Bismillahirrahmanirrahim.
Bizi yaratan, bize sevdiği din olan İslâm'a mensup bir kul olmayı nasip eden, türlü nimetleri ile hayatımızı (sürdürmemizi) sağlayan, bu dünya hayatını bir imtihan olarak hazırlayan, öldükten sonra da; huzuruna varıp bu dünyadaki amellerimizden dolayı kendisine hesap vereceğimiz, Yaradanımız, Rabbimiz, âlemlerin Rabbi Allahu Teàlâ hazretlerine sonsuz hamd u senâlar olsun.
Onun Habîb-i Edîbi, elçisi, insanlara, âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberi, sözcüsü, dinine davetçisi, sevgili habibi, Makâm-ı Mahmud'un sahibi, Muhammed-i Mustafâ'sına sonsuz salât u selâm, tahiyyât ü ihtirâmâtımızı arz ederim.
Rabbimiz, lütfuyla keremiyle, rûh-i pâk-i peygamberîsine vâsıl eylesin, şefaatine bizleri nâil eylesin.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Dünyaya geldik, bu yaşa kadar yaş yaşadık, tecrübe kazandık. Dünyayı kendi penceremizden gördüğümüz kadarıyla tanıdık. Ama Allah bize öbür insanlardan ,pek çoğunda bulunmayan bazı nimetler bahşetti. Bazı imkânlar ihsan etti. Onun için dünyaya bakışımız , hayatı değerlendirmemiz hususunda, birtakım üstünlüklere sahibiz. Eğer Güney Amerika'da doğsaydık ya da Çin'de dünyaya gelseydik, veyahut Sibirya'nın Kamçatka yarımadasında doğsaydık, Alaska'da doğsaydık, dünya görüşlerimiz; bugün bizim doğru olduğuna inandığımız, gerçeklere bu kadar yakın olmazdı.
Allah'a hamd u senâlar olsun, içinde bulunduğumuz şartlarla, olaylara çok yukarıdan, çok derinden bakmaya imkanımız var. Dünyadaki her şeyi doğru değerlendirme imkânımız var.
Bir taraftan bu dünyada yaşayan öteki insanlar kadar, dünyayı tanıyoruz. Bu, beni dinleyen siz kardeşlerime, biraz daha fazla ölçüde bahşedilmiş bir nimet.
Onları biliyoruz, hayatlarını görüyoruz, tanıyoruz. Mâneviyat âlemlerini de biliyoruz, iç dünyalarını da az çok tanıyoruz. İnançlarını da biliyoruz, yaşam tarzlarını biliyoruz, zevklerini biliyoruz. Ama onlar bizi bilmiyorlar. Bizim imanımızı tanımıyorlar. Bizim inancımıza aşina değiller. Bizim zevklerimize sahip değiller.
İnançlarına ancak duygusal bağlarla bağlılar;
Bu bizim kültürümüz, medeniyetimiz, biz bunları değiştirmemeliyiz." Diyorlar.
Bu adamların gerçekleri görmeleri için, önlerinde büyük dağlar, büyük engeller var. Onları aşmak zorundalar, aşamıyorlar. Ama biz gerçekleri bulmak için çok daha tabii şartlara sahibiz. Bir taraftan ailelerimizden İslâm'ı tanıyarak yetiştik, bir taraftan da çağdaş meslek bilgileri neyse, onları yapmaya çalışıyoruz. Mastır yapmışız, doktora çalışması yapıyoruz. Kimimiz o merhaleleri aşmış, geçmiş geçmiş, emekliliği tatmış, biliyoruz.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
İnançlarımız bize bildiriyor ve felsefî bakımdan da, filozofların fikrî çalışmaları bizi şu noktaya götürüyor ki; bizim varlığımızın bir sebebi var, bir amacı var. Kâinatın, bir düzeni var. Biz insanlar, çevremizdeki canlılar, cansızlar, evren, kâinat, düzenli... Bu düzenin bir sahibi olması lazım.
