Bismillâhirrahmânirrahîm
el-Hamdü lillâhi hakka hamdihî ve's-salâtü ve's-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîne't-tayyibîne't-tâhirîn. Ve ba'd.
Mülkün yegâne mâliki, kâinatın ve hâdisâtın şerîksiz hâlıkı, her türlü güç ve kuvvetin sahibi, âlemlerin Rabbi, ahkemü'l-hâkimîn ve erhamü'r-râhimîn Allahu Azîmü'ş-şân'a sonsuz hamd ü senâlar olsun.
O'nun habîb-i edîbi, nebiyy-i raûf u rahîmi, server-i kâinat, şefîü'l-usât fî yevmi'l-arasât, eşrefü'l-mürselîn, seyyidü'l-evvelîne ve'l-âhirîn, imâmü'l-müttakîn, rahmetullâhi li'l-âlemîn peygamber-i zîşânı Ahmed ü Mahmûd u Muhammed-i Mustafâ'sına, âl'ine, ashâbına, etbâına hadsiz, hesapsız salât ü selâmlar olsun...
Rabbimiz bizi Resûlü'nün sünnet-i seniyyesinden, evliyâ ü asfiyâsının nurlu yolundan, bir göz yumup açıncaya kadar bile ayrı düşürmesin. Sırât-ı müstakîminde dâim; zikrinde, şükründe, hüsn-ü ibâdetinde ve taatinde kâim eylesin. Onların zümresiyle haşr eylesin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
Âmîn. Bi-hürmeti esmâihi'l-hüsnâ ve bi hürmeti habîbihi'l-müctebâ.
Şair;
İlm kesbiyle pâye-i rif'ât,
Ârzû-yı muhâl imiş ancak;
Aşk imiş her ne var âlemde,
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak. demiş.
Evet, kâinat sevgi üzerine yaratılmış, iman sevgi temeli üzerine kurulmuş, din ve taat sevgi ile makbul olmuş, dindar sevgi sayesinde yüce makamlara yol bulmuştur. Sevginin kaynağı, aslı, esası, mercii, gerçeği, hakikîsi Allah sevgisidir. Çünkü;
"Her şeyimiz O'ndandır ve dönüşümüz de O'nadır."
Ve her güzelliğin sahibi, hâlıkı, mûcidi ve mâliki de O'dur.
Allahu Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'inde;
Fe-sevfe ye'ti'l-lâhu bi-kavmin yühıbbuhüm ve yühıbbûnehû. "İslâm'ın kadr u kıymetini bilmeyen, imanın önemini kavrayamayan, dinden dönen, Resûlullah'a tâbi olmayan insanlar olursa, -isterse olsun-; Allah sonra öyle bir kavim getirecektir ki yühıbbuhüm ‘Allah o kavmi seviyor.' Ve yühıbbûnehû ‘Ve o insanlar da Allahu Teâlâ hazretlerini seviyorlar.' Allah'ın sevdiği ve Allah'ı seven insanlar getirecektir." buyuruyor.
Minküm men yürîdü'd-dünyâ ve minküm men yürîdü'l-âhirete. diye mü'minlerin olgunlarını, zaiflerini belirtir. "Sizden bazılarınızın aklı dünya ile doludur, dünyayı ister; bir kısmı da âhiret sevdasındadır, âhiretin önemini kavramıştır, âhirete rağbet eder." diye, Peygamber Efendimiz'in etrafındakileri "dünyayı sevip ona meyledenler, âhireti sevip ona rağbet edenler" diye ayırır. Bir iki âyet-i kerîmede de;
Yürîdûne vechehû. diyerek sırf "Allah'ın vech-i pâkini, zât-ı celîlini isteyen, seven" âşık-ı sâdıkların olduğunu bildiriyor. Ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e;
Va'sbir nefseke mea'l-lezîne yed'ûne Rabbehüm bi'l-gadâti ve'l-aşiyyi yürîdûne vechehû ve lâ ta'dü aynâke anhüm, türîdü zînete'l-hayâti'd-dünyâ ve lâ tuti' men ağfelnâ kalbehû an zikrinâ ve't-tebea hevâhü ve kâne emrühû fürutâ. âyet-i kerîmesiyle, bu âşık-ı sâdıkları sevmesi, onlarla beraber olması, onların zahirî görünümlerindeki tevazu ve gösterişsizliğe bakılıp da, kıymetinin anlaşılmaması durumunun vukû bulmaması gerektiği anlatılıyor.
Demek ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in çevresinde öyle insanlar vardı ki gece gündüz yana yakıla Rabbine ibadet ve taat ediyor, dua ve niyazda bulunuyor ve Allah'ın vech-i pâkini arzu ediyor, o şevk ile yanıp tutuşuyordu.
Allah bize de o yüce idrakin, o asil ve ince duygunun, o eşsiz şerefin âlî makamlarını cûd u lutf u keremiyle bahş ü ikrâm eylesin. Bizi de üns ü kurbu, aşk u şevki ile has haremine kabul buyursun. Mârifet ve muhabbetiyle taltif eylesin.
Hayatın gayesi Allah'ı bilmek ve mârifetullaha ermek; Allah'ı bilince de O'na âşık olup onu sevmektir.
