi var ve bu bir kişinin öteki beş kişiye yol göstermesi mümkün. Öteki beş kişiden bir tanesi de zaten ehl-i kitâb'tır, Hristiyanları topladığın zaman onlardır. Hristiyanları biz Allah-u Teâlâ hazretlerinin Kur'ân-ı Kerîm'inde emrettiği, tavsiye ettiği şekilde;
Kul yâ ehle'l-kitâbi teâlev ilâ kelimetin sevâin beynenâ ve beyneküm. "Ey Ehl-i Kitâb! Gelin aramızdaki müşterek olan inanca, aynı kelimeye, aynı ideale, aynı söze..." En lâ na'büde illallah. "Allah'tan gayriye tapınmamak." Ve lâ yettahıze ba'dunâ ba'dan erbâben min dûnillâh. "Allah'ı bırakıp da aramızdaki beşer olan, bizim gibi olan birisini tanrı edinmemek konusunda karara varalım, sonuca ulaşalım, yanlışı bırakalım, aynı noktaya gelelim!" diye bizim onlara bir iman teklifi, hatasından dönme teklifi yapmamız gerektiği emrediliyor âyet-i kerîmede fakat onu yapmamışız. Yapabilsek, zaten dünyanın en medenî, en azgın, en vurucu kırıcı silâhına vesâiresine sahip olan grup onlar. Cihana hakim olacağız fakat biz bu çalışmaları yapmamışız.
Aksiyonu bir ara durdurmuşuz. İpin üstünde cambaz yürürken, bisikletin üstünde tabii o hareket durunca aşağı düştüğü gibi, bin bir zorluklar içinde hareketi, aksiyonu, hamleyi durduğumuz için de aşağı düşmüşüz, kaybetmişiz. Halbuki İslâm'a davetin, Allah'ın dinine hizmetin hiç aksamadan hayatımızın en önemli işi olarak, bizden önceki nesillerde de devam etmesi gerekirdi. Bu aksama olduğu için ve hedefler şaşırıldığı, idealler bırakıldığı, ideallere bağlılıklar gevşediği için biz aşağı düşmüşüzdür. Yani bugünki durumumuz bizim kusurumuzun cezasıdır.
Biz bunu da idrak ediyoruz. Sebep olanlara Allah hesabını soracaktır.
Hüsn ü niyetle hareket edenlerin Allah taksiratını affeylesin. Hüsn ü niyetle mücadele verip, Allah'ın dinine hizmet etmeye o şartlar altında da devam edenlere Allah büyük mükâfatlar versin.
Devir gelmiş geçmiş, bizim üzerimize nöbet gelmiştir. Bizim omuzumuzda şimdi Allah'ın dinine en güzel hizmet etme görevimiz vardır. Allah'ın huzuruna yüzümüz ak, alnımızın açık olduğu bir şekilde, vicdânen müsterih olarak; elinden geleni yapmış, tâkati kadar, tâkatinin sonunu, âzamisini, kapasitesinin tamamını kullanmış olarak gitmemiz lazım! Rabbimize mazeretimizin olması lazım; "Yâ Rabbi! Elimden geldiğince çalıştım." diyebilmemiz lazım! "Sen bana hayat verdiğin müddetçe, senin emirlerini yaymağa, senin dinine hizmet etmeğe gayret ettim." diyebilmemiz lazım!
Bizde, bu zamanın müslümanlarında böyle düşünülmüyor. Yani herkes yaşamayı gaye edinmiş, yaşamanın içinde İslâm'a da bağlılığı var. Yani hayatın gayesi ve ana hedefi İslâm'a hizmet değil, yaşamak esas ve o yaşamının, mesleğinin gerektirdiği işleri yapmak esas. Onun arasında da mesâi dışında, tekâüd olduğu veya mesainin dışında olduğu zaman bir insanın İslâm ile bağlantısı olabilir; İslâm ancak oralarda uygulanabilir gibi bir sakat zihniyet içinde Müslümanlar. Yani Müslümanlar İslâm'ı, İslâm dinini bir garnitür gibi, bir aksesuar gibi düşünüyorlar ana mesele olarak düşünmüyor. Hayatları, geceleri, gündüzleri, akılları, fikirleri İslâm'a hizmet yönünde değil...
Bu büyük bir kusurdur, yanlıştır, sahâbe-i kirâmın hayatıyla taban tabana zıttır. Sahâbe-i kirâmın hiçbirinin zihniyeti böyle değildi. Onların mesleklerinin bazılarını bilmiyoruz bile. Bazısını biliyorsak da bazısının ne yaptığını bilmiyoruz bile. Ne mesleği, ne meziyeti olduğunu bilmiyoruz ama hepsini biliyoruz ki Allah'ın dinini yaymak için dünyanın her tarafına dağılmışlardır. Kimisinin Semerkand'da, kimisinin İstanbul'da kabri vardır, kimisinin Mısır'da, Tunus'ta kabri vardır, kimisinin Kıbrıs'ta, Anadolu'da, Kafkaslar'da kabri vardır. Dünyanın her yerine yayılmış ve vazifelerini yapmışlardır.