Bunu filozoflar da, teist veya ateist düşünen herkes itiraf ediyor. Akıl bu noktaya götürüyor. Dekart'ın meşhur bir sözü var. Her şeyden şüphe ederek, her şeyi yıkarak yeniden inşa etmek için çalışmaya başlamış:
"Her şeyden şüphe edebilirim, etmiş
Her şeyden şüphe etmişler. Tabi bilim de şüphe ile başlıyor.
“Şüphe, bir hakikate doğru koşmaktır.” diyor bir şair.
Elbette şüphe edeceksiniz ki, araştıracaksınız ve gerçeği bulacaksınız. Her şeyden şüphe ediyorsunuz:
"Acaba duygularımın algıladığı şeyler gerçek mi? Etrafa bakıyorum, bir şeyler görüyorum.Bu gördüklerim ne? Bunlar benim izlenimlerim mi, benim dışımda bir gerçek mi? Ben gördüğüm zaman doğruyu mu görüyorum, yoksa gözümün bana gösterdiği kadar sınırlı bir takım bilgileri mi algılıyorum?
"Duyu organlarımızın bize bildirdiği izlenimler, beynimizin algıladığı algılar, gerçeklerin ta kendisi midir, yoksa çarpıtılmış birtakım izlenimler midir? Hangi şey doğrudur, hangi şey yanlıştır?"
İnsan, böylece şüphe okyanusunda boğulacak hâle geliyor. Her şeyden şüphe ediyorsunuz.
"Septisizm" dedikleri septik bir düşünce...
Tabi insanlar şüphe ede ede, birtakım deneylerle bazı şeylerin doğruluğunu tespit etmişler. Bazıları da itiraf etmiş, demiş ki;
"Her şey izâfîdir."
Her şey, bir şeye göredir: Şu şuna göre büyüktür, bu buna göre ağırdır, şu şöyledir, bu böyledir; birbiriyle mukayeselidir. Eğer bu mukayese olmasaydı, zaman da olmayacaktı, mekan da olmayacaktı. "Falanca olgudan sonra, falanca olgudan önce" diye; zaman da bir izâfîliktir, mekan da öyle..
O zaman çok büyük teoriler, nazariyeler ortaya atılmış.
Ama Dekart diyor ki;
"Düşünüyorum, içimde bu şüpheleri yaşıyorum: Acaba ben var mıyım? Ben neyim? Benim içimde düşünen kim? Parmağım mı düşünüyor, kulağım mı düşünüyor, çenem mi düşünüyor, bacağım mı düşünüyor?"
Bu içimde düşünen bir ben vardır bende, benden içerü'yü bulmaya çalışıyor. Yunus bulmuş. Sonra o da buluyor:
"Düşünüyorum, o halde varım!" diyor.
"Bir şeyi yakaladım, tamam. Madem düşünüyorum, içimde düşünen bir şey var..." diyor, buradan başlıyor.
"Benim bu varlığım kendimden mi? Kendi kendimi ben mi var ettim?"
"Yok, benim haberim yok, ben yapmadım."
Kim yaptı? İnsan onu aramaya başlıyor. Varım; o halde beni var eden var! Düzen var, kanunlar var, tabiat kanunları var...
Ben tabiattan ve tabiat kanunlarından hiç korkmuyorum, çok hoşuma gidiyor. Onlar Allah'ın varlığına delâlet ediyor.
"Madem kanun var, düzen var; o halde bir düzenleyici var." diyoruz. Akıl söylüyor, zaruri olarak söylüyor.Onun için, Allah'ı inkâr etmek mümkün değil.
Allah inancı, soruları cevaplandırıyor, soruları çözüyor.Esrarengizliği kaldırıyor, her şeyi çözümlüyor.
"Allah var." diyorsun, her şey düzene giriyor. "Allah yok." dediğin zaman, her şey karmakarışık oluyor, insan çıkmaza giriyor.
