Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillahi rabbi'l-âlemin. Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve men tebi'ahû bi ihsânin ilâ yevmi'd-din.
Aziz ve muhterem hanımefendiler!
Hiç şüphe duymadan kesin olarak biliyoruz ki yaşamımızın, hayatımızın gayesi Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu dünyaya imtihan için geldiğimizi biliyoruz. İmtihanı kazandığımız, kazanacak şekilde hareket ettiğimiz takdirde Allah'ın sevgili kulu olacağımızı biliyoruz. Allah'a itaat edersek, emirlerini tutar, yasaklarından kaçınırsak Allah'ın lutfuna ereceğimizi, cennetiyle cemaliyle taltif olacağımızı biliyoruz. Ana gaye, hiç tereddütsüz Allah'ın rızasını kazanmaktır.
Biz bu sözü, bu gayeyi; ilâhî ente maksûdî ve rıdâke matlubî cümlesiyle ifade ediyoruz, onu söylüyoruz. Bu sözler Peygamber Efendimiz'in bir hadîs-i kudsîsinde geçen cümlelerden alınmıştır, o cümlelerden dönüştürülmüş, öyle söylenmiş bir sözdür. Bizim gayemiz Allah-u Teâlâ hazretleridir. Maksudumuz, muradımız, arzumuz O'dur ve biz O'nun rızasını kazanmak istiyoruz. Her şeyde sadece bunu bilsek, sadece buna göre hareket etsek, her şey tamam olur, her şey biter.
Bu gayenin elde edilmesi, bu gayeye ulaşmak için insanın doğru yolda yürümesi lâzım. Doğru yolda yürüyen insana "hidayet üzere gidiyor" deriz. Biz de Allah'tan onun için daima hidayet istiyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinden biliyoruz ki, Peygamber Efendimiz'e;
İnneke lâ tehdî men ahbebte velâki’n-nellahe yehdî men yeşâü buyurulmuş. Sadakallahu'l-azim. "Yâ Resûlüm, habibim, Muhammed-i Mustafâm, Sen istesen de istediğini doğru yola hidayet edemezsin, sevk edemezsin, çekemezsin; Allah çekerse çeker." Allah istemezse hidayet olmaz, ancak Allah'ın istemesiye olur."
Demek ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz istese bile olmayabiliyor. Misal; Peygamber Efendimiz kendisini küçükken beslemiş olan amcası Ebû Talib'e karşı minnettarlık hisleri duyuyordu, baba gibi kendisine baktı, korudu diye onu seviyordu. Kendisi peygamber olduğu zaman önüne gerildi, müşrikleri karşıladı, yeğenini müdafaa etti diye seviyordu. Onun için, onun vefat edeceği zaman yanına yanaştı ve dedi ki;
“Amcacığım, ne olur ağzından şu kelimeler çıkıversin; eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhû ve rasûluhu deyiver amcacığım, ben[im] de sana şefaate yüzüm olsun, imkanım olsun, ben de o fırsatı bulabileyim” dedi. Ama O, o sözü söylemeyince olmadı. Demek ki amcasının hidayete ermesini istedi ama olmadı.
Hani, Allah resûlünü kırar mı, Habîb-i edîbini kırar mı?
Kırmaz ama her şahsın kendisinin sorumluluğu var, kendisinin Allah'a karşı sorumluluğu var. Kendisi bir adım atacak, bir jest, bir hareket yapacak, bir niyet besleyecek, bir arzusu olacak. Kalbinde bir niyet belirirse o zaman Allah yardım eder. Ama o olmayınca başkasının istemesiyle kendisi istemeden olmaz.
Bizim her şeyimin kaynağı Kur'ân-ı Kerîm. Şu bizim bilmediğimiz, okumadığımız, manasını takip etmediğimiz, torbaya koyduğumuz, işlemeli torbada yatak odasında çiviye astığımız, kütüphaneye koyduğumuz Kur'ân-ı Kerîm... Her şey orada! Her şeyimizi Allah'ın kelâmıdır diye öpüp başımıza koyduğumuz Kur'ân-ı Kerîm'den alıyoruz. Oradan almış büyüklerimiz, bize de öyle öğretmişler, işin doğrusu da bu.
Allah kitabını okunsun, anlaşılsın, uygulansın diye gönderdi. Yoksa torbaya, cüz kesesine konulsun duvara asılsın diye göndermedi. Seccadenin pırıl pırıl yenisi değil; namaz kılına kılına ayak yerleri, secde yerleri eskimişi makbul. Tesbihin çekile çekile pırıl pırıl olmuşu makbul. Kur'ân-ı Kerîm'in okuna okuna sayfaları kırışmış olanı makbul. Okunmadıktan sonra kıymeti yok.