Bu vazifeleri şimdi biz yapma durumundayız ve elhamdülillâh maddî planda kendimizi, Müslümanları incelediğimiz zaman meslekler yönünden, tenevvür yönünden, kültür yönünden yüksek bir seviyede olduğumuzu görüyoruz. Profesörlerimiz, mütehassıslarımız, uzmanlarımız, mühendislerimiz, doktorlarımız, sosyologlarımız, yazarlarımız ve çeşitli meziyette insanlar var. Bu insanlar büyük bir değerdir, büyük bir kıymettir ve büyük bir potansiyeldir. Biz bu potansiyelin kıyısından köşesinden yüzde nisbeti çok düşük, %3- %5'lik bir kısmını kullanıyoruz. Bir grup olarak Allah'ın dinine hizmet etmekte bir şeyler yapmağa çalışıyoruz.
Görüyoruz ki insan, "Sadece camide namaz kılacağım, ibadet edeceğim, oruç tutacağım..." diye düşündüğü zaman, düşman onu o noktada bile bırakmıyor. Sonunda camisini de kapatıyor, oruç da tutmasını engelliyor, başını da örtmesini engelliyor, namaz kılmasına da mâni oluyor, Kur'an'ı da parçalıyor, şahsî ibadetleri yapmasına da mâni oluyor. Demek ki o noktada durduğun zaman, karşı taraf seni o noktada tutmuyor daha da geriye düşürüyor, daha da aşağı batırıyor.
Tabii İslâm sadece namaz kılmak, oruç tutmak olmadığından insan böyle duruma düşüyor. İslâm'ın özünde, aslında her şeye hâkim olmak, her şeyden kendisini sorumlu hissetmek ve o gayretle çalışmak olduğundan; bizim aslında kâfire, "Niye sen bu küfre devam ediyorsun?" zâlime, "Sen bu zulmü niye yapıyorsun?" haksıza, "Sen bu haksızlığı niye bırakmadın?" diye karşısına çıkabilecek bir güç oluşturmamız gerekiyor.
Bunun bir adımı kültürel sahada atılmış bulunuyor. Biz diyoruz ki; "İnsanların İslâm'ı iyi tanıması, Kur'an'ın tam ehli olması, sünnet-i seniyye-i nebeviyyeyi tam okuyup anlaması halinde problemler çözülecektir. Çünkü o zaman insan has Müslüman oluyor, hakîki Müslüman oluyor. Has ve hakîki Müslümana da Allah hem mânen yardım ediyor hem de o Müslüman ne yapması gerektiğini çok güzel tesbit ediyor. Detayla uğraşmıyor, ana noktaları yakalıyor, hedefi tam ortasından vuruyor ve başarı kazanıyor.
Misal sahâbe-i kirâm, misâl takvâ ehli insanların İslâm toplumlarına hakim oldukları zamanlardaki büyük başarılar, büyük aksiyonlar, büyük fetihler... İmkânlar, vasıtalar, vesaire çok kuvvetli olmayabiliyor. Mesela Osmanlı buraya bir aşîret olarak gelmiş olabiliyor, Anadolu'ya ecdadımız Orta Asya'dan kabileler halinde gelmiş olabiliyor ama imanın kuvvetiyle çok büyük başarılar elde etmiş oluyorlar.
Sahâbe-i kirâm da belki kendileri ihtisas ve meslek yönünden hiçbir mektep görmüş değiller ama Kur'ân-ı Kerîm'e iyi sarıldıkları için, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine iyi sarıldıkları için üç kıtaya hakim oldular ve İslâm'ı çok kısa bir zamanda muazzam hudutlara kadar yaydılar.
Şimdi bu kültürel boyutu sağlamak, bu zemini sağlamlaştırmak, bu kaynağı harekete geçirmek için mutlaka hepimizin İslâm'ı çok iyi öğrenmesi lazım ve ilimlerin her çeşidini fevkalâde güzel bir tarzda öğrenmesi lazım ve sahasında bütün diğer insanları yenecek kadar yüksek ve kaliteli yetişmesi lazım.
Neden?
Çünkü ben Müslümanım! En ön noktada olmak ve burcun tepesine bayrağı dikmek İslâm'ın hakkıdır diye düşünmesi lazım!
Bu çok önemli bir nokta. Onun için ben kardeşlerimin hepsini mümkün olduğu kadar ihtisasa, mümkün olduğu kadar akademik hayat dediğimiz ilim sahasına kaydırmağa çalışıyorum. Bana kim gelip de danışmada bulunursa, kardeşlerimin mutlaka sahasında en yüksek seviyeye ulaşmalarını sağlayacak yolu göstermeğe çalışıyorum. Profesör olmasını, ilim adamı olmasını, mütehassıs olmasını tavsiye ediyorum. Bana danıştığı için bu hususu onlara hatırlatıyorum.