Düşünüyorum, o halde varım. Varım, o halde beni bir var eden var. Beni bir var eden varsa -ki var- ve bu kâinattaki düzeni kurmuşsa şu Güneş'i, Ay'ı yaratan, şu ağaçlara şu çiçekleri açtıran, şu hayatı; şu cansız cemâdât, tabiat içinden var etmişse, bu hayat bir istikamete doğru gidiyorsa, bunları yönlendiren var, besbelli... Bir etki var ki etkileşim oluyor.
Şimdi biz bunu biliyoruz. Ama insan bilimsel olarak bunu bildiği zaman; "Tamam, ben varım, beni var eden var. Kâinat var, kâinatı var eden var. Kâinatta bir düzen var, bu düzeni kuran var, bu işleri olduran var..." diyor ama bu, insanı doyurucu bir sonuç olmuyor. Bu sefer doyumsuzluk daha da artıyor, iştiyak ve merak daha da çoğalıyor:
"Peki, bu nerede, ben bununla nasıl irtibat kurabilirim? Bu bilginin açıklaması, genişliği nedir, teferruatı nedir? O beni yarattı ise, benim onunla ilişkilerim nedir? Benim ona karşı ne yapmam lazım, O bana karşı ne yapıyor? Hayat nedir? Nereden geldik, nereye gideceğiz?" gibi bir sürü soru akla geliyor.
Onun için Arap şairlerinden birisi demiş ki;
"Çeşitli sorunlar karşısında düşünüp de; bir Tanrının varlığı sonucuna geldin mi tamam, o zaman en büyük soruya gelmişsin!"
Allah'ın varlığını bilmek, bir taraftan sorunları çözüyor bir taraftan da birçok soruların kaynağı oluyor.
İşte bunları insan (kendi aklıyla) anlayamıyor,belki anlar. Onun için Allahu Teâlâ hazretleri kendisini tanıtacak ve bu konulardaki doyumsuzluğu tatmin edecek elçiler gönderiyor, uyarıcılar gönderiyor.
Kur'ân-ı Kerîm'de Rahman sûresini hepiniz bilirsiniz.
Fe-bieyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân. âyetini tekrar tekrar dinlediğimiz sûre.
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Haleka'l-insân. "Allah insanı yarattı." Allemehü'l-beyân. "Ona, konuşmayı öğretti."
Buradan anlıyoruz ki bizim "konuşma" dediğimiz sistem, düzen, çok gelişmiş bir sistem. Biz konuşuyoruz, ben kafamdaki fikirleri size iletiyorum. Konuşmayla, konuşma sistemiyle iletiyorum; siz de anlıyorsunuz.
O halde burdaki bilgileri, size iletmek için, çok karmaşık bir sistem bu... Bu nasıl oluşmuş, nasıl gelişmiş; esrarengiz bir şey...
Kur’ân-ı Kerîm’de, Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
İnsanı yarattı; ona beyân,ı fikirlerini beyan edecek teşkilatları, düzenleri, aletleri, araçları, sistemleri öğretti,”Allemehul beyân”.
Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e, Hira Mağarası'nda inzivaya çekilip de derin derin düşündüğü, ibadet ettiği zamanlarda ilk gelen âyetlerde ne buyuruluyor?
İkra' ve rabbüke'l-ekrem. Ellezî alleme bi'l-kalem. Alleme'l-insâne mâ lem ya'lem.
"Kalem ile insana bilgileri öğreten, insanoğluna bilmediği her şeyi öğreten Allah'ın adıyla oku!"
Demek ki; kalemi, yazıyı, beyanı, anlaşmayı, bilgileri, insanoğlunun bilmediği şeyleri insana öğreten yine Allah. Biz bütün bilgileri O'ndan, O'nun lütfundan kazanıyoruz. Derece derece, tarih boyunca, insanlığın tarihi boyunca, öyle kazanmışız; o anlaşılıyor.