Allah-u Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de bize hidayeti; zalim olmazsak, fâsık olmazsak vereceğini bildiriyor. Kendimize de zulmetmeyeceğiz, başkasına da zulmetmeyeceğiz. Allah'ın emrinden de dışarıya çıkmayacağız, aykırı gitmeyeceğiz. Allah o zaman sevecek.
Gaye ne?
Allah'ın sevgisini kazanmak, Allah'ın rızasını kazanmak. Şu kâinatı yaratan, bizi var eden âlemlerin Rabbi, bizi yaşatan, bizim yaşamamız için çevremizdeki her şeyi bize veren Allah. Havayı, suyu, güneşi, meyveyi, ağacı, tohumu, gıdayı bize veren. Hatta koyunları, kuzuları, balıkları, çeşitli hayvanları bize verdiğini Kur'ân-ı Kerîm'de bildiren Allah.
“Ben size verdim, korkmayın” diyor.
Yoksa Allah o müsaadeyi verdiğini bildirmeseydi et yiyemezdik, hiçbir şey yapamazdık, balık tutamazdık, kuş vuramazdık, tavuk eti yiyemezdik. Diyor ki; “ben sizin için yarattım onları, yiyin.”
Evelem yerav ennâ halaknâ lehüm mimmâ amilet eydînâ en'âmen fe-hüm lehâ mâlikun. "Biz onlar için yarattık..." diye bu âyet-i kerîmede bildiriliyor. Bizim için! Yani kâinatın bütün yaratıkları bizim çevremizde, bize faydalı olsunlar diye, her şey bizim için yaratılmış, bizim emrimize verilmiş.
Kulû veşrabû velâ tusrifû. "Yiyin, için, israf etmeyin, ölçüyü aşmayın." diye buyurulmuş.
Biz bu Allah'ın rızasını, sevgisini kazanmak gayesini taşımamız lâzım. Esasları ortaya koyuyoruz. Esas bu! Allah'ın sevdiği kul olmak, o hâle gelmek. Onun için, işte bu tasavvuf. Bu gayeyi elde etmek için yapılan çalışmalar tasavvufî çalışmalar.
Tasavvufta iki şey var:
Bir; insanın Allah'a itaat etmesini engelleyen nefsini islah etmek.
Biz neden Allah'a itaat etmiyoruz?
Nefsimize uyuyoruz da ondan. Sabah namazına kalkamıyoruz işte, uyku tatlı geliyor. E ne olacak yani; feda ediver uykunu. Nefsini yenemiyor. Nefsi uyku istiyor, nefsini yenemiyor. Dallardan kırmızı elmalar sarkıyor, almaması lâzım veya turuncu renkli portakallar, mandalinalar sarkıyor, almaması lâzım. Ama etrafta kimse yok, çit de yok, duvar da yok; çok da güzel, yeşil yaprakların arasında.
Alsın mı almasın mı?
Nefsi diyor ki; “al, canım istiyor” diyor.
Uzanıp aldığı zaman ne oluyor?
Nefsi ona haram olan bir şeyi yaptırmış oluyor. Veya sabahleyin namaza kalkmadığı zaman, nefsi ona rahatı için Allah'ın bir emrini yapmamayı göstermiş oluyor. Bütün şeyler böyle.
Yani bizim Allah'a itaat etmemiz lâzım, hidayeti elde edelim, cenneti elde edelim diye. Bunu engelleyen en büyük düşman bizim içimizde. Bizim kendi içimizde, şurada işte. Açsak da görsek, görülebilen bir şey olsa da görsek. Ama elektrik gibi görünmeyen bir şey. Bunun içinde elektrik var ama açsan da göremezsin. İşte nefsimiz bize bu itaatsizliği yaptırıyor. İtaatsizliği yaptırınca da, fâsık olunca,zalim olunca da Allah [doğru] yolu göstermiyor.
Ha, o zaman şu nefsi ıslah etmek lâzım. En büyük düşmanım bu.
En büyük düşman yoksa; o mu, şeytan mı?