Kad bedâ' bi'l-aşkı fi'l-ekvânı küllü mâ bedâ'
dediği gibi şairin, kâinatın yaratılmasında, Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbabtü en u'rafa hadîs-i şerîfinde veya daha önceki ümmetlerden nakledilen o mübarek sözde beyan edildiği gibi sevgi önce Allahu Teâlâ hazretlerinde sonra kullarında oluşur.
Aşk odu evvel düşer ma'şûka, andan âşıka,
Şem'i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi.
"Aşk önce mâşukta hâsıl olur, sonra âşıka intikal eder. Şem' de önce yandı, ondan sonra pervaneyi, kelebeği yandırdı." diyor şair.
Âyet-i kerîmede de Allahu Teâlâ, getireceği o kavmin evsafını sayarken; yühıbbuhüm ve yühıbbûnehû. "Önce kendisinin onları sevdiğini, sonra onların da Allah'ı sevdiğini" sırasıyla anlatıyor.
Demek ki kâinatın yaratılmasında Allahu Teâlâ hazretlerinin sevgisinin tesiri var. O'nun zâtındaki sevginin eseri var. Onun için Fuzûlî'nin mülemmaında da şöyle geçiyor:
Hak âferînişe sebeb etti vücudunu,
Evcebte bi'z-zuhûri zuhûre'l-mükevvenât.
Bunlar âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden çıkan yüksek mânalardır Allah o mânaları anlayanlardan eylesin.
İnsanın vazifesi, hedefi, en yüksek gayesi yaratanını bulmak, bilmek ve O'nu sevmektir. Ve bu muhabbetullahın mecburi gereği, tahtında müstetiri ve en yüce şubesi, mahabbet-i Resûlullah'tır. Biz Allah'ın kullarıyız, her şeyimiz Allah'tan.
Vücûd cûd-u İlâhî hayat bahş-ı kadîm.
"Varlığımız Allah'ın cömertliğinin bir ihsanı, hayat da onun bir ikramı."
Her şeyimiz O'ndan, nimetlerimiz O'ndan. O'nu seveceğiz. O sevginin bir zaruri şubesi de, O'nun her şeyini sevmek. Başta, gönderdiği Resûlü'nü seveceğiz.
Bir insan bir şeyi sevdi mi, onu her şeyiyle sever. Bir kişiyi sevdi mi, onun her şeyini sever. Bir varlığa sevgi duydu mu, onunla taalluku olan her şeyi sever.
Onun için Benî Âmir kabilesinden Mecnun'un, Leylâ'nın bir ara oturduğu sonra da göç edip gittiği yere geldiği zaman kalıntıları, duvarları, çadır izlerini öptüğünü naklederler.
"Bu taşı, toprağı, duvarı niye böyle öpüyorsun?" diye sormuşlar.
O da cevap vermiş, sözü şiire geçmiş
Emürru ale'd-diyâri diyâ-i leylâ, - Ve ukabbilu ve'l-cidâra ve ze'l-cidâra
Ve mâ hubbü'd-diyâri şeğafne kalbî - Ve lâkin hubbü men sekene'd-diyârâ.
"Leyla'nın akrabalarıyla beraber oturduğu, kabilenin yerleştiği yerden geçiyorum ve kâh o duvarı kâh şu duvarı öpüyorum, yüzümü gözümü sürüyorum. Duvarlara âşık olmuş değilim, sevgim duvarlara değil fakat bir ara bu duvarların arasında, içinde yaşamış olana olan şevkimden böyle yapıyorum." diyor.
Demek ki insan, sevgilisinin oturduğu yerleri, mekânları, duvarları bile böyle bir muhabbetle kucaklıyor.
Zamanımızın âşıklarından birisi hacca giderken Medine-i Münevvere'de otobüsten inmiş, kumlara yüzünü gözünü sürmüş. Bir taraftan da hıçkırarak ağlıyor;
"Acaba Resûlullah buraya ayağını bastı mı?" diyormuş.
Bir zât-ı muhterem talebelerine ders verirken arada bir ayağa kalkıyormuş. Onunla beraber talebeler de mecburen ayağa kalkıyorlarmış. Sonra oturuyormuş, onlar da oturuyorlarmış. Bir zaman sonra;
"Efendimiz, hocamız, üstadımız niçin ayağa kalkıyorsunuz?" diye sormuşlar.
"Dışarıda üstadımın torunu oynuyor, kapıdan onu görünce üstadıma hürmeten, muhabbeten ayağa kalkıyorum." demiş.
İnsan birini sevdi mi oturduğu mekânı da seviyor, ayağının bastığı yeri de seviyor. Sevdiğinin mütaallikâtını seviyor; çocuğunu, torununu, eşyasını seviyor. Saçının telini bergüzâr olarak, yadigâr olarak yanına alıyor, mendilinin arasında saklıyor. Mektubunu muhafaza ediyor, hatırasını muhafaza ediyor.
Evet, hayatımızın gayesi, amacı, uğraşmamızın asıl hedefi olan mahabbetullahın da, şu anlatmak istediğim şekil ile gereği ve bir şubesi, bir parçası mahabbet-i Resûlullah'tır, Resûlullah'ı sevmektir. Çünkü o, sıradan bir insan değildir, Allah'ın gönderdiği resûldür. Şu kitap lâlettayin bir kitap değildir, Allah'ın kelâmıdır. Onun için öpüp başımıza koyuyoruz, onun için göbeğimizden aşağı bile tutmuyoruz. Sevgili ile sevilen ile taalluku oldu mu, söz de kıymet kazanıyor, eşya da kıymet kazanıyor, kişiler de kıymet kazanıyor. Çünkü seven, sevdiğini her şeyiyle sever.