Allahu Teâlâ hazretleri, insanı yarattıktan sonra terk etmemiş.Her an lütfu devam ediyor.
“Külle yevmin hüve fî şe'n.”Her an lütfu devam ediyor, devam etmekte... O'nun verdiği akılla düşünüyoruz, O'nun verdiği akılla mastır yapıyoruz, O'nun verdiği akılla doktora yapıyoruz. Her an, O'nun verdiği nimetle yaşıyoruz.
Vücudumuzun hayatı da, O'nun verdiği karmaşık nimetlerin bir bileşkesi, sonucu. Bu karmaşık yapıda, bazı şeyler çalışmadığı zaman hastalanıyoruz. Çalışmazlık arttığı zaman yaşamımızı yitiriyoruz,yaşayamıyoruz. Hayat,bizim yaşamamız, bir nefes ; nefes almamız, birçok nimetin sonucu...
Üç adım ileri atmak büyük bir keramettir, Allah'ın ikramıdır, kolay bir şey değildir, yapamazsınız.
Adamlar bir robot yapıyorlar, biraz yürüyor... Hemen filmler, yazılar, fotoğraflar; "Maşaallah, maşaallah, şöyle bir cihaz ortaya koymuşlar, şöyle gidiyor." diye hayret ediyoruz. İnsanın bu dengesi de mühim bir şey.
Bu muazzam şeylerle, her an takviye olarak hayatımızı sürdürüyoruz. Başka varlıklara karşı bütün üstünlüklere sahibiz.
Bir kitapta okumuştum. Hindistan’da ,Bengal kaplanının boyu üç metredir, Allah karşılaştırtmasın, meydanda açıkta. Bengal kaplanı, uzaktan yavrusuna insanoğlunu göstermiş:
"Bak şunu görüyor musun? Bu, dünyanın en korkunç mahlûkudur, aman bundan kendini sakın!" demiş.
Biz dünyanın en tehlikeli mahlûkuyuz. Filler bizden yaka silkiyor ama yakalarıyok. Kaplanlar bizden korkuyor; "Aman, bunun ağına düşme!" diye çocuklarını ikaz ediyorlar. Denizdeki, havadaki bütün mahlûklar, hepsi bizim emrimizde; biz onlardan üstünüz.
Bu üstünlükleri, biz kendimiz de kazanmadık. Bizim dışımızdaki bir yönlendirici kuvvet, bunları bize verdi ve biz, o sayede bu noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Elhamdülillah ,Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de bildiriyor. Ama evrensel gerçekleri bildiriyor. Biz boşuna yaratılmamışız, çok büyük meziyetlerle donatılmışız, çok büyük imkanlara sahip kılınmışız. Bunu anlıyoruz, görüyoruz; olaylar da gösteriyor. Ve bu Yaradanımız'a karşı bizim sorumluluklarımız var, görevlerimiz var.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hayat hikâyesini ; hanımlarınız ve çocuklarınızla beraber lütfen okuyun! "Peygamber Efendimiz nasıl peygamber gönderilmiş?"
Güzel bir kitaptan okuyun!
Güzel bir kitap hangisi?
Mesela, Asım Köksal'ın İslâm Tarihi güzel bir kitaptır.
Neden güzel?
Bütün kaynakları tarayarak bilgileri çıkarmış, düzenlemiş; isimlerin okunuşu güzel. Çünkü ben başka kitapları okuyorum; isimleri bile doğru tespit edememiş olabiliyorlar. "Biraz Arapça biliyorum." diye bu işe girişenler, bu işi çok iyi başaramıyor. İyice uzmanı olmak lazım.
Asım Köksal'ın İslâm Tarihi'ni okuyun! En son baskısını alın, başından başlayın, okuyun. "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in tanınmasına yardımcı olsun." diye bunu söylüyorum.