Şeytan bu nefis ıslah olursa tesir edemiyor. Asıl insanın büyük düşmanı kendisi, kendi içindeki. Çünkü istiyor bir şeyler. Elma isterim. Çocukluktan başlıyor. Şeker isterim, balon isterim, lolipop isterim, oyuncak isterim... vesaire, başlıyor. Veriyoruz, veriyoruz, veriyoruz... Nefsinin isteklerinin yapılmasına alışıyor. İstekleri var. İstekler de bir tane, iki tane değil; çok, sonsuz.
İşte bu isteklerin icabında durdurulabilmesi lâzım. Durdurulması için de bu nefsin terbiye olması lâzım. “Evet güzel ama, canım da çok çekiyor ama, alamam. Çünkü haram. Evet uyku tatlı ama, gece de çok geç yattım, çok zor kalkacağım. Kalkayım da namazımı vaktinde kılayım.” Yani insanın kendi nefsini yenmesi gerekiyor. İşte tasavvuf bu! İnsanın nefsini yenip Allah'ın emrini tutacak hâle, Allah'ın yasağından kaçacak hâle gelmesi. Bu şeytandan da önemli.
Şeytan zaten insana doğrudan doğruya boyunduruk vurup, zincire bağlayıp sürükleyip götürmüyor.
“Gel bakalım buraya, yakaladım seni, esir aldım.” Zincire bağla, ondan sonra sürükle, günahlı yere götür. Öyle yapmıyor şeytan. Şeytan teklif ediyor; şunu yap, bunu yap, şunu yap, bunu yap…
Buna ne diyoruz?
Şeytanın vesvesesi. Vesvâs! Şeytan vesvese veren bir mahluk, vesvese veriyor. Kötü şeyleri tatlı gösterip vesvese veriyor, yani teklif ediyor, yapan nefis. Nefis o kötü şeyleri sevdiği, istediği zaman, eğer insan nefsini engelleyemezse o kötülüğü yapıyor. Binâenaleyh şeytan geride kalıyor, insanın en büyük düşmanı nefsi. Zaten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri de buyurmuş ki;
A'dâ adüvvike. "En azılı düşmanın." Nefsükelletî beyne cenbeyke. "Şu iki cânibin -iki omuzun- arasındaki nefsindir senin en azılı düşmanın." Ve en büyük savaş, insanın nefsinin uygun olmayan arzularına karşı verdiği savaş. Arzuları çok ve kuvvetli.
Bu arzular, nefsin arzuları beş kademede oluyor. Küçükken, belli bir yaşa kadar, buluğ çağına kadar, yemek içmek, tatlı, tuzlu, ekşi… Ben bizim toruna soruyorum: “Ne istiyorsun Zeynep? Elinden tutayım, bakkala götüreyim, ne istiyorsun” diyorum. “Cips” diyor. İşte yeme içme arzusu. Çocuklarda bu böyle. Buluğ çağına gelince; o zaman nişanlanmak, evlenmek arzusu. Birisini istemek veya istenmek. İstenmediği zaman üzülür filan. Bu arzular çok kuvvetli. İnsanlara çok günahlar işlettiriyor. Bu yeme içme de çok günah işlettiriyor insana. Haram yedirtiyor, çaldırtıyor vesaire. Bu arzular da çok kuvvetli.
İnsan normal yoldan yemeyi öğrense, normal yollarla nikahlanıp yuva kurmuş olsa, ondan sonra [mal sevgisi] başlıyor. Yuva kuruldu ya; kira var, giyim kuşam masrafları var, hanımın istekleri var, çocukların ihtiyaçları var. O zaman işin içine para, mal, mülk isteği geliyor. Bunu da herkes seviyor. Yani parayı, malı mülkü sevmeyen insan yok. Bu da kuvvetli bir arzu. Bu da nefsin arzusu. “Malım mülküm çok olsun, param pulum çok olsun, onlarla ben neler yaparım” diye bu arzular var. Bu da insanlara çok kötülükler yaptırtıyor.
Bunların hepsi tabii arzu. Bunlara; arzular, hevesler, şehavât-ı nefsâniye, hevâ ve heves diyoruz. Bunları dedelerimiz bize öğretmiş de biz biliyoruz ama bunları Avrupalı, Amerikalı filan bilmiyor. Nefsi de bilmiyor. Nefis ne demek, nefis nasıl bir düşman onu bilmiyor onlar.
İşte bunları yenmek gerekiyor. Bunun için bir çalışma yapmak gerekiyor. Bu nefsi yenmenin metotlarını uygulamak gerekiyor.