Allahu Teâlâ hazretleri, Kur'an-ı Kerîm'inde: "Biz Allah'ı seven insanlarız, Allah ehliyiz, Allah'ı tanıyoruz, inanıyoruz, Allah yolunun yolcularıyız." diyen Ehl-i Kitâb'a vahiy indirmiştir ve şöyle buyurmuştur:
Kul. "Ey Resûlüm! O müddeilere, o iddiacılara söyle!" İn küntüm tühıbbûna'llâhe. "Eğer Allah'ı gerçekten seviyorsanız" Fe't-tebiûnî yuhbibkümü'l-lâh. "Bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin!"
Madem Allah'ı seviyorsunuz, o halde Allah'ın gönderdiği elçiyi sevmek ve saymak zorundasınız. Sevmemek, saymamak ve tanımamak olur mu? Vekil, asil gibidir. Elçi, gönderildiği yerin temsilcisidir; o itibara layıktır.
Lütufları çok olduğundan, Haseki Kursu'nun açılışı münasebetiyle sene-i devriyesinde Hocamız'ı çağırmışlardı. Hocamız da li-hikmetin bendenize buyurdu;
"Benim yerime sen vekâlet et, git!" diye.
Ben üniversitede bir asistan parçasıyım, Hocamız'ı ziyarete gelmişim; "Sen bana vekâlet et!" dedi. Müdür Mahmud Bey de beni aldı. Utancımdan kıpkırmızı oldum. Koca üstatlar, Hendekli hocaefendinin dersine giriyoruz; ayağa kalkıyor, hürmet gösteriyor. Başka bir hocanın dersine giriyoruz, hürmet gösteriyor.
Neden?
Ben Hocamız'ın vekili olduğum için. Yoksa yaşça ve o konudaki ilim bakımından elbette onun kadar değilim.
Demek ki Allahu Teâlâ hazretleri nice nice âyet-i kerîmeleriyle Resûlü'nün sevgisini de boynumuza borç kılmıştır, emretmiştir, farz kılmıştır. Resûlullah'ı özel lütuflar ile müstesna hasletler ile ve eşsiz emsalsiz güzelliklerle yaratmış. Süzmüş ve seçmiş, övmüş ve sevmiş, adını adıyla yazmış, halkını ve hulkunu, bedenini ve edebini son derece hoş eylemiş.
Bununla şunu demek istiyorum: Evet, onu sevmek Allah'ın emridir, farzdır ama Allah da onu sevilmemesi mümkün olmayacak güzellikte yaratmış. Mecburen, meclûben sevilecek bir kimse olarak yaratmış.
Nitekim Resûlullah'ın nasıl olduğunu soranlara verilen cevaplarda, onu vasfeden rivayetlerde görülüyor:
Men raâhû bedîheten hâbehû. "Hiç görmemiş bir kimse, Resûlullah'ı birden bire görürse Resûlullah'ın mânevî makamının ve görünümündeki heybetin tesirinden müthiş bir duygu içine düşer, titremeye başlardı. Resûlullah'ı ilk gören tir tir titrerdi." Men raahû bedîheten. "Ansızın göreni bir titreme alırdı. Resûlullah'ın heybeti altında ezilirdi."
Ve men hâletahû ma'rifeten. "Ama onu tanıyan, sohbetine gire çıka biraz bilgisiyle haşır neşir olan" Ehabbehû. "İhtiyarı elinden gider, ona âşık olur, onu severdi." Ve yekûlü nâitühû: Lem era kablehû ve lâ ba'dehû mislehû. "Onu vasfeden ancak şu sözü söyleyebilirdi: Ben ondan önce de, ondan sonra da onun gibisini asla görmedim!" Yüzü güneş gibi parlardı ve cemali hiç kimsede olmayan müstesna bir güzellikteydi.
Onun için Süleyman Çelebi'nin Mevlid'inde ne güzel, basit, herkesin anlayacağı ifade ile sehl-i mümtenî tarzında anlatılmış:
Dediler oğlun gibi hiç bir oğul,
Yaradılalı cihân gelmiş değil.
Bu senin oğlun gibi kadr-i cemîl,
Bir anaya vermemiştir ol Celîl.
"Cihan yaratılalı onun gibisi gelmemiş; onun gibisini, bir anneye Allah evlat olarak nasip etmemiş." Eşref-i benî Âdem; insanoğlunun en şereflisi, en üstünü.