Çağdaş bilgileri almış bir insanın; "Bir peygamber, peygamberliğe nasıl başlamış? Allah'ın elçisi, Allah'ın gönderdiği bir vazifeli şahıs, nasıl bir mücadele yapmış ve biz nasıl bu noktaya gelmişiz?" bunu anlaması için, mutlaka Peygamber Efendimiz'i okumak lazım.
Peygamber Efendimiz'in mücadelesinin, bizim kanımıza aşılanması lazım!
Ben Ankara İlahiyat Fakültesi'nde yirmi yedi sene profesörlük yaptım. İlahiyat fakültesine gitmeden önce, ilkokuldan itibaren ,dinî bir muhitte yetiştim, ama sağlam dinî bir muhitte yetiştim. Allah'tan korkan, ibadetlerini yapmaya çalışan, Allah yolunda yürümeye gayret eden, haramlardan sakınan insanların içinde yetiştim. Öyle bir ortamda yetiştim. Büyük, mübarek efendilerden, hadîs-i şerîfleri, âyet-i kerîmeleri dinledim.
Ondan sonra hayata atıldım. İlahiyat fakültesi çevresinde üniversiteyi tanıdım. Başka yerlerdeki ilim adamlarına göre, İslâm'ı daha iyi bilmesi gereken insanların arasında, yirmi yedi senemi geçirdim.
Bunlar Kur'an'ı biliyorlar, hadisleri biliyorlar, İslâm hakkında bilgileri var. Bilgi, insanı iyi insan yapmaya yetmiyor.
Şöyle söyleyeyim: İyi şeyleri bilen insan, mutlaka iyi şeyleri yapmıyor. İyi şeyleri bilmek başka, iyi insan olmak başka; ikisi ayrı şey. İyi insan olmayı başarmak, o bilgileri uygulamakla mümkün oluyor, kolay değil. Bilmek yetmiyor.
İnsanın hayatında bir değişim meydana geliyor, bir büyük inkılap oluyor. Büyük bir çevrilme ve değişme oluyor. İşte onu, yakalamak lazım. Onu yakalamadan, Hz.Muhammed aleyhisselamın hayatını, uzaktan video seyreder gibi, roman okur gibi okumaktan bir şey olmuyor. O aşının gelmesi lazım.
Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemek de yetmiyor, muhterem kardeşlerim!
Aşk olması lazım, iman olması lazım, iman kuvveti olması lazım. Allah'tan yana yakıla onu istemek lazım. Onun anahtarı, Peygamberimiz'in hayatında, sahabe-i kiramın hayatında.
"Rezonans" diyorlar ya, bir yerde titreşim olunca öbür tarafa geçebiliyor; öyle bir şey olabilmesi için.
İşte gerçek imana ermiş olan insanların, İslâm'ı iyi tanıyan insanların, tanıdığı zaman hayatları değişiyor, hayatlarındaki amaçları değişiyor, çalışmaları değişiyor, çalışmalarının hızı, kuvveti değişiyor. Bizim de öyle olmamız lazım.
Öyle olduğunu farz ederek, şunları söylemek istiyorum:
Nasıl Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i ,son derece ağır baskılar altında tuttukları zaman, hayatına kast ettikleri, öldürmeye kadar vardırdıkları bir toplumda çok ağır baskılar yaptıkları zaman, "Sen bu davadan vazgeç!" diye amcası teklif edince;
"Bir elime Güneş'i, bir elime Ay'ı verseniz, ben bu davamdan vazgeçmem! Hükümdarlık verseniz, hazineler verseniz, başkan yapsanız, her türlü arzumu yerine getirseniz, bu davamdan vazgeçmem! Amca, eğer sen beni bundan sonra himayenden çıkarmak maksadıyla bu sözleri söylüyorsan; hani, 'Evladım, yeğenim, senin yüzünden Kureyş'le başım derde girdi. Seni koruyacağım derken onlarla kötü oluyorum. Artık bu davadan vazgeç! Vazgeçmezsen seni koruyamam!' diyorsan, ben bu davadan vazgeçmem; Allah bana yeter!" dedi, ağladı Peygamber Efendimiz.