İnsan nefsini yense, bilge bir insan olsa, faziletli, erdemli bir insan olsa... Hindistan'da, uzun çalışmalar yaptı, 47 gün mezar gibi bir yere yatırıyorlar; aç durabiliyor, hiç yemek istemiyor. İpi havaya atıp tırmanabiliyor vesaire filan...
Bunları yapsa ne olacak?
Birinci âyet-i kerîme; vallâhu lâ yehdi'l kavme'l-kâfirîn. Kâfir olduktan sonra ne yaparsa yapsın kıymeti yok. Mü'min olacak! Mü'min olacak Allah'ı bilecek. Demek ki ilk iş Allah'ı bilmek.
Onun için tasavvufun iki hedefi var diyebiliriz. Bir, Allah'ı bilmek, bir de Allah kendisini sevsin diye nefsini ıslah etmek. Allah'ı bilmeden Allah kâfire hidayet etmiyor. Dünyada bir yığın insan var. Allah'ı bilecek, bir de nefsini yenip Allah'a güzel kulluk edecek. Tasavvuf bu iki işi yapma çalışmasıdır.
Tabii bunlar İslâm'ın içinde. İslâm'ın dışında oldu mu olmuyor. İslâm'ın dışında transandantal meditasyon yapıyorlar. Amerikalılar merak ediyor, Hindistan'dan guru -Hint fakiri- getiriyor. Onun etrafında toplanıyorlar. Allah Allah... Ne söylüyor!.. Bak sen, bilmem ne filan onları taklit etmeye çalışıyorlar. Hiçbir şey olmaz, hiçbir şey çıkmaz. Hani atletlerin, jimnastik yapan insanların birtakım çalışmalarla ipte, havada, paralelde, tramplende, bilmem nerede bir şeyler yapması gibi bir şey. Bir zıplıyor tramplende, ondan sonra üç defa dönüyor, beş defa burgu yapıyor, bilmem ne yapıyor, yine tepesi üstü suyun içine giriyor;
Haa, aferin, maşaallah...
Ne olacak?
İşte bir hüner elde etmiş oluyor.
O gurulardan vesaireden elde edilen bilgiler de öyle.
Biz dört beş sene önce İsveç'e gittik. İsveç'te çarşıda gezerken, bir zil sesi, bir melodi, bir ahenkli müzik sadâsı. Baktık çarşının ortasında tabur hâline gelmiş beyler, hanımlar, çocuklar sıralanmışlar buradan duvara kadar böyle üçlü-dörtlü bir sıra halinde, ellerinde ziller, Hint kıyafetlerini giymişler, saçlarını tıraş etmiş başları kabak, yalnız bir yerinde böyle bir tutam saç bırakmışlar; ellerinde ziller [ses] yaparak çarşının orasına gidiyorlar, burasına geliyorlar…
Kim bunlar?
Bunlar İsveçli. Yani aslında Hristiyan olan bir toplum ama Hıristiyanlıktan tatmin olmamış, Hintlilerin Kirişna dinine girmişler. Kirişna dini diye bir dine girmişler. İşte onun reklamı olarak oradan oraya gidiyor. Arayış içinde, yani bir şeyler yapıyor.
Bunların hiçbirisinin Allah indinde değeri, kıymeti yok. Allah'ın varlığını, birliğini kabul edecek. Çeşitli putları var, eski Yunanlıların şarap tanrısı bile var. Şarap tanrısı Baküs, harp tanrısı bilmem ne vesaire vesaire... Hepsi uydurma. Kendi akıllarından çıkmış şey. Onlarla olmuyor. İmanı, İslâm'ı iyi bilecek, Kur'an'ı iyi bilecek, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i iyi tanıyacak, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hadîs-i şerîflerini belleyecek.
O bilgiler tamam. Bilgi tamam! Bilgi yetmiyor, bilgisini uygulayacak. Bir insan yalan söylemenin kötü olduğunu bilse, yalan söylese olmaz. Bildiğini uygulamadı. Hırsızlık yapmanın kanuna aykırı olduğunu, günah olduğunu bilse; hırsızlık yapsa olmaz. Bilmek yetmiyor bildiğini tatlılıkla uygulaması lâzım.
Bilecek! Bilgi Kur'ân-ı Kerîm'den, hadîs-i şerîften geliyor, ilâhî bilgi. Allah'ın bizden istedikleri nelerdir, yasakladıkları nelerdir? Biz nasıl insan olmalıyız, hayatı nasıl geçirmeliyiz? Kur'ân-ı Kerîm'den ve Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinden öğreneceğiz.