Allah, ona muhabbeti farz kılmış. Bedenini ve ahlâkını da âşık olunacak şekilde tertip eylemiş. Cemalini gören, bir daha unutması mümkün olmayan bir bendesi oluyor; tariflere sığmayan aşk ve şevk içinde yanıp tutuşuyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, hadîs-i şerîflerde de çok enteresan bazı hakikatleri bize bildirmiştir. Mesela hepimizin ezberlemesi gereken bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
Ve'llezî nefsî bi-yedihî. "Şu canımın kudreti elinde olduğu Allah'a yemin olsun ki:" Lâ yü'minü ehadüküm hatta ekûne ehabbe ileyhi min vâlidihî ve veledihî ve'n-nâsi ecmaîn. "Sizden biriniz; ben kendisine babasından da, evladından da, bütün diğer insanlardan da daha sevgili, daha çok sevilen bir kimse durumuna gelmedikçe, bu his içinde bu şuurda olmadıkça gerçek imanı yakalamış olamaz." Gerçek mü'min olmanın göstergesi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in muhabbeti, aşkı ve sevgisidir. Bu sevgi annesinin, babasının sevgisinden -ki insan anne ve babasına ne kadar sevgi duyar- ve kendisinin semere-i fuâdı olan evladının sevgisinden -ki bir anne ve baba evladı için deli divane olur, hayatını verir- daha üstün olmalıdır. Bazen de insanlar çeşitli şekillerde birbirlerini severler, âşık olurlar. Delikanlılık çağlarında olur. Mecnuna dönerler. İşte her ne türlü sevgi olursa olsun, bir insanın yanında Resûlullah anneden, evlattan, babadan, kardeşten, sevgiliden, hepsinden daha sevgili olmayınca, sevgi içeride o kadar coşmayınca; o insan hakiki mü'min olamamış oluyor.
Sahabe-i kirâmdan bir zât-ı muhteremi yakalıyorlar, işkenceyle öldürmeye götürüyorlar ve ona şöyle diyorlar:
"Bak gördün mü? Bütün başına bu gelenler; bu musibetler, bu belalar, bu sıkıntılar o Muhammed'in yüzünden oldu. Sen ona inanmamış olsaydın, şimdi evinde çocuğunun yanında olacaktın, o bizim elimizde olacaktı. Şimdi onun yüzünden seni öldüreceğiz."
Lâ vallâhi! "Hayır, Vallahi, Allah'a yemin olsun ki değil onun sizin gibi zâlimlerin eline geçmesine, işkence görmesine; ayağına diken batmasına bile rızam yoktur! Binlerce kez benim canım ona fedâ olsun!" diyor.
Resûlullah'ın yanına gidip gelen müşriklerin murahhas heyetleri, Kureyş kavminin idare meclisindeki yüksek şahsiyetlerine;
"Biz kisraların, kayserlerin saraylarına gittik. Sâsânî İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu saraylarını gördük, Habeş'i gördük. Hiçbir hükümdarın tebaasında, Resûlullah'ın etrafındaki ashabının ona sevgisi ve bağlılığı gibi bağlılık görmedik." diyorlardı.
Sahabe-i kiram Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e; Fedâke ebî ve ümmî yâ Resûlallah! "Anam babam sana fedâ olsun ey Allah'ın Resûlü!" diye hitap ederlerdi.
Peygamber Efendimiz bu sevgiye işaret ediyor. İçinde bu sevgi galeyan edecek ki insan hakiki mü'min olsun.
Burada şöyle bir parantez açıp bir şey söylemek istiyorum:
Acaba neden Allah celle celâlüh bir fânî kulunu, böyle bir muhabbetle bağlanmak mertebesine çıkarmış? Niçin kullarına, onu bu derece sevmesini emretmiş? Resûlullah da bu emrin gereği olarak, ümmetine böyle olması gerektiğini müteaddit hadîs-i şerîflerinde açıklamış?
Çünkü kullar Allah'ın emrini ondan öğrenecek; Allah'ın rızasını, rızası yolunu o yolla bulacak. Çünkü onun rehberliğiyle emredecek. Onu sevmeden, ona bağlanmadan, ona itirazsız inkıyat etmeden olmuyor. Ve "O sevgi şirktir." diyenlerin iddialarının boşluğu buradan ortaya çıkıyor. Şirk olsaydı, Resûlullah'a muhabbet de şirk olurdu.
Değildir!
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem;
"Çocuklarınızı iki haslet üzere yetiştirin!" buyurmuştur.
"Birisi Resûlullah'ın muhabbeti, diğeri Kur'ân-ı Kerîm'in muhabbeti."
Çocukları böyle terbiye edeceğiz ki çocuklar bi-lâ ihtiyâr Resûlullah'ı sevecekler, Kur'ân-ı Kerîm'e son derece hürmet edecekler. İçlerinde her ikisi hakkında çok güzel duygular neşv ü nemâ bulacak.
Sahabe-i kirâmdan Sevban radıyallahu anh bir gün, Resûlullah Efendimiz'in gözüne gözlerini dikmiş, kendinden geçmiş, mest bir şekilde bakıyor.
Resûlullah'ın yüzüne herkes bakamazdı. Sahabe-i kirâmdan bazıları;
İclâlen lehû. "Ona olan saygımdan Resûlullah'ın cemaline gözümü dikip doya doya bakamadım!" diyor.
O kadar saygı, o kadar hürmet var ki gözünü kaldırıp bakamıyor. Mescide geldiği zaman umumiyetle herkesin gözü yerde olurdu. Ama demek ki bazı âşık-ı sâdıklar bakabiliyor. Mesela Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz bakarmış, tebessüm edermiş; Resûlullah Efendimiz de ona tebessüm buyururlarmış.
Sevban radıyallahu anh bir gün, Resûlullah'ın cemâline gözünü dikmiş, böyle mest seyrederken Resûlullah Efendimiz mütebessim;
"Hayrola, ne oluyor böyle?" diyor.