Ebû Tâlib'in yanından kalkıp gitti. Onun üzerine arkasından Ebû Tâlib seslendi:
"Yeğenim, sen nasıl istersen öyle yap; ben seni hayatım boyunca himaye edeceğim!" dedi.
Kuvvetli, nüfuzlu bir insandı. O varken Peygamber Efendimiz'e dokunamadılar. Peygamber Efendimiz'i himaye etti.
"Bir elime Ay, bir elime Güneş verilse, hükümdar yapılsam, hazineler elime verilse, başkan seçilsem, bile bu davamdan vazgeçmem!" dedi.
Sıkıntı, meşakkat, ölüm korkusu, açlık, çeşit çeşit( ızdıraplar) çekti, davasından vazgeçmedi. Bu böyle bir dava...
Bu davayı anlamak için oradan, bir ateşin aşılanması lazım. Bizim de öyle çalışmamız lazım.
Biz de; "Hayat nedir?" diye kendi kendimize soruyoruz. "Bizi kim yarattı?" diyoruz, "Hayatın amacı nedir?" diyoruz. "Nerden geldik nereye gideceğiz?" diyoruz, "Öldükten sonra ne olacağız?" diyoruz.
Bizim de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz gibi, bizim de sahabe-i kirâm gibi; Hz. Ebûbekir gibi, Hz. Ali gibi, rıdvanullahi aleyhim ecmain, sahabenin hepsini saymıyorum, çalışmamız lazım!
İslâm'ı, Resûlullah'ın anlattığı şekilde tanımaya çalışın!.
Çünkü Allah Kur'ân-ı Kerîm'de; "Resûlullah'a uyun!" diyor.
Kul in küntüm tuhibbûna'llâhe fe'ttebiûnî yuhbibkümu'llâh. "Resûlullaha uy" diyor.
Resûlullah'ın, Asr-ı Saadeti'nin müslümanlığı lazım. Sahabe-i kiramın imanı lazım, ahlâkı lazım. Onun için onları okumamız lazım.
Bu asır bizden sorulacak; Allah bu asrı, sizlerden ve bizlerden soracak.
Kendimize mahsus İslâm; "Yusuf'a ait İslâm, Mehmed'e ait İslâm, Ali'ye ait İslâm, Es'ad'a ait İslâm, Uğur'a ait İslâm!"
Öyle şey yok! Hakiki Müslümanlık bizim dışımızda neyse.Sübjektif değil de gerçek İslâm, objektif İslâm neys, o İslâm'ı öğrenmemiz lazım.
Allah'ın rızasını kazanmamız için, sahabe gibi çalışmamız lazım, Allah'ın dinine hizmet etmemiz lazım. Asıl vazifemiz bu. Ama sizin bu yaptığınız çalışmalar, bizim şimdiye kadar elde ettiğimiz bilgiler, unvanlar, müktesebat bu asıl vazifeyi kuvvetlendiriyor.
Sizin bu bilgileriniz, sizin için kuvvettir. Doktor olacaksınız, inşaAllah doçent olacaksınız, profesör olacaksınız; bunlar kuvvet.
Ama vazifemiz veterinerlik, doktorluk, mühendislik değil. Hepimizin vazifesi, Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın dinine hizmet etmektir. Ama o yoldan, ama bu yoldan...
Hocamız Mehmed Zâhid Kotku ,büyük bir zât ; Vefat ederken demiş ki;
"Evlatlarım, her şey boştur..."
Seksen üç yıl yaşamış bir insanın, hayatının sonunda söylediği söz:
"Her şey boş, evladım!"
"Bütün iş, Allah'ın sevgili kulu olmak!
Allah'ın sevgili kulu olabiliyor musun? Er yarın Hak divanında belli olur.