O halde siz tasavvufu öğrenmek istediğiniz zaman, tasavvufun iki büyük kaynağı var. Tabii bir konferansta tasavvuf az öğrenilir. Birazcık, bir tarafı öğrenilir ama biz ancak önemli şeylerini söyleyebiliriz.
Birinci kaynağı Kur'ân-ı Kerîm. Kur'ân-ı Kerîm'i okuyacaksınız, anlamaya çalışacaksınız. İyi anlatanlardan anlatmasını rica edeceksiniz. “Başka konuşmaları bir tarafa bırakalım kardeşim, şu Allah'ın kelamını anlamaya çalışalım” diyeceksiniz. Gazetelerle, televizyonlarla, sohbetlerle vaktimiz geçiyor. Günlerle, pasta, börek çörek yapıp yemekle vaktimiz geçiyor.
Allah ne diyor?
Onu iyice öğrenmemiz lâzım.
Birinci kaynağı] Kur'ân-ı Kerîm. İkincisi de Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfleri. İki kaynağı bu.
Bunların dışında tasavvufun bir kaynağı varsa, tasavvuf bir havuz gibiyse; buraya sular bir Kur'ân-ı Kerîm'den geliyor. Güldür güldür, tertemiz, pırıl pırıl. Bir de, Peygamber Efendimiz'in mübarek hadîs-i şerîflerinden geliyor. O da Allah'ın kelamı. Allah Peygamber Efendimiz'e öğretmiş “böyle söyle” demiş o da Allah'tan. Hadîs-i şerîflerin de kaynağı Allah! Kur'ân-ı Kerîm'i de indiren, resûlüne bildiren Allah!
Bu iki kaynaktan bu mübarek havuza, bu mâneviyat havuzuna pırıl pırıl, billur gibi sular gelirken başka kaynaklardan başka sular gelirse pislenir, mikroplanır. Bunlar temiz, ötekiler işi karıştırır.
"Efendim Şamanizm'den, Hinduizm'den, Hıristiyanlık'tan, Yahudilik'ten ve Neoplatonizm'den etkilenmiş." İşte o havuza pis sular karışmaya başladı. O zaman su pislenmeye başladı.
Bundan başka hiçbir yerden havuza su kaçırtmamaya dikkat etmek lâzım. Aman bu havuz çok mühim diye etrafını iyi tutmak lâzım. Çoluk çocuk elini sokmasın, oynamasın, bu tertemiz bir şey diye [dikkat etmek lazım.] Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîf...Tasavvufun iki kaynağı budur. Onun için bunları öğrenmeye, onları anlamaya, anlatmaya çalışacağız.
"Peki bunları öğrendiğimiz zaman nelerle karşılaşacağız, siz biraz okumuş bir kimse olarak söyleyemez misiniz?" derseniz, tabii söyleriz.
Mesela en mühim işlerden birisi takvâdır. Kur'ân-ı Kerîm'in bize öğrettiği, tasavvufun en mühim konularından birisi takvâdır.
Takvâ ne demek?
Müttakî kul olmak ne demek?
Takvâ ehli olmak ne demek?
Takvâ ehli kul olmak demek; sakınarak, çekinerek, düşünerek, taşınarak güzel iş yapmak duygusuna sahip olmak demek. Yani hiç düşünmeden, hiç çalışmadan, hiç ilgilenmeden gelişigüzel yaşamak değil; aman Allah beni sevsin, aman Allah'ın gazabına uğramayayım, aman Allah'ın sevmediği bir duruma düşmeyeyim diye korkmak lâzım. Bu korku, bu takvâ duygusu olmayınca insan o zaman eğlenceyle, gafletle, günahla vaktini geçiriyor.
En mühim duygulardan birisi takvâ duygusu. Allah'tan korkacak, Allah'ın sevgisini kaybederim, cenneti kaybederim, Allah'ın gazabına uğrarım, cehenneme düşerim diye korkacak bir insan. Mesela Kur'ân-ı Kerîm'de en çok öğretilen, tavsiye edilen, sizin de pek çok ayetlerde duyduğunuz bir husus takvâ. Bu da işte tasavvufun en mühim konusudur. Hatta tasavvufa kısaca deniliyor ki; takvâ yoludur. Tasavvuf ne yoludur; takvâ yoludur. O yolda yürürsen en iyi mutasavvıf olursun.
En iyi mutasavvıflar kimlerdir?
En takvâlı insanlardır.