Etemetteu bi'n-nazari ileyke. "Yâ Resûlullah! Senin cemaline bakmakla nimetleniyorum. Anam babam sana feda olsun! Seni çok seviyorum. Yalnız bir husus var ki onu hatırlayınca üzülüyorum. Dünyadayken çok şükür ki senin sahabenden olmuşum, senin asrında gelmişim, senin sohbetine ermişim, senin yanında bulunuyorum ve seni görebiliyorum. Ne devlet bana, ne nimet! Ama âhireti düşününce gamlanıyorum, kederleniyorum. Çünkü sen mutlaka cennete gideceksin ve Makâm-ı Mahmûd'a nail olacaksın. Ama ben ya cennete girerim, ya giremem. Cennete girsem bile senin o yüce Makâm-ı Mahmûd'un nerede, ben âciz nâçiz kulun makamı nerede? Orada seni buradaki kadar sık göremem. Düşününce üzüntülere gark oluyorum." diyor.
Bazı mübarekler de istikbalde onu görememenin tasasına düşüyor. O zaman Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle müjdeliyor:
Yuhşeru'l-mer'ü mea men ehabbe. "Kişi sevdiğiyle beraber haşr olacak. Allah fazl u kereminden seveni sevilenden ayırmayacak, âşıkı mâşuktan ayırmayacak, orada o beraberlik olacak."
Demek ki seven sevilenle beraber olacak. Bu yoldan da yine Resûlullah'ı sevmemiz gerektiği noktasına ulaşıyoruz. Madem seven sevilenle beraber olacak, o halde bu dünyada Resûlullah'ın muhabbetini içimizde tahakkuk ettirmeliyiz ki Allah, âşıkı mâşuktan ayırmadığı zamanda, bizi de onun yanında eylesin.
Öyle mübarekler vardı ki her akşam yatarken gözyaşlarıyla;
"Yâ Rabbi! Ne olur bu akşam canımı al! Ne olur bu akşam öleyim de o Muhammed'e ve ashabına kavuşayım" diye dua ediyorlardı.
Sahabeden bir mübarek zâtın vefatında kızı yanına gelmişti de: Vâ ebetâ "Ah babacığım, yazık babacığım!" deyince ona lâ gaden. "Yarın ben Resûlullah'a kavuşacağım. Niye öyle diyorsun?" demişti.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin ölüm hakkındaki gazelini biliyorsunuz. Hani [Mehmed Zahid] Hocamız'ın vefatı günü tevafukan takvimin arkasında yazılı olan gazel:
Be rûz-i mörg çü tâbût-i men revân bâşed, - Gümân meber ki merâ derd-i în cihân bâşed.
"Vefat ettiğim gün, tabutum mezarlığa doğru yürürken, sanma ki benim içimde bir cihan tasası var. Tabutumu gördüğün zaman; ‘Yazık yazık!' deme; insan şeytana uyarsa o zaman yazık olur. Benim tabutumu uğurlarken; ‘El-firâk, el-firâk! Elvedâ, elvedâ!' deme çünkü ben ayrılmıyorum, kavuşmaya gidiyorum." diyordu.
Demek ki, evliyâullahın hasletleri aynı noktada birleşiyor.
Bilâl-i Habeşî radıyallahu anh, Resûlullah'ın vefatından sonra Medine'de duramadı. Her taraf Resûlullah'ın hatırası ile dolu olduğu için tahammül edemedi. Resûlullah'sız Medine-i Münevvere'ye dayanamadı, terk-i diyâr eyledi. Şeydâ gibi diyar diyar dolaştı ama ayrılık da çare değil. Yıllar sonra bir gün döndü, Medine-i Münevvere'ye geldi. "Resûlullah'ın müezzinidir." diye kolundan tuttular, minareye çıkardılar. Bilâl-i Habeşî orada, kendi üslubuyla Resûlullah'ın devrinin ezanını okudu.
Heyye ale's-salâh! dermiş mübarek. Hayye demezmiş. "Onun heyye demesi sizin hayye demenizden hayırlıdır!" diye Efendimiz müdafaa etmiş. Üslubundan belli, Habeş üslubu. Tam Arap değil ama o Resûlullah'ın mescidinde ezan okuyunca o sesten, o sedâdan Medine herc ü merc oldu.
"Devr-i Resûlullah geri mi geldi?" dediler.
Nasıl biz burada Medineli bir müezzinin okuduğu, oraya mahsus ezanı duyunca bir elektriğe tutulmuş gibi oluyoruz; işte öyle oldular.
Hz. Fatıma radıyallahu teâlâ anhâ hazretlerine Peygamber Efendimiz bir şey söyledi, Hz. Fatıma anamız ağladı. Sonra bir şey daha söyledi, Fatıma anamız tebessüm buyurdu, güldü.
Ne demişti Peygamber Efendimiz?
"Benim âhirete gitme zamanım, aranızdan ayrılma zamanım geldi." buyurmuştu.
Fatıma anamız o zaman ağlamıştı.
"Ama üzülme, ehl-i beytim içinde bana en çabuk kavuşacak olan sensin yâ Fatıma!" deyince de gülmüştü.
Ölüme gülen insan.Sevginin ne kadar yüksek olduğunu görün ki "ona kavuşacağım" diye nasıl seviniyor!
Hz. Aişe annemiz, bir rüya görmüştü: Gökten üç tane kamer, yani ay yere iniyor, onun hücresine geliyor, toprağa giriyor. Bu remzi anlayamadı. Babası Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz'e sordu:
"Babacığım, rüyamda üç tane ay gördüm. Gökten indi, benim hücreme girdi."
Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz rüya tabirini severdi. Peygamber Efendimiz'in zamanında da;
"Yâ Resûlullah! Müsaade buyur, bu anlatılan rüyayı ben tevil edeyim, bakayım isabet etmiş miyim?" diye de, Resûlullah'ın huzurunda da bazen atılganlık yapmıştı. O rüyayı şöyle tabir etti:
"Kızım, evlâdım, yâ Aişe! Senin hücre-i saadetine; hane-i saadetteki, Resûlullah'ın evindeki senin odana, üç tane insan gömülecek ki onlar yeryüzünün en şerefli insanlarıdır."
Ve aradan yıllar geçti, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz âhirete irtihal buyurdular.
"Peygamberler nerede vefat ederse, oraya defnolunurlar." diye, Peygamber Efendimiz'i Hz. Aişe anamızın hücresinde vefat ettiği için oraya defneylediler. Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz yavaşça kızının yanına geldi:
"Kızım, senin üç kamerinden birisi ve en hayırlısı buydu." dedi.
Birisi Resûlullah Efendimiz; oraya gömüldü. Ondan sonra Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz gömüldü, ondan sonra Ömer el-Fâruk Efendimiz gömüldü.
Gerçek müslümanlar böyle yaşamışlardı. Resûlullah Efendimiz'i böyle sevmişlerdi, ona kavuşmayı böyle istemişlerdi. Dindarlıkları böylece fer ve kuvvet bulmuş, canlarına can gelmişti.
Tabi insan toplulukları, koca kalabalıklar, milletler, bütün bir ümmet, bu sevgiyle böyle yaşayınca elbette bu sevginin edebiyata da aksi olacaktı. Çünkü edebiyat hayatın aynası. Onun için ilk çağlardan, Asr-ı Saadetten itibaren edebiyatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin sevgisini, aşkını, muhabbetini gösteren eserler görüyoruz. Onu metheden şair sahabîler biliyoruz: Hassan b. Sâbit, Ka'b b. Mâlik el-Ensârî hazretleri gibi. Hatta o şair sahabînin hepinizin değilse bile çoğunuzun bildiği bir beyti var:
Mâ in medahtü Muhammeden bi-mekâletî, Ve lâkin medahtü mekâletî bi-Muhammedin.
"Ben sözlerimle Resûlullah'ı methetmiyorum, şu sözlerim Resûlullah'ın methinde değil. Onu methetmek için söz söylüyor değilim bilakis sözlerimi Resûlullah'la ziynetlendiriyorum, sözlerimi methediyorum." Çünkü onun sözü, söyleyen için ziynettir.
İnsan Allah'ın sevdiği ve Allah'ın övdüğü bir yüce şahsiyeti nasıl övebilir?
Ancak onu övmekle sözlerini şereflendirebilir.
Aşk edebiyatı o zamandan başladı. İlk sıralarda Ka'b b. Züheyr'in Kasîde-i Bürde'si var. Bu zât Resûlullah'a muhalif bir kimseydi, aleyhinde yazılar yazıyordu. Hatasını anladı, hatasından döndü ama yakalansa öldürülecek. Gizlice Resûlullah'ın meclisine kadar geldi ve onun için hazırlamış olduğu Bânet Süâdü kasîdesini okudu. Resûlullah Efendimiz dinledi.
Ve'l-afvü inde kirâme'n-nâsi makbulü. "İnsanların kerîm olanları, affederler." mânasındaki beyite gelince, taltif eyledi, sırtındaki bürdesini, bürd-ü yemânîsini, hırkasını çıkardı, şaire verdi. O şairden sonra, o hırkayı hükümdarlar satın aldılar, elden ele geçti ve bizim Fatih'teki Hırka-i Şerîf Camii'ne geldi. Şimdi Resûlullah Efendimiz'in o hırka-i saadeti, başımızın tâcı o camide muhafaza ediliyor.
Arap Edebiyatında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında nice nice şiirler, kasideler, eserler var. Onların bir tanesi de meşhur İmam Muhammed el-Bûsirî'nin eseridir. On üçüncü asrın ricâlinden, Mısır'da devlet dairelerinde hizmetler görmüş, vezirlik yapmış bir kimse. Resûlullah'a çok kasideler yazmış.
Bir gün yolda bir zât kendisine sormuş:
"Rüyanda Resûlullah'ı gördün mü?"
Düşünmüş. Görmedi. "Niye ben rüyamda Resûlullah'ı görmüyorum?" diye içine bir ateş düşmüş. O şevk ve o aşk ile rüyada Resûlullah Efendimiz'i görmüş. Sonra kendisine felç gelmiş. Felç gelince, ayakları tutmaz olunca Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e okuduğumuz kasidesini yazmış:
E min tezekküri cîrânin bi-zî selemin - Mezecte dem'an cerâ min mukletin bi-demi
Em hebbeti'r-rîhü min tilkâi kâzımetin - Ve ev meda'l-barku fi'z-zalmâi min idami
Rivayete göre rüyasında Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i görüyor, kasideyi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e okuyor. Efendimiz mübarek elleriyle felçli ayaklarını mesh edince, mübarek ellerini sürünce, felçten berî olmuş, şifa bulmuş. Onun için bu kasîdeye de "Kasîde-i Bür'e" "Hastalıktan kurtulmaya vesile olan kaside" derler. Felçlilere okurlar, şifası da mücerrebdir.