Burada böbürlenme, hindi gibi kabarma;
Cenâb-ı Mevlâ'nın divanına vardığın zaman, bakalım durumun ne olacak? O zaman belli olur.
İş, Allah'ın rızasını kazanmak, muhterem kardeşlerim!
İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî. "Yâ Rabbi! Amacım sensin, maksudum sensin; ben senin rızanı kazanmayı düşünüyorum, onu istiyorum."
Bu çok mühim bir söz, üstelik bizim sözümüz de değil. Bir hadîs-i kudsîden alınmış, şahıs zamirleri değiştirilmiş bir cümledir.
Allahu Teâlâ hadîs-i kudsîde buyuruyor ki;
"Ben sizin maksudunuzum, benim rızam sizin matlûbunuz." diyor.
Biz de buradan yola çıkarak; "Yâ Rabbi! Sen bizim maksudumuzsun, biz senin rızanı talep ediyoruz." diyoruz.
O’nun hadîs-i kudsîde buyurduğu sözü, O’na karşı kullanıyoruz. Binâenaleyh ,menşei ilâhî olan bir sözdür,en mühim şeydir, hayatımızın can damarıdır. Ne diyoruz ona, mikro çipi. Bir elektronik cihazın en önemli şeyi.Koca telefonun içini açıyor,tırnak kadar bişeyi çıkartıyor,öbür telefona takabiliyor.
“İlahî ente maksûdî ve rıdâke matlûbi”.Muhterem kardeşlerim.
Maksadımız Allah'ın rızasını kazanmak, gayemiz Allah'ın sevgisine ermek, Allah'ın sevdiği bir kul olmaktır. Esas olan budur; bunu kazanmaya çalışacağız.
Bunu kazanmanın yolu da Kur'ân-ı Kerîm'i bilmekten, Resûlullah'ı tanımaktan geçiyor. Kur'ân-ı Kerîm'i okuyacağız, Peygamber Efendimiz'in hayatını ve hadislerini okuyacağız; o ruhu yakalamaya çalışacağız.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
İnnemâ yahşa'llâhu min ibâdihi'l-ulemâ'. "Allah'tan ancak ve sadece ve sadece alim kulları hakkıyla korkar, sakınır, çekinir.
Çünkü Allah'ı bilir, Allah'ın kudretini bilir, Allah'ın lütfunu, ihsanını, ikramını bilir. Ancak alim kimse bilir. Cahil bilmez.
Alim (korkar). Peygamber Efendimiz hüngür hüngür ağlıyordu. Hz. Ömer'in gözlerinden akan yaşlar, yanağında iz bırakıyordu. Ebûbekr-i Sıddîk evinin avlusunda ibadet ederken, ağlarken mahalleli başına toplanırdı.
Tren yoluna çıkmış bir insanı düşünün. Gelen ekspresin karşısında duruyor;
"Ben ondan korkmuyorum; onu tutarım, durdururum!" diyor.
Cahil!
Onun geliş hızı, kuvveti, kütlesi, o kütleden kazandığı şey senin durmandan ne kadar, ne kadar üstün. Sen ezilip gideceksin, "Yok ya, ben onu durdururum!" diyor, sanıyor.
Bunun gibi cahil de Allah'ı bilmez.
O bakımdan sizin ilim yolunda olmanız çok güzel bir şey.
"İlim yoluna girin, bilimsel yolda yükselin, ilerleyin, mümkünse profesör olmaya çalışın! Çünkü o zaman Allah'ı daha iyi bilebilirsiniz, anlayabilirsiniz."
İnsan bilgin oldu mu, alim oldu mu Allah'ın âyetlerini daha iyi anlar, Allah'a daha güzel kulluk eder.
Onun için bu bilgiler güzel. Allah muvaffak etsin. Allah üstün başarılar ihsan etsin.
Allah hepinizden razı olsun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!