Onun için takvâyı öğrenmek ve takvâyı uygulamak lâzım. Yani daima düşüneceksiniz, korkacaksınız. Allah'tan daima korkacaksınız. “Acaba Allah sevmez mi? Acaba bu sözü söyleyince Rabbim bana darılır mı? Acaba Allah bana gazap eder mi”diye devamlı bir korku üzere olacaksınız. Alâ hazerin deniliyor. Yani korku üzere, ihtiyatlı, tedbirli, dikkatli, yani titiz ve itinalı müslüman olmak demek.
Âyet-i kerîmede;
İnnemâ yetekabbelullâhu mine'l-müttakîn buyuruluyor. İbadetlerin kabul olmasının sebebi de takvâdır. Sen namazı takvâ ile kılarsan kabul olur. Sen zekâtı, sadakayı takvâ ile verirsen kabul olur.
Hz. Âdem'in iki oğlu varmış, ikisi de kurban kesmiş.
Karrabâ kurbânen. "İkisi kurban kestiler." Birisinden kabul olmuş, birisinden kabul olmamış. İki evlat, ikisi kurban kesmişler; birisinden kabul olmuş, birisinden kabul olmamış. Sebebi Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildiriliyor;
İnnemâ yetekabbelullâhu mine'l-müttakîn. "Allah ancak takvâlı kullarınkini kabul eder. Ötekisininkini kabul etmez." Art niyeti varsa, takvâlı değilse, kalbi karışıksa, bozuksa, niyetinde eksiklik, kusur varsa kabul etmez.
İşte onun için tasavvufa bir bakıma da diyorlar ki; takvâ yoludur. Tasavvuf takvâ yoludur; sakınarak, günahlara düşmemeye dikkat ederek, sevaplı işleri ihmal etmemeye, kaçırmamaya dikkat ederek yaşama yoludur diyorlar. Bunu öğreneceğiz!
Başka?
İhlâs!
İhlâs ne demek?
İnsanın kalbinin tertemiz olması, niyetinin pırıl pırıl güzel olması demek.
Bir insanın niyeti kötüyse, art niyeti, başka maksadı varsa, o başka maksadını yerine getirmek için entrika çeviriyor da o arada güzel bir şey yapıyorsa; acaba Allah o arada o güzel şeye de bir sevap verir mi?
Vermez!
Neden?
Allah ihlâslı insanın ibadetini kabul ediyor, ibadeti veya bir işi yapmakta ihlâs yoksa kabul etmiyor. O halde kalbimizi ihlâslı, tertemiz yapacağız. Kalbimizde art niyet, kötü maksatlar varsa olmaz.
Onun için deniliyor ki; insanın kalbini temizlemesi lâzım. Tabii bu kalbin temizlenmesi böyle içeriye hortumu sokup da şarıl şarıl suyla yıkamakla olacak bir şey değil. Zaten oraya hortum sokamayız. İçini istediğin kadar deterjanla, bir şeyle yıkasan bile olmaz. Yani kalp dediğimiz şey zaten bu yürek dediğimiz et parçası değil ki. Kalp dediğimiz şey gönül. Gönlü temiz olacak. Bunun neresine hortumu sokacağım, neresini temizleyeceğim.
İnsanın gönlünün temiz olması ne demek?
Tertemiz duyguları var, kötü duygular yok, herkese karşı iyi niyet besliyor. Hah, işte kalbi o zaman temiz. İçinde başkasına karşı kötülük yok. İşte buna ihlâs diyoruz. Bu lâzım.
Tasavvuf büyükleri bir insanı eline alıyor terbiye edecek. “Bu benim talebem, bu benim müridim, bu benim evladım” diye bir insanı ele alıyor, onu bir eğitimden geçiriyor.
Bu eğitime ne diyoruz?
Tasavvufî eğitim diyoruz. Çünkü her şeyin bir eğitimi var.
Mesela usta çırağını yanına alır yetiştirir. Evladım çekici şöyle tut, bak öyle vurma, öyle yaparsan kırarsın, böyle yaparsan çivi yamulur; şöyle tut, bak şöyle yap bilmem ne filan... Her mesleğin ustası, çırağına böyle bir usulle o mesleğin muntazam yapılmasını öğretir. Tabi istiyor.
Neyi istiyor?
“Ben Allah'ın sevgili kulu olmak istiyorum” diyor. Seyh efendi “Tamam, ben seni Allah'ın sevgili kulu yapma yoluna götüreyim, sana Allah'ın sevgili kulu olmayı öğreteyim” diyor onu ele alıyor.