Şeyh Ebu'r-Recâ yolda kendisini görmüş.
"Resûlullah'a yazdığın kasideyi bana da verir misin?" demiş.
"Çok kaside yazdım, hangisini istiyorsun?" diye sorunca;
"Felçten berî olmana sebep olan E min tezekküri cîrânin bi-zî selemin diye yazdığın kaside. O'nu Resûlullah'a okurken ben de duydum, çok beğendim." diyor.
Daha kimseye duyurmamış, hiç kimsenin haberi yok. Yolda Şeyh Ebü'r-Recâ kimseye söylemediği kasideyi, ilk beytini de söyleyerek kendisinden istemiş. Böyle rivayetler var.
Nâbî'nin de başına böyle bir şey gelmiş. Aşk ile şevk ile haccetmek için yola çıkınca, Nâbî merhum yolda;
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-ı Hudâdır bu!
diye başlayan kasideyi yazıyor. Medine'ye geldiği zaman minarelerden makam ile bunun okunduğunu duyuyor. Tabi minareden iner inmez o müezzini yakalıyor, soruyor:
"Bu kasideyi nereden duydun?"
"Dün gece rüyamda Resûlullah talim buyurdu." diyor.
İnsan Resûlullah sevgisiyle muhalata etti mi; iliği, damarı, kanı vücudu karıştı mı böyle olur.
Ben bunlara inanıyorum.
Bunlar kitaplarda yazılan şeyler. Buna benzer, emsali şeyler hayatta da olduğu için bunların gerçek olduğunu, böyle şeylerde yalan söylenmeyeceğini; o mübareklerin bu konularda yalan söylemeyecek kadar edepli olduklarını biliyorum.
İşte bu aşk ve şevk ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hayatı, sîreti, evsâfı, şemâili ve hadîs-i şerîfleri üzerine binlerce, yüz binlerce kitap yazılmıştır. Çok sevdiklerimden bir tanesi Kâdı İyâd'ın Kitâbü'ş-Şifâ bi-ta'rîfi hukûki'l-Mustafâ kitabıdır ki son derece mantıklı bir örgü içinde, müdellel rivayetlerle belgesel bir eserdir. Büyük bir kaynak kitaptır. Herkesin okuması tavsiye olunur.
Ecdadımızın camilerde, medreselerde muntazaman okudukları klasik kitaplardandır. Muhabbet-i Resûlullah'ı çok güzel anlatan bir eserdir.
Müstakil eserler olduğu gibi her eserin içinde şiir, nazım, nesir ve çeşitli parçalarda, Resûlullah aşkına yazılmış bölümler de vardır.
Mesela siyer kitaplarından Türk Edebiyatı'nda ilk görünenlerden bir tanesi; Erzurumlu Darir'in Siyer-i Nebî'sidir ki şâheser bir edebiyat numunesidir. İçinde manzum bölümler de vardır, mensur bölümler de vardır. Ve bizim Süleyman Çelebi'nin Mevlid'ine de bazı noktalarda kaynaklık etmiş bir eserdir.
Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hakkında yazılmış mevlid kitapları vardır ki, bunlar bir dizi eserdir. Latîfî, "Ben şimdiye kadar başka başka şahıslar tarafından yazılmış 70 veya 90 tanesini gördüm, inceledim." diyor.
Tahmin ediyorum; Bursa'nın meşhur velîsi Emir Sultan hazretleri, dervişânına; "Muhabbet-i Resûl'ü dile getiren bir şeyler yazın!" diye emretmiş olsa gerek. Onun dervişlerinden çok mevlid yazanlar var. Tabi Süleyman Çelebi'nin eseri, anlayana bir harika edebiyat âbidesidir, şâheserdir.
Allah mekânlarını cennet eylesin, şefaatlerine nail eylesin... Son derece müeddeb, son derece güzel yazılmış bir eser.
Sonra yine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i rüyada görüp onun emri üzerine eser yazmış olan, Yazıcıoğlu Muhammed'in Muhammediyye isimli eseri vardır. Hemen her evde bulunur. Benim kütüphanemde bile üç dört tanesi var. Balkanlar'dan Kafkasya'ya, Orta Asya'ya kadar İslâm âleminin her tarafına yayılmıştır. Ve manzum olarak okunmuştur. Oradan lezzet almışlardır; Mevlidler'den, Muhammediyyeler'le muhabbet-i Resûlullah'ı takviye etmişlerdir.
Sonra, cennetmekân Hakânî Muhammed Efendi'nin Hilye'si vardır ki bu zât-ı muhterem onyedinci yüzyılın başında 1606'da vefat etmiş. Saray vazifelilerinden müteferrika olmuş, serhadbeyi olmuş, sancakbeyi olmuş; haccı da var.
Bir Hilye nüshasında, mukaddimesinde gördüm: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerini rüyasında görmüş; benim gördüğüm bir nüshada rüyayı yazıyor. Peygamber Efendimiz'in hoşnutluğunu, teveccühünü kazanmış. Resûlullah'ı anlatıyor; "Vücudu şöyleydi, gözleri şöyleydi, kirpiği böyleydi, yüzü pırıl pırıl parlardı, kolları pazuları şöyleydi, ahlâkı şemâili böyleydi." diye yazan meşhur bir eserdir.