Bu ilmin her çeşidi Müslüman için gereklidir ve her çeşidinin mensubunun Allah'ın sevgili kulu olması mümkündür. Bir doktor evliyâ olabilir, bir mühendis evliyâ olabilir, bir eczacı evliyâ olabilir, bir kimyâger evliyâ olabilir, bir ziraat mühendisi evliyâ olabilir, bir veteriner evliyâ olabilir.
Neden?
Kendi mesleğiyle Allah'ın dinine ve Müslümanlara hizmet eder, o yoldan kazanır ecr ü sevâbı. Mü'minlerin hizmetinde olan, onların ihtiyaçlarını gideren, İslâm'a hizmet eden iki cihanda aziz olur, o mertebeyi bulur.
Onun için ilmin her çeşidine büyük önem veriyoruz. İlim, Kültür Sanat Vakfı'mız bu amaçla kurulmuştur ve bunu en yüksek seviyede, tabii yine maddî imkânlarımız nisbetinde çalışma yapıyoruz. İmkânlarımız çok olsa çok yapacağız ama olmadığı için hayalimizin çook altında bir seviyede çalışma yapıyoruz ama amacımız güzeldir, doğrudur. İlme âşığız, ilmin İslâm'a güzel hizmet edeceğini biliyoruz. Sanata âşığız, güzelliğin meftûnuyuz. Çünkü güzelliği Allah-u Teâlâ hazretleri yaratmıştır ve her şeyin güzel olmasını Allah-u Teâlâ hazretleri istiyor.
İslâm kültürünün çok önemli olduğunu biliyoruz.
Kültür, gözle görülmeyen, elle tutulmayan, müşahhas olmayan mânevî bir değerdir. Tabii böyle elle tutulmadığı, gözle görülmediği için kültürün önemini, ilmin önemini, sanatın önemini, yüksek ihtisasın önemini ancak yüksek şahsiyetler anlayabilir. Yüksek olmayan şahsiyetler inkâr eder; "Ben gözümün gördüğüne inanırım, elimin tuttuğuna inanırım!" der, aşağı seviyede kalır.
Biz kültür yoluyla İslâm'ın büyük darbeler yediğini, ilimdeki ilerlemeleri yüzünden Avrupalıların Müslümanlara büyük zararlar verebildiklerini; coğrafî keşifler yüzünden dünyanın bizim hakkımız olan nice yerlerine, hatta bizim kardeşlerimizin meskûn olduğu birçok yerlere -Afrika gibi- sahip olduğunu ve oradaki kardeşlerimize kan kusturduğunu, onları esir aldığını, kendi ülkelerine götürdüğünü, köpek diyerek esir olarak tarlalarda çalıştırdığını, kamçılar altında inlettiğini biliyoruz. Bunun sebebinin bilimsel yönden geri kalmakta, kültürel yönden geri kalmakta, birbirimizden haberdar olmamakta olduğunu biliyoruz.
Coğrafî keşifleri biz yapsaydık, Avustralya'yı biz bulsaydık, Afrika'ya biz hakim olsaydık, Güney Amerika'ya biz yayılsaydık; Batı'yı zenginleştiren, Osmanlı'nın karşısındaki devamlı gerilemesinden, yenilmesinden onu kurtaran, kendisi takviye eden imkânları, Amerika'yı vesaireyi biz bulsaydık tabii durum çok daha farklı olabilirdi.
Onun için kültürel yönden, ilmî yönden, bilgi yönünden, sanat yönünden, teknoloji yönünden geriliğin İslâm'a zarar verdiğini bildiğimiz için onlara sarılıyoruz. O gerilik sonunda İslâm'a büyük zarar verdiğinden, İslâm'a büyük fayda sağlamak için onlara sarılmak gerektiğini biliyoruz. Onun için aramızda bu saydığım şerefli, güzel mesleklere sahip çok kardeşlerimiz var; mühendis, doktor, vesaire kıymetli mesleklere sahip kimseler var. Çünkü bu yollarla İslâm'a çok daha büyük hizmetler edebiliriz. Bunları bilmeyen insanların hizmet edemeyeceğini düşünüyoruz.
Allah-u Teâlâ hazretleri, kusurlarımızı düzeltmemizi ve çalışmalarımızı çok daha mükemmel bir tarzda yapmamızı bizlere nasip eylesin. Tevfikini bizlere refik eylesin. Gözümüzden, gönlümüzden perdelerı kaldırsın. Hakkı hak olarak görüp ona uymayı nasip eylesin, batılı bâtıl olarak görüp, yanlışı yalanı tespit edip, ondan sakınmayı, korunmayı nasip eylesin. Çalışmalarınız hayırlı ve başarılı olsun.
Allah'ın rahmeti, bereketi üzerinize olsun...
Es-selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.