Şimdi onu ele aldığı zaman onun içindeki kusurlar nedir bildiğinden ilk önce onun nefsini terbiye etmeye, nefsini yenmesini öğretmeye çalışıyor. Kendi kendisini, kendi arzusunu yenecek Çünkü bu dışarıdan olmaz.
Mevlânâ da mutasavvıf.
Ha, o zaman eh fena değil galiba tasavvuf.
Yunus Emre de mutasavvıf filan.
Neyin yolu?
İnsanın nefsini terbiye etmesinin yolu. İnsanın Allah'ın sevgili kulu olmasının yolu demek. Ne var bunda! Metot demek yani. Gayeyi istiyorsun, gayeye götüren yolu istemiyorsun. İşi beğeniyorsun, metodu kabul etmiyorsun. Olmaz! Bir metotla, öyle veya böyle bir metotla yapacak.
Et-turuku ilallah bi-adedi enfâsi'l-halâik. "Allah'a giden yollar kulların, mahlûkatın sayısınca değil, mahlûkatın nefesleri sayısınca." Hani bir insan çok nefes alıp veriyor ya hayatı boyunca... Allah'a götüren yollar çoktur. İşin asıl garip tarafı; yollar o kadar çokken Allah'ı bulamamaktır. İşin en acı tarafı o. Bütün yollar Allah'a gidiyor da kul Allah'a gidemiyorsa o zaman çok yazık!
Neden?
Kaçıyor. Yoldan kaçıyor, yola girmiyor, yolu istemiyor. Yola girmeyen adama ne derler? “Adam olmuyor, yola girmiyor” derler. İşte biliyoruz Türkçemizde. O metodu uygulayacak.
Nasıl bir metot bu?
Adamına göre değişen bir eğitim. Şunu şöyle yap, bunu böyle yapma.
Çünkü bu işin zaten sahteliğe tahammülü yoktur. Ya samimi olacak... İmtihan ederler. Samimi olmazsa, samimi olmadığı zaman da sonuç olmaz. O bakımdan bunun metodunu uygulamak lâzım.
Metotlarından birisi zikirdir.
Neden zikir bir metot oluyor?
O da Kur'an'dan çıktığı için.
Tasavvufun bir metodunu nereden çıktığını söyleyelim de tasavvufun işi, mahiyeti anlaşılsın.
Tasavvufta müridin gayeye ulaşması için yapması gereken işlerden birisi zikirdir. Eline tesbihi alacak zikri yapacak.
Neden?
Çünkü Allah-u Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de zikri çok yerde emretmiş. Zikir kelimesi 200 kusür yerde geçiyor, 80 küsur yerde emrediliyor. Ben tam liste çıkartacağım kendim sayacağım ama saymadım, çok emrediliyor.
E Allah'ın emrini tutmayacak mıyız?!
Allah zikredin diyor, zikredeceğiz. O bakımdan tabii zikri yapmak mecburiyeti var. Namaz kılın dediği için namazları kılıyoruz, oruç tutun dediği için oruçları tutuyoruz, hacca gidin dediği için nice zahmetlerle, masraflarla hacca gidiyoruz. E zikir dediği zaman da zikredeceğiz.
Allah zikredin diyor mu Kur'ân-ı Kerîm'de?
Bakın okuyayım. Türkçe olmadığı halde anlayacaksınız. Bismillahirrahmânirrahîm.
Yâ eyyühellezîne âmenü'zkürüllâhe zikran kesîrâ. "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin." O zaman çok zikredeceksiniz. Çaresi yok!
Vezküri's-me rabbike bükraten ve asîlâ. "Sabah akşam Allah'ın adını zikret."
Niye?
Allah niye emrediyor?
Tabii Allah'a niye diye sorulmaz. Çünkü nasıl isterse öyle yapar ama sebebini anlamak için sorulur. Acaba Allah neden emrediyor?
Fe-zkürûnî ezkürküm ve'ş-kurûlî ve lâ tekfürûn. "Siz beni zikrederseniz ben de sizi severim, ben de sizi zikrederim." diyor Allah. Ben Allah diyeceğim, Allah da beni zikredecek. Şerefin büyüklüğüne bakın! İşin güzelliğine bakın!