Sonra Peygamber Efendimiz'in miracını anlatan eserler yazılmıştır. Bu konudaki eserler başında Ganîzâde Nâdirî'nin Mirâciyye'si meşhurdur.
Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin hadîs-i şerîfleri kırk hadis olarak, yüz hadis olarak, bin bir hadis olarak manzum ve mensur olarak Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Türk Edebiyatı'nda nice nice böyle güzel eserler vardır.
Meşhur bir tanesi; Hatiboğlu Muhammed'in Ferahnâme isimli yüz hadis, yüz hikâyeden müteşekkil eseridir.
Kırk hadisler üzerine, Abdülkadir Karahan Hoca'nın büyük bir doktora çalışması vardır.
Bundan sonra her eserin, her kitabın şöyle bir İslâmî tertibi var: Besmeleyle başlıyor, Allahu Teâlâ hazretlerine hamd bölümü oluyor. Ondan sonra Peygamber Efendimiz'e salât ü selâm bölümü oluyor. Ondan sonra "sebeb-i te'lîf-i kitâb" bölümü oluyor. Böyle bir klasik başlama ve tertip her kitapta mevcut.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz için yazılmış nice güzel şiirler var. Ve bazı şahıslar Peygamber Efendimiz'le ilgili nice nice kitaplar yazmışlar. Hatta üç beş tane divânı, sırf Resûlullah Efendimiz'in hakkında yazılmış şiirlerle meydana getirmişler. Başka şeyle meşgul olmamış, o konuda kendisini böyle deryaya daldırmış. Peygamber Efendimiz'in vasfı hakkındaki şiirlere "nât" denir. Kasîde der Nât-ı Hazret-i Nebevî. Yahut kasîde olur, gazel olur; başka şekillerde, formlarda olabilir. Şeklen önemli değil. Ama Peygamber Efendimiz'i anlatan bu şiirlere "nât" deniliyor.
Meselâ vefatı 1726'da olan, onsekizinci yüzyıl şairlerinden Nazım Efendi; koca koca, okunmakla bitmeyecek muazzam nâtlardan nice divanlar meydana getirmiştir ki onları talebelerimize çalıştırdık, tez olarak vermiştik. İnşaallah neşredilir.
Bu nâtlar, bu şiirler, bu aşklar, bu şevkler mûsikîye de intikal etmiştir. Zaten Türk Edebiyatı'nda manzum eserlerin makam ile okunması bir âdet idi. Mesela Mevlid makam ile okunurdu. Muhammediyye makam ile mûsikî ile terennüm edilirdi; düz bir okunuşla okunmazdı.
Ama ilâhiler ve küçük boyutlu, küçük ebatlı nâtlar bestelenmiştir. Mûsikî eseri olarak şâheser nâtlar vardır. Çünkü mûsikî de insanın aşkını, şevkini güzel ortaya döken bir vasıta.
Sonra hat sanatında; o sevginin nice nice güzel eserleri vardır. Hattan icazet alacak şahıslar icazetnâme çalışmalarına, hocalarının imzalarını koydukları parçaya umumiyetle Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfini alır, öyle tertip ederlerdi.
Meşhur hattatların Peygamber Efendimiz'in şeklini şemâilini anlatan hadisleri, böyle güzel bir levha halinde tertip edip hilye-i şerîfeler yazdıkları ve bunların bir evde bulunmasının, eve bereket getirdiği söylenilir. Hepimizin evinde matbû veya el yazması nice böyle eserler vardır.
Duvarlarda nice;
Garîk-ı bahr-i isyânım, dahîlek yâ Resûlullah!
gibi güzel levhalar yazılmıştır. Bizden önceki mü'minler bu sevgilerini; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e sevgiyi, saygıyı, bağlılığı ifade eden çeşitli estetik görünümlerle, edebiyatın, mûsikînin ve sanatın içine dökmüşlerdir.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in muhabbetini kazanmaya muvaffak eylesin. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bizi sevsin ve bizden razı olsun. Bizim içimizde de Resûlullah'a karşı o yanıcı yakıcı muhabbet, sevgi, saygı hâsıl olsun. Gönüllerimiz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sevgisiyle, muhabbetiyle dolsun.
Bu sevginin sebebi, kaynağı, vesîlesi, vasıtası var: Resûlullah Efendimiz'i tanımaya çalışmak lazım, hadîs-i şerîflerini okumak lazım, hadîs-i şerîflerine göre hayatı yaşamaya çalışmak lazım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e salât ü selâmı çok getirmek lazım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in ümmetine çok hâlisâne hizmet etmek lazım. Kendisine salât ü selâm, sünnet-i seniyyesine temessül, ümmet-i merhûmesine hüsn-ü hizmet ile umulur ki bu sevgi sizlerde ve bizlerde de olduğundan çok daha yükseklerde olur, yüksek seviyelere çıkar, kuvvetlenir.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi muhabbetullaha, muhabbet-i Resûlullah'a gark eylesin. O deryaya gark eylesin. O sevgiyle yaşatsın. O sevgiyle âhirete göçürsün. Huzûr-u Rabbü'l-izzet'e yüzü ak, alnı açık, o sevgiyle vardırsın. Firdevs-i âlâsında Habîb-i Edîbi'ne komşu eylesin. Dünyada gül cemâlini sık sık görmeyi nasip eylesin.
Allahu Teâlâ hazretleri bizlere de ihsân eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!