Şimdi böyle olunca, böyle yapa yapa kulun gönlünde paslar, kirler gidiyor. Çünkü zikir;
Elâ bi-zikrillâhi tatmainni'l-kulûb. Kalbin içindeki o kötü duyguları atıyor. Yavaş yavaş, yavaş yavaş temizliyor; insanın gönlü, kalbi pırıl pırıl bir kalp oluyor. O zaman insan Allah'ın sevgisine doğru gidiyor. Allah'ın sevdiği bir kul oluyor. Allah'ın sevgisi, içinde beliriyor.
Yunus Emre'nin şiirlerini okuyun; baştan aşağı hep muhabbetullahtır, aşkullahtır. Mevlânâ hazretlerinin koca divanını okuyun, binlerce beyti hepsi aşkullahtır, muhabbetullahtır.
Hani nasıl emme basma tulumbada böyle böyle yaptıkça tangur tungur, çangur çungur, çangur çungur, çangur çungur... Foşş.. ha, su geldi. İlk başta tıngır tıngır oluyor, daha tulumbanın borusu boş. Çekiyorsunuz çekiyorsunuz, tangur tungur, tangur tungur bir metal sesleri geliyor. Ondan sonra kovaya su şarıl şarıl, şarıl şarıl akmaya başlıyor. Tulumba suyu çekti diye seviniyorsunuz.
İşte öyle olduğu için insanda Allah sevgisi meydana geldiğinden, Allah'ın da insanları sevmesi, Allah'a karşı insanın duygularıyla ilgili olduğundan bu iş yapılıyor.
Allah seni seviyor mu, sevmiyor mu diye merak edersen ölçü ne?
Sen kalbinden Allah'a nasıl bağlısın, Allah'ı ne kadar seviyorsun; işte ölçü o! Yani senin Allah'a karşı bağlılığın, sevgin, Allah'ın seni o kadar sevdiğini gösteriyor. Çok daha fazla ama o, ona bağlı. İnsanın içindeki duygulara bağlı. İşte o duygular meydana gelsin, kalbi nurlansın diye zikir emrediliyor.
Tasavvufun başka işleri emrediliyor da kişi sonunda nefsini yenen bir insan hâline geliyor, nefsine hakim olan, kızmayan, nefsinin haram olan isteklerini yapmayan, helal olan işleri emirleri de, yapma diye engel olmasına aldırmayan, çekil önümden diyen, nefsine hakim olan, nefsini yola getiren insan hâline getiriyor. O zaman öyle olunca Allah'a itaat oluyor, isyan olmuyor. Allah hidayet veriyor, cennetin anahtarını veriyor, sevgili kulu oluyor, cennete gidiyor. Yani işin aslı, mekanizması, esası, kökü bu.
Tasavvuf deyince çok laf söyleyen insanlar çıkmıştır. Çok kitaplar yazılmıştır, çok şâşâlı, gösterişli, edâlı, özentili, mübalağalı şeyler olmuştur. İşin edebiyatı başka... İşin özü, aslı, temeli, ana noktası, ana yolu budur işte. Böyle olduğu zaman Allah-u Teâlâ hazretlerinin sevdiği kul olur.
Sevdiği kul olunca ne olur?
O zaman her şey oluyor. "Ben bir kulumu sevdim mi gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olurum." diyor. Yani her türlü olağanüstülükler kendisinde oluyor, bir de âhirette cennetlik oluyor. Bu dünya mühim değil. Âhirette ebedî saadeti kazanıyor, cennetlik oluyor.
O halde tasavvuf, tekrar özetlemek gerekirse; cennet yoludur, takvâ yoludur, Kur'ân-ı Kerîm yoludur, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyesinin yoludur. Ama lafı değil. Lafa, kâl derler. Hâli; yani uygulaması. Kâl değildir, hâldir. Lafı herkes bilir, söyler. Herkes buraya çıkar konuşur. Hatta bir Alman müsteşriki getirseniz, -Anna Mariya Şimel, geçenlerde mükâfat verdiler- getirin, Mevlânâ'yı filan çok okumuş, bilir, anlatır. Yetmez... Söz mühim değil uygulaması, hâli mühim, hâlinin güzel olması mühimdir. Onun da ihlaslı olması mühimdir.
Bilecek, bildiğini uygulayacak, uygulamasını ihlasla yapacak; o zaman Allah'ın sevdiği bir kul olacak. Buna göre hareket edin.
Bu nasihatler hatırda kalabilecek nasihatlerdir. Kur'an'a sarılmak, hadîs-i şerîfe sarılmak, takvâ yolunda yürümek, ihlaslı olmak, zikirlerinizi yapmak!
Es-selamu aleyküm ve rahmetullah ve berekatuhu.